MİDHAT CEMAL KUNTAY
Son devir Türk şâir ve yazarlarından. 1885’te İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini Aksaray’da Mekteb-i Osmanî Rüşdiyesinde, orta öğrenimini Vefâ İdâdisinde tamamladı. Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra, aynı fakültede İdâre Hukuku Öğretim Yardımcılığı yaptı. Daha sonra Adâlet Bakanlığı Özel Kalem Müdür Yardımcılığında, Birinci Hukuk Mahkemesi Üyeliğinde bulundu. Uzun süre de noterlik yaptı. Beyoğlu 4. Noteri oldu. 30 Mart 1956 târihinde İstanbul’da öldü.
Midhat Cemal Kuntay, edebiyat sevgisini daha çocukken annesinin okuduğu Nâmık Kemâl’in Cezmi romanından almıştır. 1908’den sonra yurt sevgisi konularını işleyen epik şiirleriyle tanınmıştır. Mehmed Âkif ile yazdığı “Acem Şahı” manzumesi ve “Elhamra” adlı şiiri, Resimli Kitap’ta yayınlandı. Şiirlerinde hep aruz veznini kullandı. Güneş ve Çınaraltı dergilerinde yazıları ve şiirleri çıktı. Tiyatro dalında da eser veren Midhat Cemal, bu eserlerinde millî konuları işledi. Eserlerinde sâde bir dil kullandı. Midhat Cemal hiçbir edebî topluluğa katılmadı. Tek romanı Üç İstanbul’dur. Sultan İkinci Abdülhamîd’i, Meşrutiyet ve mütâreke yıllarının İstanbul’unu ve insanlarını konu alır.
Edebiyat târihinin Nâmık Kemâl ve Mehmed Âkif Ersoy gibi önemli kişilerini konu alan monografileri, titiz ve uzun çalışmalar sonucu düzenlediği birer belgeler kitabı niteliğindedir.
Eserleri: Türkün Şehnamesinden (şiir, 1945). Bu eseri Kültür Bakanlığının “1000 Temel Eser” serisinden olup Prof. Dr. Fârûk K.Timurtaş’ın gayreti ile ikinci defa basıldı); Kemal (piyes, 1912); Yirmisekiz Kanunuevvel (piyes, 1918 Çanakkale Savaşındaki kahramanlıkları dile getirir) Üç İstanbul (roman, 1938); Mehmed Âkif (monografi, 1939); Nâmık Kemâl (monografi, I. cilt 1944; II. cilt 1956); Sarıklı İhtilâlci Ali Suavi (1946); Ayrıca okullar için yazdığı Hitabet Dersleri (1914) ve Edebiyat Defteri (1915) adlı eserleri de vardır. Maupassanta ve Anatole France gibi Fransız yazarlarından da çeşitli tercümeleri vardır. Alman hukuk bilginlerinden Yering’in Hukuk için Mücadele adlı eserini Türkçeye çevirmiştir.
YURT DUYGULARI
Düşmez yere hâşâ o, bizim bayrağımızdır,
Bir fecr olarak doğmadadır hep dağımızdan.
Ay yıldız o mâzîdeki bir süstür, emin ol,
Âtide güneşler doğacak bayrağımızdan.
Altında yatarken de bizimdir yerin üstü,
Bir kal’a olur toprağımız vecde gelir de,
Dağlar, kayalar göğsümüz üstünde tepinse,
Düşmanları biz râm ederiz kan kesilir de.
Deryâları kan, taşları bitmez kemik olsa,
Bir son nefesin aynı olup, bitse nesîmi,
Ölmez bu vatan, farz-ı muhâl, ölse de hattâ
Çekmez kürenin sırtı o tâbût-ı cesîmi.
Türkiye’de körlere yönelik sosyal hizmetlerin teşkilâtlanmasında ve eğitim kurumlarının açılmasında önderlik eden eğitimci, yazar. 1909 senesinde Gaziantep’te doğdu. İlköğrenimini memleketinde gördü. 1929 senesinde İstanbul Erkek Lisesinden mezun oldu ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Birinci ders yılı sonunda imtihanlara hazırlanırken tutulduğu göz hastalığı sebebiyle öğrenime ara verdi. Üç yıl müddetle İstanbul ve Viyana’da tedâvi çâresi aradı. Tedâviden netice alamayınca Viyana Yüksek Pedagoji Enstitüsünde özel eğitim tahsiline başladı. Özürlü çocukların eğitimi sahasında öğrenim gördü.
1936’da bir bursla ABD’ye giderek bir yıl Harvard Üniversitesi Eğitim Fakültesinde, daha sonra da New York’ta Columbia Üniversitesi Eğitim Fakültesinde tahsil gördü. 1938 de Özel eğitimde lisans, 1939 da ise yüksek lisans diplomasını aldı. Yurda döndükten sonra Ankara Gâzi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünde “Özel Eğitim Dersi” öğretmenliğine tâyin edildi. 1950’de Ankara Körler Okulunu, 1952’de Gâzi Eğitim Enstitüsünde Özel Eğitim bölümünü kurmakla vazifelendirildi. 1953’te Gâzi Eğitim Enstitüsünde Özel Eğitim Bölümünü kurarak bölüm başkanlığını üstlendi. 1956 yılına kadar Ankara Körler Okulu müdürlüğü ve kurduğu bölümün başkanlığı vazifelerini birlikte yürüttü.
1956-58 yılları arasında bir bursla ABD’de İllinoise Üniversitesinde doktora yaptı. Doktora çalışmasını neticelendirdikten sonra yurda döndü. Bir müddet Millî Eğitim Bakanlığı Tâlim ve Terbiye Kurulu üyeliğinde bulundu. 1968’de doçent olarak Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim bölümü Öğretim üyeliğine getirildi. 1973’te Ankara’da kurulan Körler Vakfının kurucu başkanlığını yaptı. 1979’da Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesindeki vazifesinden emekli olduktan sonra Yalova’ya yerleşti. Türk Eğitim Vakfı Eğitim Bilimi ödülünü kazandı.
Eğitim târihi ve eğitim bilimleriyle ilgili çeşitli eserler yazdı. Bu eserleri şunlardır: Amerika’da Eğitim ve Öğretim, Görme Özürlüleri, Üstün Beyin Gücü, Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, Üstün Beyin Gücü-Gelişim ve Eğitimleri, Eğitim Ruhbilimi, Ruh Sağlığı.
Tanzimat devri Osmanlı sadrâzamlarından. Rusçuklu Mehmed Eşref Efendinin oğlu olup, 1822’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmed Şefik olup, Midhat ismiyle meşhur oldu.
