MÎMARLIK

Alm. Beaukunst (f) Architektur (f), Fr. Architecture (m), İng. Architecture. İnşâ sanatı. Mîmarlıktan maksat, ortaya konan eserde güzellik, sağlamlık ve kullanışlılığı birleştirmektir. Bu unsurlarsa, kültür, iklim ve teknik imkânlara bağlı olduğundan mîmârlık sanatı da devirden devire, milletten millete ve iklimden iklime büyük değişiklikler göstermektedir.

Ilıman iklimin hüküm sürdüğü memleketlerde binâlar, güneş ışığını en fazla alacak tarzda inşâ edilir. Yağışlar daha çok yağmur şeklinde olduğundan çatı eğimleri azdır. Ekvatora daha yakın sıcak iklim bölgelerinde ise, güneş ışığından sakınılır. Pencereler az sayıda ve ufaktır. Avluların üzeri kapatılmıştır. Kar yağışının fazla olduğu ve uzun zaman erimeden kaldığı, kuzey memleketlerinde, çatılar çok eğimli yapılır. Böylece çatı üzerindeki kar miktarı en aşağı seviyede tutulmuş olur.

Başlıca inşâat malzemesi taş, tuğla, ahşap, mermer, mâden, kireç ve çimentodur. Her malzemenin fizikî özellikleri başka başkadır. Bu yüzden kullanılan malzemenin cinsine göre, inşâatın şekli ve tatbik edilen usüller de değişiklik gösterir. Çeşitli taş cinsleri, her devirde yaygın olarak kullanılan bir inşâat malzemesidir. En iyi şekil verilebilen taş, kalker (kireç taşı)dir. Mermer de bir kalker türüdür. Granit, çok kullanılan bir başka taş cinsidir. İnşâat malzemesi olarak taş, yüksek basma (sıkıştırma) mukâvemetine karşılık nisbeten düşük eğme mukâvemetine sahiptir. Bu sebeple taş binâlarda kirişler kısa tutulur. Sık ve kalın sütunlara ihtiyaç vardır. Yine eskiden beri yaygın olarak kullanılan ahşap malzemeyse, lifli yapısı sebebiyle yüksek bir eğme mukâvemeti gösterir.

Böylece uzun krişli, ince sütunlu binâlar inşâ etmek mümkün olmaktadır. Gâyet sıhhî olan ahşap malzemenin tek mahzûru çabucak yanmasıdır. Fakat buna karşı da çeşitli tedbirler geliştirilmiştir. ABD ve Kuzey Avrupa’da evler hâlâ ahşap olarak yapılmaktadır.

On dokuzuncu yüzyılda, betonun yüksek basma (sıkıştırma), çeliğin ise yüksek eğme mukâvemetinden istifâde etmek için, betonarme inşâ tarzı geliştirildi. Böylece hem geniş, hem de çok yüksek binâlar yapma imkânı ortaya çıktı. Beton içine inşâat demiri yerleştirilerek tatbik edilen betonarme inşâ tarzı, bugün bütün dünyâda yaygın şekilde kullanılmaktadır.

Kil ve çamurun fırında pişirilmesiyle îmâl edilen ve taş kadar sağlam olmamasına rağmen işlemesi kolay olan tuğlanın ilk defâ M.Ö. 6000 yıllarında Mezopotamya’da kullanıldığı bilinmektedir.

Mîmârî bir eserde tertip tarzı, büyüklük, ölçülerin birbirine nisbeti ve uygunluğu gibi unsurlar sâyesinde güzellik sağlanmaya çalışılır. Bu maksatla eserlerin ölçülerinde nisbetlerini esas alan matematikle ilgili formüller kullanılır. Mîmârlıkta göz önüne alınması gereken bir husus da kullanışlılıktır. Yâni, yapılan eser kullanma gâyesine uygun olmalı, binâ içinde sirkülasyon (hava akışı) ve akustik (ses yayılma) özellikleri iyi bir şekilde sağlanmalı, çeşitli ihtiyaçlar, imkânlar nisbetinde karşılanmalıdır.

Mîmarlık, ihtisas sâhalarına göre birkaç şûbeye ayrılır:

1. Dînî mîmarlık (Câmi, mescit, kilise mîmarlığı).

2. Askerî mîmarlık.

3. Sivil mîmarlık (Mesken, sınâî, ticârî içtimâî ve siyâsî mîmarlık).

4. Bahçe mîmarlığı (Bahçe tanzimi).

5. Şehir mîmarlığı (Şehir îmâr plânlarının hazırlanması, cadde, sokak ve meydanların tanzimi ile uğraşan mîmarlık şûbesi).

Mîmarlık târihi, insanlık târihiyle başlar. Yeryüzünde ilk mîmârî eser Kâbe’dir. Kâbe’yi ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâm yapmıştır. Oğlu Şit aleyhisselâm Kâbe’yi ikinci defâ taştan inşâ etmiştir. Nûh Tufanından sonra, hazret-i İbrâhim ve oğlu hazret-i İsmâil birlikte yeniden îmâr ettiler.

Eski Mısır’da mîmarlık: Nil Nehrinin çamurunu güneş ışığında kurutarak elde ettikleri tuğlalarla evlerini yapan eski Mısırlılar dinleri îcâbı, en büyük önemi mâbetlerle mezarlara vermişlerdir. Firavunları mumyalayıp içerisinde muhâfaza ettikleri dev piramitler o devrin sembolü olmuştur. Bu piramitlerin inşâsı için büyük iş gücü gerekmiştir. Aynı şey mâbetleri için de söylenebilir. Eski Mısırlıların mâbetlerinde, kapalı bir avludan geniş bir salona girilir. Bu geniş sâhada o kadar çok sütun vardır ki geriye pek az boşluk kalmıştır. Çok az yağmur yağan Mısır’da bu sütunların üzeri de taştan düz bir çatı ile gereksiz yere örtülmüş, içeriye güneş ışığının gelmesi önlenmiştir.

Mezopotamya’da mîmarlık: Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı Mezopotamya’da çamurun kurutulmasıyla îmâl edilen kerpiç veya tuğla, başlıca inşâat malzemesidir. Bâbil ve Sümerlerde kemerli inşâ tarzı gelişmiştir. Âsurluların ise sarayları meşhurdur. Tek katlı olan bu saraylarda odaların çoğunu dar koridorlar teşkil eder. Âsurlular, şehirlerin etrâfını da surlarla çevirmişlerdir. Mezopotamya’nın bu eski şehirleri, zamanla toprak altında kalmıştır.

