MEVDÛD-I ÇEŞTÎ
On birinci ve on ikinci yüzyıllarda yetişmiş evliyânın büyüklerinden. Kutbuddîn, Şems-i Sûfiyân-ı Mahbûb-i Perverdigâr, Sâhib-ül-Esrâr ve Mahzen-ül-Envâr lakablarıyla bilinir. Çeşt’te doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1133 (H.527) senesinde vefât etti.
Yedi yaşında Kur’an-ı kerîmi ezberleyen Mevdûd-ı Çeştî, babası Ebû Yûsuf, Ahmed-i Câmî ve Necmüddîn Ömer’den ilim öğrendi. Ayrıca ilim öğrenmek için Kudüs, Buhârâ, Belh ve daha birçok yerlere gitti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs oldu. Yirmi dört yaşında babası vefât edince, onun yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı. Binlerce talebe yetiştirdi. Oğlu Hâce Ebû Ahmed, Hacı Şerîf Zendenî, Şeyh Sencan, Ebû Nâsır, Zâhid Hüseyin Tibetî, Osman Rûmî, Ebü’l-Hasan Bânî talebelerinden bâzılarıdır.
Büyük evliyâ olan Mevdûd-ı Çeştî hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. Talebelerinden birisi nerede olursa olsun bir güçlükle karşılaşırsa, Mevdûd-ı Çeştî hazretlerinden yardım isteyince Mevdûd-ı Çeştî’nin mânevî yardımlarıyla müşkilleri çözülürdü. Vefâtından sonra da kabrine gidip, fazîletine inanan ve onu vesîle ederek duâ edenlerin ne dilekleri varsa, kabûl olunmaktadır. Mevdûd-ı Çeştî, talebeleriyle birlikte Belh’ten Buhârâ’ya doğru yola çıkmıştı. Bir nehir kenarına geldiklerinde yolcuları ücretle karşıya geçiren bir kayıkçı gördüler.
Mevdûd-ı Çeştî ve talebelerinin yanında hiç para yoktu. Kayık sâhibi onlara; “Para almadan sizi karşıya geçirmem.” dedi. Bunun üzerine kayıkla geçilmeyeceğini anlayan Hâce Mevdûd, besmele çekerek nehre yürüdü ve talebelerinin de kendisini tâkip etmelerini istedi. Onlar da Mevdûd-ı Çeştî’nin peşini tâkip ettiler. Göz açıp kapayıncaya kadar selâmetle karşı kıyıya geçtiler. Daha sonra onları karşı kıyıda gören kayık sâhibi pişman olup, özür diledi ve Mevdûd-ı Çeştî’nin talebelerinden oldu.
1133 (H.527) senesinde doksan yedi yaşındayken vefât eden Mevdûd-ı Çeştî hazretleri, ilim ve fazîlet sâhibiydi. Herkese tevâzu ve hürmet gösterirdi. Büyük küçük herkes onu ziyâret etmek ve sohbetinde bulunmak için koşardı. O da gelenlerle, büyük-küçük, hizmetçi demeden ilgilenir, dertlerini dinlerdi. Huzûruna gelenlere önce selâm verir, ayağa kalkardı. Böyle yapmasının sebebi sorulunca; Büyük, küçüğe selâm verir. Mîrâc gecesinde Allahü teâlâ Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) selâm verdi. Peygamber efendimiz de karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Peygamber efendimiz böyle yaparken, biz nasıl olur da O’na muhâlefet ederiz.” buyurdu.
Mevdûd-ı Çeştî’nin; Minhâc-ül-Ârifîn ve Hülâsa-i Şerîat isimli iki eseri vardır.
Hindistanlı meşhur siyâset adamı, gazeteci, yazar. Ebü’l-Alâ el-Mevdûdî 1903 yılında Haydarâbâd’da doğdu. 1979’da Amerika’da öldü. Pakistan’a götürülerek orada defnedildi.
Mevdûdî liseyi bitirdikten sonra Dehli (Delhi) ye gidip gazeteci olarak hayâta atıldı. Cemiyyet Gazetesi’nde makâleler yazarak geçimini sağladı. Daha sonra Haydarâbâd’a dönüp, orada da gazete ve mecmualarda çeşitli yazılar yazdı. Esaslı bir din tahsili görmemiş olmasına rağmen, dînî konularda da yazılar yazmaya başlayan Mevdûdî, Niyaz Fetihpûrî adında birini kendine kâtip seçti. Bunun fikirlerinden çok etkilendi. Hint ulemâsı onun kâtip olarak seçtiği Niyaz Fetihpûrî’nin mukaddesatla alay ve bozuk fikirlerinde ısrar etmesinden dolayı dinden çıktığına dâir fetvâ verdiler. Mevdûdî bilhassa İbn-i Teymiyye ve Abduh gibi kimselerin fikirlerini savunup, onların yolunu tâkip etmiştir.
Bir gazeteci olarak yazarlığa başlayan Mevdûdî 1927 yılında ilk olarak İslâmda Cihad adlı kitabını yazdı. Bu kitabında ve daha sonra yazdığı bütün eserlerinde tâkip ettiği usul, İslâm dîninin esaslarına şahsî düşüncelerini de ilâve ederek anlatmağa kalkışmasıdır.
