MOLLA CÂMÎ
Din ve fen bilgilerinde âlim, velî, şâir. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn Ahmed, lakabı Nûreddîn’dir. Câmî ve Mevlânâ nisbetleriyle meşhûr oldu. Anadolu’da Molla Câmî diye tanındı. 1414 (H.817) senesinde İran’ın Câm kasabasında doğdu. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühüne mazhâr oldu.
İlim ve takvâ sâhibi olan babası Nizâmeddîn Ahmed, oğlunun ilim ehli olmasını istiyordu. Daha bülûğ çağına gelmeden onu Semerkand’daki Nizâmiyye Medresesine götürdü. Câmî, henüz küçük olmasına rağmen; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı ile dikkat çekti. Böylece hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir uyandırdı. Kısa zamanda okuması gereken kitapları bitirip, mezuniyet derecesine gelmiş talebelerin okuduğu kitapları okumaya başladı. Hocaları; “Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî’den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi.” demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî’nin, Şehâbüddîn Câcermî’nin ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî’nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinin yanında fen ilimlerine de ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey gibi bir ilim âşığı sultanın devrinde, hem de Semerkand’da ilim öğrenmeye çalışıyordu. Uluğ Beyin de hocası olan Kâdızâde Rûmî’nin matematik derslerine devâm etti. Herat’ta meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu ona astronomi ilmiyle alâkalı, içinden çıkılması zor birkaç mesele sordu. Molla Câmî hepsini en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırınca, Ali Kuşçu bu cevaplar karşısında hayran kaldı.
Kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri tamamlayan Molla Câmî, Herat’taki meşhûr beş âlimden biri oldu.
Herat’ta Sâ’düddîn-i Kaşgârî’den tasavvuf ilmini öğrenen Molla Câmî, yüksek derecelere kavuştu. Bu hocası ile tanışmadan önce, onu rüyâsında görmüş, Sâdüddîn-i Kaşgârî rahmetullahi aleyh, rüyâsında kendisine; “Git kardeşim, bir dost bul ki, terki imkânsız olsun.” mısra’ını söylemişti. Bu işâreti alan Molla Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin sohbet ve derslerine devâm edip, feyz alarak kemâle geldi ve irşâdla (insanlara doğru yolu göstermekle) vazifelendirildi. Ayrıca Muhammed Pârisâ, Fahrüddîn Luristânî, Hâce Burhâneddîn Ebû Nasr Pârisâ, Şeyh Behâüddîn Ömer, Hâce Şemsüddîn Muhammed Kûsevî, Mevlânâ Şemsüddîn Muhammed Esed ve Ubeydullah-ı Ahrâr gibi büyük velîlerle görüşüp onlardan feyz aldı. 1469 senesinde Herat’ı alan Tîmûroğulları hükümdârlarından Hüseyin Baykara ve onun yakın arkadaşları olan Ali Şîr Nevâî ve Ahmed-i Süleyhî gibi ileri gelen zâtlarla dost oldu.
1472 senesinde Hicaz’a gitmek için yola çıkan Molla Câmî’ye, Bağdat’ta Akkoyunlu beylerinden Maksud Bey; hacdan dönerken Diyarbakır’da Mehmed Bey; Tebriz’de Yâkûb Bey fevkalâde hürmet ve ikrâmda bulundular. Geçtiği her şehrin âlimleri, onu karşılayarak, ziyâret edip, hayr duâsını aldılar. Bağdat’ta Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda dâimâ gâlip geldi. Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Câmî’nin Haleb’de bulunduğunu tahmin ettiği sırada, kendisini çok iyi tanıyan Hâce Atâullah-ı Kirmânî ile beş bin altın hediye gönderdi. Ancak Molla Câmî Haleb’den ayrıldığı için görüşemediler. Bu yolculuğu sırasında daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiği zaman, Peygamber efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.
Molla Câmî, hacdan dönünce, Hüseyin Baykara’nın kendisine tahsîs ettiği bir medresede ders vermeye başladı. Bu arada Fâtih Sultan Mehmed Hanın arzusu üzerine İslâmî tâbir ve terimleri içine alan iki risâle yazıp, İstanbul’a gönderdi. Dâvet üzerine kendisi de yola çıktı. Konya’ya varıncaFâtih Sultan Mehmed Hanın vefât haberini duyup, geri döndü. Daha sonra, Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından İstanbul’a dâvet edildiyse de, gelmesi mümkün olmadı.
Molla Câmî, 1492 senesi Muharrem ayının on sekizine rastlayan Cumâ günü dostlarının okuduğu Kur’ân-ı kerîm’i dinledi ve son nefesinde Kelime-i şehâdet söyleyerek Herat’ta vefât etti. Cenâze namazında Hüseyin Baykara, Ali Şîr Nevâî ve bütün Heratlılar hazır bulundu. Hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin kabrinin yakınlarına defnedildi. Mübârek kabri ziyârete açıktır. Dünyânın dört bucağından gelen âşıkları, kendisini ziyâret ederek, mübârek rûhundan saçılan feyzlerden istifâde etmektedirler.
Molla Câmî’nin sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neş’e ve ferahlık duyarlardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Şöhretten kaçardı. İhtiyâcından fazla malını sadaka olarak muhtaçlara dağıtırdı.
Molla Câmî buyurdu ki: “Üç zümreye, üç şey çirkin düşer. Pâdişâhlara sertlik, âlimlere mal sevdâsı, zenginlere cimrilik.”
“Kötü kimse, başkalarının ayıplarını saymak isterken, kendini dile getirir.”
“Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz.”
“Akıl dışında olan şeyler, keşif ve müşâhadeyle kalp gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlayamaz. Nitekim, his uzuvları da aklın anladığı şeyleri anlamıyor.”
“Huzur ve âfiyet, bir köşede oturmak değildir. Âfiyet nefsinden kurtulmaktır. Kurtul da ondan sonra dilersen bir köşede otur, dilersen halk içine karış!”
“Seven o kimselerdir ki, sevgilisinden ne kadar düşmanlık görse yine dostluğunu artırır. Sevgilisinden başına binlerce sitem taşı gelse, onlardan ancak aşk binâsını sağlamlaştırır.”
“Her kime şu beş seâdet verilmişse, tatlı yaşayışın dizgini onun eline bırakılmıştır: 1) Vücut sağlığı, 2) Güven, 3) Rızık genişliği, 4) Şefkatli ve vefâlı arkadaş, 5) Ferâgat duygusu.”
“Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmet olarak hesâba katmazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince o uzunluğun ne faydası olur?Nîmetin değeri sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındandır.”
Fars edebiyâtının en büyük şâirlerinden olan Molla Câmî, kendisinden sonra gelen birçok şâiri etkisi altına almıştır. ŞiirlerindeFarsça’yı çok ustaca, anlaşılır ve etkileyici bir şekilde kullanmıştır. Şiirlerinde Sâ’dî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hâfız gibi şâirlerin tesiri görülür. Manzum ve mensur yazılarında, dînî konular ve Allah aşkı çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Gazel ve mesnevî türlerinde eserleri vardır. Eserlerinde, onun ilim öğrenmek arzusunun sonsuzluğu görülmektedir. Eserlerinin hemen hepsinde alçak gönüllülük, ferâgat ve îmân hâkimdir. Câmî’nin şiirleri, Fars lirik edebiyâtının en değerli örneklerinden sayılır. Yazdığı eserlere yemeğe tuz atma kâbilinden birçok mîzâhî fıkralar ve kıt’alar da karıştırmıştır. Bu mîzâhî çeşni onun derin fikirleriyle yüksek ifâdesini daha latîf ve çekici hâle getirmiştir.
Câmî, eserlerinde dâimâ şiirin ve şâirliğin mertebesinden bahsetmiştir. Kasîde ve gazellerini topladığı dîvânın baş tarafına gâyet güzel bir mukaddime yazmış, kendi hâllerini ve şâirlik vasfını nasıl kazandığını anlatmıştır. Bu mukaddimede; “Yüce Mevlâ, ilk yaratılışımda şiir istidâdını benim mayama karıştırmış, gönlümü tamâmiyle bu mesleğe bağlamış, Kendimi bu sanattan kurtarmaya bir türlü muvaffak olamadım.” demektedir.”
Molla Câmî’nin yüksek fazîlet ve kemâlinin bir cephesi de Arap dili ve edebiyâtında son derece derinleşmiş olmasıdır. Onun, tefsîr, lügat, târih, hadîs ve edebiyâttaki yüksek ilmi, Farsça eserlerinde bir olgunluk ve topluluk gösterdiği gibi, Arap edebiyâtı da ona parlak inciler ve renk renk mücevherler saçabilmesi için zengin bir hazîne olmuştur. Câmî, bugün bile değerini muhâfaza eden eserleriyle, Arap dili ve edebiyâtına hizmet eden birçok üstâdlardan daha ileri bir mertebeye yükselmiştir. Onun Arapça beyt ve mısralarıyla karışık mülemmâ gazelleri, Arab ve Fars dillerini birbiriyle karıştırmak husûsunda en güzel birer örnektir.
Bahâristan adlı eseriyle Fars edebiyatında tezkire yazmıştır. Bu yönüyle 16. asırdaki başta Ahdî ve Latîfi olmak üzere Osmanlı tezkirecilerine tesir etmiştir. Ayrıca, Fuzûlî ve Lâmiî Çelebi eserlerinden çok etkilenmiştir. Hüseyin Baykara’nın meclislerinde de bulunan Molla Câmî, muâsırı ve meclis arkadaşı Ali Şîr Nevâî ile birlikte içinden yetiştikleri toplulukların ilim ve irfan yönünden yetişmesine büyük hizmet etmişlerdir. O devir sünnî İran’ında, sonradan ortaya çıkacak bozuklukları önceden sezerek Ali Şîr Türkçe; Câmî de Farsça eserler vererek, gerçek gâyede İslâmiyete hizmetten geri kalmamışlar ve mensup oldukları cemiyetleri bu yönleriyle aydınlatmaya çalışmışlardır. Nitekim hemen sonra İran’da, dedelerinin sünnî olmasına rağmen Şah İsmâil’le birlikte ortaya çıkan şiîlik, devletin resmî mezhebi olmuş ve İslâm inanç birliği yanında Türk inanç birliği de bu hükümdarla parçalanmıştır. Câmî bu sebeple sanatını doğru yol için vâsıta kılmıştır.
Arap diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser yazdı. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdığı El-Fevâid-üd-Diyâiyye fî Şerh-il-Kâfiye adlı Arapça gramer kitabı, Müslüman Türkler arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmış ve medreselerde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur.
Molla Câmî’nin manzûm ve mensûr pekçok eseri vardır. Bunlardan bâzıları:
1) Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds: Bu eserini, Abdullah-ı Ensârî’nin Tabakât-ı Sûfiyye adlı kitabına ilâveler yapmak sûretiyle meydana getirmiştir. Farsça olan eserde, altı yüz dört velînin hayâtı ve menkıbeleri anlatılmaktadır.
2) Şevâhid-ün-Nübüvve: Siyere dâir bir eserdir. Peygamberimizin hayâtını ve mûcizelerini uzun anlatmaktadır. Peygamberlik Mûcizeleri adıyla günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
3) Levâih: Tasavvufî bir eserdir. 4) Fâtihât-üs-Sebâb (Dîvân). 5) Vâsıtat-ül-Ikd (Dîvân). 6) Hatîmet-ül-Hayât (Dîvân). 7) Bahâristân. 8) Heft Evrenk adı altında topladığı yedi mesnevîsi. 9) Mir’at-ül-Akâid.
Bunlardan başka meşhur şâir İbn-i Fârid’in tasavvufî kasîdesini şerh etmiştir. Vahdet-i vücûd hakkındaki kendi rubâîlerinin şerhini de yapmıştır. Ayrıca, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinden bâzı beytleri de şerh etmiştir.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Mir’ât-ül-Akâid isimli manzûm eserini mesnevî vezninde yazmıştır.
Osmanlı Devletinin ilk şeyhülislâmı. Adı Muhammed, lakabı Şemseddîn olup, babasının ismi Hamza’dır. 1350 (H. 751) senesi Safer ayında Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğundan veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûl olmasından fenârî nisbesiyle meşhûr oldu. Ömrünü dînine ve devletine hizmetle geçirip, 1431 (H.834) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabr-i şerîfi Bursa’da, Keşiş Dağı eteğindeki Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır. Câminin yanında bir medresesi ve pekçok hayır eseri vardır.