Yunan ve Roma mîmarlığı: Mısır ve Mezopotamya mîmârisinin tesiri eski Yunan’da da görülür. Kereste, çamur ve taşın yanısıra mermer de inşâat malzemesi olarak kullanıldı. Mısır’daki düz çatıların yerine az eğimli çatılar yapıldı. Yunan tapınaklarında topluca ibâdet edilecek geniş kısımlar yoktur. Tek kişilik küçük hücrelerin yer aldığı bu tapınakların dış kısmında yer alan üstü kapalı avlularda tanrılarına kurban keserlerdi. Eğlenceyi çok seven Yunanlılar birçok açık hava tiyatrosu yapmışlardır. Bu tiyatrolarda dâireye benzer şekildeki sahnenin etrâfında merdiven basamağı gibi kat kat oturma yerleri çepeçevre inşâ edilmiştir.

Romalılar ise, geniş memleketlere hâkim olduklarından büyük şehirler kurdular. Bu şehirlere kemerler üzerinden su getirdiler. Roma’nın hamamları da meşhurdur. Bu hamamların zemin ve duvarları mermerle kaplanmıştır. Romalılar bunlardan başka gladyatörlerin mücâdelesini seyredip eğlenmek için, Yunanlıların tiyatrolarına benzer yapılar inşâ etmişlerdir. Bütün bu inşâatlarda mahallî malzemelerin yanısıra deniz ve karayolları ile uzak memleketlerden de çeşitli malzemeler getirip kullanmışlardır.

İlk Müslümanlarda mîmârlık: İslâmiyetin gelmesiyle büyük bir medeniyet kuran Araplar, her sâhada olduğu gibi mîmârlıkta da eşsiz eserler verdiler. Dünyâca tanınmış düşünürlerden Hrischfeld; “Hiçbir millet, Arapların İslâmiyeti kabul etmeleriyle medeniyete girmesi derecesinde hızla uygarlaşmamıştır.” demektedir. Müslümanlar, kısa zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar uzanan, üç kıta üzerine yayılmış geniş toprakları, bu yeni kültürün eserleriyle süsleyip damgalarını vurdular. Bu eserlerini meydana getirirken, o güne kadar çeşitli milletler tarafından kullanılan mîmârî usûllerini en iyi şekilde tatbik ettikleri gibi, daha evvel görülmemiş birçok yeni teknikler geliştirip dünyâya tanıttılar.

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretlerinde, Medîne yakınında inşâ edilen Kubâ Mescidi İslâm târihindeki ilk mesciddir. Medîne-i münevvere şehrinde inşâ edilen Mescid-i Nebî, elli metre eninde, elli metre boyunda olup, Mescid-i Harâm’dan sonra en kıymetli câmidir.

Hendek Gazâsında, Medîne şehri etrâfına hendek kazıldı. O zamana kadar Araplar bu usûlü bilmiyorlardı.

Hazret-i Osman zamânında memleketin her tarafındaki ticâret yolları üzerinde hanlar, misâfirhâneler yapıldı.

Kudüs’teki Kubbet-üs-Sahrâ Câmiiyle 879’da biten Kahire’deki İbn-i Tûlûn Câmii, o devrin mühim eserlerindendir. Kubbet-üs-Sahrâ’nın duvarları ile kemerleri çini kaplamadır. Ayrıca abanoz ve sedef işçiliği görülmektedir.

Yine aynı devirde Kuzey Afrika’da ribat adı verilen eserler dikkat çekicidir. Tekke olarak kullanılan ribatlar kale görünüşlü olup, dış saldırılarda içindekileri muhâfaza ederdi.

Minâre, Müslümanlara has olan bir mîmârî tarzdır. Zîrâ ezânı yüksek yerde okumak sünnettir. Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled, Mısır’da vâliyken H.58 (M.680) senesinde hazret-i Muâviye’nin emriyle ilk minâreyi yaptırdı. (Bkz. Minâre)

711 senesinde İspanya’ya geçen Müslümanlar, başşehir Kurtuba’yı tam bir medenî şehre çevirdiler. Burada saraylar, hastâneler, medreseler yaptılar ve bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa’da ilk kurulan üniversite budur. Dünyâ yüzündeki ilk üniversite ise Fas’ın Fez şehrinde bulunan Keyruvan Üniversitesidir. İspanya’da Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdurrahmân, 785 senesinde Kurtuba’da büyük bir câmi inşâsını başlattı. Bizzât kendisi, bir amele gibi çalıştı. Yapı malzemesi, doğunun birçok yerinden getirildi. (Bkz. Kurtuba Câmii)

Endülüs Sultanı Üçüncü Abdurrahmân; Kurtuba’dan üç saatlik mesâfedeki Vâdi-yül-Kebir kenarında Ezzehrâ isminde pek büyük ve ince sanatlarla dolu bir sarayla mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi yaptırdı.

Gırnata şehrindeki Elhamra Sarayı da Endülüs Müslümanlarından günümüze gelen eşsiz eserlerdendir.

Büyük Selçuklularda mîmarlık: Büyük Selçuklular da hâkimiyet kurdukları geniş memleketler üzerinde câmi, medrese, türbe, çok maksatlı olarak kullanılan külliyeler, bîmârhâne(hastâne), aşhâne ve hamamlar inşâ ettiler. Ticâret yolları üzerinde kervansaraylar, dârüşşifâ adı verilen hastâneler yaptırdılar. Moğol baskını ve yağmalarına karşı şehirlerin etrâfını surlarla çevirdiler.

Selçuklu mîmârisinde bilhassa türbelerin önemli yeri vardır. “Kümbet” adını verdikleri türbeler, dört köşeli çok köşeli veya yuvarlaktır. İçten kubbeyle, dıştan piramit veya koni biçimli bir külâhla örtülü olan bu künbetlerin çoğu iki katlıdır. Alt kat mezar yeri, üst kat ise mescittir.

Anadolu Selçuklularında mîmarlık: Selçukluların Anadolu’da kurdukları devlet daha uzun ömürlü olmuş, bu beldeyi Bizans tesirinden kurtarıp bir İslâm diyârı hâline getirmişlerdir.

Anadolu Selçuklu câmilerinin çoğu, çok sütunlu ulu câmi tipindedir. Bunların en dikkat çekici olanları Konya ve Niğde’deki Alâeddîn câmileriyle Divriği ve Malatya’daki ulu câmilerdir.

Selçuklu medreselerinin birçoğu günümüze kadar ulaşmıştır. Bilhassa Doğu ve Orta Anadolu’da rastlanan bu birbirinden güzel medreseler, sağlamlıkları, tertip tarzları, süsleriyle hayranlık uyandırmakta, sâdece yüksek bir sanat zevkini değil, aynı zamanda ilme verilen önemi de göstermektedir. Medreseler avlulu ve kubbeli olmak üzere iki tiptir.

Selçuklu türbelerinin çoğu taştandır ve çokgen plânlıdır. Yuvarlak olanlar da vardır. Çok azı ise kare gövdeli veya eyvanlı türbelerdir. Daha sonraları kare bir alt gövde üzerinde çokgen bir ikinci gövdeden meydana gelen türbe tipi yaygınlaşmıştır.