1933 yılında Tercüman-ül-Kur’ân adlı aylık bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Bu neşriyatıyla siyâsî kimselere yaklaştı. Sonra Cem’ıyyetü Ulemâ-il-Hint’in idâresini ele aldı. Müftî Muhammed Kifâyetullah ve Şeyh Ahmed Saîdî Dehlevî’nin yardımlarıyla Müslim Mecmuası’nı çıkardı. 1933’te Tercüman-ül-Kur’ân Mecmuası’nı çıkardı. Sonra dört arkadaşı ile birlikte Dâr-ul-İslâm idâresini kurdular. Bu arkadaşları Muhammed Manzur Nugmanî, Ebü’l-Hasan Ali Nedvî Lüknevî, EminAhsen-ül-Islâhî ve Mes’ûd Âlim-ün-Nedvî idi. Nihâyet 1941’de El-Cemâ’at-ül-İslâmiyye Partisini kurdu. Akıcı kalemiyle yazılar neşretti. Şeyh Münâzır Ahsen-ül-Geylânî, Seyyid Süleymân-ün-Nedvî, Abdülmâcid Deryâbâdî gibi meşhur kimselerin övgüsüne kavuştu. Fakat kendi fikirlerini iyice açığa vurarak yaymaya başlayınca, ileriyi gören bu ilim adamlarında tereddüt hâsıl oldu. Kitaplarına karşı ilk reddiye yazan Şeyh Münâzır Ahsen-ül Geylânî idi. Abdülmâcid Deryâbâdî’nin çıkardığı Sıdk-ul-Cedid Mecmuası’nda (Yeni Bir Hâricî) başlığıyla ilk reddiyesini yazdı. Sonra Seyyid Süleymân-ün-Nedvî, Şeyh-ul-İslâm Esseyyid Hüseyin Ahmed-ül-Medenî, Mevdûdî’ye reddiyeler yazarak yanlış düşüncelerini ortaya çıkardılar.
Kitaplarının hepsini Urdu dili ile yazdı. Şeyh Mes’ûd Âlim-ün-Nedvî ve talebesi tarafından Arapçaya tercüme edildi. Urdu dilinde akıcı bir kalemi vardı. Fakat yazdığı bâzı kitaplarında, şahsî düşünceleri açıkça görülmektedir. Bilhassa Urdu dilinde neşredilen kitaplarında, Eshâb-ı kirâma dil uzatmaktadır. Hazret-i Osman’a iftirâ etmektedir. Selef-i sâlihini kötülemektedir. Pakistan’daki din adamlarından Muhammed Zekeriyyâ da, önce Mevdûdî’nin yazılarını beğeniyordu.Hatâlarını görünce, kendisine nasîhat mektubu yazdı. Sonra da fikirlerini reddeden bir kitap neşretti. Doktor Abdurrezzak Hezâravî Pakistânî, bu kitabı Urdu dilinden Arapçaya tercüme etti ve açıklayarak yayınladı.
Hindistan’da 1 Ağustos 1951 günü toplanan bir ülemâ heyeti, Mevdûdî’nin kurduğu El-Cemât-ül-İslâmiye’ninMüslümanları ayrı bir yola sürüklediğine karar verdiler. Bu kararı kitaplarda ve gazetelerde yayınladılar. Pakistan âlimleri de Mevdûdî’nin kitaplarını okuyanlara zararlı olduğuna karar verdiler. Bu kararı yayınladılar. Karar, Ravalpindi şehrinde Ahbar-ül Cemiyye’de 22 Şubat 1976 târihinde yeniden yayınlandı.
Pakistan’da Medreset-ül-İslâmiyye’nin kurucularından Yûsuf Benûrî, Üstad Mevdûdî kitabında Mevdûdî’nin bozuk görüşlerini ve fikirlerini göstererek gerekli cevapları verdi. Bu kitap Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.
On beşinci yüzyılda Türkistan’ın Horasan bölgesinde yetişmiş olan evliyâdan. İsmi, Muhammed bin Mü’min’dir. lakâbı Alâeddîn olup, Âbizî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Horasan bölgesindeki Kühistan’ın Âbiz köyünde doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinememektedir. 1487 (H.892) senesinde Herat’ta vefât etti. Kabri Sa’deddîn Kaşgârî’nin kabri yakınındadır.
Küçük yaşından îtibâren ilim tahsiline başladı. İlim öğrenmek için Herat’a gitti. Büyük velî Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerini tanıdı. Onun hizmetinde bulundu, sohbetlerine katıldı. Diğer taraftan zâhirî ilimleri tahsil etmeye devâm etti. Sa’deddîn Kaşgârî’den aldığı feyzlerin bereketiyle tasavvuf yolunda ilerledi. Mânevî derecelere ve yüksek olgunluklara kavuştu. Sa’deddîn-i Kaşgârî’nin önde gelen talebelerinden oldu. Mekke-i mükerremeye giderek orada Abdülkebîr Yemenî ile görüştü. Hac ibâdetini yerine getirdi ve Medîne-i münevvereye giderek Sevgili Peygamberimizin kabrini ziyâret etti. Tekrar Herat’a döndü. Sa’deddîn Kaşgârî’nin hizmetine ve sohbetine devâm etti. Hocasının vefâtından sonra onun talebesi Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (Molla Câmî)nin sohbetlerinde bulundu.
Tasavvuf yolunda tam yetişip kemâle geldikten sonra medreselerde, tekkelerde ders okutmağa başladı. Böylece devamlı halk arasında bulunarak büyüklük ve yükseklik hallerini gizledi. Nakşibendiyye yolu büyüklerinden Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle görüşüp, sohbetinde bulundu. Birçok kerâmetleri görülmüş olan Mevlânâ Alâeddîn Âbizî ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmeye ve öğretmeye sarf etti. 1487 (H. 892) senesi Rebiulevvel ayının ortalarında bir Cumartesi günü Herat’ta vefât etti. Hocası Sa’deddîn-i Kaşgârî’nin kabri civârında defnedildi.
Mevlâna Alâeddîn Âbizî buyurdu ki:
“Talebeye üç şey çok lâzımdır. Birincisi, her an abdestli bulunmak; ikincisi, bulunduğu hâli çok iyi korumak; üçüncüsü ise, yiyip içtiklerinin helâlden olmasına dikkat etmektir.”
“Allahü teâlânın velî kulları, meclislerinde bulunan kimseleri mânevî yönden fâidelendirirler.”
“Ağzına helva veren kimse ile ensene tokat atan kimse arasında fark gözettiğin müddetçe kemâle ermiş sayılmazsın.”
On dördüncü yüzyılda Buhârâ’da yetişen hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Behâeddîn’dir. Buhârâ yakınlarındaki Kışlâk köyünde doğduğu için Kışlâkî nisbesiyle bilinir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak tesbit edilemeyen Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî’nin 14. yüzyılın sonlarında veya 15. yüzyılın başlarında vefât ettiği bilinmektedir.
