MEZDEKİ SAKIZI (Pistacia lentiscus)

Alm. Mastixpistazie (f.), Fr. Lentisque (m.), İng. Mastic tree. Familyası: Antepfıstığıgiller (Anacardiaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı ve Güney Anadolu.

Nisan-mayıs ayları arasında, yeşilimsi renkte çiçekler açan 1-3 m yüksekliğinde, sık dallı, çalı görünüşünde ve kışın yapraklarını dökmeyen ağaçlar. Sakız ağacı olarak da bilinir. Gövdeleri dik ve silindir biçiminde olup, sağlamdır. Kabukları esmer renkli ve reçine kanalları ihtiva eder. Meyveleri ufak, yuvarlak ve kırmızımsı siyah renklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin dal ve gövdesinden, mastix adı verilen sakız elde edilir. Ağacın gövdelerine yapılan yaralamalardan bir usare akar. Toplanan bu usare 2-4 haftada katılaşır. Soluk sarı renkli, kolaylıkla kırılabilen parça ve damlalar hâlindedir. Özel bir kokusu ve tadı vardır. Eter ve etonolde çözünür. Sakız içinde uçucu yağ, mastisik asit, mastisin ve acı maddeler bulunmaktadır. Eskiden balgam söktürücü olarak kullanılmıştır. Diş etlerini kuvvetlendirmek ve ağız kokusunu gidermek için kullanılır. Sanayide yapıştırıcı ve cila olarak istifâde edilir.

MEZERYON (Daphne mezereum)

Alm. Seidelbast (m), Fr. Daphné (m), Mézéréon, İng. Mezereeon. Familyası: Çobanyastığıgiller (Thymelaeaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kuzey Anadolu.

Mart-nisan ayları arasında pembe veya kırmızı renkli çiçekler açan, 30-150 cm boyunda, çalı görünüşünde çok yıllık bitkiler. Yabânî defne olarak da bilinir. Dağ çayırlarında ve sulu orman altlarında bulunur. Gövdeleri dik, esnek, kabuk kırmızımsı, odun kısmı ise sarımsıdır. Yapraklar kısa saplı 3-9 cm uzunlukta, tam kenarlı ve tüysüzdür. Çiçekler, yaprakların koltuğunda birkaçı bir arada bulunur. Meyveleri kırmızımsı ve üzümsüdür. Anadolu’da 7 mezeryon türü bulunur. Zehirli, tahriş edici bitkilerdir.

Kullanıldığı yerler: Çok zehirli olduğu için dâhilen kullanılmaz. Hâricen romatizmaya karşı halk arasında kullanılır.

MEZGİT (Gadus merlangus)

Alm. Merlan (m.), Wittling, Fr. Merlan (m.), léand, İng. Whiting. Familyası: Mezgitgiller (Gadidae). Yaşadığı yerler: Ilıman ve soğuk denizlerde, Atlas Okyanusunda, yurdumuzun bütün denizlerinde. Özellikleri: 20-50 cm uzunluğunda yassı, ince derili ve yumuşak pulludur. Beyaz eti lezzetlidir. Çeşitleri: Akdeniz Manş Denizi, Atlas Okyanusu ve Kuzey Denizinde rastlanan 4 türü vardır. Bayağı mezgit, sarı mezgit meşhurlarıdır.

Kemikli balıklar takımının, Mezgitgiller familyasından, orta boylu, yumuşak vücutlu bir balık. Ilıman ve oldukça soğuk denizlerde, 30-300 m arasındaki derinliklerde yaşayan, gezici balıklardır. Anavatanları Atlas Okyanusudur. Atlas Okyanusu ile irtibatlı denizlerde, yurdumuzda ise bütün denizlerde bulunur. Kış aylarında kuvvetli akıntı sebebiyle Karadeniz’den Marmara’ya sürüler hâlinde göç ederler. İnce uzun gövdeli bir balık olan mezgitin boyu çeşitlerine göre 20-50 cm arasında değişir. Ağırlığı 1-2 kilogramı bulanları vardır.İnce olan derisi yumuşak pullarla kaplıdır. Sırtında üç, karnında iki yüzgeç bulunur. Kuyruk yüzgeci az çatallıdır. Mezgit balığının yüzgeçleri dikensizdir. Gözleri iricedir. Bilinen dört türü vardır. Renkleri türlere göre değişiklik göstermekle beraber umumiyetle sırtları sarımsı kahverengi, karnı altın sarısı benekli, yanları pembe-mor renkli olup renkler çok parlaktır. Öldükten sonra zamanla bu parlaklık kaybolur. Göğüs yüzgeçlerinin dibinde bulunan birer siyah leke de mezgite has bir özelliktir. Geniş ağızlı olup, ağzındaki dişleri kuvetlidir. Bâzılarının alt çenesinde bir bıyık teli bulunabilir. Dişi mezgitler erkeklerine nazaran daha iri olup, vücut kalınlıkları da erkeklerinkinden fazladır.