Husûsî hocalardan ders aldı. Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde vazifeye başladı (1834). Mustafa Reşîd, Âlî, Mütercim Rüşdî ve Sâdık Rifat paşaların toplantılarında Zâbit Kâtipliği yaptı. Paris, Londra, Viyana ve Belçika’ya gitti (1858). Avrupalıların Osmanlıları yıkmak için ürettikleri fikirlerin etkisinde kaldı. Yurda dönüşünde Meclis-i Vâlâ (Danıştay) Başkâtipliğine getirildi (1859). Daha sonra Niş (1861) ve Tuna (1864) vâliliklerine tâyin edildi. Tuna vilâyetinde yaptığı çalışmalarla Avrupalıların takdirini kazandı. Şurây-ı Devlet (Danıştay ve Yargıtay) Reisliğine getirildi (1868). Sadrâzamla anlaşamadığından Bağdat Vâliliği göreviyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı (1869). Sonra azledilerek Edirne Vâliliğine tâyin edildi (1872) ise de beş gün sonra 31 Temmuz 1872’de sadrâzam oldu.
Üç ay kadar sadrâzamlık yaptı. Bu esnâda rüşvet karşılığında Mısır Hidivi İsmâli Paşaya Avrupa’dan borç alabilme yetkisi tanıdı. Gerçeklerin aksine devlet bütçesinde gelir fazlalığı olduğunu iddiâ etti. Uygunsuz davranışları ve yalanlarının ortaya çıkması üzerine sadrâzamlıktan azledildi (19 Şubat 1873). Aynı yıl Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye Nâzırlığına getirildiyse de kendisini sadrâzamlıktan azleden pâdişâha karşı kin beslemeye başladı. Yeni Osmanlıların (Bkz. Jön Türkler) sadrâzam adayı oldu.
Midhat Paşa; Mütercim Rüşdî Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Müfsid İmâm (Hasan Hayrullah) işbirliği yaparak Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indirip Beşinci Murâd’ı tahta geçirdiler. Ancak Abdülazîz Hanın hunharca katledildiğini duyan Sultan Beşinci Murâd’ın aklî dengesi bozuldu. Doktorların verdiği rapor üzerine tahttan indirilip yerine Abdülhamîd Han geçti.
19 Aralık 1876’da ikinci defâ Sadrâzam olan Midhat Paşa başkanlığında toplanan Vükelâ Heyetince incelenen Kânûn-i Esâsî metni üzerinde bâzı değişiklikler yapıldı. Pâdişâhın karşı çıkmasına rağmen Midhat Paşa 113. maddeyi (pâdişah, devletin emniyetini bozan ve tehlikeye düşüren kişilerin hudut hâricine sürülmesi maddesini) eklettirdi. Pâdişâhın tasdikinden sonra Kânûn-i Esâsî ve Meşrûtiyet îlân edildi (23 Aralık 1876).
İngiliz hayrânı olan ve Meşrûtiyet hakkında köklü bir bilgisi bulunmayan Midhat Paşa, kendi husûsî danışmanı ve Nâfiâ (Bayındırlık) Müsteşârı Odyan Efendiyi İngiltere’ye göndererek, Meşrûtiyet rejiminin Avrupa devletlerince garanti altına alınması talebinde bulundu. Osmanlı Devletinin dâhilî idâresini yabancı devletlerin kefâleti altına sokmak için gayret etti. O sırada İstanbul’da toplanan Tersâne, Konferansına da aynı teklifi yaptı. Fakat kabûl ettiremedi.
Pâdişâh, Meşrûtiyetin îlânından sonra, bir sene beş ay kadar devlet idâresine karıştırılmadı. Abdülhamîd Hanın muhâlefetine rağmen Midhat Paşa ve arkadaşlarının basîretsizlikleri yüzünden 24 Nisan 1877’de Doksanüç Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus Harbine girildi. Midhat Paşa, medrese talebelerini kışkırtıp “Harp istiyoruz!” nümâyişleri yaptırdı. Sultan’ın penceresi dibinde bile “Harp!” diye bağırıldı.
“Âl-i Osmân” yerine “Âl-i Midhat”ın kurulabileceğini söyleyerek saltanata göz dikti. Hıristiyan ve Müslümanlardan “millet askeri” adıyla kendi emrinde yeni bir ordu teşkil etmeye kalkıştı. Bosna’da Türk bayrağında hilâlin yanına haç koydurarak, bu bayrakla bir tabur askere, İstanbul’da geçit resmi yaptırdı.
Kendisini nâdir gelen bir kahraman zanneden Midhat Paşa, Pâdişâha karşı kaba hareketlerde bulunarak herkesin nefretini kazandı. Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl gibi en yakın arkadaşlarını sürgüne göndererek Meşrûtiyet anlayışını açık bir şekilde ortaya koydu. 5 Şubat 1877’de sadâretten azledilerek Midhat Paşanın Kânûn-i Esâsî’ye koymakta ısrar ettiği 113. maddeye istinâden yurtdışına çıkarıldı.
Midhat Paşa, önce Brendizi, sonra Napoli, İspanya, Paris ve Londra’ya gitti. İngilizlerden çok iltifât gördü. Girit’te ikâmetine izin verildi. Sonra Suriye Vâliliğine tâyin edildi. Vâliliği zamânında kanlı Marûnî-Dürzî çatışmaları oldu. Devlet aleyhindeki faaliyetleri sebebiyle merkeze daha yakın olan Aydın Vâliliğine getirildi (1880).
Bu sırada, Abdülazîz Hanın katliyle ilgili olarak teşkil edilen mahkeme, soruşturmalarına devam ediyordu. Kendisini götürmek için heyet gönderildiğini haber alan Midhat Paşa, İzmir’deki Fransız konsolosluğuna sığındı. Vâlilikten azledildi. Abdülhamîd Hanın tehdîdi üzerine himâyesiz kalan Midhat Paşa, İstanbul’a getirilerek Yıldız Sarayı Çadır Köşkünde tutuklu olarak ifâdesi alındıktan sonra, Haziran 1881’de diğer zanlılarla birlikte muhâkeme edildi. Sultan Abdülazîz Hanın şehit edilmesinde rol oynadığı tesbit olunarak îdâma mahkum oldu. Buna, kabîne üyeleri, eski sadrâzamlar, müşir ve feriklerden teşekkül eden fevkalâde bir Temyîz Heyeti karar verdiyse de Pâdişâh azınlıkta kalanların reylerini tercih ederek îdâm hükmünü sürgüne çevirtti. İzzeddîn Vapuru ile Cidde üzerinden Tâif’e gönderildi. Midhat Paşa, üç yıl kadar burada yaşadı. İngilizler tarafından kaçırılacağını haber alanHicaz Vâlisi Osman Nuri Paşanın emriyle 8 Mayıs 1884 gecesi kaldığı odayı basan Berber İsmâil adındaki bir asker tarafından boğularak öldürüldü.
Cenâzesi Tâif Kalesi surları dışındaki kabristana defnedildi. 26 Haziran 1951’de kemikleri Tâif’ten İstanbul’a getirilerek Hürriyet-i Ebediye Tepesinde gömüldü.
Garp kültüründen ve İslâmî bilgilerden mahrum olan Midhat Paşa, zekî bir kimseydi. Ancak kendisinin de bâzı vesîlelerle îtirâf ettiği gibi iyi bir devlet adamı değildi.