Çevresinde bulunan büyük âlimlerin sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulunarak yetişen Behâeddîn Kışlâkî ilimde yükselerek zamanındaki âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Bundan sonra talebe okutmak ve ders vermek sûretiyle hizmete başladı. Büyük evliyâ Şah-ı Nakşibend Buhârî hazretleri onun talebeleri arasında yer aldı. Necef beldesinde Mevlânâ Behâeddîn-i Kışlâkî hazretleri Şah-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî’yi ilk gördüğünde; “Sen öyle yükseklere uçacak bir kuşsun ki, bu yolda senin arkadaşın ve uçuş yoldaşın Ârif Dikgerânî olsa gerektir.” buyurdu. Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî hazretlerinin birçok kerâmetleri görüldü. Dergâhına gelen yüzlerce talebesine ilim ve mârifet sundu. Onlara büyükler yolunda ihlâsla hizmet etmenin ehemmiyetini anlattı.
İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. Asıl adı Muhammed’dir. Lakabı Celâleddîn olup, Anadolu’ya gelip yerleştiği için, Rûmî diye anılmıştır. Ayrıca, Molla Hünkâr, Hüdâvendigâr,Sultân-ül-âşikîn, Sultân-ül-Mahbûbîn,Mollay-ı Rûm gibi lakablarla da anılmış olup, Mevlânâ diye meşhûr olmuştur. Mevlânâ, efendimiz demektir. Soyundan gelenlere Çelebi denmektedir. Babası Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled, annesi Mü’mine Hâtun’dur. Soyu baba tarafından hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’a, anne tarafından İbrâhim Edhem hazretlerine ulaşmaktadır. 1207 (H.604) senesinde Belh şehrinde doğdu. 1273 (H. 672) senesinde Konya’da vefât etti.
Babası Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled’in bâzı sebeplerle, kendisine bağlı olan üç yüz kişiyle birlikte Belh’ten ayrıldığı sırada beş yaşındaydı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî; âilesiyle birlikte Nişâbûr, Bağdat, Hicâz, Şam ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerine gitti. Nişâbur’da bulundukları sırada Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’deki yüksek kâbiliyleti görüp; “Bu çocukta bir Nûr-i ilâhî ve yaratılışında bir istîdâd var” diyerek meşhûr ve kıymetli kitabı Esrârnâme’nin veya Mantık-ut-Tayr’ın bir nüshasını kendisine hediye etti. Yedi sene müddetle Lârende’de (Karaman) ikâmet etti. Bu seyâhatler sırasında babasından her çeşit ilmi tahsil etti. Şam’da bulundukları sırada Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, Şeyh Sâdeddîn Hamevî, Osman Rûmî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulunup, onların ilim ve iltifâtlarına kavuştu. Babasının ölümüne kadar lügat (dil) ve Arabî ilimlerden çeşitli ilimleri tahsil etti. Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen ve tıb gibi pekçok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Ayrıca Şam’da bulunduğu sırada Mevlânâ Kemâleddîn bin Adîm’den de ders aldı. Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâüddîn Veled’in vefâtından sonra ders okutmaya başladıysa da, babasının Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’ye mânevî işâreti üzerine ledünnî yâni mânevî ilimleri ondan öğrenmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin hizmetinde bulunup riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak)ve mücâhede yaparak (nefsin istemediklerini yaparak) tasavvufta yüksek makamlara ulaştı. Ayrıca Hızır aleyhisselâmdan da mânevî olarak istifâde etti. Dokuz sene müddetle Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin hizmetinde bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin Kayseri’ye dönüşünden sonra Konya’da binlerce talebeye ilim öğretti. İlim ve irfan kaynağı olup, pekçok talebe yetiştirdi. Bu sıralarda Kayseri’de Seyyid Burhâneddîn Tirmizî vefât etmiş, Celâleddîn-i Rûmî ilim öğretmekle meşgulken, Şems-i Tebrizî Konya’ya gelmişti. Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrizî ile altı ay kadar birlikte kalıp, sohbet etti. Zikr ve ibâdetle meşgul oldu. Bu hâl bâzılarının hasedine, kıskançlığına sebep oldu ve; “Şems-i Tebrizî Mevlânâ’ya tedrisât, yâni ders okutmayı terk ettirdi” gibi dedikoduların yayılmasına yol açtı. Bunun üzerine Şems-i Tebrizî Konya’yı terk ederek Şam tarafına gitti. Celâleddîn-i Rûmî, Şems’in ayrılığına dayanamayıp, onun gelmesini ricâ etmek üzere oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi. Şems bu ricâya dayanamayıp, Konya’ya döndü. 1247 (H.645) senesinde bir gece Celâleddîn-i Rûmî ile otururken yedi kişi gelip Şems-i Tebrizî’yi dışarı çağırdılar ve şehit ettiler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bunun üzerine Şems-i Tebrizî’ye karşı olan muhabbetini de işlediği kırk sekiz bin beytlik Dîvân-ı Kebîr’i yazmaya başladı. Bu dîvânı Şems’e izâfeten Dîvân-ı Şems diye de anılmıştır. Daha sonra müridlerinden Selâhaddîn Zerkûb-i Konevî’yi kendine yakın olarak seçti. Onun vefâtından sonra da Çelebi Hüsâmeddîn’i halîfe seçti. Bu sırada meşhûr eseri Mesnevî’yi yazdı. Nihâyet bir sonbahar mevsiminde 1273 (H.672) senesi Cemâziyel-âhir ayının beşinci Pazar (17 Aralık) günü vefât etti. Cenâze namazını Sadreddîn-i Konevî hazretleri kıldırdı. Bugünkü türbesinin bulunduğu yere defnedildi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin vefâtından sonra yerine Çelebi Hüsâmeddîn geçti ve halîfeliği on iki yıl sürdü. Onun ölümü üzerine, yerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin oğlu Sultan Veled postnişin oldu.