Selçuklular, çeşitli maksatlı binâları bir arada da yapmışlardır. Bir bütün olarak şehirlerin ihtiyâcını karşılayan bu eserlere “külliye” denmektedir. Külliyeler, câmi, medrese, türbe, bîmarhâne(hastahâne), aşhâne ve hamamdan müteşekkildir.

Selçuklu saraylarından zamânımıza ulaşanına rastlanmamıştır. Buna mukâbil kervansaraylardan bâzıları günümüze kadar gelmiştir. Ticâret kervanlarının konaklamaları ve geceyi geçirmeleri için, büyük ticâret yolları üzerinde, yaya yürüyüşüyle bir günlük mesâfe, yâni yaklaşık bir merhale 36-40 (kilometre) arayla yapılan kervansaraylar pazar yeri olarak da kullanılırdı. Harp zamânında ise kale vazîfesi görürdü. Bu kervansaraylar, hükümdarlar, devlet büyükleri ve zengin Müslümanlar tarafından vakıf olarak yaptırılırdı. Vakfiyelerinde, nasıl çalıştırılacakları ve gelirleri bildirilmekteydi. Buraya gelen fakir yolcular, üç gün için ücretsiz kalabilirdi. Sağlık hizmetleri için hekim ve baytarlar hazır beklerdi. Kervansarayların mîmârîsi de her ihtiyacı karşılayacak şekildeydi.

Yine Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yer alan, Selçuklulardan kalan ve “dârüşşifâ” adı verilen eserler o günün hastâneleridir. Zamânının en güzel mîmârî eserlerinden olan dârüşşifâlar, medrese tarzında inşâ edilmişlerdi. Dârüşşifâlar, yalnız başlarına yapılabildiği gibi çoğu zaman bir tıp medresesi, bâzan da bir câmiyle birlikte görülürlerdi.

Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anadolu Selçuklu şehirleri de surlarla çevriliydi. Surların üzerinde ok atmak için mazgallar, kırk elli metrede bir kuleler, önünde ise su ile doldurulabilen bir hendek bulunuyordu. Kuleler kare, dikdörtgen veya nâdiren çok köşeliydi. Bu surların içinde yine benzer şekilde bir iç kale yapılırdı. İç kale içerisinde bir câmi, evler, su kuyuları, yiyecek ambarları ve surların dışında uzak bir yere açılan bir yeraltı geçidi bulunurdu.

Tîmûroğulları (Gürgâniyye) Devletinde mîmarlık: 1030 senesinde Gazne’de vefât eden Sultan Mahmûd Gaznevî’nin Hindistan’a yaptığı on iki seferle ve daha sonra gelen Gazneli hükümdârlarının emrinde Kalaç ve diğer Türk boyları bu memlekete yayıldılar ve buralara İslâm dînini ve medeniyetini de götürdüler. Beş asır sonra, Emir Tîmûr Gürgân Hanın torunlarından Bâbür Şâh, 1526 senesinde Hindistan’ı alıp büyük bir İslâm devleti kurdu. Bu devlet 1858 senesinde İngilizlerin işgâline kadar, 342 sene sürdü. Bu devirde Tîmûroğulları, ancak Osmanlı Medeniyetiyle mukâyese edilebilecek parlak bir medeniyet kurdular.

Bâbürlüler devrinde yapılan câmiler genellikle aynı tarzda inşâ edilmişlerdir. Üç yanında giriş kapıları bulunan geniş ve üstü açık bir avlunun kıble tarafında câminin kapalı kısmı yer almaktadır. Bunun üzeri kubbelerle örtülmüştür. Alt kısımlarının daralması özelliğiyle ilk bakışta fark edilen bu kubbeler genel olarak beyaz mermerden yapılmıştır. Bu câmilerin, göreni tesiri altına alan bir özelliği de beyaz ve kırmızı renklerin yanyana kullanılmış olmasıdır. Bâbürlü câmilerinin en mükemmeli Asya’nın en büyük câmii olan Dehli’deki Şah Cihân Câmiidir. 108 m eninde 108 m boyunda, kare şeklinde olan Şah Cihân Câmiinin kapalı kısmının eni 67, derinliği 30 metredir. İki minâresinin yüksekliği 43 metredir. Avlusu, sivri kemerli revaklarla çevrilmiştir.

Hind Müslümanları, yaptıkları türbelerle en güzel mîmârî eserlerini vermişlerdir. Bâzı türbelerde dış kubbenin içinde ikinci bir iç kubbe bulunmaktadır. Bu usül daha evvel Tîmûr Hanın Semerkand’daki “Gûr-i Mîr” isimli türbesinde de başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Bâbürlü mîmârîsinin şaheseri, Şâh Cihân’ın zevcesi Mümtaz Mahal için Agra’da yaptırmış olduğu Tâc Mahal’dir. 1.30 m yüksekliğinde, 250x110 m ölçülerinde kürsü denilen ve kırmızı kum taşı döşeli bir sâha üzerinde kurulan 6 m yüksekliğinde ve 95x95 metre en ve boyunda, beyaz mermerden bir avlunun ortasında yer alan türbenin kubbesi de 75 m yüksekliğiyle dünyânın en yüksek kubbelerinden biridir. Türbenin köşeleri kesik kare biçimindedir. Yâni sekiz kenarlıdır. Türbede, Selçuklu, Tîmûr devri ve Osmanlı mîmârî özellikleri görülmektedir. Son araştırmalara göre Tâc Mahal’i Mîmar Sinan’ın talebelerinden olup Hindistan’a giden Osmanlı Mîmarı Yûsuf’un oğlu Mîmar Ahmed’in yaptırdığı sanılmaktadır.

Hindistan’da çok sayıda büyük islâm âlimi yetişmiştir. Bu âlimlerden feyz almak maksadıyla Hindistan ve diğer İslâm memleketlerinin her tarafından gelen Müslümanlar için, hükümdarlar ve devlet adamları tarafından çok güzel dergâhlar yaptırılmıştır. Bunlardan en önemlisi, İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Serhend’deki dergâhıdır. 1624 yılında vefât eden, İmâm için, Şâh-ı Zemân büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırmıştır. Oğlu Muhammed Ma’sûm hazretleri de birkaç yüz metre kuzeyindeki büyük türbededir.

Avrupa’da mîmarlık: Roma mîmârisinin tesiri altında olan ortaçağ Avrupa mîmârisine zamanla yeni unsurlar girmiş, İslâm mîmârisinin tesirleri de görülmüştür. Bilhassa Endülüs mîmârîsi, asırlar boyunca, Avrupalılar tarafından taklid edilmiştir.