Mezgit, sürüler hâlinde yaşar. Deniz dibine yakın ve deniz dibinin çamurlu veya kumlu olduğu yerlerde besinlerini ararlar. Denizdeki küçük balık ve diğer kabuklu deniz hayvanlarıyla beslenir. Üremeleri, kasım-mayıs ayları arasında 30 m derinlikteki sularda bıraktıkları yumurtalarla olur. Büyük sürüler hâlinde kıyıya yakın yerlerde çiftleşirler. Yumurtlamak için yine sürüler hâlinde ılık denizlere göç ederler. Bir dişi mezgit, yaklaşık 200.000 yumurta yumurtlar. Yumurtaların bırakılmasından sonra büyük sürüler, küçük gruplara ayrılarak beslenme dönemine geçerler. Beslenmek için daha derinlere inen küçük mezgit sürüleri beslenme dönemlerinin sonunda tekrar toplanarak yine büyük sürüler hâlinde yaz mevsiminde tekrar sığ denizlere dönerler. Avlanma mevsimi kış mevsimidir.

Balıkçılar tarafından umûmiyetle trolle avlanır. Amatör balıkçılar oltayla da avlamaktadırlar. Eti, beyaz, yumuşak ve çok lezzetlidir. Tavuk etine benzeyen etinin hazmı kolaydır. Bu sebepten “Tavukbalığı” diye de bilinir. Yurdumuzdaki tüketimi daha ziyâde tâze olarak yapılır. Avrupa’da ise konserve ve tuzlanmış olarak da tüketilmektedir.

MEZHEP

Bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı hükümlerin hepsi. Müctehid âlim tarafından, îmânda ve amelde (ibâdetlerde ve işlerde) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için Müslümanlara gösterilen yol. Bir müctehidin, İslâmiyeti kaynaklardan anlamak ve anlatmak husûsunda tâkib ettiği usûller ve bu usûllere bağlı olarak çıkardığı hükümler. Mezhep, lügatte gitmek, tâkip etmek, gidilen yol mânâlarına gelir. Genel olarak görüş, doktrin, akım mânâlarına da kullanılmıştır.

Mezhep kelimesi, bilhassa günümüzde dînî bir tâbir olarak kullanılmaktadır. Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerinde de mezhepler ortaya çıkmıştır. Yahûdîliğin mezhepleri (Sadûkîler, Essenîler, Talmutçular... gibi) kısmen unutulmuş, Hıristiyanlıkta ise her bir mezhep (Katolik, Ortodoks, Protestanlık... gibi) birbirinden tamâmen uzak ayrı dinler hâlini almıştır. Aralarındaki ayrılıklar, birbirleriyle harpler ve katliâmlar yapacak derecede kin ve düşmanlığa dönüşmüştür. Nitekim 24 Ağustos 1572’de, Saint Barthelemy Yortu Gününde, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerin’in emriyle Paris ve civârında 60.000 Protestan öldürülmüştür. Hıristiyanlık dünyâsında mezhepler arasında bunun gibi büyük katliâmlar çok olmuştur (Bkz. Hıristiyanlık)

İslâmiyette mezhep: İslâm dîninde, îmân edilecek şeylerde mezheplere ayrılmak yoktur. İslâmiyet, Müslümanlardan Resûlullah efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış, îtikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygambemrimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna “Ehl-i sünnet îtikâdı” denilmiştir. (Bkz. Ehl-i Sünnet) Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsâni arzularını, siyâsî görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri; aslâ karıştırmadılar. Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemal derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdis etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin teviline dalmamak.. gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara, soranlara; sâf; berrâk ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.

Eshâb-ı kirâmın Resûlullah’tan naklen bildirdikleri bu tebliği olduğu gibi, hiçbir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara “Ehl-i sünnet vel cemâat fırkası”, bu doğru ve asıl (hakîki) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da “Bid’at fırkaları (dalalet fırkaları, bozuk, sapık yollar” denildi.

İslâmiyette îtikâdî fırkalar (veya mezhepler): İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek îmânı ve îtikâdı emretmektedir. Bu îmânın esaslarını ve nasıl îtikâd edileceğini bizzat Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlâya, O’nun yarattıklarına ve O’nun emir ve yasaklarına îmânın nasıl olacağını da bildirmiştir. Hazret-i Muhammed’e ve O’nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve hakîki bir îmân, ancak O’nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, O’ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin öne sürecekleri dînî, siyâsî, beşerî, içtimâî, fennî vs. gibi sebeplerin ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslâmiyet her ne sûret ve sebeple olursa olsun, îmânda ve îtikâtta ayrılığa aslâ izin vermemekte, yasaklamaktadır.

Eshâb-ı kirâmın îmân ve îtikâtta hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla îmânda, îtikâtta bâzı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı 72’ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; Münâfık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’ân-ı kerîm’in müteşâbih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, Mecûsî inançlarının İslâmiyete sokulma çabaları, Eshâb-ı kirâmın maslahata (meseleye) âit konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtiraslarına perde veya âlet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni Müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına âit bâzı unsurları tamâmen terkedememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri şeklinde özetlenebilir. Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsî ve dünyevî menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’ân-ı kerîm’deki muhkem ve bilhassa müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikâmetinde tevil ederek,yorumlayarak kendilerine Kur’ân-ı kerîmden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir (Bkz. Tefsir). Meselâ, Kur’ân-ı kerîm’de geçen, Allah’ın eli, yüzü, tahtı vb. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki mânâlarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yâni cisimlendiren ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’ân-ı kerîm’in doğru mânâsı olan murâd-ı ilâhîyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.