Sorumluluktan çekinmeyen ve kibirli bir kişi olan Midhat Paşa, devlet sırlarını en olmadık kimselere söylemekten çekinmezdi. Siyâsî tecrübeden mahrûm olduğu gibi, memleketin kurtuluşu için tek çârenin Meşrûtiyet rejimi olduğuna inanmıştı. İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl İnal’ın tâbiriyle; “Önünü ardını gözetmez, yaptığı işi düşünmez!” bir adamdı.
Alm. Mytilene, Fr. Mytilène, İng. Mytilene. Ege Denizinde, Türk kıyıları önünde, Yunanistan’a âit bir ada. Yunanca ismi Lesbos’dur. Ada ile Anadolu arasında kuzeyde 8,5 km’lik Müsellim Kanalı ve doğuda 12 km’lik Midilli Boğazı vardır. Tepesi Köreke, tabanı Sağrı Burnu açıklarında olan batı ve güneydoğusunda büyük birer girinti olan üçgen şeklinde bir adadır. Midilli’nin diğer Ege adaları gibi çöküntü ve deniz yükselmesi sonucu, kaybolan kara parçasının yüksek kısımlarından meydana geldiği sanılmaktadır. Nüfusu 141.000, yüzölçümü 1696 km2dir.
Midilli Adasının çok eski devirlere dayanan bir geçmişi vardır. Karadeniz ve Kuzey Anadolu ile Anadolu’nun kuzeybatısını Akdeniz’e bağlayan yollar üzerinde bulunması ve birçok büyük medeniyetin kurulduğu Batı Anadolu’ya yakın olması adanın kısa sürede ilerlemesini sağladı. Trakya ve Batı Anadolu’da koloniler, sömürgeler kurdular. Bir ara rakip sitelere ayrılan Ada’ya daha sonra Mytilene Sitesi hâkim oldu. Adanın bundan sonraki târihi Batı Anadolu’nun bir parçası olarak cereyan etti. Persler’in kısa süreli hâkimiyetini Makedonyalı İskender’in işgâli ve Romalıların eline geçmesi tâkip etti.
Türklerin Anadolu’yu fethetmeleri ve Ege kıyılarına dayanmaları ve İzmir Emiri Çaka Beyin Ege Körfezini almasından sonra Midilli, 1051’de Selçuklu Türklerinin eline geçmiştir. Ancak Bizans Kayseri Aleksios Komnenos Çaka Beyin vefâtından sonra Ada’yı geri aldı. 1204 yılında başlayan Dördüncü Haçlı Seferi esnâsında İstanbul, Lâtinler tarafından ele geçirilince Venedikliler Midilli’yi işgâl ettiler. 1355’ten sonra yüz yıl kadar Gattilusi Sülâlesinin idâresinde kalan ada, 1453’te İstanbul’un fethedilmesiyle üç bin duka altın vergiye bağlanarak, Osmanlı tâbiyetine girdi. 1456’da Fâtih Sultan Mehmed Hanın emriyle Sadrâzam Mahmûd Paşa, Midilli’nin fethine memur edildi. Ancak halkın bağlılık belirtmeleri üzerine bundan vazgeçildi. Ada’da çıkan iç ayaklanmalar sonucu başa geçenlerin korsanlarla işbirliği yapmalarının Osmanlı siyâsetine zarar vermeye başlaması üzerine Mahmud Paşa tekrar Midilli’ye gitti. Yirmi yedi gün süren kuşatma sonucunda 7 Eylül 1463’te Ada ele geçirildi. Midilli’nin fethinden sonra korsanlar cezâlandırıldı. Fakat halka serbestlik tanındı. 1464’te Venediklilerin adayı alma gayretleri sonuçsuz kaldı.
1502’de Venedik ve Fransızlar Midilli’yi ele geçirdiler. Fakat Saruhan Vâlisi Korkut Çelebi ve Hersekoğlu Ahmed Paşa adayı geri aldılar. Bu târihten sonra Midilli, 16. asırda Türk denizcilerinin Akdeniz’e açılmak için kullandıkları bir deniz üssü ve Cezâir-i Bahri Sefid (Akdeniz Adaları) eyâletine bağlı bir sancak oldu. Oruç Reis, Barbaros gibi meşhur Türk denizcileri Midilli’yi merkez yaparak Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetini tesis ettiler. On yedinci yüzyılda Girit’in fethi esnâsında boşalan adaya saldıran Fransız ve Venedikliler püskürtüldüler. On dokuzuncu yüzyılın başlarında gelişen Yunan milliyetçilik hareketleri adaya sıçramadı. 1830’da Yunan Devletinin kurulmasından sonra da Midilli’nin Osmanlı Devletine bağlılığı devâm etti. Yirminci yüzyılın başlarında Avrupa devletlerinin baskılarına uğrayan ada, Trablusgarb Harbinde İtalyanların işgâline uğradıysa da antlaşmayla Osmanlı Devletine bırakıldı.
Balkan Harbinden sonra imzâlanan 13 Şubat 1914 târihli Londra Antlaşmasıyla Yunanistan idâresine verilen Midilli Adası, Birinci Dünyâ ve İstiklâl Harbinden sonra 24 Temmuz 1923 târihli Lozan Antlaşmasıyla da, askerî üsler ve askerden tecrid edilmek şartıyla aynı devlete bırakılmıştır. İkinci Dünyâ Harbinde Mihver devletlerince (Almanya-İtalya) işgal edilen Midilli Adası, bugün Yunanistan’ın idâresindedir.
Midilli Adası yeryüzü şekilleri ve iklim bakımından da Anadolu’nun bir parçasıdır. Kıyıdan hemen içeride başlayan yükseltiler ortalama 500 m civârındadır. En yüksek nokta güneydeki Aya İlya (940 m) Tepesidir. Akdeniz ikliminin görüldüğü adanın genel bitki örtüsü makidir. Yer yer küçük korular ve yüksekçe yerlerde yabâni zeytin ağaçları da görülür. Adanın doğusundaki Yero ve batısındaki Kalonya körfezleri korunaklı birer limandır. Adanın geniş bir kıta sahanlığı vardır.
Halk daha çok balıkçılıkla uğraşır. Ovaların çok az olması yüzünden zirâat gelişmemişse de bağcılık, meyvecilik ve özellikle zeytin tarımı yapılmaktadır. Adada ırmak ve göl yoktur. İç ulaşım iyi vasıflı olmayan karayolları ile sağlanır.
Midilli, Bozbaba ve birkaç küçük ada ile birlikte il seviyesinde bir idâre bölümü meydana getirir. Ada, Yunan hükûmetince tâyin edilen bir vâli tarafından yönetilir.