Çeşitli tesirler altında Avrupa’da zaman içinde gotik, rönesans, barok ve rokoko gibi mîmârî tarzları görüldü. Bu umûmî uslûpların yanında her memlekete has bâzı mahallî unsurlar da yer aldı. On ikinci asırda İtalya’da gotik uslûbu doğdu. Bu uslûpta yuvarlak kemerlerin yerini sivri kemerler aldı. İnce payandalar üzerine yüksek kubbeler oturtuldu. On beşinci asırda bu tarz mîmârî terk edildi. Yeniden yuvarlak kemerlere ve sütunlara dönüldü. Rönesans devrinde görülen klâsik uslûba dönüş cereyanı bütün Avrupa’ya yayıldı. On altıncı asırda doğan barok uslûbu da klasik mîmârî tarza dayandı. Fakat barok devrine âit çeşitli mîmârî unsurlar daha değişik kompozisyonlarda verildi. (Bkz. Barok)

Barok uslûbunun tesirleri yurdumuzda da görülmüştür. Lâle Devrinde Üçüncü Ahmed Handan îtibâren mîmarlarımız bu uslûba kendi anlayışları içinde yer verdiler.

Avrupa mîmârisi, kültür farkı sebebiyle İslâm mîmârisiyle karşılaştırılamaz. İslâm mîmârîsindeki özel unsurlar, Avrupa’da görülemez. Fransızların meşhur Versay Sarayında bir hamamın bulunmayışı bunun en güzel misâlidir.

Osmanlılarda mîmarlık: Türk târihinde belirli bir yeri olan, büyük ve heybetli eserleri meydana getiren Osmanlı Türklerinin insanlık sanat târihinde mühim yer tutan sanat eserlerinin toplamıdır. Osmanlı mîmârîsi basit, kullanışlı, âbidevî ve az tezyinâtlı olmasıyla dikkat çeker. İnce, zarîf, vakûr ve heybetlidir. Tamâmen âbidevî şâheserler olan câmilerin çevreleri, külliye tâbir edilen birçok sosyal müesseseyle çevrilmiştir. Fevkalâde îmârcı bir devlet olan Osmanlılar zamânında, kendine âit olmayan eserler bile ihtimâmla korunmuştur. Îmâr teşvik edilmiş, îmâr görmeyen Osmanlı toprağı kalmamıştır. Mütevâzî mahalle zenginleri bile bir mescit yaptıramadığı takdirde, bir çeşme yaptırmış veya bir mektep tâmir ettirmiştir.

Osmanlı mîmarları büyük görgü ve tecrübe kazanarak her medeniyete âit âbideleri, teknik ve sanat bakımından inceleyerek yetişirlerdi. Plân ve maket üzerinde çalışırlar, hazırladıkları plân ve maketlere göre eserlerini inşâya başlarlardı. Pâdişâhlar önce mîmarların hazırladıkları maketleri görürlerdi. Ayrıca âbidenin nakışları da önce kâğıda yapılır, sonra son şekli verilirdi. Küçük inşâatlar için de resim ve plânlar çizilirdi. Mîmar, yaptığı binânın muhâsebesiyle meşgûl olmaz, bu iş için o binâya nâzır veya binâ emîni denilen bir mâliyeci, yapı küçükse bir kâtip tâyin edilirdi.

Hassa mîmarları, şehirde nizâma aykırı olan inşâata izin vermemekle, eğer yapılmışsa yıktırmakla da vazîfeliydiler. Başlıca yasak bölgeler İstanbul surlarının içe ve dışa doğru 5’er arşın (3 metre) yakını, câmi ve mescitlere 5 arşından fazla yaklaşmış binâlarla caddeleri daraltacak inşâatlardı. Bütün yasaklara ve kontrollere rağmen, zaman zaman yapılan binâlar derhal yıktırılırdı. Şehir kaldırımlarını inşâ ve tâmir ettirmekle de vazîfeli olan hassa mîmârları, kaldırımcılara yaptırdıkları kaldırımlar bozulursa, üç yıl içinde bedâva onartırlardı.

Taşrada da devletten maaş alan hassa mîmârları vardı. Eyâletlerde beylerbeyilerin emrinde bayındırlık müdürü vazîfesi yapan mîmârlar, bulundukları yerlerdeki devlet inşâatından; husûsî inşâatın nizâmına uygun olmasından, usta ve işçilerin durumlarından ve eserlerin işe yarar hâlde tutulmasından mesûldüler. Hassa mîmarlarının tasvip etmediği hiçbir kimse husûsî mîmarlık yapamazdı.

Hassa sermîmarlığı 1831’e kadar devâm etti. Bu târihte Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Ebniye-i Hassa müdüriyeti kuruldu. 1836’da Meclis-i Umûr-i Nâfia, 1839’da Umûr-i Ticâret ve Nâfia Nezâreti, yâni Bayındırlık Bakanlığı kuruldu. Ebniye-i Hassa Müdüriyeti de bu nezârete bağlandı. Böylece Hassa Mîmarları Ocağının sönmesiyle, Hasbahçe Mektebi de sona erdi. Mektepten yetişen kaliteli mîmarlar azaldı. Askerî mekteplerdeki mühendislere mîmarlık verildi. Mîmarlığın ve mîmârî eserlerin yok olmakta olduğunu gören büyük devlet adamı Sultan İkinci Abdülhamîd Han, 1881’de bugünkü Güzel Sanatlar Akademisi demek olan Sanâyi-i Nefise Mekteb-i Âlîsini mîmârî bölümüyle birlikte kurdu.

1299 yılında devlet hâline gelen Osmanlılar, mîmârî eserlerini en evvel ilk başşehirlerinden olan Bursa’da ortaya koydular.

Daha çok Selçuklu mîmârisinin izlerini taşıyan ve Orhan Gâzi zamânında Bursa’da; Orhan Gâzinin kardeşi Alâeddîn Bey tarafından yaptırılan Alâeddîn Câmii, Orhan Bey Câmii, Edebâli’nin kardeşinin oğlu tarafından yaptırılan Ahî Hasan Mescidi, Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında yaptırılan Hüdâvendigâr Câmii, Şehâdet Câmii, Hayreddîn Paşa Câmii, Nilüfer Hâtun Câmii, İzzeddîn Câmii ve Kara Ali Câmiiyle Yıldırım Bâyezîd zamânında yapılan Yıldırım Câmii, Ali Paşa Câmii, Demirtaş Câmii, Ertuğrul Câmii, Molla Fenârî Câmii, Gâzi Timûrtaş Mescidi, Somuncubaba Câmii ve 20 kubbeli, ortasında on altı köşeli büyük bir şadırvan bulunan, minberi ceviz ağacından, oyma duvarları, en güzel yazı motifleriyle süslü Ulu Câmi bunların belli başlılarındandır.

Çelebi Sultan Mehmed devrinde yapılan câmilerse; Şâheser Câmii ismiyle de anılan, nefis İznik çinileriyle süslü, çinilerindeki hâkim renk yeşil olduğu için bu adı alan Yeşil Câmiyle Çelebi Sultan Mehmed’in kızları Selçuk ve Hafsa hâtunlar tarafından yaptırılan Selçuk Hâtun Câmii ve Bedreddîn Câmiidir.

