MİNÂ
Mekke’nin doğusundaki dağların eteğinde ve buradan Arafat’a giden yol üzerinde bulunan bir yerin adı. Hac ibâdetini yaparken, kurban kesmek ve Cemre yerini gösteren duvarın dibine taş atmak için gidilen yer. Peygamber İbrâhim Halîlullah’ın oğlu İsmâil’i (aleyhisselâm) kurban etmek üzere götürdüğü yer. Mina, Mekke’nin; Müzdelife Mina’nın; Arafat da Müzdelife’nin kuzey tarafındadır. Mina ile Mekke arası 6 km, Safâ ile Merve arası 319 m, Safâ Tepesindeki Kemer ile Kâbe arası 70 m kadardır.
Minâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğlu İsmâil’i (aleyhisselâm) kurban etmek için götürdüğü yerdir. Burada taş atmak da, onun zamânından kalma bir iş olup, Peygamber efendimizin getirdiği İslâm dîninde de emredilmiştir. Hazret-i Âdem’den beri bütün peygamberler insanlara hep aynı îmân esaslarını bildirmişlerdir. Bu arada, ibâdet şekillerinden bâzıları da aynı kalmıştır. Namazda, oruçta, hacda vs. ibâdetlerde böyle olanlar vardır.
İbrâhim aleyhisselâm, oğlunu kurban etmesi ile imtihan olundu. Bunu Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir. Önce rüyâsında bildirilen bu emrin, artık Hak teâlânın emri olduğuna şüphesi kalmayınca, hanımı Hâcer’in yanına geldi ve; “İsmâil’i yıka, temiz elbiselerini giydir, gözlerine sürme çek ve güzel koku sür! Zîrâ bir dostumuzu ziyârete gideceğiz.” dedi. İsmâil’e de; “Yanına bıçak ile ip al!” dedi. Oğlu; “Bunları ne yaparız?” diye sordu, o da; “Allah rızâsı için kurban keseriz.” buyurdu. Yola koyuldular. O sırada şeytan fırsat bilip, ihtiyar kılığında Hâcer’in yanına geldi. Ona; “İbrâhim aleyhisselâm oğlunu nereye götürdü?” dedi. “Bir dostunu ziyârete!” diye cevap verince; “Hayır, boğazlamaya götürdü!” diye karşılık verdi. Hâcer; “Baba oğlunu boğazlamaz. Şefkat buna mânidir.” dedi. Şeytan; “Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir.” dedi. Hâcer; “Allahü teâlânın emrine elbette uymak lâzımdır. O’nun emriyse canu gönülden kabul ederiz.” dedi.
Şeytan yüz bulamayıp ayrıldı. “Halîl’e söyleyeyim, belki pişman olur?” dedi. Halbuki şeytanın peygamberlere eli uzanamaz. Böyle iken, İbrâhim aleyhisselâma; “İsmâil’i nereye götürüyorsun?” dedi. O da; “Ziyârete götürüyorum.” buyurdu. “Sen onu kurban etmeye götürüyorsun, bundan vazgeç ki, o rüyâyı sana şeytan gösterdi.” dedi. İbrâhim aleyhisselâm dedi ki: “Ey mel’ûn! Sen bilmiyor musun, o rüyâ şeytânî değil, rahmânî idi.” Bunun üzerine şeytan; “Gönlün, böyle bir oğlunu kesmene müsâde ediyor mu?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Ey mel’ûn! Şunu yakînen bil ki, eğer doğudan batıya kadar hepsi benim evlâdım olsa ve dost hepsini kurban etmemi emretse, hepsini kendi elimle kurban ederim.” buyurdu. O mel’ûn, İbrâhim’den (aleyhisselâm) ümidini kesip, İsmâil’in (aleyhisselâm) yanına geldi. “Küçüktür, bunu aldatabilirim” diyerek; “Ey İsmâil, baban seni nereye götürüyor?” dedi. “Ziyârete götürüyor.” diye cevap verince; “Nasîhatımı kabûl et ve babanla gitme ki, seni kesmeye götürüyor.” dedi. “Beni niçin öldürecek?” buyurdu. O, Rabbim bana böyle emretti diyor.” dedi. “Eğer Allahü teâlâ emretmişse, bin canım dosta fedâ olsun!” buyurdu. Çünkü Allahü teâlâya dost olanın ölüm endişesi olamaz.
İblis (Şeytan) vesveseye başladı. Dağın içine saklanarak, oradan; “Ey İsmâil, şimdi senin kanın akacak. Kabrin benim içimde olacak” diye söylenirdi. İsmâil aleyhisselâm; “Ey babam! Bu ihtiyar beni rahatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor.” dedi. Babası; “Ona taş at, uzaklaşsın! Köpeğe taş atılır.” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm şeytanı taşladı. Bu iş, böylece hacılara da ibâdet olarak emir olundu. (Bkz. İbrâhim Aleyhisselâm)
Alm. Minarett (n), Fr. Minaret (m), İng. Minaret. Namaz vaktinin geldiğini bildirmek için, câmilerde, müezzinin ezan okuduğu bir veya birkaç şerefesi olan yüksek ve ince yapı. Lügatte, “nur saçan yer, ezan yeri, çerağ” mânâlarına gelir. Minâre, Arapça olan “menâra” kelimesinin değişikliğe uğramış hâlidir. Minâre, genellikle taştan inşâ olunduğu gibi tuğladan ve ahşaptan da yapılır.