İslâmiyette ilk îtikat ayrılıkları, hazret-i Osman’ın şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah ibni Sebe adındaki münâfık olan bir Yahûdînin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak îmânlarını bozmak gâyesiyle îtikâttaki birlik ve berâberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah İbni Sebe, hazret-i Ali’nin halîfelik meselesini bahâne ederek, Müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul ettirmek için, “hazret-i Ali’nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulûl ettiğine” varıncaya kadar pekçok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. Abdullah ibni Sebe’ye aldananların içinde siyâsî hırs ve gayretle hareket edenler çoktu. Böylece hazret-i Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla hilâfet, Ali’nin hakkıdır diyen ve bu inanca sâhip olanlara “Şia” (Şiî) denildi (Bkz. Şiîlik). Şiiler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.

Hazret-i Ali’nin hilâfeti, hakem tâyini yoluyla hazret-i Muâviye’ye bırakmasını beğenmeyip, hazret-i Ali’ye ve hazret-i Muâviye’ye karşı çıkıp ayrılanlara ise “Hâricî” ismi verildi (Bkz. Hâriciler). Haricilerden bir kısmı Kur’ân-ı kerîm’in bâzı bölümlerini kabul etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.

Bozuk fırkalardan biri olan Mu’tezile ise, Hasan-ı Basrî’nin derslerinde bulunan Vâsıl bin Atâ tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve velî bir zât olan Hasan-ı Basrî; “Büyük günâh işleyen ne mümindir ne de kâfirdir” diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Atâ için; “I’tezele annâ Vâsıl” yâni “Vâsıl bizden ayrıldı.” buyurmuştu. Buradaki “I’tezele= ayrıldı” kelimesinden dolayı Vâsıl’a ve onun yolunu tutanlara “Mu’tezile” ismi verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler, Vâsıl bin Atâ’nın yolundan yürüyerek Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile kader, amellerle (ibâdetlerle, muamelâtla...) îmân arasındaki münâsebet ve diğer konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.

Ayrıca Mürcie, Kaderiyye, İbâhiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırka, İslâm târihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp sonra unutulup gitmişlerdir. Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan’da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslâm ülkelerindeki Müslümanlar arasında yayılması için çalışılmaktadır. (Bkz. Vehhâbîlik)

Bozuk fırkaların çoğu târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel cemâat ise her devirde çok olmuş, İslâmiyet îmân, îtikât, amel ve ahlâk esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve muhâfaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki Müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı üzeredirler.

Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara (mezheplere) ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 115’inci âyetinde meâlen; “Hidâyeti (kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme atarız.” Âl-i İmrân sûresi 103’ncü âyetinde de meâlen “Hepiniz Allah’ın ipine (Kur’ân-ı kerîme) sımsıkı sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz.” buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberimiz de Müslümanlar arasında îmânda ve îtikâtta ayrılıkların felâket olduğunu bildirerek, Tirmizî’nin rivâyet ettiği meşhur bir hadîs-i şerîfinde; “Benî-İsrâil (Yahûdîler), yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyurmaktadır. Eshâb-ı kirâm bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu.

El-Milel ven-Nihal kitabının başında geçen başka bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helâk olacaktır.” buyurduğunda Eshâb-ı kirâm; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel cemâattir.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm bu defâ; “Ehl-i sünnet vel cemâat nedir?” diye sordular. “Bugün benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır.” buyurdu.

Yine Taberânî’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîme tâbi olmak hepinize farzdır. Onu terk etmeniz için hiçbir özür olamaz. Kur’ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz. Çünkü Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” buyurdu.

İmâm-ı Eş’arî ve İmâm-ı Mâtürîdî, Eshâb-ı kirâmın, Tabiînin, dört mezhep imâmının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yoluyla bildirdikleri îmân ve îtikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı A’zam’ın talebesi zincirindedir (Bkz. İmâm-ı Mâtürîdî). Ehl-i sünnet îtikâdının açıklanmasında bu iki imâm meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda îtikâtta doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdını izah etmekte bâzı bakımlardan farklı usuller tâkip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usüllere uyarak Ehl-i sünnet îtikâdını nakletmişlerdir.

İslâmiyette amelî mezhepler: Âmel; iş, hareket demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emir edilen veya yasaklanan işler, davranışlar amel esaslarıdır.

İslâmiyet, hayâtın bütün safhalarını içine alan bir dindir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, Müslümanlardan her an ve her işinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmayı istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve îtikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmân ve îtikâda sâhip olan Müslüman, Ehl-i sünnet vel cemâat yolundadır. Ancak sâlih ve kâmil bir Müslüman olmak için her türlü iş ve harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Âmelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan Müslümanlara fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usül, yol ve şekli gösterirler.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk Müslümanlar) îmân ettikten sonra her işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan) şiddetle kaçındılar.

Peygamber efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadıklarını gelir, Peygamber efendimize sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yapardı. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmeyen hususlarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik ederlerdi. Bu Resûlullah’a tâbi olmak Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki; Kur’ân-ı kerîm’e ve Resûlullah’ın sünnetine uymayan bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi. Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kâdı (hâkim) olarak gönderdiği Eshâbına, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadığı mesele hakkında ictihâd etmesini emir buyurdu. Buna Muâz bin Cebel’i vâli olarak Yemen’e gönderirken aralarında geçen şu konuşma en güzel misâli teşkil ediyor: Peygamber efendimiz Muâz bin Cebel’e şöyle buyurdu:

“Ya Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?” Muâz bin Cebel “Allah’ın kitabı(Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlallah!” diye cevâb verdi. “Ya Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?” diye tekrar sorunca “Resûlullah’ın sünneti ile.” diye cevap verdi. Tekrar; “Ya Resûlullah’ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?” diye sorunca Mûaz; “O zaman ictihâd ederim yâ Resûlullah!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz; “Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlünün râzı olduğunda muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.” buyurdu.