Molla Fenârî, aklî ve naklî ilimlerde zamânın bir tânesiydi. Alâeddîn-i Esved’den, Cemâleddin Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmeleddîn-i Bâbertî’den ilim tahsîl etti. Babasından ve Somuncu Baba diye meşhûr, büyük evliyâ Şeyh Hamîdeddîn-i Kayserî’den de tasavvuf mârifetlerini elde etti. Din ilimleri yanında, fizik, matematik, astronomi ve diğer fen ilimlerinde de üstün bir dereceye yükseldi. Tahsîlini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek, Bursa’ya yerleşti.
Sultan Yıldırım Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Han zamânında Bursa’da çok talebe okutup binlerce âlim yetşitirdi. Adı ve şöhreti her tarafa yayıldı. Sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler kendisine hürmet ve îtibâr gösterdiler. İlim ve irfân talep edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devâm ettiler. Molla Fenârî rahmetullahi aleyh ders okutma yanında fetvâ işlerini ve Bursa Kâdılığını da yürüttü.
Molla Fenârî bir ara Bursa’dan Konya’ya gitti. Karaman Beyi ona çok ihsân ve iltifâtlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Bir müddet orada ders verip, Yâkûb-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi, ilimde yüksek derecelere ulaşan talebeler yetiştirdi.
Molla Fenârî 1419 (H. 822) yılında bir defâ Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken Mısır Sultânı Melik Müeyyed, memleketinde kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet, ilmî müzâkere ve fikir alış verişinde bulundu. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi ziyâret etti; daha sonra Çelebi Sultan Mehmed Hanın dâveti üzerine Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevveredeyken orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.
Sultan İkinci Murâd Hanın iltifat ve teveccühlerine kavuştu. Sultan onu, müftîlik ve kâdılık makâmının en yüksek derecesi olan Şeyhülislâmlık vazîfesine tâyin etti. Pâdişâh’ın her hususta en has müşâviri oldu. Herkesin hürmet ve takdirini kazandı.
Molla Fenârî hazretleri Bursa’da ilim öğretme yanında kazzâzlık (ipekçilik) yaparak nafakasını temin etmeye çalıştı ve kazancı ile çok hayrât ve hasenâtta bulundu. Kale’de, Manastır Mahallesinde ve Debbağlar semtindeki mescitler yanında, Pınarbaşı’ndaki Dârülhadîs onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’te bir medrese satın alıp masraflarını Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır.
Molla Fenârî, Bursa’da inşâ ettirilen Ulu Câminin açılışında bulundu. Câminin açılışında ilk Cumâ hutbesini okuyan hocası Hamîdüddîn-i Kayserî’nin duâ ve iltifâtına kavuştu.
Molla Fenârî, İskendernâme’yi nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıp ilminde Şifâ kitabının sâhibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte Mısır’da Ekmeleddîn-i Bâbertî’nin huzûrunda ders arkadaşıydılar. Birgün evliyâdan birini ziyârete gitmişlerdi. O zât onlara bakıp, Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiire harcarsın.” Hacı Paşaya; “Sen ömrünü tıpta harcarsın.” Molla Fenârî’ye de; “Sen de ömrünü din yolunda harcar ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun.” buyurdu. Gerçekten buyurduğu gibi oldu.
Molla Fenârî, Karaman beyinin kızı Gül Hâtunla evlenmiş olup, iki oğlu iki kızı olmuştur. İki oğlu da kendisi gibi âlim olarak yetişmişler, onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf İstanbul-Aksaray’da Vatan Caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. Îsâ Efendi câmiye çok vakıf yaptığından,Fenârî Îsâ Mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kâdı iken 1497 yılında vefât etmiştir. Ahfâdından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, Osmanlı Devletinin on üçüncü şeyhülislâmı olmuştur. O da Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumeli Hisârında birer mescit yaptırmış, 1547 yılında vefât etmiştir. Kabri Eyyüpsultan’dadır.
Büyük âlim Şemseddîn-i Fenârî’nin gözlerine ömrünün sonuna doğru perde gelip görmez oldu. Bir gece Peygamber efendimizi rüyâsında gördüğünde, Resûlullah efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsir eyle.” buyurunca; “Yüksek huzûrunuzda Kur’ân-ı kerîm’i tefsir etmeye gücüm olmadığı gibi, gözüm de görmüyor.” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz bir parça kumaşı gözlerinin üzerine koymuş, uyanınca Fenârî’nin gözleri açılmış ve kumaş parçasını gözlerinin üzerinde bulmuştu. Bu hâlin şükrünü yapabilmek için ikinci defâ çok yaşlı olmasına rağmen hacca gitti. Dönüşünde 1431 yılında vefât etti. Vefâtında çok mal, para ve on bin ciltten fazla, kıymetli kitap bırakmıştı.
Molla Fenârî hazretlerinin eserleri pekçok olup bunlardan bâzıları şunlardır:
1) Ayn-ül-Âyân: Fâtihâ sûresinin tefsiridir. 2) Füsûl-ül Bedâyî’ fî Usûl-is-Şerâyî’: Fıkıh usûlüne dâir olup, otuz senede tamamlanmıştır. 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir çok kıymetli şerhtir. Bu mantık kitâbını; birgün sabahleyin başlamış güneş batarken bir günde bitirmiştir. Eser Osmanlı medreselerinde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 4) Enmûzec-ül-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleleri ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser oğlu Muhammed Şâh tarafından şerhedilmiştir. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi. 6) Şerh-i Mevâkıf üzerine Ta’lîkât. 7) Esâs-üt-Tasrîf. 8) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibend. 9) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye. 10) Şerh-ul-Misbâh. 11) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil Miftâh. 12) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 13) Mukaddimet-üs-Salât.
Osmanlı Devletinin dördüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocalarından. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî olup, lakabı Şerefeddîn ve Şihâbeddîn’dir. 1410 (H.813) yılında Sûriye’nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Gürânî denildi. 1488 (H. 893) yılında İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi Aksaray-Topkapı arasındaki kendi yaptırdığı câminin önündedir.
Molla Gürânî, daha küçük yaşta kendi memleketinde ilk tahsîlini yaptı. Bundan sonra Bağdat, Diyârbakır, Hıms ve Hayfa şehirlerine ve on yedi yaşında da Şam’a gidip, tanınmış âlimlerin derslerine devâm ederek ilmini arttırdı. Şam’dan Kâhire’ye gitti ve o devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Molla Gürânî bu minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsir, kırâat, hadis ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdâr ve devlet ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla dikkat çekip tanındı. Hattâ Kâhire’de herkese açık bir ders de verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü taktir ettiler. Sahîh-i Buhârî’yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzât görüp şâhit olan hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdi. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip Anadolu’ya geldi. Anadolu’ya gelişi, hayâtında başka bir safha olmuştur.