İlk minâre, hicri 58 senesinde Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Muâviye’nin emriyle, Mısır Vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından yapılmıştır. Minâreden ilk ezanı, Mesleme’nin kardeşi müezzin Serahbil bin Âmire okumuştur. Ezan okumak, Hicretin birinci senesinde Medîne’de başladı. Medîne’de ilk ezan okuyan Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Mekke’de ise, Labbib bin Abdurrahman’dır. Minâre yapılmadan önce, ezan mescitlerin dışında yüksek bir yerde, dam, duvar üzerinde okunurdu. Hicrî 58 senesinden sonra yapılan câmilerde birer minâre yapılması dînî bir vecibe hâlini aldı. Mısır, Suriye, Irak, İran, Hindistan, İspanya ve Anadolu’da yapılan câmilerin yanına birer minâre inşâ edilmiştir. Böylece dînî mîmârîde önemli bir unsur hâline gelen minâre, her milletin mîmârî ve karakter anlayışına göre, değişik tarzlarda çeşitli yapılar olarak yapılmıştır. Ayrıca minâre üzerine çıkıp dönerek ezan okunmasına yarayan şerefeler ilâve edilmiştir.
Türklerde minâre, Selçuklularla başlar. Zamanla şehirleri süsleyen ve ülkenin varlığını ispatlayan nârin ve nâzik yapılar hâlini almıştır.
Minâre, en ahenkli ve en güzel şekline, Osmanlı devrinde, mîmârî sanatının zirveye ulaştığı on altıncı asırda Mîmar Sinan zamânında ulaşmıştır.
Türkiye terminolojisinde minâre, temel kısmından başlamak üzere kürsî (kaide), pabuç (kürsîden gövdeye geçiş kısmı), gövde, şerefe, petek (şerefenin üstündeki gövde kısmı) külâh ve alem kısımlarından ibârettir. Bâzı câmilerin ahşap, tahta minâreleri hâriç, umûmiyetle devirlere göre tuğla ve taş olarak yapılmıştır. Minârelerin hârici şekilleri genelde câminin üslûbuna uyacak şekildedir. Bâzılarının sathı düz, bâzılarının boydan boya uzun asabalarla süslüdür. Minârelerin gövde ve petekleri, burmalı, yivli, oluklu olarak da yapılmıştır. Zamanla minârelerin boyları yükselmiş ve gövdeleri incelerek zarafeti bir kat daha artmıştır. Edirne Selimiye Câmii minâreleri 70,89 m yüksekliğinde olup, 3,80 m kalınlığındadır. Üç şerefesine ayrı merdivenlerle çıkılmaktadır. Süleymaniye minâresi 63,80 m Şehzadebaşı 41,54 metredir.
Minârelerin en süslü bölümü şerefe kısmıdır. Şerefe çıkıntısının altı tuğla bindirmeli veya taş istalaktit ve püsküllerle bezeli olduğu gibi, etrafı da ekseriya ajur nefis mermer korkuluklarla çevrilidir. İlk minârelerde bir tane olan şerefe sayısı bâzı minârelerde üçe kadar varmıştır. Şerefeden sonra başlayan, ekseriya gövdeye nazaran kalem ucu gibi incelen petek kısmı da minârenin boyuna uygun bir nisbette ahşap ve üzeri kurşunla örtülmüştür. Daha sonraları külahlar taştan yapılmıştır. Çok minâre şekilleri vardır ki, hepsi de ayrı birer inceleme konusu olmuştur.
Selçuklular devrinden îtibâren bâzı câmilerde minâre ikiye, sonra Edirne Üç Şerefeli Câmiinden başlayarak Süleymaniye ve Selimiye’de bunların sayısı dörde, Sultanahmed Câmiinde altıya çıkmıştır. Bâzı câmilerde de bilhassa mahya gâyesiyle ikinci bir minâre yapılmıştır. (Bkz. Mahya)
Selçuklu minârelerinde de burmalı minâreler vardır. Minârelerin inşâsı mîmârîde ayrı bir ihtisas şûbesi teşkil eder. Eskiden mahâret ve bilgi sâhibi minâreci ustaları vardı. Her taşın kendi yerine göre traş edilmesi ve minârenin içinde merdiven basamaklarının ortasına gelen bir mihver etrafında taşların birbirine uyması ve kenetlenmesi mühim bir inşâ meselesidir. Burmaların bâzan 40 m kadar yükseklikte olması dolayısıyla rüzgârla sallanması düşünülecek olursa işin güçlüğü anlaşılır. Minârelerin içinde ekseriyetle tek bir merdiven olup buradan şerefeye veya şerefelere çıkılır. Edirne’deki Selimiye Câmiinde aynı gövde içine üç merdiven inşâ olunmuştur ki, bunların aşağıda ayrı ayrı kapıları olup, her şerefeye ayrı merdivenle çıkılır ve bu merdivenlerden çıkanların herbiri birbirini görmezler. Bu husus, Mîmar Sinan’ın mîmârî deha ve kâbiliyetinin hayranlık veren misallerinden birisidir.
Minârenin en yüksek yeri alemdir. Alem, “bayrak” demektir. Minâre alemleri, İslâm âleminin dînî sembolü olan “hilâl” şeklindedir. Ülkemizdeki bâzı alemlerin kıskaçları arasında yıldız da bulunur. Alemler, mâdenî veya taştan olabilir. Ancak binâya nisbetle büyük ölçüde olanlar, genelde bakırdan ve altın yaldızlıdırlar. Alem; kâide, küp, armut, bilezik ve tepelikten mürekkeptir.
Târihî minârelerimiz yurdumuzun tapusuna imzâ atan kalemler gibidir.
Alm. Kanzel (f.) (in der Moschee), Fr. Minbar (chaire (f) d’une mosquée), İng. Pulpit (in a mosque). Câmi ve mescitlerde, dînî bayram ve cumâ günlerinde, imamın çıkıp hutbe okuduğu merdivenli yüksek kürsü. Aşağı tarafında perdeyle örtülmüş bir kapısı bulunur. En yüksek yerinde durulacak bir sahanlığı olup, bu sahanlığın dört köşesindeki direklere istinad eden (dayanan) küçük bir kubbesi ve bunun üstünde de minâreninkine benzeyen bir külâhı vardır. Minber, lügatte “yüksek yer” mânâsına gelir. Arapçada, “yükseklik”, çıkılacak yer mânâsına kullanılan “neber” kelimesinin ism-i mekânı, yer ismidir.