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, sıdk-ı tâm (en mükemmel, noksansız bağlılık) yönünden aşkın sonuna ulaşmış bir velî olarak, istirâhat ettiği ve uyku uyudukları görülmemiştir. Açlığı son haddine ulaşmıştır. “Tamam kırk sene benim mîdemde bir gece taam (yemek) bulunmadı.” buyurmuştur. En çok iftâr yemeği on lokmayı geçmemiştir. “Sînemde bir ejderha vardır, onun gıdâya tahammülü yoktur” demiştir. “Oruç sofrası, sırrın sevdâsını artırır, lâkin böyle bir sofradan Allahü teâlâya büsbütün bağlanmış olan sâdık kullar yed-i beyzâ bulurlar” demiştir. Onun için hakîkî oruç, Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmek olup, kendisinde hâsıl olmuş bir hâldir.
Namazda tam bir huşû (Allah korkusu) üzere bulunur ve tamâmen Hakk’ın sıfatları ile bulunmayı elde ederlerdi. “Namaz, Allahü teâlâya kavuşmadır. Fakat bu kavuşmanın ne şekilde olduğunu zâhir ehli bilmez” buyurmuştur. Bu yüzden; “Mihrâbı, dost cemâli olan kimse için yüz çeşit namaz, rükû ve sücûd vardır” demiştir.
Verâ ve takvâsı (şüpheli ve haramlardan kaçması) o dereceydi ki, lisâna gelmezdi (açıklamaya sığmazdı). “Takvâ, nefse âit zevkleri terk etmektir.” buyurmuştur.
Mevlânâ Celâledddîn-i Rûmî, her şeyden önce olgun, âlim ve velî bir Müslümandır. Onun, başkalarını, doğudan ve batıdan çeşitli din, mezhep, meşrep sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhâmeti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensub olduğu İslâm dîninin yüksek ahlâk telakkîsinden bâzı nümûnelerdir. Onda bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
“Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci yüzyılda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî’sinde geçen “Ney” kelimesi bâzı edebiyâtçılar tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için yanlış olarak kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır.
Hâlbuki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu. Yirmi dört binden ziyâde beytiyle dünyâya nûr saçan Mesnevî’sine, her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunların en kıymetlisi Mevlânâ Câmi’nin kitabı olup, bunun da birçok şerhleri vardır. Türkçe şerhlerinden, Ankara vâlisi Âbidin Paşanın şerhi çok kıymetlidir. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu dokuz türlü ispat etmektedir. Ney’in üç mânâsı vardır. Birincisi, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. İkincisi Fârisî dilinde, yok demektir. Ney’in üçüncü mânâsı ise, kamış kalem demektir ki, bundan da insan-ı kâmil işâret edilmektedir. (Bkz. Nihâd S. Banarlı-Resimli Türk Edebiyâtı Târihi 1.c., s.316)
Mevlevîlik, sonraları din bilgisi olmayan câhillerin eline düştüğünden, ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbâdete İslâm dîninin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlardır. İslâmiyetin beğenmediği böyle şeyleri hazret-i Mevlânâ’nın yapması mümkün değildir. Ney çalmak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî hazretleri yüksek sesle zikir bile yapmadı. Nitekim Mesnevî’sinde:
“Pes zî cân kün, vasl-ı Cânân-râ taleb
Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab.”
buyurmaktadır. Yâni “O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle” demektedir.
Bugün, bu tasavvuf üstâdının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini, işin hakîkatını bilmeyenler, bu zâtın çaldığını zannetmektedirler. O hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara îtibâr etmez. Zâten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardır. Bu durumda mûsikîyle meşgûl olmak, değil hazret-i Mevlânâ’yı, onun tâbi olduğu din büyüklerini de tanımamak ve onlara iftirâ etmek demektir.
O büyük âlimin hikmet dolu sözlerinden bâzıları şunlardır:
Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır.
Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah’a aleyhisselâm uydurmalıdır.
Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.
Tenhâda, yalnız kalınca da günâhtan sakınmalıdır.
Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.
Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmıyla meşgûl olanın, otuz yıllık kabul olmuş ibâdeti red olunur. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.
Göllenmiş at idrarında yüzen saman çöpüne konan sinek, idrar birikintisini deryâ, saman çöpünü gemi, kendini de kaptân-ı deryâ sanır.
Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı.
Büyük âlim Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; “Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar, Kur’ân-ı kerîm, Buhârîy-i şerîf ve Mesnevî’dir buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî’dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitâbıdır. Mesnevî’de 24 bin, Dîvân’da 48 bin beyt bulunmaktadır.
Mesnevî’sinden başka Dîvân-ı Kebîr, Fîhî Mâfih, Dîvân-ı Rubâiyât, Mektûbât, Mecâlis-i Seb’a gibi kıymetli eserleri de vardır.
(Bkz. Hâlid-i Bağdâdî)
On beşinci yüzyılda yetişmiş olan evliyâdan. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Zâhirî ilimlerde eşsiz bir âlim olup, tasavvuf yolunda pek yüksekti. Tasavvuf yolunu Yûsuf Mahdûm’dan öğrendi. Vaaz ve nasîhatleri çok tesirli olup, gönüllerden dünyâ sevgisini ve muhabbetini silerdi. 1494 (H. 900) senesinden sonra Şirvân’da vefât etti.
Çok talebe yetiştirdi. Yedi tâne oğlu vardı. Oğulları da ilimde ve tasavvufta yetişip onun sağlığındayken talebe yetiştirmeye başladılar. Mevlhanha Şahkubâd Şirvânî de onun talebelerindendi.
Mevlânâ Muhammed Rukiyye ilim, irfan sâhibi, takvâ ehli ve dünyâ sevgisini gönlünden çıkarmış olan bir zâttı. Çok ibâdet ederdi. Hikmetli sözleri ve nasîhatleri tesirliydi. Talebelerine buyurdu ki:
Size bu yolda lâzım olan, mücâhede (nefsin istemediği şeyleri yapmak) ve riyâzeti (nefsin istediği şeyleri yapmamak) elden bırakmamak, bu yolun âdabına gereği gibi riâyet etmek, bu yolun temeli olan doğru söz ve helâl yemek üzere devâm etmektir.