Molla Gürânî’nin Anadolu’ya gelişi şu şekildedir: O devrin meşhur Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân, hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, Anadolu’ya getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek berâber gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl ederek, Molla Yegân ile birlikte geldi. Meşhur âlim Molla Yegân, hacdan döndüğünde Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin.” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim.” diyerek, hiçbir milletin kültür târihinde görülmeyen durumu bildirdi. Sultan; “Şimdi nerededir?” deyince, “Dışarıda beklemektedir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip selâm verdi. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, Pâdişâh’ın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzinin eski kaplıcadaki medresesine müderris tâyin etti. Daha sonra Yıldırım Medresesine müderrislikle vazîfelendirildi. Bir müddet bu vazîfede kalan Molla Gürânî, Sultan İkinci Murâd Hanın oğlu Şehzâde Mehmed’in, yâni Fâtih’in yetiştirilmesiyle görevlendirildi.
Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.
Babası İkinci Murâd’dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî’yi vezir yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabul etmeyip; “Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları; vezirliğe, sadrâzamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir.” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu Kazasker yapmak istediğini bildirince, bunu kabul etti. Ayrıca müderrislik vazifesini de yürüttü. Daha sonra, evkâf idâresi ve kâdılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet hizmet etti. Ancak bâzı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti.
MollaGürânî Mısır’a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay’dan tam bir kabûl ve pekçok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, Mısır Sultânı Kayıtbay’a, Molla Gürânî’yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî’ye bildirerek; “Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim.” dedi. Molla Gürânî; “Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten tabiî olarak ona meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza düşmanlık girebilir.” cevâbını verdi. Bu cevâbı çok beğenen Sultan Kayıtbay kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.
Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa Kâdılığına, sonra yeniden Kazaskerliğe tâyin etti. Müderrislik ve eser yazmakla meşgûl olan Molla Gürânî, 1480 (H. 885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında pekçok hediye vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta titizlik göstererek, gâyet güzel bir şekilde vazîfesini yerine getirdi.
Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkit etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesinde, dâimâ dînin emirlerine uygunluk isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.
Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim, haysiyet ve ahlâka sâhipti. Uzun boylu, doğru ve açık sözlüydü. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultan’ın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip müsâfeha yapardı. Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi.
Müderrislikten resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Günlerini ders vermek, kitap yazmak ve ibâdetle geçirirdi. Çok hayır ve hasenâtta bulundu. Vakıf olarak; dört câmi, bir dârülhadîs medresesiyle bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.
Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezirler haftada bir bu bahçeye ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. O günlerde sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonra kıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı kerîm ve kırâat ilmini öğrenen hâfızların, yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu yerine getirildi. Yanına toplanan talebelerine; “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz.” dedi. Talebeleri, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Durumu öğrenen vezirler de yanına geldi. Bunlar arasında bulunan Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. Molla Gürânî bu hâli görünce; “Niye ağlar durursun ey Dâvûd!” dedi. Dâvûd Paşa; “Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım” cevâbını verdi. Bunun üzerine; “Ey Dâvûd! Kendi hâline ağla! Ben dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda ve son nefesimde de selâmet üzere olurum.” dedi. Sonra vezire dönüp; “Benden Bâyezîd’e (İkinci Bâyezîd Han) selâm söyleyin, namazımı bizzât kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin.” dedi. Sonra; “Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun.” buyurdu. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; “İkindi ezânı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahü ekber, diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; “Lâilâhe illallah...” diyerek vefât etti.
Sultan İkinci Bâyezîd Han, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi bu büyük âlimin vefâtına ziyâdesiyle üzüldü. Cenâzesi kabrin başına getirilince vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasırla kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler.
Arapça kaynaklarda, Diyâr-ı Rum yâni Anadolu’nun âlimi olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb’il-Mesânî, 2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Rıyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhtir. 3) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr, 4) Şerh-i Cem’ul-Cevâmî’: Usûl-i fıkha dâirdir. 6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Doğu Anadolu’da yetişmiş olan Şâfiî mezhebinin fıkıh, tefsir, hadis âlimlerinden ve evliyâdan. İsmi, Halil bin Hüseyin Es-Si’ridî’dir. 1754 (H.1167) senesinde Bitlis yakınlarındaki Hizan’da doğdu. 1843 (H.1259) senesinde Siirt’te vefât etti.
Babası Molla Hüseyin tarafından, küçük yaşta büyük âlim ve velî Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin huzûruna götürüldü. Onun duâ ve teveccühlerine kavuşan Halil Si’ridî, yaşadığı bölgenin âlimlerinden ilim öğrendi. En meşhur hocası Molla Mahmûd Behdînî’dir. Babasının ilminden de istifâde etti. Âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunarak ilimde ve tasavvufî derecelerde ilerledi. Pekçok kerâmetleri görüldü. Siirt’te talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazmak ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla meşgûl oldu. Onun yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü Seyyid Fehim-i Arvâsî gibi büyük bir âlimi yetiştiren Muş Müftîsi Ebû Abdullah Molla Hasan Ehvedî Ensârî hazretleriydi. Pekçok kıymetli eserler de yazmış olan Molla Halil Si’ridî 1843 (H.1259) senesinde Siirt’te vefât etti. Kabri Siirt’te olup ziyâret edilmektedir.
Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Tefsîrü Tabsırat-il-Kulûb fî Kelâmi Allâm-il-Guyûb, 2) Dıya-ül-Kalb-il-Arûf fit-Tecvîd ver-Resm ve Ferş-il-Hurûf, 3) Şerhun alâ Manzûmet-iş-Şâtibî fit-Tecvîd, 4) Kitâbün fî Usûl-il-Fıkh-iş-Şâfiî, 5) Kitâbün fî Usûl-il-Hadîs, 6) Muhtasaru Şerh-is-Sudûr fî Şerh-il-Mevti ve Ahvâl-il-Kubûr, 7) Minhâc-üs-Sünne fî Âdâb-is-Sûfiyye, 8) Şerhun alâ Kasîdet-il-Hemziyye, 9) El-Kâmûs-üs-Sânî fin-Nahvî ves-Sarfî vel-Meânî, 10) Risâletün fî ilm-il-Mantık, 11) Risâletün fî Adâb-il-Bahs vel-Münâzara, 12) Manzûme fî Mevlîd-in-Nebiyyi, 13) Ma’fûvât.