Alm. Muschel (f), Fr. Moule (f), İng. Mussel. Familyası: Midyegiller (Mytilidae). Yaşadığı yerler: Çoğu denizlerde, azı tatlı sularda koloni hâlinde yaşarlar. Özellikleri: Vücudu kireçli maddeden yapılmış iki eşit kabukla örtülüdür. Çoğu zemin hayvanıdır. Solungaç solunumu yaparlar. 4mm ile 60 cm arasında boyları vardır. Yumurta ile ürerler. Ömrü: Deniz midyeleri 12-14 yıl, dere midyesi 20-30 yıl kadar yaşar. Çeşitleri: Yaşayan 11.000 türü bilinmektedir.
Midyeler kabukları sâyesinde kolayca tanınabilen, çoğu denizlerde kayalara, rıhtım direklerine, gemi diplerine yapışık olarak yaşayan yumuşakçaların, yassı solungaçlılar takımındandır. Salyangozların tek parçadan meydana gelen kabuğu yerine, bunlarınki iki parçadan ibârettir. Bu iki kabuk birbirlerinin tamâmen aynıdır.
Midye bu iki sert kabuğun arasında yaşar. Ayrıca “manto” denilen yumuşak bir zarla da kaplıdır. Üç tabakadan meydana gelen kabuklar mantonun salgısıdır. Dış kabuklarını, bir parçadan diğerine çapraz olarak uzanan bir çift kas aracılığıyla sıkı bir şekilde yapışık olarak tutar. Kabukların açılıp kapanması midyenin isteğine göre yine bu kaslarla olur. Canlı midyelerin kabukları kapalı olmasına rağmen ölü olanlarda kaslar konsantrasyonlarını kaybettiklerinden ligament sâyesinde açılır.
Midyelerin başları yoktur. Fakat kaslardan yapılı bir çeşit ayağı vardır. Bundan dolayı bunlara “balta ayaklılar” da denir. Yine kabukları arasında yassı levha biçiminde iki çift solungaçları bulunur. Solungaçlarda mevcut küçük kirpiklerin devamlı olarak kıpırdanmalarıyla kabuğun üzerindeki delikten içeri giren su, bütün vücudu dolaştıktan sonra alttaki delikten dışarı atılır. Besinlerini de solungaç kirpiklerinin meydana getirdiği su akımıyla sürüklenen en mini besi parçacıklarından sağlarlar. Böylece midye denizdeki küçük hayvancıklarla beslenmiş olur. Midyenin ağzı, üzeri kirpikli dört adet ağız kollarının uzantıları arasındadır. Ağız boşluğunda, çeneler, tükürük bezleri ve çiğnemeye yarayan yapılar bulunmaz. Sindirim sistemi küçük bir mîde ile kısa bir barsaktan ibârettir. Dâima perikart boşluğu içinde bulunan kalp, bir karıncıkla iki kulakçıktan müteşekkildir. Kan solungaçlar arasından geçerken temizlenir.
Midyenin etli yumuşak ayağı baltaya benzer. Bu ayağın salgıladığı bir madde su temâsında katılaşarak “bisüs” denilen uzantıları meydana getirir. Bu uzantılarla midye, arzu ettiği yere gider ve yapışır. İstedikleri zaman iplikleri kopararak yer değiştirirler. Balta ayaklarıyla sıçrayabilenleri de vardır. Tarak midyeleriyse, manto boşluğuna aldıkları suyu tazyikle iterek yüzebilirler. Bir kısmı, suyun giriş ve çıkış deliklerini dışarıda bırakarak kendilerini kum ve çamura gömerler.
Midyelerin çok az bir kısmında göz bulunur. Mevcut olanlarda gözler diğer hayvanlarda olduğu gibi vücudun ön ucunda değil, manto kenarı boyunca bir sıra hâlinde bulunur.
Midyelerin çoğu ayrı eşeyli, az bir kısmı ise hem erkeklik hem de dişilik özelliğine (hermofrodit) sahiptir. Yumurta ile çoğalırlar. Bir dişi midye, bilhassa yaz aylarında 450.000 kadar yumurta bırakır. Döllenme suda olur. Yumurtalar, genellikle dişinin manto boşluğunda su ile giren spermler tarafından döllenir. Yumurtadan çıkan 1/2 mm uzunluğundaki serbest yüzen kirpikli veliger larvaları ana midyenin solungaçlarına yapışarak yaşarlar. Bir müddet sonra anadan ayrılarak çengelleriyle kendilerini bir balığın solungaç veya yüzgeçlerine tesbit ederler. Buradaki parazitlikleri sonunda kabukları meydana gelerek genç midyeler hâlinde balığı terk ederler. Bu başkalaşma beş yıl sürer.
Midyenin hâlen yaşayan 11.000 türü vardır. En küçükleri 4 mm, en büyükleri 60 cm uzunluktadır. Denizlerde yaşayanların kabukları siyahımsı renkte ve üçgenimsi biçimlidir. Tatlı su midyeleri yuvarlaktır. Uzunlukları 10-12 cm kadardır. Çoğunlukla yeşilimsi kabukludur. Deniz midyelerinin ömrü 12-14 yıldır. Dere midyeleri 20-30 yıl, tatlı su inci midyeleriyse 80-100 yıl kadar yaşarlar.
Midyeler umumiyetle beslenmeleri sebebiyle, küçük kurtçukların bol olduğu yerleri tercih ederler. Bu yerlerse denizlere lağım dökülen yerlerdir. Bu tip mikroplu sularda yaşayanlar, tifo mikrobunun kolayca bulaşmasını sağlarlar. Demir ve bakır bulunan yerleri de severler. Buralarda yaşayan midyeleri yiyen insanlar hemen zehirlenebilir. Ayrıca bazı zehirli yosun ve flagellatları yutmuş olan midye ve istiridye gibi yumuşakçaların yenmesiyle ortaya çıkan zehirlenmeler ciddi felçlere ve ölüme sebep olabilir. Midye, tarak ve istiridye gibi organizmalar suyu filtre ederken bu zehirli mikroorganizmaları besin olarak alırlar. Zamanla bu yumuşakçaları yiyen balıklarda kitlesel ölümler görülebilir. İnsanda ise belirtiler, zehirli midyenin yenmesinden birkaç dakika sonra başlar ve birkaç saatten birkaç güne kadar sürebilir.
Çift kamçılı fitoplanktonlardan “Gymnodinium breve”, “Dinophysis acuminata” ve “Camierdiscus toxicus” gibi mikroorganizmaları besin olarak bünyelerine alan midyeler şiddetli zehirlenmelere sebep olurlar. Başlangıç belirtileri, dudaklar, dil ve yutakta uyuşma, baş dönmesi ve bulantı şeklindedir. Daha sonra kusma, karında kramplar, ishal, aşırı duyarlılık, eklemlerde ağrı şekline dönüşür. Zehirlenen kimse, nefes alamadığından ve dolaşımın engellenmesinden ölebilir. Bu toksinden meydana gelen ölüm oranı, binde 5’ten daha azdır. İlk şoku atlatan kimsede iyileşme çok hızlı olmaktadır. Mîde barsak şikâyetleri çok çabuk yok olur, ancak nörolojik etkileri haftalar ve hattâ aylarca sürebilmektedir.