Minberler taştan inşâ olunduğu gibi ağaçtan da yapılır. Yanları ve kapılarının üstü gâyet sanatkârane oymalarla; ağaçtan olanları ise sedef ve kemik kakmalarla, kündekârî olarak, tezyin olunur, süslenir. Cemâate nazaran mihrabın sağ tarafına konan bu minberler, câmilerin en mühim bir kısmını teşkil eder. Bâzı namazgâhlarda taştan merdivenli bir sed hâlinde yapılmış olanları da vardır. İmamlar, hutbe okurken, minberin en üst basamağına kadar çıkmamayı bir hürmet sayarlar; çünkü o makam Peygamber efendimize âit telakki edilir.
Peygamber efendimizin Medine’deki Mescid-i Seâdetinde Eshâb-ı kirâma hitab ettikleri zaman, uzun müddet ayakta durduklarını gören Eshâb oraya bir hurma ağacı dikerek, Peygamberimizin ona dayanmasını ricâ etmişlerdi. Sonradan bir köle tarafından, ılgın ağacından üç kademeli olarak, her kademesi birer fâsılalı ve iki karış kadar enli bir minber yapılmış ve Peygamberimiz, hitabelerini bu yüksekçe mevkiden, herkesi görerek irad etmişti. Bu minber üç veya dört ayaklı olup, arkasında dayanmak için üç sütunu olduğu ve Peygamberimizin üçüncü kademede oturup ayaklarını ikinci kademeye dayadıkları rivayet edilir. O vakitten beri câmilerde hutbe için daha çok kademeli, taştan veya tahtadan minberler yapılmıştır. Hazret-i Ebû Bekir, Peygamberimize hürmeten minberin ikinci, Hazret-i Ömer ise her ikisine de hürmetinden dolayı birinci basamağında konuşmalarını ve nasihatlerini yapmışlar. Hazret-i Osman minberin kapısına ilk olarak bir perde astırmış, üçüncü basamağı kullanmıştır.
Minberler zamanla câminin ebadına nisbetle yükselmiş, âbidevî bir şekil almıştır. Selçuklular zamânında minberler pek sanatkârane ağaç oymadır ki, Konya Alâeddin Câmii, Bursa Câmi-i Kebir (Ulu Câmi) minberleri zamanlarının en nefis örnekleridir. Ancak bu devirlerde minberlerin en üst kademesinden sonra etrafı bir korkulukla tamam olmakta idi. Zamanla külâhlar ilâve edilmiştir. Minberler câmilerimizin îtilâ (yükseliş) devrinde mermerden yapılmıştır ki, bu meyanda Edirne Üç Şerefeli, Sultanahmed Câmii minberleri muhteşem eserlerdir. Minberler devirlere göre yine mermerden ve ağaçtan olmak üzere Barok ve Rokoko uslûblarında yapılmıştır.
Minbere çıkan imamlar (hatibler) Peygamber efendimize ve Halîfelere hürmeten yukarıdan üçüncü kademenin üstüne çıkmayarak daha aşağı otururlar.
Medine Câmii içinde Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfiyle câmiin o zamanki minberi arasındaki, yirmi altı m uzunluğundaki yere Ravda-i Mutahhera denir. Ravda “bahçe” demektir. O zamanki minber-i şerif, üç basamak ve bir metre yüksekti. 1256 yangınında tamâmen yandı. Çeşitli yıllarda başka minberler yapılmış, bugünkü on iki basamaklı mermer minberi, Sultan Üçüncü Murâd Han 1590’da İstanbul’dan göndermiştir.
MİNEÇİÇEĞİ (Verbene officinalis)
Alm. Eisenkraut (n.), Verbene (f.), Fr. Verveine (f.), İng. Vervain, pigeon’s-grass. Familyası: Hayıtgiller (Verbenabenaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, Ege, İç Anadolu.
Temmuz-eylül ayları arasında leylâk renginde çiçekler açan, yol kenarları ve boş arâzilerde rastlanan, 20-80 cm boyunda, bir veya çok yıllık otsu bir bitki. Gövdeleri dört köşeli olup, karşılıklı dallanma gösterir. Yapraklar sert tüylerle örtülü ve sapsızdır. Çiçekler dalların uçlarında başak durumları yaparlar ve tüp şeklindedirler.
Kullanıldığı yerler: Bitki glikozit, acı maddeler ve tanen taşır. Tıbbî olarak, kabız edici, teskin edici etkisi vardır.
Alm. Mineral (n.), Fr. Minéral (m.), İng. Mineral. Belirli kimyevî bileşime sâhip, tabiî olarak meydana gelmiş homojen (tek görünümlü) katı madde. Mineral bakır, altın, gümüş, platin ve elmas gibi element hâlinde veya sodyum klorür, kalsiyum karbonat gibi bileşik hâlinde de bulunabilir. Mineraller yalnız yer kabuğunda değil, fezadaki diğer gezegenlerde de bulunur.
İnsan tarafından laboratuvarlarda elde edilen bileşikler, tabiî olarak meydana gelen bileşikle aynı olsa dahi mineral sayılmaz. Meselâ kaya tuzu bir sodyum klorür olup, mineraldir. Fakat insanın sodyum ve klordan laboratuvarda elde ettiği sun’î sodyum klorür mineral değildir. Tabiî olarak meydana gelen katılar, yâni mineraller, anorganik olarak meydana gelmişlerdir. Petrol, asfalt, kömür ve volkanik camlar, mineral olarak târif edilemezler. Bu maddeler karmaşık yapıya sâhiptirler ve organik yapıdadırlar. Mineraller gazdan, erimiş kayalardan veya çözeltilerden meydana gelebilir.
Her mineralin kristal yapısı, kendine has olup, sâbittir. Minerallerin kristal yapılarını inceleyen ilme mineroloji denir. Mineroloji, on sekizinci yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyılın ilk başlarında gelişmiştir. 1830 senesinde 32 sınıf kristal tesbit edilmişti. Atom teorisinin gelişmesiyle kristallerin dışarıdan gözüken muntazam yapılarının esasen kristali meydana getiren atomların kristal içindeki dizilişiyle ilgili olduğu anlaşılmıştır. Bunu Alman bilim adamı Max Von Laue, X ışınları yardımıyle 1912’de ispat etmiştir. Her kristalin X ışınını kırma biçimi değişiktir.