Büyüklerimiz buyurdular ki: “Susmak, açlık, az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslıdır.” Hadîs-i şerîfte; “Yâ hayır söyle veya sus. Susan kurtulur.” buyuruldu. Sükût eden kimse dünyhada düşmanlarından, âhirette ise, ateşten kurtulur. Dilin yirmi bir âfeti vardır. Bu âfetler şunlardır: 1) Faydasız konuşmak. 2) Bâtıla dalmak yâni içki meclislerini, fâsıkların yaptığı işleri, zenginlerin rahatını, sultanların zulmünü, güzel görerek anlatmak. 3) Sözde başkalarına gâlip gelmek için münâkaşa ve mücâdele etmek. 4) İnsanlara düşmanlık etmek. 5) Halk beğensin diye konuşmak. 6) Edebe uymayan sözler söylemek. 7) İki dilli ve iki yüzlü olmak. 8) Bir kimseyi yüzüne karşı medh etmek. 9) Günahı ve suçu olmayan bir Müslümanı alaya almak. 10) Günhaha sebep olan latîfeler yapmak. 11) Bir Müslümanla alay etmek. 12) Bir Müslümanı bir toplumda maskara yapmak. 13) Müslümanın sırrını başkasına açıklamak. 14) Verdiği sözü yerine getirmemek. 15) İki Müslüman arasında söz taşımak. 16) Yalan söylemek. 17) Yalan yere yemin etmek. 18) Küfre sebep olan sözleri söylemek. 9) Konuşmaması gerekeni konuşmak. Şeyh Sa’dî buyuruyor ki: “Şu iki şey aklın noksanlığındandır. Konuşulacak yerde konuşmamak, konuşulmayacak yered konuşmak.” 20) İnsan ve hayvanlara lânet etmek. 21) Gıybet etmek.
On beşinci yüzyılda Şirvân’da yetişmiş olan evliyâdan. Şirvân Sultânı KaraHalil’in Akrabâsıdır. Şirvân’da doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1504 (H. 910) senesinden sonra Şirvân’da vefât etti. Kabri, hocası Mevlânâ Muhammed Rukiyye’nin türbesinin yanındadır.
Uzun seneler muhtelif yerlerde vâlilik ve idârecilik yapan Mevlânâ Şehkubâd Şirvânî, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve makamını terketti. Kendini Allah yoluna adadı. Tasavvuf yoluna girip Dede Ömer Rûşenî’nin sohbetlerine devâm etti ve ondan feyz aldı. Yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Mevlânâ Muhammed Rukiyye’nin sohbetlerine devâm etti. Onun yüksek himmetlerine ve terbiyelerine kavuştu. İlâhî sırlara nâil oldu. Kendisi ümmî (okuma yazma bilmeyen) olup, Allahü teâlâ ona ilm-i ledünnî ihsân etti. Ona Levh-i Mahfûz gösterildi. Pekçok âlim gelip müşkillerini ona sordular. MuhammedRukiyye’nin vefâtından sonra onun yerine geçti. Yanına gelen büyük âlimler onun yanında kendilerini deryâda bir damla su gibi gördüler. Bütün evlâdı ve torunları, âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldular. Beydâvî Tefsiri’ne hâşiye yazan Allâme Sadrüddînzâde onun torunlarındandır.
Mevlânâ Şehkubâd Şirvânî ümmî olduğu halde, ibâdetle alâkalı meseleleri çok iyi bilirdi. Âlimlere, hatâlarını söylerdi. “Ben bir ümmî kişiyim. Fakat bu meseleyi şöyle bilirim.” diyerek o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Onu küçümseyerek gelen pekçok âlim onun büyüklüğünü kabûl ederek yanından ayrılırdı.
Şirvân’da kırk odalı bir medresede ders veren Molla İvez isminde meşhûr bir âlim vardı. Ders verdiği kırk âlimin her birinin de ayrı ayrı ders verdikleri meclisleri vardı. Bundan dolayı Molla İvez’e Kırk Meclisli derlerdi. Bu zât gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdetle meşgul olurdu. Fakat tasavvuf ehlinin sohbetlerinde hiç bulunmamıştı. Sâdece zâhiri ilimlerle uğraşırdı. Tasavvuf yolundakilere de iyi gözle bakmazdı. Bir gün talebeleri onun yanında Mevlânâ Şehkubâd Şirvânî’den bahsettiler. Molla İvez; “Şeyh Şehkubâd okuma yazması olmayan bir câhildir. Onun yanında bulunanlar da ona uymuş câhillerdir.” dedi. Sonra da bütün talebelerini toplayıp, Mevlânâ Şehkubâd’ın ilminin olmadığını isbât etmek için onun yanına gitti. Şehkubâd’ın bulunduğu odaya girdi. Şehkubâd Şirvânî onlar gelince ayağa kalkıp; “Buyurun efendiler.” diyerek oturmaları için yer gösterdi. Onlar oturduktan sonra Mevlânâ Şehkubâd başını önüne eğdi. Bu sırada Mollaİvez talebelerine söze başlayın diye işâret etti. Fakat her birisi âlim olan talebelerinden hiçbiri kendilerinde konuşma tâkati bulamadılar. Hocalarının konuşmasını istediler. Molla İvez de konuşmak istediyse de konuşamadı. Mevlânâ Şehkubâd’ın mânevî üstünlüğünü kabul edip; “Şeyh hazretleri, biz misâfiriz, bize ilim sofranızdan birşeyler ikrâm edin.” diyerek ricâda bulundu.
Bunun üzerine Mevlânâ Şehkubâd Şirvânî kelâm ilminden tasavvufî bir tarzda söze başladı. Mevzûlar hâlinde anlatırken kelâm ilminin derin meselelerine daldı. Molla İvez ve talebeleri onun anlattığı derin bilgiler karşısında hayran kaldılar. Çünkü birkaç gün önce Molla İvez’den Şerh-i Mevâkıf’ı okurken, bir cümlenin izâhı talebelere kapalı gelmiş, onu halletmeleri mümkün olmamıştı. Şehkubâd Şirvânî kelâm mevzûlarını anlatırken onların anlamadıkları o cümleyi de kolay ve anlaşılır bir şekilde anlatıverdi. Talebeler şaşkın bir şekilde birbirlerine bakarlarken, Molla İvez de Şehkubâd hazretlerinin tasavvuftaki yüksek derecesini ve kerâmetini anlayıp, Şehkubâd hakkında söylediği sözlere tövbe ederek ondan helâllik diledi, talebeliğe kabul edilmesini istedi. Bunun üzerine Mevlânâ Şehkubâd; “Sen ki,Şirvân memleketinde Kırk Meclisli Molla İvez olasın da bir ümmîyi hoca edinesin.” dedi. Molla İvez ise; “Sultânım, Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize hakîkat gösterildi. Bizim gibilerin sû-i zanlarından ve yanlış düşüncelerinden zât-ı âliniz uzakmışsınız.” diyerek hâlini arzetti. Şehkubâd Şirvânî hazretleri de Molla İvez’i ve talebelerini affederek talebeliğe kabul etti. Molla İvez ve talebelerinden bâzıları tasavvuf yolunda yükseldiler.