Ayrıca, vahiyle bildirilmeyen işlerde ve bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu.

Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah’tan aldılar. O’nu bizzat görmenin, O’nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemallere (olgunluklar, üstünlükler) erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Herbirinin hidayet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan meselelerde ictihâd ettiler. Herbiri, âmelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.

İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve herbirinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve Müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.

Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A’zam’ın yoluna “Hanefî Mezhebi”, İmâm-ı Mâlik’in yoluna “Mâlikî Mezhebi”, İmâm-ı Şâfiî’nin yoluna “Şâfiî mezhebi”, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in yoluna da “Hanbelî mezhebi” denilmiştir. Bugün bir Müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür.  Her Müslümanın ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de Hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir.

Kur’ân-ı kerîm’den herkesin kendi aklına göre mânâ verip, hüküm çıkarması da yasak edilmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîmden kendine göre mânâ çıkaran kâfir olur.” buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmdeki hükümlerin hepsini müctehid olan din âlimleri bile çıkaramayacakları için Resûlullah efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’in hükümlerini hadîs-i şerîflerle açıklamıştır. Kur’ân-ı kerîm’i ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadîs-i şerîfleri de yalnız Eshâb-ı kirâm ve müctehid imâmlar anlayabilmişler ve açıklamışlardır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi yedinci âyetinde meâlen; “Bilmiyorsanız, zikir ehline (âlime) sorunuz” buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte; “Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz. Cehâletin ilâcı sorup öğrenmektir.” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîf, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Yâni avâmın (müçtehid olmayanların) mutlak müctehidlerden sorup öğrenmesi lâzımdır.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden ictihâd ederek, İslâm dînindeki emirleri, yasakları, helalleri, haramları açıkladılar.

İslâmiyette bütün din bilgileri dört kaynaktan çıkarılmıştır. Bunlar Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyas-ı fukahâ’dır. Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’ân-ı kerîm’de açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için icmâ varsa, öyle yapılmasını bildirirler. İcmâ sözbirliği demektir. Yâni, bu işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen Tâbiînin de icmâı delildir, senettir. Daha sonra gelenlerde bir icmâ hâsıl olmamıştır (Bkz. İcmâ)

Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile de bilinemezse, müctehidlerin kıyasına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik, bu dört delilden başka, Medîne-i münevverenin o zamanki ahâlisinin sözbirliğine de senet dedi. Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihâyet, Resûlullah’tan görenek olarak gelmiştir, dedi. Bu senet, kıyastan daha sağlamdır, dedi. Fakat diğer üç mezhebin imâmları, Medîne ahâlisinin âdetini senet olarak almadı.

İctihâd, lügatte insan gücünün yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. Dînî bir terim olarak, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, tam anlaşılır ve açık bir şekilde bildirilmemiş bulunan hükümleri ve meseleleri, açık ve geniş anlatılmış meselelere benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz ve O’nun Eshâbının hepsiyle, diğer Müslümanlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara (müctehid) denir (Bkz. Müctehid).

İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin yolu olup, buna “Re’y yolu” denir. Yâni kıyas yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı,Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemişse, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onu gibi yapılır(Bkz. Kıyas). Eshâb-ı kirâmdan sonra, bu yolda olan müctehidlerin reisi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir.

İkinci yol, Hicaz âlimlerinin yolu olup, buna “Rivâyet yolu” denir. Bunlar, Medîne-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyastan üstün tutar. Bu yolda olan müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı Mâlik’dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu. İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in yolunu öğrendikten sonra Bağdat tarafına gelerek İmâm-ı A’zam’ın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleştirdi. Ayrı bir ictihad yolu kurdu. İmâm-ı Şâfiî, kendisi çok beliğ, edip olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki tarafta da kuvvet bulamazsa, o zaman, kıyas yolu ile ictihad ederdi. Ahmed ibni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik’in yolunu öğrendikten sonra Bağdat taraflarına gidip, İmâm-ı A’zam’ın talebesinden kıyas yolunu almış ise de, pek çok hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan önce, hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihad etmiştir. Böylece, ahkâm-ı şeriyyenin çoğunda, diğer üç mezhepten ayrılmıştır.

Bu dört mezhebin hâli, bir şehir ahâlisinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kânunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kânunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Bâzen uyuşamayıp, bâzısı devletin maksadı, beldeleri tâmir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleriyle, kânunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefî mezhebine benzer. Bâzıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Bâzıları ise kânunun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfiî mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kânunun başka maddelerini de toplayıp, birbiriyle karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yollunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kânuna uygun olduğunu söyler. Kânunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kânundan ayrılmaları, kânunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kânuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezhep imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur ve hattâ sevap kazanır. Çünkü Peygamberimiz; “Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yoktur.” buyurdu. Dört mezhebin bu ayrılıkları bâzı işlerde olup, dînin temellerinde ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olduklarından birbirini severler ve aslâ kötülemezler. Bu dört mezhepten herbirine Ehl-i sünnetten milyonlarca kimse uydu. Dört mezhebin îtikâdı bir olduğundan birbirlerine yanlış demez, bid’at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezheptedir, deyip her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli daha çoktur, bilir. İctihadla anlaşılan işlerde, İslâmiyetin açık emri bulunmadığı için Ehl-i sünnet olan ve dört mezhepten birine uyan her Müslüman; “Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezhep yanlıştır, doğru olmak ihtimali de vardır” der ve öyle inanır. Dört mezhebin amellere, yâni ibâdetlere, işlere âit belli birkaç şeyde birbirlerinden ayrılmaları, Müslümanar için rahmet ve kolaylıktır. Hadîs-i şerîfte; “İş hayâtında, Müslümanların mezheplere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir.” buyruldu ki, bununla amellerde olan ayrılık bildirilmektedir. Îmânda ve îtikâtta ayrılık felâkettir ve kesinlikle yasaklanmıştır. Allahü teâlâ ve Peygamberi, müminlere merhametli olhdukları için, bâzı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilseydi, öylece yapmak farz olurdu. Yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hâli çok güç olurdu. İşte böyle işleri mezhep imâmları açıkça bildirilenlere benzetmekte, birbirlerinden bâzı bakımlardan ayrılmışlardır.