Mineraller basit veya karmaşık formüllerle ifâde edilirler. Tabiatta serbestçe bulunan altın minerali yalnız Au formülüyle ifâde edildiği hâlde, kuartz SiO2 magnezit MgCO3, barit BaSO4, lawsonit CaAl2Si2O7 (OH)2.2H2O formülleriyle ifâde edilir. Minerallere verilen isimler dâima -it son ekiyle biter, kelimenin diğer kısmı kristalin rengi, şekli, yoğunluğuyla ilgili bilgiyi verir. Meselâ albit mineralinde albus Lâtince “beyaz” mânâsına gelir. Albit minerali beyaz renklidir. Barit Lâtince de “ağır” mânâsına gelen barys kelimesinden türetilmiştir.
Minerallerin bileşimleri kimyâsal analizlerle, yapıları ise X ışını analizleriyle anlaşılır. Tecrübeli mineralojistler mineral kristallerine bakarak bunun hangi mineral olduğunu anlayabilirler. Bugüne kadar tesbit edilebilen mineral sayısı yaklaşık 2000 adettir. Mineralleri tanımak için kristal biçimi, kristallerin kırılış yönleri mühimdir. Meselâ mika bir yönde rahatça kırılıp levhalara ayrılabildiği hâlde, diğer yönde kırılmaz. Halbuki kuartz belirli bir yönde kırılamaz. Mineralleri tanımanın bir yolu da her kristale âit rengi tanımaktır. Meselâ bakır bileşimli mineraller yeşil ve mavi renklidir. Manganez silikat mineralleri pembe renklidir.
Minerallerin ışığı yansıtma özelliği de tanınmasında mühimdir. Havanın ışığı kırma indisi (indeksi) 1’dir. Meselâ buzun, 1,310; kuartzın 1,55; elmasın 2,419’dur. Kırılma indisi (indeksi) büyüdükçe parlaklık artar. Parlaklık kristalin gösterişini arttırır.
Minerallerin tanınmasında bir özellik de sertliktir. Mineralojide minerallerin sertlik dereceleri târif edilmiştir. Talk 1, kalsit 3, kuartz 7, elmas 10 sertlik derecelerine sâhiptir. 2 sertlikteki minerale tırnak izi çıkabildiği hâlde, 3 sertlikteki mineral ancak çakı ile çizilebilir. 5 sertlikteki mineralin çizilmesi zordur.
Mineraller ya mâden işletmelerinde mâden elde etmekte veya mineralin bulunuş şekliyle endüstride kullanılır. Meselâ, kalkopritten (CuFeS2) bakır; hematitten (Fe2O3) demir; zirkondan (Zr Si O4) zirkonyum elde edilir. Kristal olarak elde edilen minerallerden elmas, endüstride kesme işlerinde; kalsit, kireçtaşı olarak çimento yapımında; balçık, seramik ve çinicilikte; apatit (kalsiyum fosfat) gübre ve sülfürik asit üretiminde kullanılır.
Alm. Mineralogie (f.), Fr. Mineralogie (f.), İng. Mineralogy. Minerallerin bilimi. Her ne kadar jeolojinin bir dalı olarak kabul edilmekteyse de on sekizinci asırda kurulan jeolojiden 2000 yıl daha eskidir. Mineraloji, dünyâ kabuğundaki tabiî malzemenin incelenmesi sonucu çok eskiden başlatılmıştır.
On dokuzuncu yüzyılda İngiliz kimyâcı Edward Howard meteorlardaki kimyâsal maddeleri incelemeye başlamıştır. Böylece mineralojiye, gezegen türünden cisimlerden gelen kayaların benzer bileşenlerinin incelenmesi de katılmıştır. Meselâ, aydan getirilen 60 mineralin hemen hemen hepsinin yeryüzünde bulunanlarla aynı olduğu belirlenmiştir. Sâdece üç tânesinin yeni olduğu tesbit edilmiştir.
Bölümleri: Mineralojinin iki bölümünden birincisi fiziksel mineraloji olup, minerallerin fizikî özelliklerini ve kristallerin şekillerini inceler. İkincisi kimyâsal mineralojiyse, minerallerin kimyevî bileşenlerini incelemektedir.
Kristalografi, minerallerin tabiatta aldıkları geometrik şekilleri inceler ve başlangıcı çok eskilere dayanır. 1912’ye kadar mineralojinin bir bölümü olarak kabul edilmiştir. 1912’de Alman fizikçisi Max Von Laue kristallerin atomik yapılarının röntgen ışınlarıyla incelenebileceğini göstermiştir. Kristalografi hâlâ mineralojinin önemli bir parçası olmakla beraber kimyâ ve fizikçiler bu özelliğin önemini fark etmişler ve pekçok mineralin kristal hâlinde olduğu anlaşılmıştır.
Kristallerle, minerallerin arasındaki bu yakın ilişkinin fark edilmesinden sonra mineralojistler kristal ve mineralleri, kristal kimyâsı prensiplerine göre sınıflandırmaktadır. Meselâ, sınıflamada kullanılan kristal açılarının ölçümü, 1809’da İngiliz kimyâ ve fizikçisi William H.Wollaston’un optik ganyometreyi bulmasıyla daha da hassas bir şekilde yapılabilmektedir. Bu metod röntgen ışınları ve metodundan daha yaygın kullanılmıştır. Basit fiziksel mineraloji günümüzde daha çok, tahmin yapmakta ve amatör maksatlarla kullanılmaktadır. 1774’te kaya ve minerallerin sınıflandırılması Alman jeoloji ve mineraloji uzmanı Abraham G.Werner tarafından oldukça önce yapılmıştır. Bu ve benzeri çalışmalar kullanılarak minerallerin fiziksel ve kimyâsal özelliklerini gösteren tablolar yapılmıştır.