Osmanlı Devletinin üçüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocası. İsmi, Muhammed bin Ferâmuz bin Ali Rûmî’dir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası bir Fransız subayı iken Müslüman olmuş, kızını Osmanlı emîrlerinden Hüsrev adında bir zâta vermiştir. Babasının vefâtı üzerine eniştesi Hüsrev Beyin yanında yetişti ve Hüsrev Kaynı diye çağırıldı. Daha sonra kayını kelimesi de kaldırılıp Molla Hüsrev adıyla meşhûr oldu. 1480 (H.885) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenâze namazı, Fâtih Câmiinde kılındıktan sonra Bursa’ya götürülüp Emir Sultan’ın doğusunda kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Mezar taşında; “Menbâ-ı ilm ü hüner, Vâris-i ulûm-i Hayr-ul-beşer, Fâzıl-ı hurşîd-i eser sâhib-üd-Dürer vel Gurer Mevlânâ Muhammed Hüsrev” yazılıdır.
Molla Hüsrev, Burhâneddîn Haydar Hirevî ve zamânın diğer âlimlerinden ilim tahsil ettiÊTahsilini tamamladıktan sonra, Edirne’de Şah Melik Medresesinde sonra da kardeşinin vefâtıyla boşalan Çelebi Medresesinde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Han devrinde Varna Savaşından önce 1429 yılında Kazaskerliğe tâyin edildi. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçince de bu vazîfeye devâm etti.
Sultan İkinci Murâd Han memleketi iç ve dış huzûra kavuşturduktan sona tahttan çekilmiş, yerine oğlu Fâtih Sultan Mehmed’i oturtmuştu. Ancak düşmanlar, sultanı çocuk yaşta görüp sefer hazırlıklarına başladılar. Bunun üzerine İkinciMurâd Han tekrar tahta geçti ve Fâtih Sultan Mehmed’i Manisa’ya gönderdi. İlim adamlarının çoğu birer bahâne ile Manisa’ya gitmek istemedi. Molla Hüsrev kazaskerlikten istifâ ederek şehzâde ile birlikte Manisa’ya gitmeye karar verdi. Fâtih onun bu karârını duyunca; “Vazîfenize devâm edin, zîrâ memleketin size ihtiyâcı var.” dediyse de Molla Hüsrev; “Tahttan ayrılıp Manisa’ya giderken, sizi yalnız bırakmam uygun olmaz. Müsâde buyurun geleyim.” diyerek samîmiyetini bildirdi ve birlikte Manisa’ya gitti. Fâtih Sultan Mehmed bu muhterem âlimden çok istifâde etti.
Daha sonra Fâtih, tahta geçince, Molla Hüsrev de Sultan’ın yanına geldi. İstanbul’un fethinden sonra Galata ve Üsküdar kâdılıklarına tâyin edildi; Ayasofya Müderrisliğini de yürüttü. Bir ara Bursa’ya gidip medrese kurdu ve ilim öğretmekle meşgûl oldu. Bu sırada Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’a dâvet edilen Molla Hüsrev, İkinci Osmanlı Şeyhülislâmı Fahreddîn-i Acemî’nin vefâtı üzerine 1460 yılında Şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Molla Hüsrev, devletin bu en üstün ve en şerefli fetvâ makamında yirmi sene adâlet ve hakkaniyetle vazîfe yaptı.
Fâtih, Molla Hüsrev’den söz ettiği zaman; “Zamânımızın Ebû Hanîfesi’dir.” diyerek takdir, teveccüh ve sevgisini belirtti. Bir düğün yemeğinde hocası Molla Gürânî’yi sağ yanına Molla Hüsrev’i sol yanına alarak, iltifâtta bulunmuştu.
Orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, heybetli, tevâzu sâhibi bir zât olan Molla Hüsrev; güzel ahlâk, vakûr, yüksek ilim ve İslâm dînine uymaktaki titizliğiyle halkın ve devlet adamlarının sevgisini kazandı. Bu büyük âlim yalnızlığı ve kendi işini kendisi görmeyi severdi. Konağında hizmetçileri olduğu hâlde hiç birini kendi hizmetinde kullanmaz odasını kendi süpürür, lambasını kendi yakardı.
Molla Hüsrev birçok talebe yetiştirdi. Fıkıh âlimi ve şâir olarak şöhret yaptı. Önceki âlimlerin kitaplarından hergün iki yaprak yazmayı âdet hâline getirmişti. Vefât ettiğinde kendi el yazılarıyla yazılmış pekçok nefis eserler görüldü.
Ömrünü ilim öğretmek ve yazmakla geçiren Molla Hüsrev’in kıymetli eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Ed-Dürer-ül-Hükkâm fî Şerhi Gurer-il-Ahkâm: Fıkıh ilmine dâir olan ve sık sık mürâcaat edilen bu en önemli eseri, asırlardır. Osmanlı medreselerinde şerhleriyle berâber ders kitabı olarak tâkip edilmiştir. Molla Hüsrev’in 1477 yılında FâtihSultan Mehmed Hana takdim ettiği bu eserin asıl nüshası İstanbul Köprülü Kütüphânesinde mevcuttur. 2) Şerh-ul-Miftâh, 3) Şerh-ut-Telvih, 4) Şerh-i Usûl-ül-Pezdevî, 5) Hâşiyetü Evâil-i Tefsîr-i Kâdı Beydâvî, 6) Hâşiyet-ü Mutavvel li-Teftâzânî, 7) Mir’ât-ül-Usûl fî Şerh-i Mirkât-il-Vüsûl, 8) Nakîd-ül-Efkâr fî Redd-il-Enzâr, 9) Şerh-u Telhis-i-Miftâh lil-Kazvînî.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda İran’da yetişmiş hadis âlimlerinden. İsmi; Muhammed Emin bin Hâc Muhammed-i Ferâhî Hirevî olup, lakabı Muînüddîn’dir. Molla Miskîn diye meşhur olmuştur. Doğum târihi belli değildir. 1547 (H.954) senesinde vefât etti.