Bir Müslümanın, dört mezhepten hangisinde ise o mezhepteki bilgileri öğrenmesi, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır. Bir mezhebe uyan bir Müslüman, mezhebinin imâmının Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ-ı ümmetten çıkardığı delillere uymaktadır. Bu delilleri bilmesi şart ve lâzım değildir. Amellerde asıl olan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ezberlemek değil, işleri Allahü teâlânın rızâsına uygun yapmaktır. Mezhep imâmları, ömürlerini vererek, Allahü teâlânın râzı olduğu bilgileri bütün Müslümanlara sağlam vesikalarla haber vermişlerdir. Müslümanlar, asırlardır olduğu gibi şimdi de bu dört mezhepten birine uymakta ve işlerini buna göre yapmaktadır. Şâyet bir işin yapılmasında haraç, zorluk bulunursa, yâni kendi mezhebine göre yapmasına imkân kalmazsa, bu işini diğer üç mezhepten birine göre yapması câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı şartlarını gözetmesi de lazımdır.

Görüldüğü gibi, eğer mezhep imâmları arasında bu farklılıklar olmasaydı, Müslümanlar karşısına çıkan bir işte şaşkın, çâresiz ve sıkıntı içinde kalacaktı. Bugün nikâh, talak, zekât, gusül, abdest, namaz, setr-i avret ve daha birçok mühim meselede dînen makbul bir zarurete, sıkıntıya düşen dört mezhepten birindeki Müslümanlar diğer mezheplerden birinin o konudaki hükmüne uyarak İslâmiyete uygun yaşamak imkânına kavuşmaktadır. Ancak, bir işte dînin kabul ettiği bir zarûret olmadan kendi mezhebinin hükmünü bırakıp, bir başka mezhebe uymak ve keyfine göre bir işi filan mezhebe, başka bir işi öteki mezhebe, bir diğer işi de daha başka bir mezhebe göre yapmak kesinlikle yasaktır ve İslâmiyette buna “Telfik” veya “mezhepsizlik” denir. Böyle olan bir kimse, işlerinde Allahü teâlânın rızâsını değil, kendi arzusunu düşünüyor demektir. Bunun ise; dîni, insanların isteklerine göre değiştirebilen bir oyuncak hâline getirmeye kadar gideceği açıktır.

İslâm âlimleri mezhepsizliğin, dinsizliğe giden bir köprü olduğunu bildirmişlerdir. Müslümanlardan İslâm âlimlerine uymaları istenmektedir. Hadîka kitabında bildirilen hadîs-i şerîflerde âlimler hakkında; “Din âlimleri, peygamberlerin vârisleridir.”, “Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir.” “Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir.”“Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.” buyuruldu.

İslâm âlimlerine uymak, bir mezhepten birinde bulunmakla olur. Asırlardır gelip geçmiş bütün İslâm âlimleri de bu dört mezhepten birinde bulunan âlimlerden ders alarak yetişmişler ve bu mezheplere uymuşlardır. Ehl-i sünnet âlimleri, hükümleri eksiksiz kayda geçirilmiş bulunan, her Müslüman tarafından işitilen, bilinen ve asırlardır. Müslümanların tâbi olduğu, uyduğu dört hak mezhepten birine uymadan yapılan amelin bâtıl olacağını sözbirliğiyle bildirmişlerdir.

Mezhepleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolaylıklarını birleştirmeye çalışan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca Müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de Nisâ sûresi 115’inci âyetinde meâlen; “Müminlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız.” buyurmaktadır.

Dört mezhep imâmının ve bunların yetiştirdiği müctehid olan âlimlerin çözdüğü meselelerin sayısı milyonları aşmaktadır. Bunlardan yalnız İmâm-ı A’zam hazretlerinin 500 binden fazla fıkıh meselesini çözdüğü kıymetli kitaplarda bildirilmektedir. Dört mezhebin imâmları ve bunlara bağlı müctehidleri, Müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin dindeki hükmünü bildirmişlerdir. Asırlardır dört hak mezhebe uyan Müslümanlardan, herhangi bir müşkülün cevâbını bulamayan hiç duyulmamıştır. Bu gün de dünyânın her yerinde yaşayan Müslümanın her türlü işlerinin cevâbı, bu dört hak mezhebin kitaplarında vardır. Yeniden ictihâdı îcâb ettiren, cevapsız kalan, çözülmemiş bir mesele bırakmamışlardır. Âhirette mesûliyetten kurtulmak için Müslümanlar, amellerini nasıl yapacaklarını mezheplerinin inceliklerine vâkıf Ehl-i sünnet âlimlerinden sorarak veya bunların kitaplarından okuyarak kolaylıkla öğrenmektedirler.