Fiziksel mineraloji: Minerallerin fiziksel incelenmesi, görünüşleri ve kristal şekilleri, renk ve parlaklıkları, damarları, yarılması ve kırılması, özgül ağırlığı ve sertliğinin belirlenmesini içine alır.
Optik mineralojinin fiziksel mineralojiden farkı, optik âletlerin kullanılması ve inceleme için mineralin ezilmesine, toz hâline getirilmesine ihtiyaç göstermemesidir. Gemoloji mineralojinin özel bir bölümü olup, kıymetli taşları inceler. Kıymetli taşların pekçoğu mineral olduğu için mineralojiyle yakından ilgilidir. Optik mineralojinin metodlarının önemli bir kısmı burada da kullanılır. Kıymetli taşları, hasar vermeden optik yolla tanımanın faydası açıktır.
Kimyâsal mineraloji minerallerin kimyâsal bileşimleriyle ilgilenir. Tabiî kimyâsal maddeler olan minerallerin kimyâsal incelemelerinde yaygın olarak alışılan genel metodlar kullanılır. Kimyâ biliminin ilerlemesiyle, kimyâsal mineralojide de gelişmeler kaydedilmiştir.
Ekonomik mineraloji metal olan veya olmayan minerallerin rastlama derecesi, çıkarılması, hazırlanması ve kullanılışı ile ilgilenir. Gerçek anlamda mineral olmamalarına rağmen, kayalar ve yakıtların benzer özellikleri de burada incelenir.
Uygulanması: Günümüzde mineraloji, verilen sıcaklık ve basınç şartlarında kristal fazlasının kararlılığını incelemektedir. Gâye, minerallerin fizikî özelliklerinin yapısından doğrudan doğruya belirlenmesidir. Elektron mikroskobunda ve alan-iyonu mikroskobundaki gelişmeler atomik yapılarının doğrudan belirlenmelerini mümkün kılmıştır. Mineraloji yeryüzünün üst kabuğunun özelliklerini açıklamağa yardımcı olmaktadır. Ayrıca, minerallerden faydalanmada, mâden cevherinin, seramik, çimento ve yakıtların özelliklerini belirtmekte de mineralojiden istifade edilir.
Âletler: El büyüteçleri dikkatli kullanılarak mineral hakkında önemli bilgiler elde edilir. Mikroskop eskiden beri kullanılmakta olup, yerini şimdi elektron mikroskobu, atomik kızılötesi spektroskobu ve röntgen ışınlarını yayan veya kıran âletler almıştır.
Alm. Miniatur (f), Fr. Miniature (f), İng. Miniature. Kâğıt, parşömen, fildişi vs. gibi çeşitli malzeme üzerine küçük resim yapma sanatı. Yaygın mânâ îtibâriyle, matbaanın kullanılmaya başlamasından önce, el yazması kitapları süslemek için yapılan resim demektir. Lâtince miniare kelimesinden gelen minyatür, bu lisanda kırmızı ile kitabın başlıklarını yazmak mânâsını ifâde eder. Geçen zaman içinde kitabı süsleyen resimlere minyatür denilmeye başlanmıştır. Türkçede minyatür kelimesinin tam karşılığı olmamakla berâber, Osmanlı sanatında “hürde-nakş” birleşik kelimesi kullanılmıştır.
Minyatürle süslenmiş kitaplara ilk olarak eski çağda Mısır’da rastlanır. Yine aynı çağlarda Yunan ve Roma’daki yazma kitaplarda da minyatürler nâdir olmakla berâber bulunur.
Daha sonraki devirlerde, Hıristiyanlığın dînî kitaplarının minyatürlerle süslenmesi geleneği başladı. Bu devirde minyatürlerin kitaba çizilmesindeki maksat, kitaptaki konuları göz önünde canlandırmak değil, sâdece kitabı süslemekti.Motifler, hayvanlardan alınan unsurlarla meydana geldiği gibi karmaşık geometrik süslemeler de olabilir.
On yedinci asırda Avrupa minyatüründe, bir ekol hâline gelen Romen minyatürünün esas özelliği de, ayla ilgili resimlerin çizilmesidir. Bu devrin diğer bir özelliği de dînî konular dışındaki eserlerde minyatürlere yer verilmesidir.
Gotik döneminin minyatür süslemesiyse, çok süslü ilk harflerin kullanılması, âhenkli ve zarîf figürlerin yapılmasıyla karakterize edilebilir. On yedinci asırla birlikte Avrupa’da matbaanın yaygınlaşmasıyla minyatür ehemmiyetini kaybetmiş ve yok olmuştur.
Doğuda minyatür, umûmiyetle kâğıt üzerine resmedildiği için, kâğıt hazırlanması birinci plâna alınmıştır. Minyatürün çizilmesi genel hatlarıyla şu şekilde cereyan ederdi: Düzlenmiş ve mührelenmiş kâğıdın üzerine, nakkâş denilen resmi çizen sanatkâr, resmin ana çizgilerini ıslak fırça ile belirler, sonra kırmızı veya siyah boya ile figürlerin çevresi çizilirdi. Bundan sonra iyice ezilmiş, koyu hâldeki boyalar, küçük ve sert fırçalarla resme tatbik edilirdi. Hindistan’da resimleri kabartma göstermek için boyaya fazlaca zamk ilâve olunurdu. Minyatür sanatçıları o kadar mâhirdiler ki, bir tek samur kılı ile birbirinin aynı kalınlıktaki çizgileri rahatlıkla çizebilirlerdi.
Osmanlı Devleti zamanında yazılan kitaplarda minyatürler, Fâtih devrinden îtibâren görülmeye başlar. Erken devirdeki Osmanlı sanatkârlarına, İranlı minyatürcülerin eserleri örnek teşkil etmiştir. Ancak zamanla Osmanlı Türklerine has bir tarz geliştirilmiştir. Bir süre batı tarzında daha realist minyatürler çizilmişse de, sonradan yine doğu ekolüne dönülmüştür.