Zamânının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsil eden Molla Miskîn otuz bir sene müddetle hadis ilmini öğrendi. Bu zaman zarfında her Cumâ günü Herat’taki Ulu Câmide vâz edip, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Bir müddet Herat’ta kâdılık yaptı. Daha sonra kendi isteğiyle bu vazîfeden ayrıldı. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâtı hakkında bir eser yazdı. Zamanla genişletilen ve fevkalâde rağbet gören bu eser, Meâric-ün-Nübüvve fî Medâric-ül-Fütüvve adıyla son şeklini aldı.
Buyurdu ki: “Bütün İslâm âlimleri ve evliyânın büyükleri, müminlere yakışan hallerin en iyisi ve sözlerin en yükseği Allahü teâlâya duâ etmek ve O’na karşı aşağılığını göstererek ağlamak olduğunda söz birliğine varmışlardır. Tâlip olan mahrum kalmaz, yâni isteyen istediğine kavuşur. Herkes niyetine göre bir şeye rağbet eder. Akıllı olan fâni ve geçici olanı bâkî olana tercih etmez.”
Eserleri:
1) Meâric-ün-Nübüvve fî Medâric-ül-Fütüvve: Peygamber efendimizin hayâtını son derece etraflı anlatan bu eserin baş tarafında diğer peygamberler hakkında da geniş bilgi verilmiştir.
2) Bahr-üd-Dürer fit-Tefsîr, 3) Târih-i Mûsevî: Mûsâ aleyhisselâmın hayâtını ve mûcizelerini anlatmıştır. 4) Ravdat-ül-Cenneti fî Târih-i Herat, 5) Ravdat-ül-Vâizîn fî Ehâdis-i Seyyid-il-Mürselîn, 6) Şerhu Kenz-id-Dekâik fil-Fürû, 7) Ahsen-ül-Kasas.
On yedinci yüzyılın sonunda, on sekizinci yüzyılın başında Anadolu’da yetişmiş olan evliyâdan. İsmi Osman’dır. Molla Osman veya Derviş Osman Efendi diye meşhûr olmuştur. Babası, Dursun Mehmed oğlu Molla Bekir’dir. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin babasıdır.
Âlim, varlıklı, yardımsever ve cömert bir âileye mensup olan Osman Efendi 1670 (H. 1081) senesi Rebîulevvel ayının dördüncü Pazartesi günü Erzurum’un Hasankale kazasında doğdu. Onun doğumuna sevinen babası Hasankale halkına ziyâfetler verdi. Tahsil çağına geldiği zaman Hasankale halkından kerâmetler sâhibi Karaşeyhoğlu Seyyid İbrâhim Efendiye gönderdi. Yirmi yaşına kadar Seyid İbrâhim Efendiden fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerini öğrenen Osman Efendi herkesin takdir ettiği bir âlim oldu. Güzel ahlâkı sebebiyle ona Derviş Efendi lakabını taktılar. Derviş Osman Efendi Hasankale yakınlarında Fendiği köyünden Seyyid Dede Mahmûd’un kızı Seyyide Hanife Hanımla evlendi.
Cömert ve misâfirperver bir zât olan babası Molla Bekir Efendi bir sonbahar akşamı Zekeriyyâ isminde Özbekli bir zâtı evinde misâfir etti. Zamânın velîlerinden olan Zekeriyyâ Efendi Molla Bekir Efendinin evinde hastalandı. Molla Bekir Efendi sâlih bir Müslümanın dertleriyle uğraşmaktan kazanacağı sevapları düşünerek oğlu Osman Efendiyi onun hizmetine verdi. Osman Efendi altı ay kadar Zekeriyyâ Efendiye hizmet etti. Birgün Zekeriyyâ Efendi Derviş Osman Efendiye; “Bize altı aydır hizmet edip, çok ikramlarda bulundunuz. Bu hizmetiniz çok makbûle geçti. Şimdi sıra bizde. Şu anda hâcet kapıları açıktır. Dileyiniz. Her ne dilerseniz Cenâb-ı Hak ihsân eder.” buyurdu. Derviş Osman Efendi bu söze çok heyecanlandı ve; “Murâdım îmân ile ölerek, âhirete gitmek ve Cennet-i a’lâya kavuşmaktır.” dedi. Zekeriyyâ Efendi; “Daha çok daha kıymetli şeyler iste. Allahü teâlâ büyük dereceler isteyeni sever.” deyince, Osman Efendi ağlayarak; “Cennette Allahü teâlânın cemâliyle müşerref olmak isterim.” dedi. O da; “Allahü teâlâ kalp gözünü açsın ve o arzuna kavuştursun.” buyurdu. O anda Derviş Osman Efendinin kalp gözü açılarak melekler âlemini seyretmeye başladı. Zekeriyyâ Efendi Derviş Osman Efendiye günde on bin defâ Kelime-i tevhîd söylemesini tavsiye etti ve oradan ayrıldı. Derviş Osman büyük bir aşkla hergün on bin defâ Kelime-i tevhîdi söyleyerek kalp aynasını cilâlamaya başladı. Bu sırada Derviş Osman Efendinin babası Molla Bekir Efendi çıkan Osmanlı-Rus Savaşında Kırım’a gitti. Kefe’ye geldiklerinde de şehit oldu. Ondan sonra evin bütün işlerini yürüten Derviş Osman Efendi, meşgûliyet sebebiyle kalbinin dağıldığını düşünerek üzüldü. Bir gece, bu gönül dağınıklığından kurtulmak düşüncesiyle istihâre namazı kılıp uzun uzun ağlayarak kendisine bir yol gösterici göndermesi için Allahü teâlâya duâ etti. O gece rüyâsında dünyâyı terk etmek ve kendini Allahü teâlâya kavuşturacak bir evliyâyı arayıp bulmak lâzım geldiği bildirildi. Uyanınca bu emri yerine getirmeye karar verdi. O sabah güneş doğarken bir oğlu dünyâya geldi. İsmini, İbrâhim Hakkı koydu. Oğlunun doğumundan sonra rüyâda emredilen vazîfeyi yapmak üzere Erzurum’a geldi. Habîb Efendi isminde tasavvuf ehli muhterem bir zâtın yanına gitti. Habîb Efendi ona iltifat ve ikramlarda bulundu, Mehdî mahallesinde yaptırdığı câmiye imâm yapmak istedi.