Sultan İkinci Murâd Han zamânında da; Murâdiye, Abdal ve Zeynîler câmileri yaptırılmıştır.

Aynı zamanda türbeler şehri de olan Bursa’da ilk altı Osmanlı pâdişâhının ve yakınlarının türbe ve kabirleri yer almaktadır. Bir mîmârî eser olarak ortaya çıkan ve İstanbul’un fethine kadar yapılan türbelerse şunlardır: Osman Gâzi Türbesi, Orhan Gâzi Türbesi, Murâd-ı Hüdâvendigâr Türbesi, Yıldırım Türbesi, Çelebi Sultan Mehmed Türbesi de denilen Yeşil Türbe, Sultan İkinci Murâd Türbesi, Süleymân Çelebi Türbesi, Hadîce Sultan Türbesi. Her biri birer sanat eseri olan türbelerde çeşitli mîmârî uslûb ve motiflere yer verilmiştir. Bu türbeler daha çok Orta Asya ve Selçuklu sanatı izlerini taşırlar.

İstanbul’un fethinden önceki devirde; Lâlâ Şâhin Medresesi, Hüdâvendigâr Medresesi, Çelebi Sultan Mehmed’in Yeşil Medresesi gibi ortada bir avlu, bunun üç tarafı revak, kıble tarafı yüksek kubbeli dershânelerden meydana gelen medreseler de yaptırılmıştır. Orhan Gâzi ve Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânlarında Bursa’da bugünkü ordu evinin bulunduğu yerde bir saray yaptırılmıştır. Çelebi Sultan Mehmed Han zamânında İpek Hanı, Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında Kapan Hanı, Orhan Gâzi zamânında Emir Hanı gibi hanlar ve kervansaraylar yaptırılmıştır.

İstanbul’un fethinden önceki devirde, Osmanlı Devletinin ikinci başşehri olan Edirne’de de pekçok mîmârî eserler meydana getirildi. Sultan İkinci Murâd Han tarafından yaptırılan Üç Şerefeli Câmi, Bursa Orhan Câmii örnek alınarak yapılan Murâdiye Câmii, Çelebi Sultan Mehmed zamânında yaptırılan Eski Câmi bu eserlerden bâzılarıdır. Sultan İkinci Bâyezid tarafından mîmâr Hayreddîn’e yaptırılan İkinci Bâyezid Câmii, Beylerbeyi Câmii ve Edirne’nin en eski câmii olan ve Yıldırım Bâyezid Han tarafından yaptırılan Yıldırım Câmiidir. Gâzi Mihâl Bey ve Ayşe Kadın câmileri de bu devirde yapılmıştır.

Birinci Murâd Han tarafından 1414’te Eski Câmi yanında yaptırılan bedesten, 1420’de yaptırılan Gâzi Mihâl Köprüsü, 1435’te İkinci Murâd Han tarafından yaptırılan Dârülhadîs Medresesi, Tahtakale Hamamı, 1440’ta yaptırılan Topkapı (Alaca) Hamamı, Yıldırım Bâyezid Han tarafından yaptırılan Saray Hamamı, bu devre âit mîmârî eserlerden bâzılarıdır.

Osmanlı Devletinin kuruluşundan istanbul’un fethine kadar olan, kuruluş dönemi mîmârisinde, Osmanlı mîmârisinin bâzı temel özellikleri ortaya çıkmıştır. Câmi mîmârisinde uygulanan değişik plân kuruluşları bu dönemin ana özelliğidir. Bu dönemde inşâ edilen câmiler: Tabhâneli câmiler, tek kubbeli câmiler ve çok kubbeli câmiler olarak üç bölüm hâlinde ortaya çıkmıştır. Dînî ve sosyal bir yapı olan tabhâneli (misâfirhâneli) câmiler, yapı ekseni üzerinde kıble yönünde uzanan, umûmiyetle üzerleri birer kubbe ile örtülü geniş bir kemerle birbirine açılan, arka arkaya iki büyük mekan ve iki yanda yapı eksenine paralel sayıları değişen yan odalardan meydana gelmiştir. Girişteki birinci kısım umûmiyetle, şadırvanlı ve üstü aydınlık fenerli kubbeyle kapalıdır. İkinci kısım ise, câmi kısmıdır. Tabhâneli câmiler Osmanlı Devletinin ilk zamanlarında yaygın olarak yapılmıştır.

Tek kubbeli câmilerdeyse; ön kısımda kare plânlı kubbe örtülü kısım, geride ise üç bölümlü bir son cemâat vardır. Mermer ve çini işlemeciliğinin de bulunduğu bu câmilerin minâreleri sırlı tuğla ve çinilerle kaplıdır.

Çok kubbeli câmilerdeyse; mekân eşit bölümlere ayrılmış, her bölüm bir kubbeyle örtülmüştür. Yapı ekseni üzerindeki her bölüm, aydınlık fenerli bir kubbe veya bir şadırvanla avlu geleneğini yaşatmıştır.

Bu devirde yapılan medreselerse, umûmî olarak dikdörtgen plânlı olup, girişin karşısındaki kenara bitişen kubbeli ve camekanlı olan erkekler bölümü, dört eyvanlı ve dört köşe mekanlı; kadınlar bölümü ise, camekan dışında küçük bir ılıklık ve iki hacimli bir sıcaklık bölümünden meydana gelmiştir. Ticârî maksatlı olarak inşâ edilen avlulu şehirler hanları; kare plânlı, iki katlı, alt katı mal ve eşyânın depolandığı revaklı penceresiz mekan, üst katı revakların tekrarlandığı pencereli ve ocaklı odalar hâlinde inşâ edilmiştir. Yapı ekseni üzerinde giriş kanadının karşısında yapıya bitişik enine dikdörtgen plânlı ahır yer almıştır.

Alış-verişlerin yapıldığı bedestenler ise, umûmî olarak altı ayak üzerine yerleştirilmiş on dört kubbeli dört kapılı olarak inşâ edilmiştir. Dışta mahzenli dükkânları olan bu yapılarda umûmiyetle altmış dükkân ve bu sayıya yakın da mahzen yapılmıştır.

Bu dönemde yapılan türbeler ise sekizgen plânlıdır. Yüksek kasnak, yapıya iki kademeli bir görünüş verir. Yapının yüzleri çinilerle veya çeşitli motiflerle kaplıdır. Kapı kanatları ve pencere kapakları Türk ağaç sanatının önemli eserleri arasında yer alır. Bu dönemde inşâ edilen külliyeler; câmi, medrese, mektep, imâret, şifâhâne, türbe, hamam ve hanları içine almıştır. Bu yapılar belli bir eksen düzeni olmadan, dağınık olarak kurulmuşlar, inşâatta arâzinin özellikleri, yüksek ve alçakta kalan alanlar değiştirilmeden kullanılmıştır. Câmi ve medrese yapıları birbirine yakın olarak yerleştirilirken, hamam ve han yapıları bunların uzağına inşâ edilmiştir. Bu dönemdeki mîmârî eserlerde çini, önemli bir süsleme unsuru olarak kullanılmıştır. Geometrik süsleme örnekleriyle, sülüs ve kûfî yazı motiflerinde yer aldığı süsleme örnekleri, umûmî olarak nebâtî motiflerden meydana gelmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra cihân devleti olan Osmanlılar; diğer sâhaların yanında, mîmârlıkta da üstün eserler verdiler. Üç kıtaya yayılan ve pek çoğu bugün de yaşamakta olan bu âbide eserler hâlâ Osmanlı medeniyetinin ihtişâmını aksettirmektedir.