Çoğu Hıristiyan papazı olan Avrupalı müsteşriklerin ve peygamberliğe inanmayan modern teoloji filozoflarının kitaplarında veya bunların kitaplarından yapılan tercüme ve iktibaslarda yalan ve iftirâ olarak bu dört hak mezhep mensupları arasında tartışmalar, hattâ silâhlı mücâdeleler vukû bulduğunun yazıldığı esefle görülmektedir. Halbuki İslâm târihinde hiçbir devirde Hanefîlerle Şâfiîler, Mâlikîler vb. arasında mezhep ayrılığı sebebiyle en küçük bir sürtüşme bile vukû bulmamıştır. Başta dört mezhebin imâmları birbirlerini dâimâ hürmet ve sevgiyle yâdetmişler, birbirlerinin ictihadlarına aslâ yanlış dememişler ve kötülememişlerdir. Siyâsete ve hükümet işlerine hiçbir devirde karışmamışlardır. Bunlara uyan Müslümanlar da mezhep imâmlarının yolundan giderek, dört mezhepten birine uyan din kardeşleriyle sevişmişler, asırlar boyu birarada huzur ve rahat içinde yaşamışlardır. Müslümanları bölmeye, aralarını açıp birbirleriyle düşman etmeye ve çatıştırmaya matuf bu iddia ve iftiralar İslâmiyeti bilen, târih bilgisi doğru ve kuvvetli, kültürlü Müslümanlar arasında hiçbir îtibar görmemekte, gerek ülkemizde ve gerekse diğer İslâm ülkelerindeki dört hak mezhepteki Müslümanlar, birbirlerini severek, sayarak, kardeşçe, rahat ve huzur içinde yaşamaktadırlar. Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanlar, dört hak mezhebe uymanın değil, uymamanın bölücülük ve tefrika çıkarmak olduğunu çok iyi bildiklerinden, birbirlerine olan muhabbetleri derinleşmektedir.

MEZOMORTO HÜSEYİN PAŞA

On yedinci yüzyılın ikinci yarısında deniz muhârebelerindeki kahramanlıklarıyla meşhûr, Osmanlı Kaptân-ı Deryâsı. İsmi, Hüseyin’dir. Gençliğinde Venediklilerle yaptığı bir deniz muhârebesinde sekiz-on yerinden yaralanıp öldüğü sanılırken, iyileşmesi üzerine Venedikliler tarafından kendisine Mezomorto (yarı ölü) lakabı verildi ve sonradan bütün Akdeniz’de bu sıfatla anıldı. Bâzı kaynaklarda Mağribli olduğu kaydedilirse de doğum yeri ve târihi bilinmemektedir.

Hüseyin Reis, denizciliğe çok genç yaşta levendlikle başladı. Cesur, gözünü budaktan esirgemeyen bir kimseydi. Akdeniz’de İspanyol, İtalyan ve Venediklilerle çetin deniz muhârebeleri yaptı. 1674 yılından îtibâren ünü bütün Akdeniz’i sardı. Cezâyir’in en mümtaz sîmâlarından biri oldu. Cesâret ve denizcilik bilgisi sâyesinde Cezâyir dayısı seçildi (1683). Aynı yıl Fransızların büyük bir donanmayla Cezâyir’i kuşatmaları esnâsında emsalsiz kahramanlıklar gösterip, düşman donanmasını perişan etti.

Mezomorto Hüseyin Reis’in Cezâyir’i Fransız muhâsarasından kurtarması, Pâyitâht’ta büyük sevince sebep oldu. Sultan Dördüncü Mehmed Han, gönderdiği bir fermanla onu Cezâyir Beylerbeyliğine getirdiğini bildirdi.

1686 yılında Tunus’ta çıkan karışıklıkları önlemek için görevlendirilen Mezomorto Hüseyin Paşa, buraya İbrâhim Hoca idâresinde bir kuvvet gönderdi. Tunus’ta sükûneti sağlayan Hüseyin Paşa, 1688’de Mareşal d’Estrees emrindeki Fransız filosunun Cezâyir’i topa tutması üzerine emrindeki kuvvetlerle Fransız sâhillerini ve ticâret gemilerini vurarak mukâbele etti. Fransızlar yeni Osmanlı Sultânı İkinci Süleymân Hana mürâcaat ederek sulh akdine muvaffak oldular.

İkinci Süleymân Han, Mezomorto Hüseyin Paşayı gösterdiği muvaffakiyetlerden dolayı 1690’da Tuna Kaptanlığına tâyin etti. Bu yıllarda Venedik donanmasının Akdeniz’deki faâliyetleri artmıştı. 1690’daOsmanlı ordusunu karadan destekleyerek Vidin’in kurtarılmasında büyük rol oynadı ve Karadeniz Donanması Kaptanı oldu.