Osmanlılar daha ziyâde hüsn-i hat (güzel yazı), tezhib ve tezyinata önem verdiklerinden, minyatür sanatçıları on altıncı asır civarında görülmeye başlar. Bu asra kadar pek az minyatürcü vardır. On altıncı asırda Sinan Paşanın Yemen Seferini anlatan târih kitabı ile Özdemiroğlu Osman Paşanın seferlerini anlatan Şecâatnâme, tezhibi ve minyatürleri bakımından ince bir işçilik eseridir.
Osmanlı minyatüründe İran tarzının etkili olması, doğudan gelen sanatçıların tesiriyledir. Kânûnî Sultan Süleyman Han zamânında sarayın Nakkâşbaşısı olan Şahkulu, Tebrizlidir. Daha önce Nakkaşbaşı olan Velican da aynı şehirden gelip İstanbul’a yerleşmiştir. Topkapı Sarayında, İranlı nakkaşların yanında Türk nakkaşlarının da bulunduğu bilinmektedir. Hattâ bu nakkaşların iki ayrı atölyede çalışarak Nakkaş-ı İranî, Nakkaş-ı Rumî (Anadolu) olarak tasnif edildikleri bilinmektedir. Osmanlı nakkaş ve müzehhiblerinin aynı zamanda usta birer minyatürcü oldukları söylenmekteyse de yalnızca bir kaçının resim çizmekle meşgul oldukları, minyatürlerde bulunan imzâlarından anlaşılmaktadır.
On yedinci asırda yaşayan meşhur minyatürcü Levnî’ye gelinceye kadar, birçok sanatçıya rastlanmaktaysa da, bu sanatçı Osmanlı minyatürünün zirvesini teşkil etmiştir. Sultan Üçüncü Ahmed’in Nakkaşbaşısı olan Levnî, Türk sanatında ayrı bir ekol olarak kabul edilir. O zamana kadar ulaşılamayan çizgi, şekil ve renklendirme âhengi görülen Levnî’nin eserlerinde renkler öncekilere göre daha soluk olmakla berâber, figürler daha zarîf ve edâlıdır. Zamânımızdaki resim anlayışına daha yakın çizen Levnî, bu îtibarla ayrı bir ekoldür.
Levnî’den sonra, doğu tarzından uzaklaşan Osmanlı minyatür sanatı realizme meyleder. Tabiat unsurlarını stilize eden nakkaşlar azalmaya başlar, manzara ve çiçek resimlerine merak artar. Barok devrinde gittikçe bu temayül artar ve empresyonizme iyice yaklaşılır. On dokuzuncu asırdan sonra Avrupa resimlerine meyl artmış ve binâların tavan, dolap ve duvarları manzara resimleri ile süslenmeye başlanmıştır. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinden sonra ise kitaplara minyatür çizme an’anesi tamâmen kalkmış ve bunun yerine duvara asmağa mahsus tablolar yapılmaya başlanmıştır.
On sekizinci yüzyılın yarısından sonra Batı kültürüne karşı ilginin artması resim alanında da kendini gösterdi; bu sebeple minyatür sanatı da gitgide geriledi. On dokuzuncu yüzyılda önemini iyice yitirerek yerini Batı resim sanatına bıraktı.
İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek gecelerden. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın beden ve ruh ile berâber, uyanık iken göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü, Allahü teâlânın emri ile Cennet ve Cehennem’in kendisine gösterildiği gece. Mîrâc, lügatte “merdiven” demektir. Yüksek bir yere çıkılan âlet, vâsıta veya yükseğe çıkmak mânâlarına gelir. Mîrâc hâdisesi, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Peygamber oluşunun dokuzuncu yılına rastlayan Receb ayının 27’nci gecesinde vukû bulmuştur. Mîrâc, Peygamberimize verilen bir mûcizedir. (Bkz. Mûcize)
Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de O’nu Mîraca çıkarmasıdır. Bu mûcizeyi O’ndan başka hiçbir peygambere vermemiştir. Mîrâc gecesinde Resulullah’ın Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmektedir. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin başında meâlen; “Kulumu (Muhammed’i) gece Mescid-i Haram’dan (Mekke’den) Mescid-i Aksâ’ya (Kudüs’e), âyetlerimizi göstermek için götürdüm.” buyuruyor. Peygamberimiz de, “Beden ile gittim” buyurdu. Sâdece rüyâda ruh ile gittiği mîrâcları da olmuştur. Peygamberlerin rüyâları da vahiydir (Bkz. Vahiy). Önceden ruh ile olan mîrâclar, cesetle olarak mîrâca hazırlamak için idi.
Resûlullah efendimiz peygamberliğini Mekkeli müşriklere açıkladığı zamandan beri, müşriklerin türlü sıkıntılarına mâruz kaldı. Allahü teâlânın dînini herkese duyurmak ve onları saâdete, kurtuluşa kavuşturmak için gece-gündüz uğraşıyordu. Dokuz senede çok az sayıda insan Müslüman olmuştu. Mekke halkı îmân etmiyor, Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceye başlamış, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat etti. Hiç kimse îmân etmedi. Alay ettiler. İşkence yaptılar. Yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Ümitsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde oturdular. Orada bulunan bağ sâhibi, Rebi’aoğulları zengin Utbe ve Şeybe adında iki kardeş, köleleri Addâs ile birer salkım üzüm gönderdi.
Resûlullah üzümü yerken besmele okudu. Addâs Hıristiyan idi. Bunu işitince şaşırdı: “Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?” dedi.
Resûlullah; “Sen neredensin?” buyurdu.
Addâs; “Nineveliyim.” dedi.
Resûlullah; “Yunûs aleyhisselâmın memleketinden imişsin.” buyurdu.
Addâs; “Sen Yûnus’u nereden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez.” dedi.
Resûlullah; “O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi.” buyurdu.