İstanbul’u feth etmekle dünyâ târihinde yeni bir çağ açan Fâtih Sultan Mehmed Han, derhal İstanbul’un îmârına başladı. Ayasofya’yı kiliseden câmiye çevirip ilk Cuma namazını kıldı. Sahâbe-i kirâmdan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) kabri üzerine türbe ve yanına Eyyûb Sultan Câmiini yaptırdı. Daha sonra Mîmar Atik Sinan ile Mîmâr Ayas’a da Fâtih Câmiini ve külliyesini inşâ ettirdi. Fâtih külliyesinde; kütüphâne, 16 medrese, îmâret, kervansaray, tabhâne, dârüşşifâ ve hamam bulunuyordu. Yedikule Câmii, Kireç İskelesi Câmii, Şehremini Câmii ve Rumeli Hisarı, Eski Saray (Bugünkü Üniversite merkez binâsının yeri), Topkapı Sarayı, üstü kubbe ve kemerle örtülü olan Kapalı Çarşı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yaptırılan mîmârî eserlerden bâzılarıdır. Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında birçok kütüphâne, medrese, îmâret, hamam, çarşı ve kervansaray gibi mîmârî eserler de yaptırıldı. Edirne, Bursa, Amasya, Trabzon ve diğer merkezlerde de mîmârî eserler meydana getirildi.

Bu devirde câmiler ve çeşitli hayır binâları şeklinde gelişen mîmârî eserler, şehirlerin merkezî ve hâkim noktalarına yapıldı. Bu eserlerde zarîf, sâde, fakat süzülmüş bir zevk mahsûlü olan çini, mermer, tahta veya sıva üzerinde nakış gibi tezyînât ile bedîî değerlerin bir bütün olarak düşünüldüğü görülür. Selâtin Câmii tâbir edilen ve pâdişâhlar tarafından yaptırılan câmilerde bu bütünlük daha iyi göze çarpar.

Sultan İkinci Bâyezid Han zamânında yetişen Mîmâr Hayreddîn ise, Edirne ve İstanbul’da Bâyezid Külliyelerini yaptı. Edirne’nin büyük câmilerinden olan İkinci Bâyezid Câmiinin yedi bölümden meydana gelen külliyesindeki Dârüşşifâda akıl hastaları; su sesi, psikolojik telkin, meşgûliyet ve ilâçla tedâvi edilirdi. Sultan ikinci Bâyezid Han zamânında Bursa’da, İstanbul’daki Fâtih Câmiinin küçük bir benzeri olan Emîr Sultan ve Üftâde Câmilerine benzer câmiler yaptırıldı. Amasya’daki Sultan Bâyezid Câmiinin kapısı, mihrâbı ve minberi üzerindeki yazıların sanat değeri çok kıymetlidir. Külliye hâlinde yaptırılan câminin etrâfında, kütüphâne, bedesten, medrese, dârülkurrâ, imârethâne, fırın gibi sosyal tesisler yer almaktaydı.

Yavuz Sultan Selim Han devrinde yetişen ve Acem Ali diye bilinen Mîmar Alâeddîn Ali Bey tek kubbesiyle İstanbul’daki Sultan Selim Câmiini yaparak Osmanlı mîmârîsine bir azamet ve vekar getirdi. Sekiz senelik kısa bir saltanat dönemi olan Yavuz Sultan Selim Han, doğu seferleriyle meşgûl olmasına rağmen îmâr faaliyetlerinde de bulundu.

İstanbul’un fethinden, Mîmar Sinan’ın mîmarbaşı olarak vazife aldığı 1535 yılına kadar uzanan dönem, Osmanlı mîmârîsinin gelişme dönemidir. Bu dönemde câmilerden başka; medrese, hamam, ticârî yapı, türbe, saray, kale ve köprüler yeni üslûblarla inşâ edildi. Kurulan külliyelerle şehircilik alanında yeni görüşler ve değerler ortaya kondu.

Bu dönemde merkezî kubbeli câmilerin yanında, tabhâneli (misâfirhâneli) câmiler, tabhâneli câmi özelliği gösteren câmiler, tek kubbeli, çok kubbeli ve çatı örtülü câmiler inşâ edildi.

İstanbul’un fethinden Mîmar Sinân dönemine kadar inşâ edilen medreseler, plhan kuruluşları ile daha öncekilerin tekrârıdırlar. Yaygın olarak inşâ edilen geniş U plânlı üç kanatlı medreseler ve avluları ile dikdörtgen bir plân kuruluşu gösteren medreseler de umûmî olarak, kesme taş duvarlarla inşâ edilmişlerdir.

Bu dönemde, İstanbul’da Fâtih Câmiinin dış avlusunu doğudan ve batıdan çevreleyen Semâniye Medreseleri dörder yapı olarak aynı eksen üzerinde sıralanmışlar, revaklı avluları ile dikdörtgen plânlı yapılar olarak inşâ edilmişlerdir.

İstanbul’un fethinden Mîmar Sinan’a kadar gelen dönemde inşâ edilen şehir hanları ve bedestenlerde de daha önceki mîmârî özelliklere yer verilmiştir. İki katlı, kare veya dikdörtgen plânlı, revaklı avlulu şehir hanları ve dışta dükkânlı bedestenler aynı esaslarla ancak belirli bir gelişmeyle inşâ edilmişlerdir. Şehir hanlarının üst kat revakları kubbelidir. Avlu ortasında ayaklar ve kemerler üzerinde yükselen, altında, şadırvan bulunan mescit yer almıştır. Ahırların bulunduğu ikinci bir avlu da mevcuttur.

Bu dönemde inşâ edilen türbelerse, sekizgen plânlı olup, altta düz atkılı, üstte hafif sivri kemerli pencereleriyle dikkat çekerler.

Ayrı bölümler hâlinde incelenen tabhâneler, imâretler, dârüşşifâlar ve kervansaraylar, külliyelere bağlı yapılar olarak belirli plân kuruluşlarıyla inşâ edilmişlerdir. Birçok külliyede bu yapılara mektepler de ilâve edilmiştir. Mahalle mescitleri, dârülhadîs, dârülkurrâ yapıları ve tekkeler de bu dönemde inşâ edilen yapılardır. Köprüler ve kaleler kendi mîmârî özelliklerini korumuşlar; saraylarsa, belirli bir geleneğe bağlı olarak inşâ edilmişlerdir. Çeşme ve sebiller de cadde, sokak ve meydanlara yerleştirilmiştir.