1691 yılında mîrî kalyonlar kaptanlığı ile kendisine Rodos sancağı verildi. Bu sırada Venedik donanması 145 parça kalyon ve çektiriyle 8 Eylül 1694 günü Sakız Adasına hücûm etti. Fâtih devrinden beri sulh ve sükûn içinde adâletle idâre edilen kaledeki Hıristiyan halk, silâha sarılıp gizli ve açık ihânetlerle kale muhâfızı Hasan Paşayı zor durumda bıraktılar. Neticede Sakız, Venediklilerin eline geçti. Sakız Adasının Venedikliler tarafından işgâl edilmesi, Sultan İkinci Ahmed Hanı çok üzdü. Sadrâzam Ali Paşaya; “Sakız ahvâli, derûnumı (içimi) yaktı. Teshîri murâdımdır (zaptını dilerim). Îcâb edenlerle görüşüp ne yapmak lâzımsa bildir. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin ki bütün reisleri şiddetle cezâlandırırım.” diye kat’î emir verdi. Dîvân-ı Hümâyûn toplantısında Kaptân-ı Deryâlığa Amcazâde Hüseyin Paşa getirildi. O da ilk iş olarak Mezomorto Hüseyin Paşayı çağırtıp kendisine yardımcı yaptı ve kalyonlar kaptanı olarak Deryâ Beylerbeyi (Oramirâl) tâyin etti.

Donanma-yı Hümâyûn 1695 yılının ilk günlerinde, Derseâdet’ten hareket etti.

Venedik amirâlinin kumandasında Toskana, Malta ve Papalık gemilerinden mürekkep büyük bir donanma mevcuttu. 1695’te Koyun Adaları civârında cereyân eden iki deniz muhârebesinde Mezomorto Hüseyin Paşa yaptığı mâhirâne manevralarla zaferin kazanılmasında büyük rol oynadı. Bu deniz savaşında Venedik donanmasının kapudâne, patrona ve diğer yüksek rütbeli komutanları öldürüldü. Bu büyük zaferin sonunda Sakız tekrar Osmanlıların eline geçti.

Yeni Osmanlı Sultanı İkinci Mustafa Han, Sakız’ın geri alınmasında büyük gayret ve mahâreti görülenMezomorto Hüseyin Paşayı Kaptân-ı Deryâlığa getirdi.

Daha sonra Mezomorto Hüseyin Paşa, Venediklileri Adalar Denizinden atmak için faaliyete geçti. 19 Eylül 1695’te Sakız ve İstanköy’ü vurmak üzere gelen 96 gemilik Venedik donanmasını Midilli Adasının Zeytinburnu karşısında mağlup etti. Bu muhârebede Venediklilerin on kalyonu battı, diğerleriyse ağır hasâra uğradı. 1697-1698 yıllarındaki muhârebelerde Venedikliler deniz güçlerini büyük ölçüde kaybettiler.

Mezomorto Hüseyin Paşa, hayâtının sonlarına doğru son seferinden dönüşünde iki ay kadar hasta yattı. Daha sonra Sultan İkinci Mustafa Hanın huzûruna çıkıp pâdişâh duâsı aldı. Hastalığının ilerlemesi üzerine etrâfına eski ve yeni leventleri toplanmıştı. Yaşlı bir levent ağlayarak Yâsîn-i şerîf okuyordu. Hüseyin Reisin gözleri yaşlandı ve; “Leventlerim! Sanırsınız ki biz ölümden korkarız. Vallâhi Rabbim şâhidimdir. Ölümü nice zamanlar kendi arzûmla aradım. Beni yıkan, böyle kaba bir döşekte ölmektir.” dedi ve Kelime-i Şehâdet getirerek rûhunu teslim etti (1701).

Mezomorto Hüseyin Paşa, kazandığı deniz muhârebelerinin yanında, Osmanlı bahriyesinin ıslâhı için büyük gayret sarfetti. Kalyon filolarının kıymetini takdir ederek bunları Osmanlı donanmasının en esaslı bölümü hâline getirdi. Vefâtında kalyon sayısı 40’a çıkmıştı. Osmanlı bahriyesinde bir dönüm noktası teşkil eden Kânunnâme’si Mezomorto Hüseyin Paşanın vefâtı üzerine kısa bir süre sonra Abdülfettah Paşanın deryâ kaptanlığı zamânında îlân ve tatbik olundu.

Mezomorto Hüseyin Paşa, hazırlattığı Kânunnâme ile deniz kuvvetlerinin bahriyeden yetişme ellerde bulunmasını temin etmek istemiş, aynı zamanda terfî ve tekâütlük (emeklilik) meselelerini de yoluna koymuştur.

Vefâtına kadar 6 yıl Kaptân-ı Deryâlıkta kalan Mezomorto Hüseyin Paşa, açık fikirli ve doğru sözlüydü. Her işinde Allah rızâsını arardı. Korku nedir bilmez, düşmanın çokluğundan aslâ endişeye kapılmazdı. Nitekim Venedik’in eline geçen Khio Adasını sekiz kadırga ve dört sultan gemisiyle kurtarabileceğini söylediği zaman, Kaptân-ı Deryâ Amcazâde kendisini fazla hayalci bulmuştu. Ancak denizcilik bilgisi ve donanma idâresi mükemmel olan Hüseyin Paşa, kısa sürede Venediklileri adadan çıkarmaya muvaffak oldu. Mezomorto Hüseyin Paşa, rüzgârın cereyânını incelemeden ve bulunduğu yerin konumunu bilmeden, kolay kolay savaşa girmezdi. Bu arada düşmanın hareketlerini aralıksız tâkip ettirirdi. Onun bu tedbirleri muvaffakiyetlerinde büyük rol oynamıştır.

MEZOPOTAMYA

Batı Asya’da Fırat ve Dicle ırmakları arasında kalan bölge. Anadolu yaylası, İran yaylası, Basra Körfezi, Arabistan ve Suriye çölleriyle çevrilmiştir. Mezopotamya’nın büyük kesimi bugünkü Irak, pek az kısımı ise, Türkiye ve Suriye sınırları içinde bulunmaktadır.