Hanefî mezhebi âlimleri buyurdular ki: Karada, suda yaşayan haşerâtı yemek helâl değildir. Meselâ kertenkele, kaplumbağa, yılan, kurbağa, sinek, akrep, midye, yengeç, vb. böyledir.
Alm. Migräne (f), Fr. Migraine (f), İng. Migraine. Bir çeşit baş ağrısı. Halk arasında yarım baş ağrısı olarak bilinen migren, insanları, binlerce seneden bu yana muzdarip etmiştir. Migrenin ilk tarifine 3000 yıl önce Cappadocialı Areatus’un el yazmalarında rastlanır. Zamanla ağrının tek taraflı oluşundan ötürü “heterocrania” denilmiş; aynı mânâda olan “hemicrania” daha çok tutulmuştur. Lâtinceye “hemigranea” ve “migranea” olarak geçmiş; eski İngilizcede “megrim”, “mygrame”, olarak kullanılmıştır. Fransızlar bu terimi “migraine” olarak almışlar ve zamanla bütün memleketlerde bu terim kullanılmağa başlanmıştır.
Migrenin tarifi şöyle yapılabilir: Zaman zaman ataklar yapan, başın genellikle bir tarafında zonklayıcı bir ağrıyla birlikte bulantı, kusma, karın ağrısı, ishal, görme bozuklukları, baş dönmesi bulunabilen bir ağrıdır.
Başın bir tarafını tutması kesin bir kâide değildir. Yarım başağrısı bütün migren vakalarının % 44’ünde görülür ve % 22 oranında bütün başı ağrıtır. Başın diğer bölgelerinin ağrıdığı da olur. Önemli olan eşlik eden belirtilerin bulunmasıdır.
Migren genç yaşlarda çok daha sık görülür. Bir ilâ otuz yaş arasında daha fazladır. Kadınları erkeklerden üç kat daha fazla tutar. Genetik bir geçiş tam olarak gösterilmemişse de, aile bireylerinin birinde migren olan bir şahsın hastalığa yakalanması daha muhtemeldir. Başağrıları arasında oldukça büyük oran teşkil eder. Primer başağrılarının % 40-50’si migrendir.
Migren başlıca iki tiptir: 1) Klasik migren, 2) Yaygın migren.
Klasik migrende, başağrısından önce “aura” safhası (başlangıç belirtileri) vardır. Şahıs bu belirtileri hissedince migren krizi geleceğini anlar. Bunlar genellikle görmeyle ilgilidir, nâdiren sinir sistemi belirtileri vardır. Gözlerinin önünde sinek uçuşu gibi siyah lekeler, parlak zigzag çizgiler, yanıp sönen ışık gibi parlaklıklar, küçük veya büyük görme, olmayan şeyleri görme, göz belirtilerinin ençok görülenleridir. Sinir sistemiyle ilgili belirtilerse, denge bozukluğu, baş dönmesi, baygınlık, aşırı koku alma, kol ve bacaklarda uyuşukluk bâzan yarı felçtir.
Yaygın migrende ise yukarıdaki öncü belirtiler bulunmaz. Baş ağrısına eşlik eden belirtiler her iki tipte de görülür. Bunlar sıklık sırasına göre: Bulantı, ışıktan rahatsız olma, baş dönmesine bağlı sersemleme, kafa derisinde hassasiyet, kusma, göz belirtileri, uyuşukluk, huzursuzluk, konuşma bozuklukları, iştahsızlık, göz yaşarması, aşırı terleme, burun akması, sık idrar etme, karında gerilme ve ishal.
Migren krizini kamçılayan bâzı faktörler vardır. Bunlar stres (sıkıntı), aşırı heyecanlar, uykusuzluk, açlık, ânî iklim değişikliği, bâzı görme-ses-koku uyaranları (meselâ televizyon seyretme, yanıp sönen ışıklar, aşırı gürültü, aşırı kokular), âdet zamanı, doğum kontrol hapları, aşırı yorgunluk, kafa travmaları, bâzı yiyecekler ve ilâçlar.
Yiyecekler arasında; alkollü içkiler (bira dahil), çikolata-kakao-kahve, peynirler, turunçgiller (portakal, mandalina, limon, greyfrut) ve bu tür meyve suları, fındık, fıstık sayılabilir.
Migren Tedâvisi
Migren tedâvisi üç bölümde incelenir.
1. Perhiz: Yukarıda sayılan yiyeceklerden mümkün olduğu kadar az yemelidir. Migren krizini ortaya çıkaran özel bir yiyecek varsa onu hiç yememelidir. Uyku problemleri varsa düzeltilmelidir. Ne az, ne çok uyumalı, orta kararda uyumalıdır. Aşırı yorgunluktan ve açlıktan kaçınmalıdır. Reserpin ve bazı antihipertansifler, nitrogliserin gibi bâzı damar genişleticiler, doğum kontrol hapları vb. migren yapıcı ilâçlar kesilmelidir. Sinirlenmemeye çalışmalı, işleri oluruna bırakmalıdır.
2. Migren krizinin tedâvisi: Migren krizinin tedâvisi oldukça kolaydır. Fakat önce ağrının migren olup olmadığı belli olmalıdır. Bunun için hastalar belirli bir doktorun kontrolü altına girmelidir. Migren başağrısının kriz esnâsındaki tedâvisi kolaydır. Genellikle şu ilâçlar kullanılır.
Ergotamine tartrate: Piyasada çeşitli isimlerde bulunmaktadır. Hasta, başının ağrıyacağını hissettiği an hemen bir adet yutmalıdır.
3. Koruyucu Tedâvi: Migrenli bir şahsı koruyucu tedâviye almak için bâzı şartlar vardır. Ayda ikiden fazla gelen, ergotamine veya diğer ilâçlara iyi cevap vermeyen, kritik görevde bulunan personeller koruyucu tedâviye alınmalıdır. Bunun için çeşitli ilâçlar vardır: Aspirin, metiserjit, klonidin vs.
Koruyucu tedâvi ilâçlarının yan tesirleri çok fazladır. Doktor kontrolu dışında kullanılmaları tehlikelidir. Bu yüzden başağrısı şikâyeti bulunan her şahıs, bir doktorun kontrolü altına girmelidir. Çünkü, bâzı tümör ve damar bozukluklarında da migrene benzer başağrıları olur. Genellikle migren başağrısı 40 yaşından sonra kendiliğinden iyileşme temâyülündedir.
Alm. Helm (m.), Fr. Casque (m), İng. Helmet. Başı, dış darbelerden koruyan mâdeni başlık. Miğfer, ateşli silahların yapımından evvel, muhârebede kılıç, mızrak, ok gibi harp âletlerinden korunmak için giyilirdi. Miğfer ve zırh bir bütünlük arz eder. Osmanlı miğferleri ince bakırdan ve çelikten yapılan iki cinstir. Miğfer tepesi sivri, fes biçiminde bir âlettir. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir, temrenin ucu bâzan sivri olup, bâzan da Allah ismi (Lâfza-i Celâl) ve bâzan da hilâlle nihâyetlenirdi. Eski miğferlerin üstünde âyet-i kerîmeler yazılı olanları da vardı.