Bu dönemde meydana getirilen eserler, renkli sır tekniği ve sır altına boyama tekniğindeki çinilerle süslenmiştir. Ağaç işleme sanatı gelişmesini sürdürmüş, oyma süslemeli sedef, bağa ve fildişi kakma yüzeylerle yeni görünüşler gelmiştir.

Osmanlı Devletinin, sınırlarının en geniş hudutlara dayandığı, maddî ve mânevî bütün sâhalarda zirveye ulaştığı Kânûnî Sultan Süleymân Hanın, 1535’ten sonraki döneminde, medeniyet âlemine kazandırdığı eserlerle Müslüman-Türkün dehâsını ortaya koyan büyük dâhi Mîmar Sinan yetişmiştir. Mîmar Sinan kendisinden önce gelişen Osmanlı mîmârisini erişebileceği en son noktaya çıkarttı.

Devletin sınırlarının uzandığı her yerde; Kırım, Macaristan, Budin, Yunanistan, Tırhala, Bulgaristan, Sofya, Şam ve Halep’te, Mekke-i mükerreme ile Mescid-i Haram’da pekçok kıymetli eserler ortaya koydu. Câmiler, mescitler, medreseler, türbeler, su yolları, kemerler, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaray ve saraylar inşâ etti.

Mîmar Sinan vücûda getirdiği eserlerinin çoğunu pâdişâhlar, vezîrler, paşalar, ilmiye mensupları ve hanım sultanların sipârişi üzerine yaptı. Kânûnî Sultan Süleymân, oğlu Şehzâde Mehmed’in genç yaşta vefât etmesi üzerine, çıraklık dönemi eseri olarak bilinen Şehzâde Câmii ve külliyesini yaptırdı. Mîmar Sinan, Kânûnî Sultan Süleymân’ın sipârişiyle kalfalık eseri olarak Süleymâniye Câmii ve 18 ayrı binâdan meydana gelen Süleymâniye külliyesini, Mekke-i mükerremede medrese, Şam’da câmi ve imâret, Çorlu’da medrese ve imâret, Kefe’de hamam inşâ etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân’ın zevcesi Haseki Hurrem Sultanın sipârişiyle bugünkü Haseki külliyesini yaptı. Bu külliyede; câmi, medrese, imâret, dârüşşifâ, mektep ve şadırvan yer almıştır.

Sultan İkinci Selim Hanın isteği üzerine ustalık dönemi eseri olan Edirne Selimiye Câmiini ve külliyesini yaptı. Mîmarlık târihinin en muhteşem eserlerinden biri olanEdirne Selimiye Câmiinden başka, Konya’nın Karapınar kazâsında bir câmi ve hamam, Topkapı Sarayındaki mutfak ve kiler mahzenlerini, Sultan İkinci Selim Hanın Ayasofya hazîresindeki türbesini de Mîmar Sinan yaptı.

Sultan Üçüncü Murâd Hanın pâdişâhlığının ilk on yılında da başmîmar olarak vazîfe gören Mîmar Sinan, Padişâhın emriyle Manisa’da bir külliye inşâ etti. Murâdiye Câmiinin plânını çizdi, fakat yaşı bir hayli ilerlediğinden yerine hassa mîmarlarından Mahmûd Ağayı gönderdi. İnşâatı bu zât başlattıysa da, vefâtı üzerine yerine tâyin edilen Mehmed adlı başka bir mîmar tarafından tamamlandı. (Bkz. Mîmar Sinan)

On yedinci asır başlarından îtibâren, klâsik Osmanlı mîmârîsi, Mîmar Sinan mektebinden ayrılmaya başladı. Bu farklılıklar Sultanahmed Câmiinde kendisini gösterdi. On sekizinci yüzyılda ise, Mîmar Sinan tarzındaki sâdelikten uzaklaşıp, Selçuk ve İran mîmârîlerinde olduğu gibi, devrin zevkine göre gül, lâle, kâse içinde yemişler yapılmak sûretiyle süslü bir şekle yer verildi. Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyûn karşısındaki Sultan Üçüncü Ahmed Çeşmesi ve sebili ile Azapkapı ve Bereketzâde çeşmeleri, Tophâne’de ve Üsküdar İskele Meydanındaki çeşmeler bu asırdaki yeni tarz Osmanlı mîmârisinin önde gelen eserleridir.

On sekizinci asırda başlayan garblılaşma hareketleri netîcesinde Osmanlı mîmârisinde de garba yöneliş başgösterdi. Bu asır ortalarından îtibâren Avrupa’daki Barok mîmârisine âit eserler, Osmanlı mîmârisinde de görülmeye başladı. Fakat Osmanlı mîmârları tamâmen Avrupalıları taklit etmeyip millî bünyeden de ilâveler yaptılar.

Barok mîmârî tarzına göre yapılan ve 1756’da açılan Nûru Osmâniye Câmii, 1763’te Sultan Üçüncü Mustafa Han tarafından inşâ ettirilen Lâleli Câmii, Üsküdar’daki Ayazma Câmii, Sultan Birinci Abdülhamîd Han tarafından yaptırılan Beylerbeyi Câmii bu yeni uslûbun özelliğini taşır. Evvelce Birinci Abdülhamîd imâretinin köşesinde iken, oraya Vakıf Hanının yapılması üzerine Soğukçeşme’de Gülhâne Parkı kapısının karşısına yapılmış olan sebil ve çeşme, Aydın’daki Cihanoğlu, Yozgat’daki Çapanoğlu Câmii ile Gülşehir Kara Vezir Câmii de Barok usûlünde yapılan eserlerdendir.

On dokuzuncu yüzyılın başında Sultan Üçüncü Selim Han tarafından Nizâm-ı Cedîd askeri için Üsküdar’da Selimiye Kışlası ve Câmii yaptırıldı. Selimiye’nin önemi en başta subay lojmanlarından meydana gelen bir sitesi, hamamı, dükkanları, sıbyan mektebi, kütüphânesi ve matbaasıyla birlikte yapılmış olmasındadır. Bu yüzyılda dînî yapıların yanında, askerî ve sivil yapılarda da önemli bir artış kaydedilmiştir. Kışlalar, hastahâneler, saraylar ve zarîf köşkler inşâ edilmiştir. Sultan Üçüncü Selim’in kız kardeşi HadîceSultanın Defterdârburnu’nda inşâ ettirdiği saray, on dokuzuncu yüzyıl başında meydana getirilen eserlerdendir.