Kendini yetiştirecek bir zâta kavuşmanın hasretiyle kavrulan Osman Efendi, bu sırada Lala Paşa Câmiine vâiz olarak gelen Özbekli Zekeriyyâ Efendiye gitti. Durumu arz edip kendisini yetiştirmesi için yalvardı. Zekeriyyâ Efendi onu güler yüzle karşılayıp iltifatlarda bulundu. O gece istihâre namazı kılıp, Allahü teâlâya yalvardı. Ertesi sabah da; “Ey kardeşim! Biz seni kabûl ederdik. Lâkin bizden önce seni sultanımız almıştır. Sana müjdeler olsun ki, senin sâhibin çok büyüktür. O öyle bir yetiştiricidir ki, bu zamanda pek nâdir bulunur. Altı senedir senin gelmeni beklemektedir. Her halde iki seneye varmaz görüşürsünüz. Sen onun hasretiyle yanmaya devâm et ve bunun kıymetini bil. Allahü teâlâya tevekkül eyle sonun selâmettir.” buyurdu. Bu müjdeyi işiten Derviş Osman Efendi Hasankale’ye döndü. Dönüşünün ikinci senesinde hanımı Hanife Hâtun vefât etti. Küçük yaştaki oğlu İbrâhim Hakkı’yı amcalarına emânet edip, tekrar bir rehber bulmak üzere yola çıktı. Eyyûb Efendi isminde bir zâtla arkadaş olup, diyâr diyâr dolaşarak vâd olunan zâtı aramaya başladılar. Önce Bitlis’e gittiler. Oradan Eyyûb Efendinin daha önce sohbetlerinde ve hizmetinde bulunduğu Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin Müküs (Bahçesaray)deki kabrini ziyârete gittiler. Burada bir hafta kaldılar. Hicâz’a gitmek niyetiyle Siirt’e doğru yola çıktılar. Yolculuk esnâsında karşılaştıkları ihtiyar bir kimse, onlara Siirt’in Tillo kasabasında Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretlerine gitmelerini tavsiye etti. Derviş Osman Efendi İsmâil Fakîrullah’ın hizmetinde kaldı, arkadaşı Eyyûb Efendi ise Erzurum’a döndü. Derviş Osman Efendi sekiz seneden beri aradığı rehberini bulmanın verdiği zevkle hocasının hizmetine başladı. Pekçok imtihandan geçti. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecelerine kavuştu.
Derviş Osman Tillo’da hocasının hizmetindeyken Hasankale’de bıraktığı dokuz yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı da amcası Ali Efendiyle birlikte Tillo’ya geldi. İsmâil Fakîrullah hazretleri İbrâhim Hakkı’yı da talebeliğe kabûl etti.
Derviş Osman Efendi senelerce İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulunup ilim ve mârifet deryâsından inciler topladı. Pekçok kerâmetleri görüldü. Elli iki yaşında bulunduğu sırada bu fânî dünyânın fenâlığından kurtulmak ve bir an önce Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanmağa başladı. Birgün dostlarından Molla Ziyâd ismindeki bir imâm; “Osman Efendi kardeşim! Yıllardır İsmâil Fakîrullah hazretlerinin yanında hizmet etmekle şerefleniyorsun. Öyle ki, seni oğlundan daha üstün tutuyor. Hal böyleyken, hâlâ maksadına kavuşmadın mı?” diye sordu Derviş Osman Efendi de; “Henüz murâdımın nihâyetine kavuşmadım. Sana söz veriyorum ki, maksadıma kavuştuğum zaman haber veririm. Yatakta olsan dâhi kaldırırım.” dedi. Bu sözünün üzerinden on gün geçmeden, Osman Efendi rahatsızlandı. Bu imâm, Osman Efendiye beş gün beş gece hizmet etti. Osman Efendi beş gün yemeden, içmeden yattı. 1719 (H. 1132) senesi Receb ayının ortalarında bir Cumâ gecesi elli iki yaşındayken vefât etti. Cenâze namazına üç kasaba, çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi. Cenâze namazını hocası İsmâil Fakîrullah hazretleri kıldırdı. Tillo’da defn edildi.
Hastalığı sırasında Osman Efendiye hizmet eden imâm, definden ve telkînden sonra evine gidip uykuya vardığı sırada, uykudan neşeyle fırlayıp kalktı. Âilesi ve çocukları onun bu hâline şaşırdılar. Bu hâlinin sebebini sordular. O da; On beş gün önce merhûm Osman Efendiyle sözleşmiştik. Maksadına kavuştuğunu bana bildirecekti. “Uykuda olsan da seni kaldırırım.” diye söz vermişti. Şimdi sözünü tutmak için neşeyle geldi. Beni kuşağımdan tutup; “Ne yatarsın! Kalk, ben murâdıma erdim.” deyip beni sevindirdi.” dedi. İmâm Molla Ziyâd bu rüyâyı gidip hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerine anlattı. Hocası; “Ey Molla Ziyâd! merhûm oğlum Osman Efendi halîm, selîm, kendi hâlinde olup, sıdk ile Cenâb-ı Hakk’a teslim olmuştu. Hayattayken kemâle gelip, evliyânın seçilmişleri arasına girdi. Himmetinin yüksekliğinden ehass-ı havas ismi verilen daha seçilmiş evliyâ ile berâber olmağı istemişti. İnşâallahü teâlâ onların zümresine varmıştır.” buyurdu.
MOLTKE, Helmuth Karl Bernhard Von
Alman mareşali askerî strateji uzmanı.
Moltke, 26 Ekim 1800’de doğdu. Fakir bir aristokratın oğludur. Kopenhag Kraliyet Askerî Okulundan mezun oldu. Bir müddet Danimarka ordusunda çalıştı. 1822 senesinde Prusya ordusuna geçti. Burada Harp Akademisine devâm etti. Sıhhati yerinde olmadığı için bir müddet yazı ve tercüme işleriyle uğraşarak geçimini temin etti.
Moltke, 1832 senesinde tekrar Prusya ordusuna Kurmay Subay olarak girdi. 1835 ilâ 1839 seneleri arasındaOsmanlı ordusunda Müşâvir olarak çalıştı. 24 Haziran 1839 Nizip Savaşında Osmanlı Başkumandanı Hâfız Mehmed Paşanın maiyetinde Kurmay Subay olarak görev yaptı. Bu görevinden sonra 1845-1846 senelerinde Roma’da Prusya Prensi Henr’nin Yâverliğinde bulundu. 1855 senesinde Prens Frederick Wilhelm’in Yâverliğine getirildi. Frederick Wilhelm İmparator olunca Moltke’yi Genelkurmay Başkanlığına getirdi.