Tasavvufta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin ve talebelerinin takip ettiği yol, tarikat. Asıl adı Muhammed olan Celâleddîn-i Rûmî’ye, “efendimiz” mânâsındaMevlânâ lakâbı verildiği için onun tasavvufta tâkip ettiği yola da “Mevleviyye” veya “Mevlevîlik” adı verilmiştir.
Âilesiyle birlikte çocukken Konya’ya gelen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, zamânın usûlüne göre tahsilini tamamladı. Babası Sultânü’l-Ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled’in vefâtından sonra, vâizlik ve müftülük vazîfesini yürüttü. Babasının talebelerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmizî Konya’ya geldiği zaman Celâleddîn-i Rûmî tasavvufa yönelip talebesi oldu. Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî’nin vefâtına kadar onun terbiyesinde kaldı. Bir müddet yalnız kalıp tarikat adâbına uygun olarak kendisine tâbi olan talebelerin terbiyesiyle meşgûl oldu. 1244 senesinde Şems-i Tebrizî Konya’ya gelince, sohbetlerinde bulundu. Şems-i Tebrizî’nin şehit edilmesinden sonra tasavvufî hayâta devam eden Celâleddîn-i Rûmî talebelerini terbiye etti. Çelebi Hüsâmeddîn’i kendine halîfe seçti. Çelebi Hüsâmeddîn Mevlânâ’nın vefâtına kadar 15 seneden fazla ona hizmet etti.Mevlânâ hazretlerinin büyük bir vecd ve heyecan içinde terennüm ettiği Mesnevî’nin metnini yazdı. 17 Aralık 1273 (H.5 Cemâziyelâhir 672)de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî vefât etti.
Hayâtında tarîkat kurmak gibi bir teşebbüsü olmadı. Fakat daha sonra “Mevleviyye” adını alacak olan yolun temel esaslarını ortaya koydu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kendinden sonra gelecekler için açtığı yolun temel esasları kısaca şunlardır: Allahü teâlâya karşı sonsuz bir îmân ve teslimiyetle birlikte ilâhî bir aşk ve muhabbete sâhip olmak. Peygamber efendimize karşı sonsuz îtimat ve bağlılıkla O’nun nurlu yolunda giderek kemâle (olgunluğa) ermek Kur’ân-ı kerîmi bütün hakîkatlerin aslı bilerek her hâl ve amelini O’na uydurup dünyâ ve âhirete dâir bütün işlerinde hükümlerinden ayrılmamak. Bütün varlığını Allahü teâlânın zikrine ve ibâdetine vererek en büyük neşeyi O’na kul olmakta bulup O’ndan başkasına iltifat etmemek. Ömür boyu Allahü teâlânın yolunda hizmet yaparak insanların gaflet ve maddecilikten kurtulmalarını sağlamak için çırpınmak. Allahü teâlânın insanlığa örnek olarak gönderdiği Peygamber efendimizin, âlimlerin ve velî zâtların en bâriz vasıfları olan; söyledikleri ve insanlara tavsiyede bulundukları şeyleri önce kendileri yaşayarak amel etmek. Tevâzû, hoşgörü, şefkat, merhamet, cömertlik, muhabbet gibi güzel huylarla ahlâklanmak.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin vefâtından sonra talebeleri arasında, onu kimin temsil edeceği bir müddet tartışma konusu oldu. Mevlânâ’nın son hastalığı sırasında; “Çelebi Hüsâmeddîn halife olur!” sözü delil gösterilerek oğlu Sultan Veled’in de tasdikiyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin vazifesini Çelebi Hüsâmeddîn üstlendi. Medrese ve küçük birkaç odadan ibâret olan Mevlânâ Dergâhını îmâr edip, onun isteği üzerine Mîmar Bedreddîn Tebrizî’ye; Alemüddîn Kayser, Muinüddîn Pervâne ve Gürcü Hâtun tarafından türbe yaptırıldı.
Çelebi Hüsâmeddîn 1284 senesinde vefât edince Sultan Veled onun yerine geçti. Babasının tasavvufta tâkip ettiği yola Mevleviyye adını verdi. Etrafa halifeler göndererek Mevleviyye tarîkatının âdâb, erkan ve usûllerini tesbit etti. Zamânının Selçuklu beylerine ve Moğol emirlerine nüfûz ederek siyâsî hayat üzerinde tesirli oldu. Mevlânâ Türbesine ve Mevleviyye Dergâhına büyük vakıflar sağladı. Sultan Veled vefât edince yerine oğlu Ulu Ârif Çelebi geçti. Ulu Ârif Çelebi gerek babasının sağlığında, gerekse babasının vefâtından sonra pekçok yerlere seyâhatlerde bulunarak Mevlevîliğin yayılmasına çalıştı. Sultaniye, Kütahya, Karaman, Tokat gibi merkezlerde dergâhlar açtı; oralara halifeler, dervişler gönderdi. Babasının beylerle ve emirlerle kurduğu yakın münâsebetleri geliştirdi. Ayrıca Anadolu’da yaygın olan tasavvuf ehliyle yakınlık kurup, onlardan müridler (talebeler) edindi.