Savunma âleti olan miğfer, bütün devirlerde ve bütün ülkelerde askerler tarafından kullanıldı. Önünde burnu muhâfazaya mahsus ve aşağı yukarı çıkabilecek sûrette bir levha ile bunun sağ ve solunda süs nevinden olmak üzere tuğ sokmaya mahsus bir yer vardı. Boyun ve kulakları korumak için de küçük zincir halkaları takılırdı. Ön taraftan iki uç kavuşturulup burun siperliği indirilince gözler ve yanaklardan pek az kısım görünürdü.
Miğfer, Birinci Dünyâ Savaşının ikinci yılından îtibaren tüfek mermisinin sekmesini, sağlamak ve top mermisinin parça etkisine karşı başı korumak üzere orduda yeniden kullanılmaya başlanıldı. Bugün kullanılanlar çelikten olup, tatbikât ve eğitimlerde askerin techizâtından bir parçadır. İtfâiyeciler, mâden işçileri, polis memurları, otomobil yarışçıları, motosiklet sürücüleri vs. gibi çeşitli meslekten olanlar, miğferin koruyucu faydasından dolayı kullanmaktadır. Bunların hemen hemen hepsi hafif olan fiberglas gibi maddelerden yapılmaktadır.
Osman Gâzi döneminde Hıristiyanken Müslümanlığı kabul ederek Osmanlıların hizmetine giren Mihal Bey (Köse Mihal)in soyundan gelen akıncı âilesi.
1313’te İslâmiyeti kabul eden Mihal Gâzi ilk devir Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynadı(Bkz. Köse Mihal). Köse Mihal’in oğulları Ali, Aziz ve Balta beyler âilenin ilk akıncı komutanlarındandı. Balta Beyin oğlu İlyas Bey Yıldırım Bâyezid devri fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdi. 1402 Ankara Savaşına katıldı. Azîz Beyin oğlu Gâzi Mihal de Rumeli fetihlerinde önemli rol oynadı. Bunun oğlu Mehmed Bey 1402 Ankara Savaşından sonra Osmanlı şehzâdelerinin saltanat mücâdelelerinde Mûsâ Çelebi’ye Beylerbeyi oldu. Ancak sonradan Çelebi Mehmed’i destekledi ve onun iktidârı ele geçirmesiyle de hizmetine girdi. Şeyh Bedreddîn isyânı sırasında iftiraya uğrayarak bir müddet Tokat’ta tutuklu kaldı.
Sultan İkinci Murâd’ın saltanatı sırasında, Evrenos, Turahan ve Gümlüoğlu gibi meşhur akıncı beyleri Rumeli’de hâkimiyetini îlân eden Mustafa Çelebi(Düzmece Mustafa) yanında yer aldılar. Bursa’ya kadar gelen bu kuvvetler Osmanlı Birliğini yeniden parçalayacak bir güce erişmişlerdi. Ancak tevkif edildiği hapisten çıkarılarak Bursa’ya getirilen Mihaloğlu Mehmed Bey, Ulubat Suyu kenarında Rumeli Beylerini birer birer adlarıyla çağırarak onların Mustafa Çelebi tarafından Murad tarafına geçmelerini temin eyledi.
İkinci Murâd Han 1422 yılında İstanbul’u muhâsara ettiği zaman bu defâ da kardeşi Şehzâde Mustafa isyân ederek İznik’i almıştı. Bunu haber alan Pâdişâh, Mihaloğlu Mehmed Beyi akıncılarıyla İznik’e gönderdi. Mehmed Bey, İznik’e girdiği sırada Mustafa Çelebi’nin kumandanı Tâceddîn oğlu Mahmûd Bey tarafından öldürüldü (1423). Ancak vaziyete hâkim olan Mihaloğlu’nun akıncıları isyanı önledikleri gibi beylerini öldüren Tâceddîn oğlu Mahmud’u da saklandığı yerde yakalatıp katlettiler.
Mehmed Beyin oğulları Yahşi ve Hızır beyler de akıncı kumandanlıklarında bulundular. Bunlardan Hızır Bey Plevne’de Yahşi Bey ise İhtiman’daki kuvvetlerin başındaydı. Hızır Beyin oğulları Bâli, Gâzi Ali, İskender ve Gâzi Fîrûz beyler Fâtih Sultan Mehmed devrinde önemli başarılar kazandılar. Mihaloğullarının en ünlü beyi sayılan Gâzi Ali Bey, 1462 Eflak Seferinde Voyvoda Üçüncü Vlad’ı(Kazıklı Voyvoda) Erdel’e (Transilvanya) kadar kovaladı. Bosna’ya akınlar düzenledi ve büyük ganîmetlerle döndü (1463-64). Mehmed Paşa ile birlikte Yanya kuşatmasına katıldı (1464). Semendre’deki bir çarpışmada ünlü Macar komutanı Scilgoyi’yi esir aldı. Yaptığı akınlarda düşmanlarına büyük bir korku ve dehşet veren Ali Bey, bölge halkına da o derece adâlet ve hoşgörülü davrandı. Bu durum daha sonra bölge halkının tamamının Osmanlı hâkimiyetine geçerek İslâmlaşmasında büyük rol oynadı.
Gâzi Ali Bey, daha sonra Fâtih tarafından İmparatorluğun doğu sınırını korumak ve Uzun Hasan kuvvetlerine karşı Tokat baskınına mübâdele olmak üzere, düşman arâzisini vurmağa ve haber almağa memur edildi. Otlukbeli Savaşına (1473) katıldı. Ertesi yıl kardeşleri Bâli ve İskender beylerle birlikte Macaristan, Venedik ve Arnavutluk üzerine akınlar düzenledi. 1478 Mayısında İşkodra’yı muhâsara eden Gâzi Ali Bey, kuşatmaya Rumeli Beylerbeyi Dâvûd Paşanın gelmesi üzerine Venedik’e akınlarda bulundu. İkinci Bâyezid Han döneminde Eflâk ve Boğdan’a akınlar düzenleyen Gâzi Ali Bey, 1492’de Alman İmparatoru Maksimilyan’ın kumandanlarından Rodolf dö Keves’in kendisinden kat kat üstün kuvvetlerine karşı giriştiği bir muhârebede şehit düştü.
Gâzi Ali Beyin oğullarından Mehmed Bey Çaldıran Savaşında öncü birliklerin komutanlığını yaptı. Hersek Sancakbeyliğinde bulundu. Kardeşi Hızır Bey de Segedin Sancakbeyiydi (1542). Akıncı Mihaloğulları soyu İhtimalı ve Plevneli olarak iki koldan günümüze kadar gelmiştir.