M.Ö. 18. asırda Mezopotamya’da küçük şehir devletleri vardı. Nâdiren de olsa, bâzı dönemlerde, bu küçük şehir devletlerinin bir devlet idâresi altında birleştikleri görüldü. Küçük şehir devletlerinin çoğu, Bâbil Kralı Hammurâbî’nin yaptığı savaşlarda harâbe hâline geldi. Bu savaşlar neticesinde, Yukarı Mezopotamya’da Asur, Aşağı Mezopotamya’da Bâbil olmak üzere, iki devlet ortaya çıktı.

Mezopotamya, M.Ö. 539’da Perslerin Bâbil’i işgal etmelerinden îtibâren siyâsî bağımsızlığını kaybetti. 539-331 târihleri arasında Perslerin hâkimiyeti altında kaldı. M.Ö. 331’de Perslerin Aşemenid Hânedânlığı, Makedonyalı İskender tarafından yıkıldı. Sırayla M.Ö. 312’de Selösidler, M.Ö. 141’de Arkasidler, M.S. 226’da Sâsânîler bölgeye hâkim oldular. Sâsânî Devleti 637’de Müslümanlar tarafından yıkılarak, toprakları fethedildi. 1258’e kadar Mezopotamya İslâm halîfelerinin idâresi altında kaldı. Halîfeler çoğunlukla Mezopotamya’da ikâmet ettiler.

Anadolu’daki ilk İslâm üniversitesi, Selçuklular tarafından, Kuzey Mezopotamya’daki Harran şehrinde kuruldu. Bu üniversitenin gök bilimlerinde ileri gittiği, devrinin ilim merkezi olduğu bilinmektedir. Rasat Kulesi bugün hâlen ayakta olup, Mezopotamya’nın başlangıcını işâret eder gibi Harran Ovasında yükselmektedir.

1258’de Moğol istilâsı her tarafı harâb etti ve üç asırlık bir kargaşaya sebep oldu. Mezopotamya daha sonra Osmanlı İmparatorluğunun idâresine girerek yeniden sulh ve sükûna kavuştu. Îmâr görerek refâha erişti. Birinci Dünyâ Harbinden sonra İngilizler Kuzeybatı Mezopotamya’da hâkim oldular. Daha sonra bu topraklar üzerinde Irak Devleti kuruldu.

Mezopotamya, târihte Ortadoğu’nun mühim bir kültür merkezi oldu. Batı medeniyetinin iki orijinal kaynağı vardır. Birincisi Mezopotamya, diğeri ise Mısır medeniyetidir.

Mezopotamya, târihte Ortadoğu’nun mühim bir kültür merkezi oldu. Batı medeniyetinin iki orijinal kaynağı vardır. Birincisi Mezopotamya, diğeri ise Mısır medeniyetidir.

Mezopotamya, burada hüküm süren devletlerden en çok Arapların ve Türklerin medeniyetlerinden etkilenmiştir. Osmanlılar bu bölgeye Mezopotamya’nın târihinde hiçbir zaman yaşamadığı huzurlu asırlar yaşattılar. Mezopotamya günümüzde Ortadoğu’nun en fazla nüfûsa sâhip bölgesidir.

Mezopotamya’nın ekonomisinin temelini petrol meydana getirir. Petrol endüstrisi dışında endüstri gelişmemiştir. Bölgenin diğer ekonomik kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Yetiştirilen tarım ürünlerinin başlıcaları, sebze ve hurmadır. Hayvanlardan koyun ve deve beslenir.

Türkiye’nin Diyarbakır, Urfa, Mardin, Elazığ; Irak’ın Musul, Bağdat, Basra-Amoza; Suriye’nin Deyrizor, Rakka, Resulayn şehirleri bugün Mezopotamya’da yer alırlar.

MEZYEDÎLER

On bir ve on ikinci yüzyıllarda Hille’de hüküm süren hânedân. Hille, Irak’ın başşehri Bağdât’ın güneyinde Fırat Nehri kıyısında bir şehir olup, Mezyedî hânedânından Birinci Sadaka bin Mansur tarafından kuruldu.

Mezyedîler, Esed kabilelerine mensupturlar. Âile, 10. yüzyılda Hit ile Kûfe şehirleri arasında oturuyordu. On birinci yüzyılda, Şiî Büveyhoğlu hükümdârlarından Muizziddin tarafından Mezyedî Esed’in oğlu Ali 1012’de emir tâyin edildi. Hânedân mensupları; 12. yüzyılın ortalarında Abbasî Halifeliği tarafından dağıtılmalarına kadar saltanatta kaldılar. Abbasî Halifeliği ve Selçuklu Türklerine karşı Büveyhoğulları, Fâtimîler, Haçlılarla ittifak kurdular. Bölgede huzursuzluğa sebep olan Mezyedîler hânedânı, 1150’de Abbasî Halifeliği tarafından dağıtıldı. Hille dâhil, bölge Büyük Selçuklu Devleti hâkimiyetine girdi.

Mezyedî emirleri

Birinci Ali bin Mezyed

(1012-1018)

Birinci Dubeys 

(1018-1081)

Bahâüd-devle Mansür

 (1081-1086)

Birinci Sadaka 

(1086-1108)

İkinci Dubeys

(1108-1135)

İkinci Sadaka

(1135-1138)

Muhammed

 (1138-1145)

İkinci Ali

(1145-1150)