İnsanların Allahü teâlânın rızâsına, dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarını gâye edinen Mevleviyye yolu, geniş kitleler ve Selçuklu Sultanları üzerinde tesirli oldu. Osmanlı Sultanları da Mevlevîlere ve Mevleviyye dergâhlarına değer verdiler. Sultan İkinci Bâyezid Han, Mevlânâ hazretlerinin türbesindeki “Sandukaları” yeniletti; örtü olarak kıymetli kumaşlar gönderdi. Yavuz Sultan Selim Han dergâha vakıflar tahsis etti, türbeye su getirtip şadırvan yaptırdı. Kânûnî Sultan Süleyman, dergâhın mescidini inşâ ettirdi. Sultan İkinci Selim Han Mevlânâ Dergâhını genişletip derviş hücreleri ilâve ettirdi, dergâhın yanına da kendi adıyla anılan Sultan Selim Câmiini yaptırdı.
Yeniçeri Ocağının ve bozulmuş olan Bektâşiyye tekkelerinin kapatılmasından sonra Sultan üçüncü Selim Han ve Sultan İkinci Mahmûd Han dönemlerinde de Mevlevîlere karşı büyük iltifat ve ikrâmlar gösterildi. Daha sonraki Osmanlı sultanları da Mevlevîlere karşı çok ilgi gösterdiler.
Devlet adamlarından ve halktan büyük destek gören Mevlevîler köylere kadar yayıldılar. Çok büyük hizmetlere vesile oldular. Ancak Bektâşî dergâhlarına ve Yeniçeri Ocağına sızan ve bu ocakların bozularak kapatılmasına sebep olan Eshâb-ı kirâm düşmanı Hurûfîler zamanla Mevlevî dergâhlarına da sızdılar. Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin ismini istismar ettikleri gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin isminin arkasına sığınarak bozuk inanış ve düşüncelerini Mevlevîler arasında yaymaya başladılar. Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştü. Mesnevî’de geçen “ney”i çalgı sanarak ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dans etmeye başladılar. İbâdetlere haramlar karıştırdılar. İslâmiyetin ve Celâleddîn-i Rûmî’nin beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldandılar. Sultan İkinci Mustafa Hanın hocası Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi. Mevlânâ Müzesinde bulunan çalgılarsa 1945 senesinde müzeye konulmuştur. Müzedeki envanter defterinin incelenmesi neticesinde; Mevlânâ Müzesinde bulunan dört adet ney, bir kemençe, iki rebab, bir tambur, bir kudüm, bir keman, iki ud ve bir çengin nereden ve nasıl geldikleri ayrıntılarıyla görülecektir. Diğer çalgıların dokuz tânesi muhtelif kişiler tarafından hediye edilmiş, üç tânesi de müzeye vasiyet edilmiş olmaları sebebiyle alınmıştır. Bu çalgıların hiçbiri hazret-i Mevlânâ’ya ve hakîki Mevleviyye Dergâhına âit değildir.
Osmanlı Devletinin yıkılışını hazırlayan, Avrupa’ya köle duruma düşmemizi sağlayan Tanzimat ve Islahat hareketlerine karşı çıkmayan Mevlevîler, Avrupa hayranı devlet adamlarından destek gördüler. Yurt dışına gidip Osmanlı Devletinin aleyhine faaliyet gösteren Jön Türklerle münâsebet kurdular. Midhat Paşa gibi mason devlet adamları Mevlevîler arasına katıldılar. İkinci Meşrûtiyetin îlân edilmesine ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesine taraftar oldular. İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin oldu bittiye getirerek girdikleri Birinci Dünyâ Savaşına Mevlevî Alayı olarak katıldılar. Kısaca her devirdeki devlet adamları üzerinde etkili oldular. 1925 senesinde Tekke ve zâviyelerin kapatılması ve faaliyetlerinin yasaklanmasıyla Mevlevî tekkeleri de kapatıldı. Konya’da bulunan Mevlevîliğin merkezi Halep Mevlevîhânesine nakledildi. Fakat 1944 senesinde Suriye Devletinin tekkelerle ilgili aldığı yeni kararlarla Mevlevîlik resmî özelliğini kaybetti.
Hazret-i Ali’ye ve Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaşan Mevleviyye yolu silsilesinin Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden sonrası şöyledir: Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekir Şiblî, MuhammedZeccac, Ebû Bekr Nessâc, Ahmed Gazâlî, AhmedHatıbî, Şemsü’l-eimme Serahsî, Behâeddîn Veled (Mevlânâ’nın babası) Seyyid Burhaneddîn Muhakkık Tirmizî, Mevlânâ.
Mevleviyye yolunda en önemli mevki babadan oğula veya âilenin büyüğüne geçen “Çelebilik”tir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den sonra Çelebi Hüsâmeddîn hâriç, Mevleviyye tarikatını Mevlânâ soyundan gelen Çelebiler idâre etmiştir. Çelebiler, Mevleviyye yolunun ve Mevlânâ’nın temsilcisi sıfatıyla Konya’da Merkez dergahta bulunurlardı. Tekkelere Şeyh tâyin eder, şeyhlere icâzetnâme verirlerdi. Mevlânâ ve Çelebi Hüsâmeddîn dâhil tarikatın başına geçmiş olan Çelebilerin sayısı otuz dördü bulmaktadır. Bunlar arasında az da olsa ana tarafından Mevlânâ soyuna bağlı olanlar vardır. Çelebi, Çalap kelimesiyle ilgili olup ilâhî anlamına gelmektedir.
Mevlevîliğe yeni girmiş kişiye “muhib” ve “nev-niyâz” denirdi. Muhib, çilesini çıkarmış ve hücre sâhibi olmuş (hücrenişîn) bir “dedeye” teslim edilir, dede hücresinde kalan muhibe tarîkat âdâbını öğretir, Mesnevî okuturdu. Muhib çileye girer dergâh hizmetlerinde bulunurdu. Çile ve hizmetlerini bitirirse “çile çıkarmış, ikrar almış, hücrenişîn olmuş” olarak dede olurdu. Çile ve hizmetteki zorluklara katlanamayıp vaz geçerse, çileyi yarıda bırakırsa çileyi kıran (çileşiken) sayılırdı. Dede ve dervişlikten sonraki mertebe “şeyhlik”ti. Şeyh, pîr makamını işgâl eder, Mevlevî tekkelerine şeyh olur, meşîhatının tasdiki için Çelebi tarafından “meşîhatnâme” verilirdi. Hilâfet vermekse şeyhlerin, dedelerin bâzan da muhiblerin ileri gelenlerine âit bir haktı. Müntesiplere zikir telkininde bulunabilmek için hilâfet almak gerekirdi. Mesnevî okutmak için icâzetnâme alan mevlevîlere “mesnevîhân” denirdi.