Alm. Maharadscha (m), Fr. Mahara (d) jah (m), İng. Maharajah. Eskiden İslâm dünyâsı dışındaki bâzı doğu milletlerinde devletleri idâre eden ve kralın da üstünde yetkisi olan devlet başkanlarına verilen isim. Bilhassa Hindistan’da bâzı hâllerde bu isim nezâket icâbı krallara ve yüksek makam sâhibi olanlara ve Hint toplumunun kutsal olarak kabullendikleri dîni liderlere de verilirdi. Kendisi bu makama sâhip veya mihraceyle evlenerek bu hakkı elde eden kadınlara ise mihrâcene (maharane) denilirdi.
Mihraceler, Racalar gibi Hindu inancına sahiptirler. Hindistan’ın en büyük yerli devleti bir mihracelik değil de, bir Müslüman devleti olan Haydarabat Nizamlığıdır. Hindistan’ın Müslüman hükümdârları “Nizâm”, “Man”, “Emir”, “Beylerbeyi”, “Bey-han” ve çoğunlukla da “Neuuâp” gibi isimlerle anılmıştır. Hiçbir zaman “mihrace” “raca” ünvanını almamıştır.
Hint mihraceleri, bilhassa orijinal mücevherlerle dolu büyük servetleriyle tanınır. Sefâlet içinde yaşayan Hintlilerin, mihracelerinin zenginliğine zenginlik katmakla âdetâ yarışmaları, bâtıl inançlarının en garip taraflarından birini teşkil eder.
Hindû mihracelerinin en büyükleri dâhil çoğunluğu, on bir ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında, Müslüman Türklerin kurduğu devletler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Geri kalanları ise, bölgenin İngilizler tarafından ele geçirilmesinden sonra hayatlarını idâme ettirmişler, hattâ kendilerine iç işlerinde bağımsız idâre hakkı bile tanınmıştır. Hindistan, 1947’de İngiliz idâresinden kurtulunca yeni hükümet mihracelerin haklarını geniş ölçüde kıstı. Bugünkü mihraceler, iç idarelerinde bağımsız olarak yaşamalarına izin verilen, oldukça küçük devletlerin hükümdârlarıdır.
Câmi, mescit ve namazgâhlarda, kıble yönünü gösteren ve imamın cemaat önünde durarak namaz kıldırmasına mahsus olan yer. Bunlar, câmilerde kıble tarafındaki duvara oyuk şeklinde yapılır. Yukarı tarafında bir kitâbe yazılıdır. Bu kitâbeler, Kur’ân-ı kerîm’den seçilmiş âyet-i kerîmelerin tamamı veya bir bölümüdür. Üstü açık olan namazgâhlarda bu mihrap yeri, dikili bir taşla gösterilir ve bunun üzerinde de aynı yazı bulunur.
İlk zamanlarda, kıble yönü renkli bir çizgi veya üzerinde belirli işâretler bulunan bir taşla gösterilirdi.
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke’deki evinin Suffasındaki kalın direklerden yapılmış olan mihrabının kıblesi Kudüs’tü (Bkz. Kıble). Medine’ye Hicretten sonra yapılan Mescid-i Seâdet (veya Mescid-i Nebî)in mihrâbı da yine Kudüs’e doğruydu. Kâbe’nin arkada kalması, Peygamber efendimizin kalbinde üzüntü uyandırmakta olduğundan, Hicretin ikinci yılında nâzil olan âyet-i kerîmede emredildiği üzere Müslümanların kıblesi, Kâbe’ye çevrilmiştir. (Bkz. Kâbe)
Mihrap, Kâbe’ye çevrilmiş olmak şartıyle, her İslâm diyârının mîmârîsine göre çeşitli şekiller almıştır. Selçuklulardan îtibâren câmi ve mescit planlarında mihrap, bâzan binâdan çıkıntı şeklinde veyâhut duvar içine girintili bir tarzda yapılmıştır. Osmanlılar devrinde, daha büyük boyutlu câmiler yapılınca, mihraplar da inceltilerek yükseltilmiştir.
Mihraplar, devirlerine göre yüksek bir şekil almış; taşları, istalaktitli girintileri, yan sütunları fevkalâde sanatkârâne sûrette çinilerle bezenmiş olduğu gibi, alçı kabartma süslemeli yâhut mermerden ve bâzan ahşap oyma süslemeli olarak yapılmıştır. Çinilerle süslü Bursa Yeşil Câminin ve Edirne Murâdiye Câmiinin mihrapları birer şahaserdir.
Kânûnî Sultan Süleymân’ın kızı. Annesi Hürrem Sultan olup, 1522 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Ömrünü zafer meydanlarında geçiren Kânûnî Sultan Süleymân’ın hayatta kalan tek kızı olan Mihrimah Sultanın yetiştirilmesine büyük bir îtinâ gösterildi. Babası tarafından çok sevilirdi. Diyarbekir Beylerbeyi Rüstem Paşa ile evlendirildi. Düğünleri 11-26 Kasım 1539’da kardeşleri, Bâyezid ve Cihângir’in sünnet düğünleriyle birlikte yapıldı. Bu evlilikten bir kızla üç erkek çocuğu olan Mihrimah Sultan, 1578’de vefât etti. Süleymâniye’deki türbesine defnedildi.
Dînine çok bağlı oluşu ile tanınan Mihrimâh Sultan, bütün servetini hayır işlerine tahsis etti. Mîmar Sinan’a kendi adıyla anılan İstanbul’da Edirnekapı Câmii ile Üsküdar’da İskele başındaki câmiyi yaptırdı. Edirnekapı’daki Mihrimah Câmii yanında çeşme, hamam, medreseyle Üsküdar’daki câmi civârında çeşme ve misâfirhâne bu hayırsever hanım Sultan’ın eserlerindendir. Mihrimah Sultan, ayrıca Mekke’de Zübeyde Kaynağı su yollarını da tâmir ettirmiştir.
Kânûnî Sultan Süleyman Hanın kızı Mihrimah Sultan tarafından yaptırılan iki câmi. Üsküdar İskele meydanı ile Edirnekapı’da, Mîmar Sinan tarafından yapılan bu iki câmi, aynı isimle anılırlar.
Üsküdar Mihrimah Sultan Câmii, külliye hâlinde olup; câmi, medrese, imâret, tabhâne, sıbyan mektebi, kervansaray ve çeşmeden meydana gelir. Bu geniş külliyeden zamânımıza câmi, medrese ve sıbyan mektebi ulaşmıştır. Sıbyan mektebi bugün Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Çocuk Kütüphânesi olarak kullanılmaktadır. Medrese, Sağlık Merkezi olarak kullanıldığından iç mîmârîsinde pekçok değişiklik yapılmıştır. Hücrelerin biri dışında diğerleri, asıl biçimlerini kaybetmiştir.