Addâs; “Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, Sen Allah’ın Resûlüsün.” dedi. Müslüman oldu. ”Yâ Resûlallah, yıllarca bu zâlimlere, bu yalancılara kulluk ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyâlık toplamak, şehvetlerini yapmak için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücûdunuzu korumak için fedâ olmak istiyorum.” dedi.
Resûlullah, tebessüm buyurdu; “Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel.” buyurdu. Bir müddet istirahat edip, yaralarını, kanlarını sildiler. Mekke’ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidilecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümm-i Hânî’nin Ebû Tâlib Mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân etmemişti. Kapıyı çaldı. Ümm-i Hânî; “Kimdir o?” dedi.
Resûlullah; “Amcan oğlu Muhammed’im. Kabul edersen, misâfir geldim.” buyurdu.
Ümm-i Hânî; “Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misâfire can fedâ olsun. Yalnız, teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek birşeyim yok.” dedi.
Resûlullah; “Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir.” buyurdu.
Ümm-i Hânî, Resûlullah’ı içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazîfe sayılırdı. Bir evdeki misâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü. Bunun Mekke’de düşmanları çok. Hattâ öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim, dedi. Babasının kılıcını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerinde uyuyuverdi.
O anda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma:
Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu halde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennet’imi, Cehennem’imi göster. O’na ve O’nu sevenlere hazırladığım nîmetleri görsün. O’na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleriyle O’nu incitenlere hazırladığım azapları görsün. O’nu ben teselli edeceğim. O’nun nâzik kalbinin yaralarını ben gidereceğim, buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm, bir anda Resûlullah’ın yanına geldi. Mışıl mışıl uyur gördü. Uyandırmaya kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübârek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı için soğuk dudakları, Resûlullah’ı uyandırdı. Cebrâil’i (aleyhisselâm) hemen tanıdı ve; “Ey Cebrâil kardeşim. Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?” buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrâil aleyhisselâm; “Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi! Ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Seni kendine dâvet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim, dedi. Kâbe yanına geldiler. Orada, bir kimse geldi. Göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Yine yerine koydu. Sonra Cennet’ten gelen Burak adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs’te, Mescid-i Aksâ’ya geldiler. Cebrâil aleyhisselâm kayayı parmağı ile deldi. Burak’ı oraya bağladı. Geçmiş peygamberlerden bâzısının ruhları insan şeklinde orada idi. Cemâatle namaz için Âdem, Nuh, İbrâhim peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiçbiri kabul etmedi. Özür dilediler. Kusurlu olduklarını söylediler. Cebrâil aleyhisselâm Habîbullah’ı ileri sürdü. Sen varken, başkası imâm olamaz, dedi. Namazdan sonra, mescitten çıkıp bilinmeyen bir mîrâc ile, bir anda, yedi kat gökleri geçtiler. Her gökte bir büyük peygamberi gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre’de kaldı ve kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum, dedi. Sidretülmüntehâ, altıncı gökte bulunan büyük bir ağaçtır. Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem Cennet’i, Cehennem’i, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde Kürsi, Arş ve Ruh âlemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Rabbiyle konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nîmetlere kavuşup, bir anda, Kudüs’e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamıştı. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Kudüs’ten Mekke’ye gelirken Kureyş’in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı.
Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mîrâcını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da vazgeçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) evine geldi. Çünkü, bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular:
“Ey Ebû Bekr! Sen çok kerre Kudüs’e gittin, geldin. İyi bilirsin, Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?” dediler:
Hazret-i Ebû Bekr; “İyi biliyorum. Bir aydan fazla.” dedi.
Kafirler bu söze sevindi. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekr’in de kendi fikirlerinde olduğuna sevinerek:
“Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı ve güvence gösterdiler.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah’ın mübârek adını işitince; “Eğer O söylediyse inandım. Bir anda gidip gelmiştir.” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve; “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr’e sihir yapmış.” diyorlardı.
Hazret-i Ebû Bekr hemen giyinip, Resûlullah’ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle; “Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübarek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalpleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!” dedi. Ebû Bekr’in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah o gün Ebû Bekr’e “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli îmânına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, O’nun çevresinde pervâne gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullah’ı mahcup ve mağlûp etmek için, imtihan etmeye yeltendiler:
“Yâ Muhammed Kudüs’e gittim, diyorsun. Söyle bakalım. Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?” gibi şeyler sordular. Hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebû Bekr, öyledir yâ Resûlallah, derdi. Halbuki, Resûlullah edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyurdu ki: “Mescid-i Aksâ’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda Cebrâil (aleyhisselâm), Mescid-i Aksâ’yı gözümün önüne getirdi, (televizyon gibi) görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum.” Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi; “İnşaallah Çarşamba günü gelirler.” buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke’ye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl müminlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını arttırdı.
Alm. Erbe (n.), Erbshaft (f.), Nachlass (m.), Fr.ss (m.), Fr. Héritage (m.), İng. Inheritance; heritage; estate. Verâset yoluyla intikal eden mal, mülk, para ve haklar. Ölen kimsenin bıraktığı terekenin tasfiyesi ve mîrasçılara taksimi. Mîras Arapçadaki irs, verâset kelimesinden türemiştir. Lügatta “gönderilen, arkaya bırakılan şey” demektir. Bir şahsın ölümü ânında, hısımlarına (mîrasçı olan yakın akrabâlarına) intikal edecek bütün malları, hakları, borçları ve hukûkî durumlarıdır. Genel olarak mîrasçılara geçen malvarlığına “tereke” denir.
Mîras, insanoğlunun yaratılışı kadar eski olan sosyal bir kurumdur. İlk insan hazret-i Âdem’den bu yana, (insan-mal-ölüm) münâsebeti canlılığını muhâfaza etmiştir. İnsan, yaratıldığı günden beri yaşamasını sürdürebilmek için mala, tabiattaki hissesine devamlı ilgi duymuştur. İnsan için en mukaddes ve kıymetli olan şey canı, yâni yaşama hakkıdır. Mal da hemen bundan sonra gelmiş ve bugüne kadar cana yoldaş olmuştur. Hattâ insan, ölümünden sonra bile, malı ile olan ilgisini devam ettirmek ve mallarını, ya hısımlarına veya seçtiklerine bırakmak istemiştir. Ölümünden sonra kişinin bıraktığı mal, mülk, para, hak vs. ayrı bir ilim konusu olmuş ve bu hususta her toplumun kendi dînî ve sosyal yapısına göre, kânûnî düzenlemeler ortaya konmuştur.