Genelkurmay Başkanlığı yaptığı dönemde askerî teşkilâtlarda köklü değişiklikler yaparak savaş taktiklerine yenilikler getiren Moltke; askerî birliklerin süratle bir yerden diğer bir yere naklinin demiryolları ile yapılabileceğini, geniş cephe savaşında böyle büyük bir ordunun ikmal işlerinin nasıl koordine edileceğini, Prusya ordusuna öğretti. Bu taktikler diğer Avrupa ordularınca da benimsendi. Ordunun her türlü teknik imkânlarla donatılması gerektiğine inandığı için, Prusya ordusunda bu eksiklikleri gidermeye çalıştı. Moltke; bir kurmay subayın, değişen hâl ve şartlara göre en karmaşık harp durumlarına uyum sağlaması gerektiğini ileri sürerek, orduların başına iyi eğitilmiş kumandanlar geçmesini prensip olarak yerleştirdi.
Prusya’nın 1864 senesinde Danimarka’ya karşı, 1869’da Avusturya’ya karşı kazandığı zaferlerde tecrübesi artarak, hatâlarını düzeltmek sûretiyle daha mükemmel harb stratejileri meydana getirdi. 1871 Fransız-Prusya Savaşında Mareşal ünvânını kazandı. Askerî fabrikaları faaliyete geçirdiği için, ordusu hem doğuda hem batıda rahatlıkla savaşabiliyordu. Moltke, 1891 yılında öldü.
Moltke’nin Türkiye ile ilgili eserleri şunlardır: 1835-1839 arasında Türkiye’deki Durum veOlaylar Üstüne Mektuplar, Rumeli’de 1828-1829 Türk-Rus Savaşı.
1906-1914 seneleri arasında Alman Genelkurmay Başkanlığı yapan mareşal Moltke, Helmut Von Moltke’nin yeğenidir.
Endonezya’nın doğusundaki târihî baharat adaları. İsmi, bölgede hindistancevizi ve diğer bitkilerden üretilen baharatlardan kaynaklanmaktadır. Ekvator üzerinde bir bölgedir. Batıda Celebes (Sulawesi), doğuda Yeni Guyana, güneyde Timor ve kuzeyde Filipinler’e kadar uzanan Pasifik Okyanusu ile sınırlanır. Toplam alanı 90.000 km2, nüfûsu ise bir milyondan fazladır.
Avrupalılar buraları sömürge yapmadan önce, kuzey Moluklar, karanfil ve cevizyle uzun müddet Asya ticâretinde önemli rol oynadılar. On altıncı yüzyılda Molukların içinde iki küçük ada olan Tidare ile Ternate’de sultanlıklar kuruldu ve bunlar kendi bölgelerinin ticâretini idâreye başladılar. 1512’de gelen Portekizliler, Ternale Sultanı ile ticârî bir anlaşma yaptılar. Ancak bu sırada İspanyollarla Portekizliler arasında adaların kontrolü üzerinde anlaşmazlıklar başgösterdi. 1599’da Hollandalılar güneydeki Amboina, Banda Adalarını hâkimiyetleri altına aldılar. On sekizinci asrın sonlarına doğru ise Moluk Adalarının ticârî gücü hızlı bir kayba uğrayarak, ekonomik bir durgunluğa girdi. İkinci Dünyâ Savaşından sonra doğu Endonezya Eyâletinin bir ili olan Moluk Adaları, 1949’da Endonezya Birleşik Devletlerinin özerk bir eyâleti oldu.
Bölgenin en önemli fizikî özelliği, SeramDenizi ile ikiye ayrılan, irili ufaklı yüzlerce adadan müteşekkil olmasıdır. Tektonik, gayri sâbit bir bölgedir. Sık sık depremler meydana gelir. Moluk Adalarında, en önemlileri Ternate ve Banda adalarında bulunan, birkaç faal volkan vardır. Büyük bir bölümü dağlık olan adaların en yüksek noktası, Seram Adasındaki Binaji (3027) Tepesidir. Tanimbar ve Aru adaları ise deniz seviyesine çok yakın ve bataklıktır. Hâkim iklim tipi, tropikal iklimdir. Ekvator üzerinde olan bölgede Asya’nın Muson ikliminin tesiri de hissedilmektedir. Sıcaklık, en soğuk-en sıcak ay arasında 25°C ilâ 29°C olarak değişir.
Yıllık yağış ortalaması ise 250 mm civârındadır. Adaların çoğunda, ormanlar kesilerek tarım arazisi hâline getirilmiş, çok az ada, olduğu gibi kalmıştır. Bitki, hayvan çeşitleri bakımından, Moluk Adaları, Asya ve Avustralya bölgeleri arasında, garip görünüşlü memeliler ve özel papağanlar gibi bölgesel türlere sâhip bir transisyon (geçiş) alanıdır. Bu yüzden bölge, bilim adamları için geniş araştırma imkânları olan bir yerdir.
Moluk Adalarında üretilen en önemli baharatlar; hindistancevizi, bunun tozu ve biberdir. Bunlardan başka pirinç, hindistancevizi yağı ve karanfil üretilir. Bölgede önemli bir endüstri teşekkülü bulunmamaktadır. Halkın en önemli geçim kaynağı olan tarım, hem eyâlete hem de Endonezya’ya ekonomik bakımdan büyük faydalar sağlar. Moluk Adalarında önemli miktarda balık da avlanmaktadır.
Bölgeye on altıncı yüzyılda Portekizlilerle gelen Hıristiyanlık, üç asır zarfında, sâdece ticârî münâsebette bulundukları kimseler arasında yayıldı, yerli halka nüfuz edemedi. Moluka Adalarında, bilhassa 19. asrın ikinci yarısında İslâmiyet hızla yayılmaya başladı ve günümüzde adalardaki Müslüman nüfus % 95’e kadar çıktı.
Siyâsî bakımdan adalar, Endonezya’nın başşehri Ambon olan Maluku eyâletini meydana getirirler. Bu eyâlet de, Maluku Utara (Kuzey Moluklar) Maluku Tengah (Orta Maluklar), Amboina (Ambon ve Maluku), Tenggara (Güney Doğu Maluklar) olmak üzere dört alt idârî bölüme ayrılır. Moluk Adaları iç işlerinde özerktir. Başşehir Ambon’da, halk temsilcilerinin toplandığı bir mahallî meclis vardır.