Kânûnî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan, 1548’de bitirilen bu câmiyi Mîmar Sinan’a yaptırttı. İnşâata hangi târihte başlanıldığı kesin olarak belli değildir. Câmi 27,30 X 21,80 metrelik bir sahaya oturtulmuştur. Yapının kanatları ve mihrap tarafı yarım kubbelerle beslenmiştir. Çapı 11,40 m, merkezi 24,20 m yüksekliğinde olan ana kubbe, dört kollu ayaklara binen sivri kemerlere oturur. Kıble duvarının köşelerinde küçük kubbeler vardır.
Son cemaat yerinin iç revakı yüksek ve beş kubbelidir. Bunun denize bakan tarafında güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Mihrimah Sultan Câmiinin kuzey köşelerine konmuş tek şerefeli iki minâresi vardır. Bunların her ikisinin kapısı son cemaat yerine açılır. Câminin batı duvarı üzerine, 1759 târihinde konulan güneş saati oldukça ilgi çekicidir.
Edirnekapı Mihrimah Sultan Câmii de, Mihrimah Sultan tarafından Mîmar Sinan’a yaptırılmıştır. Yanında çeşme, medrese ve hamamı da olup, külliye hâlindedir. Câmi, şehrin en yüksek yerlerinden biri olan Edirnekapı’da 1562-1565 yılları arasında yapıldı. Kubbe yüksekliği 37 m olup, minâresi tektir. 1714 ve 1894 yıllarındaki depremlerde büyük zarar gören külliye, sonradan tâmir edilmiştir.
Sultan Üçüncü Mustafa’nın hanımı. Şehzâde Selim ve Şah Sultanın annesidir. 1746’da doğduğu tahmin olunmaktadır. Şehzâde Selim’in doğumundan sonra îtibârının çok artmasına rağmen, o hiçbir zaman devlet idâresine karışmadı. Mustafa Hanın ölümünden sonra (1774) Eski Saray’a gönderildi. Üçüncü Selim Han (1789-1807) pâdişâh olunca Vâlide Sultan oldu.
Oğlu tarafından çok sevilen ve sayılan Vâlide Sultan, hayır işlerini sevmesi ve dindârlığı ile târihe geçmiştir. Eyüp’te bulunan Peygamber efendimizin Sancaktârı hazret-i Hâlid’in (radıyallahü anh) rûhâniyetinden istifâde için, yazları kızı ile birlikte bu semtteki Sâhil Sarayında otururdu.
Eyüp’te türbe, medrese, kütüphâne ve imâret; Levend Çiftliğindeki kışlanın bahçesinde câmi, çeşme ve sıbyan mektebi yaptırdı. Kasımpaşa Mevlevihânesini tâmir ettirdi. Ayrıca Hasköy’deki Lağımcılar Kışlasındaki câmi ile Halıcıoğlu’nda Mihrişah Vâlide Sultan Câmiini yaptırdı. Hayır eserlerinin devâmı için vakıflar kurdu.
Vâlide Sultan, 16 Ekim 1805’te vefât etti. Eyüp’te yaptırdığı imâret yanındaki türbesine defnedildi.
Alm. Glimmer (m.), Mika (f.m), Fr. Mica (m), İng. Mica. Kolayca çok ince tabakalara ayrılabilen ve bükülebilen alümino silikat minarellerinden bir grup.
Tabiî mikalar dört grupta toplanır. 1) Alkali mika (muskovit ve para gonit), 2) Magnezyumlu mika (biytit ve filogopit), 3) Fluor ve lityumlu mika, 4) Kalsiyumlu mika (margarit).
Mikaların morfolojisi ve fizik özellikleri, çoğunlukla birbirine çok benzer ve hepsi monoklinal holoedride kristallenir. Mikaların bâzısı, yüzeyine paralel olarak dilinimlidir. Dilinim yüzeyleri esnek olup, sertliği, yönlere, yüzeylere göre değişir. Mikalar optik bakımından negatiftir. Tabiatta pekçok bulunan bir mineral olup, çeşitli mağma taşlarında, kristaller hâlinde bâzı çökelti taşlarında önemli bir bileşen olarak bulunur.
Muskovit: Akmika, kaliumlu mika olarak da bilinir. Formülü, K Al2 (OH)2 (Al Si3O10)dur. Rengi beyaz olduğu gibi, sarımsı, kahverengimsi, yeşilimsi ve renksiz olabilir. Sertliği 2-2,5 mohs ve yoğunluğu 2,8 g/cm3tür. Tabakalara ayrılan yüzeyi esnek ve sedef parıltılı, saydam veya yarı saydamdır. Erime sıcaklığı oldukça yüksek olup, asitler etki etmez. Muskovit, tabiatta ikinci derecede çok bulunan bir mikadır. Muskovitin teknikte kullanılan büyük kristalleri, pegmatit damarlarında bulunur. Ural Dağlarından, Doğu Afrika’daki Uluguru Dağından çıkarılır ve Doğu Hindistan’la Kanada’da elde edilir.
Mükemmel kaplama, eğilme, elastikiyet, yüksek elektrik yalıtkanlığı ve düşük ısı iletkenliği sebebiyle sanâyide oldukça yaygındır. Levha şeklinde, ısı ve elektrik izolasyonunda istifâde edilir. Genellikle toz boya, lastik, duvar kâğıdı, tavan malzemesinde ve plastiklerle kullanılır.
Biotit: Magnezyumlu ve demirli mika olup, formülü K (Mg, Fe)3 (Al Si3 O10) (OH)2 dir. Rengi siyahımsı, yeşilimsi ve kahverengimsidir. Bu yüzden kara mika ismiyle de bilinir. Sertliği 2,5-3,5 (mohs ölçeğine göre) yoğunluğu 2,8-3,2 g/cm3 olup, metalimsi, sedef parıltılı yarı saydam veya mattır. Üfleçte erir. Bileşiminde demir çoğaldıkça erimesi kolaylaşır. Biyotit başlıca sıvı magmada meydana gelir. En çok bulunan mikadır.
Flogopit: Magnezyumlu mika olup, formülü K Mg3 (Al Si3 O10) (OH)2 dir. Rengi soluk sarı-kahverengi arasındadır. Magnezyum bakımından zengin kayalarda bulunur. Kristalleri biotin kristallerine benzer. Sertliği 2-3 mohs, yoğunluğu 2,8 g/cm3tür, sülfat asidi etki eder. Kaplama ve eğilme kâbiliyeti mükemmeldir.
Lepidolit: Lityumlu mika olup, formülü K Li2 (Si3O10) (OH)2’dir. Kırmızımsı-gümüş beyazı renklerdedir. Kuvvetli sedef parıltılıdır. Yalnız HF etki eder.
Üretim: Ocaklardan elde edilişi oldukça zordur. Hususi bilgi ister. Bütün mesele mika kristallerinin bozulmadan çıkarılmasıdır. Çıkarılan mikalar kesilir, parçalanır ve levha hâline getirilir.
İkinci Dünyâ Harbinden sonra sentetik mika elde edilmiştir. Sentetik mika, hem ucuz, hem de işlenmesi kolaydır.