İnsan var oluşundan bu yana, komünizm gibi insanlık dışı rejimler hâriç, bütün milletlerin inanç sistemlerinde ve idârî rejimlerde mîras hakkına saygı duyulmuş, temel kânun ve anayasalarında yer almıştır. Allahü teâlâ tarafından gönderilen bütün ilâhî dinlerin kitaplarında ve bunların sonuncusu olan Kur’ân-ı kerîmde, mîrasını nasıl taksim edileceği açıkça bildirilmiştir. Türk toplumunda, mîras ve mîrasa saygı, İslâmiyetten önce de vardı. Ancak mîras konusunda İslâmiyetle birlikte tekâmül büyük olmuştur. Bizzat Kur’ân-ı kerîmde, mîrasçıların hisseleri (payları) en açık şekilde îzah ve emredilmiştir. Mîras hukûkunda yer alan konular, ayrı bir ilim konusu olarak düzenlenmiş ve buna “Ferâiz” ilmi adı verilmiştir (Bkz. Ferâiz). İslâm Hukûkunun meriyette bulunduğu, bütün İslâm devletlerinde, mîrasın taksimi ferâiz ilminin bildirdiği esaslara göre yapılmıştır. Peygamberimizin ve Dört halifesinin kurduğu İslâm devletinden îtibâren Emevî, Abbasî, Selçuklu veOsmanlı devletlerindeki miras hukûku, ferâiz ilmine uygun bir tarzda tatbik olunmuştur.
Mîras hukûku: Çeşitli sosyal yapıya sâhip milletlerde insana saygı ölçüsünde, mîrasa da saygı duyulmuş ve ölümünden sonra bu saygı devam ettirilmiştir. Mîras sistemini kabul eden hemen hemen bütün toplumlarda, mîras konusunda geniş kânûnî düzenlemeler yapılmış ve buna “mîras hukûku” denilmiştir. Bir kimsenin ölümünden sonra, mal varlıkları ile birlikte onun hak ve borçları da ona halef olan yâni yerine geçen kimselere geçer. Bunun yanında, belirli hukûkî durumların da mîrasçılara geçmesi mümkün olabilir. Mîras, ancak gerçek kişilerin ölümü, ölüm karinesi veya gâiplik hâlinde söz konusu olur. Hükmî şahıslar (tüzel kişiler) mîras bırakmazlar. Ancak, mal varlıklarının tasfiyesinden bahsedilir (MK. mad. 50). Fakat hükmî şahıslar mîrasçı olabilirler. Mîras hukûku, mûrisin yâni mîras bırakanın sâdece özel hukuk ilişkilerini düzenleyen bir hukuk dalıdır.
İsviçre Medenî Kânunu’ndan faydalanılarak Türkiye’de 1926 yılında kabul edilen, Türk Medenî Kânunu’nun Mîras başlığını taşıyan üçüncü kitabı (mad.-439-617), iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısım 13-14’üncü bablar, kânûnî mirasçılar ile ölüme bağlı tasarrufları düzenler ve şu fasıl başlıklarını içine alır: 1) Tasarrufa ehliyet, 2) Tasarruf nisâbı, 3) Ölüme bağlı tasarrufun muhtelif sûretleri, 4) Ölüme bağlı tasarrufların şekilleri, 5) Vasiyeti tenfiz memuru, 6) Müteveffa tarafından yapılan tasarrufların iptal ve tenkisi, 7) Mîras mukâvelenâmesinden doğan dâvâlar.
Mîras kitabının ikinci kısmı ise mîras başlığını taşır. Bu kısımda mîrasın geçişi ele alınır ve üç babdan meydana gelir (15-16 ve 17’nci bablar). On beşinci bab, mîrasın açılmasını düzenler. On altıncı bab ise, mîrasın hükümlerini kapsar ve beş fasıldan meydana gelir: 1) İhtiyatî tedbirler, 2) Mîrası iktisap, 3) Defter tutma talebi, 4) Resmî tasfiye, 5) Mîras sebebiyle istihkâk dâvâsı.
Mîras Hukûku kitabının son bâbı on yedinci babdır. Taksim başlığını taşır ve şu fasıllardan meydana gelir: 1) Terekenin taksiminden evvelki hâli. 2) Taksimin nasıl yapılacağı, 3) Mîrasta iâde, 4) Taksimin hitâmı ve hükümleri.
1965 târihli ve 6/5100 sayılı kararnâme ile, Türk Medenî Kânunu’nun velâyet, verâset ve mîras hükümlerinin uygulanmasına dâir tüzük çıkarılmış olup, mîrasın geçmesiyle ilgili hükümleri ihtivâ etmektedir.
Mîras hakkı, mülkiyet hakkı gibi anayasa ile teminât altına alınmıştır. T.C. 1982 Anayasasının 35’inci maddesi; “Herkes mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla kânunla sınırlanabilir.” hükmünü açık olarak ortaya koymuştur.
Mîrası bırakan kişiye “mûris” mirası alacak olana “vâris” veya “mîrasçı”, mîrasçının terekedeki hakkına da “miras payı” denir. Medenî Kânun’da, mîrasın paylaştırılmasında zümre sistemi kabul edilmiştir. Zümrelere geçen mîras payı, zümre içindeki kök başlarına göre tesbit edilir. Kök başı kadar eşit miktara bölünür. Eğer kökler içinde, alt kökler varsa, o köke gelen mîras payı, alt kök sayısınca eşit miktarlara bölünür.
MİRİOKEFALON MEYDAN MUHÂREBESİ
(Bkz. Karamukbeli Meydan Muhârebesi)