On dokuzuncu yüzyılda; Gümüşsuyu Kışlası ve Silâhhânesi, Mecidiye Kışlası (Taşkışla), Taksim Topçu Nümûne Alayı Kışlası; köy ve mahallelerde sıbyan (ibtidâî); kasabalarda, rüşdiye; büyük kasabalarda idâdî; vilâyet merkezlerinde sultânî mektepleri ve dârülfünûnla harbiye veya kuleli gibi askerî okullar yapıldı. Sultan Abdülhamîd Hanın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan 1843’te Yenibahçe’de Bezm-i Âlem Gurâbâ-i Müslimîn Hastahânesini yaptırdı.

1843’te Yıldız Parkı girişinde Mecidiye Câmii, 1853’te Dolmabahçe Câmii, aynı yıl Ortaköy Câmii, 1870’de Pertevniyal Vâlide Sultan Câmii yapıldı. Eskiye nisbetle daha küçük plânda yapılan câmilerde tek kubbeli ve kare plânlı ibâdet yerinin yanında, Cumâ selâmlığı ve bunun gerektirdiği kalabalık maiyyet için hünkâr mahfeli ayrı bir bölüm olarak ilâve edildi.

On dokuzuncu yüzyılda yapılan saraylar, Osmanlı mîmârisinin son yapılarıdır. Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Cemile ve Münîre Sultan sarayları, Göksu Kasrı, Beylerbeyi Sarayı, Çırağan Sarayı, Kalender Kasrı gibi sarayların büyük kısmı Boğaziçi kıyılarında inşâ edilmiştir. Ihlamur köşkleri, Çağlayan (Kâğıthâne) Kasrı, Alemdağ Köşkü gibi yapılar ise, sayfiye ve mesîre yerlerinde yazlık olarak yapılmıştır.

Osmanlı Devletinin son yıllarında tamâmen Avrupaî tarzı benimseyen Osmanlı mîmârisinde bâzı resmî devlet binâları vücûda getirildi. Haydar Paşa Garı ve İstanbul’daki Büyük Postahâne bu dönemde inşâ edildi. Bu asırda ortaya çıkan betonarme inşâ tarzı mîmarlıkta yeni bir çığır açtı. Bu sebeple fazla katlı binâlar yapılmaya başlandı.

Böylece kendinden önceki İslâm ve Türk mîmârisini sentez yaparak gelişen, kendine has uslûb ve plânlar ortaya koyarak zirveye ulaşan Osmanlı mîmârisi, on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda Avrupa mîmârisinin tesirinde kalarak, kendi uslûbundan uzaklaşmış, tamâmen Avrupaîleşerek Osmanlı Devletinin yıkılışıyla son bulmuştur.

Hind mîmârisi: Çeşitli din ve ırkların yerleştiği Hindistan için genel bir mîmâri tarzından bahsetmek çok güçtür. Bununla berâber iki husûsiyet yaygın olarak görülmektedir. Birincisi, ahşap mîmârinin kuvvetli tesiridir. Öyle ki, taş malzeme bile kullanılsa ahşap mîmâri tarzı tatbik edilir. İkincisi, mâbedlerin çok süslü yapılmasıdır. Hem kerpiç, hem de tuğlanın kullanıldığı Hindistan’da yontma taştan yapılan duvarlar harçsız inşâ edilir, taşlar birbirine iyice intibak ettirilirdi. Hind mîmârisinde sütunların yük taşıma vazîfesi yoktur. Gelenek olarak yapılırlar. Hind mîmârisinin tesirlerine, bütünGüneydoğu Asya’da rastlanmaktadır.

Çin ve Japon mîmârisi: Çin ve Japonya’da kullanılan başlıca inşâat malzemesi ahşaptır. Başka malzeme kullanımı çok az olduğu için, on altıncı asrın başlarına kadar Çin ve Japon mîmârisinde fazlaca bir değişiklik görülmez. Ahşap mîmâride çok ileri gidilen Çin ve Japonya’da duvarların inşâ tarzı da dikkat çekicidir. Daha ziyâde tuğla ile inşâ edilen duvarlar çift yapılmıştır. Bu çift duvarlar iç bölmelerle birbirine bağlıdır. Çin’de bu usul, on sekizinci asrın sonlarında terk edilmiştir.

Çin’de bugüne ulaşan en mühim mîmâri eser Çin Seddi’dir. Türk ve Moğol akınlarını önlemek maksadıyle yapılan bu sed M.Ö. 3. asırda inşâ edilmiştir. 5000 km uzunluğunda 5-10 metre yüksekliğindedir.

Günümüzde mîmârlık: Geçen asırda ortaya çıkan betonarme inşâ tarzı mîmârlıkta yeni bir çığır açtı. Bu yolla yüzden fazla katlı binâlar yapılabildi. Hem teknik, imkânların hem de sanâyinin bu derece gelişmesiyle şehirleşme hızının büyük ölçüde artması, içinde birçok âilenin barındığı apartmanların yapımına yol açtı.

Günümüzde mîmârlığın diğer bir husûsiyeti de el işçiliğinin azalması ve fabrikasyon malzemesinin gittikçe daha fazla kullanılmasıdır. Hattâ, bütünüyle prefabrik evlerin yapılışı bununla ilgilidir.

Son asırda batıda çeşitli mîmârî akımlar doğdu. Bunlardan, günümüz mîmârlığı üzerinde en tesirli olanlardan birisi, Fransız Le Corbusier’in (1887-1965) öncülük ettiği cereyandır. Le Corbusier, yapının güzelliğinin görevini eksiksiz yapmasında olduğunu savundu ve bu görüşü doğrultusunda çeşitli eserler verdi. Le Corbusier, yurdumuza da gelmiş ve İzmir için şehir plânı hazırlamıştır.

Amerikalı Frank Lloyd Wright (1869-1959) ise, bir yapının, çevresiyle uyum sağlamasını ön plâna aldı. Arsada bulunan bir su akıntısını olduğu gibi muhâfaza eden Wright, yapıyı bu suyun ve kayaların etrâfına yerleştirdi.

Günümüz mîmârlığında binâların içinde hava şartlarının en uygun şekilde sağlanması yolunda büyük ilerlemeler kaydedildi. Bu maksatla kurulan merkezî sistemler otomatik şekilde kontrol edilerek, sıcaklık, basınç ve nem gibi değerler istenen seviyeler arasında tutulmaya başlandı.

MİMOZA (Mimosa pudica)

Alm. Mimose (f.), Fr. Mimosa (m). İng. Mimosa. Familyası: Baklagiller (Leguminosae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Tabiî olarak yetişmez. Süs bitkisi olarak yetiştirilir.

Tropik bölgelerde yetişen güzel kokulu, sarımsı beyaz renkli çiçekler açan bir yıllık otsu bitkiler. Yaprakları parçalıdır. Uyartılar karşısında nastik hareketlerde bulunur. Yaprakçıklarını katlar ve yapraklar sarkar. Bir müddet sonra eski durumunu alır. Bundan dolayı küstüm otu da denilmektedir.

Kullanıldığı yerler: Süs bitkisi olarak yetiştirilir.