Mevlevîler “elifî” adı verilen şalvar, dar kollu uzun ince gömlek, bele kadar inen önü açık yelek (haydarî, haydariye), en üstte hırka giyerler; beyaz ve dövme yünden yapılmış serpuş (arakiye), sikke (külah-ı mevlevî), destâr (sarık), kemer (elifî nemed) takarlardı.
Mevlevî dergâhları olan mevlevîhâneler âsitâne ve zâviye olmak üzere ikiye ayrılırdı. Âsitâneler büyük tekkeler olup burada çile çıkarılır, dervişler buralarda yetiştirilirdi. Âsitânelerin başında “âsitâne, huzûr veya huzûr-ı pîr” adlarıyla anılan Konya Mevlânâ Dergâhı gelirdi. Diğerleri, Bursa, Eskişehir, Gelibolu, Halep, Kastamonu, Karahisar, Kütahya, Mısır, Rumeli, Yenişehir âsitâneleriydi. Zâviye adını alan diğer Mevlevî tekkeleri 80 kadar olup, Osmanlı topraklarına ve İslâm âlemine yayılmıştı. Zâviyelerin en mühimi, Mevlânâ’nın annesinin yattığı Karaman Tekkesiydi. İstanbul’da Galata (Kulekapısı), Yenikapı, Bahariye, Üsküdar mevlevîhâneleri bulunmaktaydı. Mevlevî dergâhları umûmiyetle şehir dışında ve büyük bir bahçenin içinde inşâ edilir, bahçenin bir tarafı mezarlık olurdu.
Mevlevî tarikatının Müslüman-Türk toplumu üzerinde büyük tesirleri görüldü. Sosyal yönden toplumu iyiliklere yönlendirirken, siyâsî yönden devlet adamları üzerinde etkili oldu. Celâleddîn-i Rûmî’nin eserleri ile şahsının Türk edebiyatına büyük tesiri oldu. Bilhassa Mesnevî İslâm ülkelerinde yetişen edîb ve şâirlerin ilham kaynağı oldu. Son dönemlerde Mevlevî tekkelerine giren mûsikî, gelişerek “tasavvuf mûsikîsi” adıyla tasavvuf ve İslâmiyetle ilgisi olmayan bir müzik dalının doğmasına sebep oldu.
Süleymân Çelebi’nin meşhûr eseri. Mevlid, lügatte “doğmak, doğum zamânı, doğum yeri” mânâlarına gelir. Mevlid’in asıl adı Vesîlet-ün-Necât (Kurtuluş Vesîlesi)tır. Muhammed aleyhisselâmın doğumunu kutlamak için yapılan tören mânâsına da kullanılmaktadır.
Süleymân Çelebi’nin 15. asırda yazılan Mevlid’inden başka 14. asırda yaşamış Erzurumlu Mustafa Darîr’in Tercümetü’d-Darîr’i vardır. Bunu İbn-i İshâk’ın Sîretü’n-Nebî’sinden çevirmiştir. Bir diğer mevlid de Fâtih Sultan Mehmed zamânında yaşamış Ahmed’in yazdığıdır.
Mevlid, yalnızca Müslüman Türkler arasında değil, bütün İslâm dünyâsında çok beğenilmiştir. Arnavutça, Rumca ve İngilizceye de tercüme edilmiştir. Asırlar boyunca bütün İslâm dünyâsında mübârek gün ve gecelerde, sünnet, düğün gibi toplantılarda ve diğer vesîlelerle sevilerek okunmuş ve dinlenmiştir. Müslümanların Muhammed aleyhisselâma olan aşk ve muhabbetlerine tercüman olmuştur. Mevlid’in yazılış sebebi de Süleymân Çelebi’nin Peygamber efendimize duyduğu engin muhabbettir.
Süleymân Çelebi’nin Bursa Ulu Câmideki imâmlık yıllarında, İranlı bir vâiz, kürsüde Bakara sûresinin 285. âyetini kendi bilgisine göre tefsir etti. Allahü teâlânın gönderdiği peygamberler arasında hiçbir fark görmediğini ve Muhammed aleyhisselâmın hazret-i Îsâ peygamberden daha üstün tutulmayacağını söyledi. İranlı vâizin bu bozuk ve hakîkatlere uymayan şahsî düşünceleri, Süleymân Çelebi’nin Muhammed aleyhisselâm için gönlünde duyduğu aşk ve muhabbete ziyâdesiyle tesir etti. Bu türlü iddiaları cevaplandırmak ve sâhiplerini susturmak, Muhammed aleyhisselâmın bütün diğer peygamberlere üstün, son peygamber olduğunu isbatlamak için Mevlid’ini yazdı. Mevlid; baştan sona kadar Ehl-i sünnet îtikâdını, Allahü teâlânın mutlak irâdesini, âlemi yoktan var ettiğini ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir mahlûkta bulunmayan üstün, yüksek ve emsâlsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir müminin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Diğer peygamberlere olan bütün üstünlükler de en güzel ve en veciz kelime ve ifâdelerle anlatılmıştır.
Mevlid; “münâcât” (Allahü teâlâya yalvarma), “vilâdet” (Peygamber efendimizin doğumu), “risâlet” (Peygamber oluşu), “mîrâc” (göklere çıkışı, Cenneti ve Cehennemi görmesi), “rıhlet” (Peygamberimizin vefâtı) ve “duâ” bölümlerinden ibârettir.
Söze Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile başlayan Süleymân Çelebi, Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimize kadar bütün peygamberlerin alınlarında nûr parladığını ve bu nûrun Muhammed aleyhisselâma intikâl ettiğini anlatır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) doğuşuna geniş bir yer ayırarak, O doğarken annesinin neler duyup, neler gördüğünü, bu anda bütün varlıkların engin bir neşe içinde kaldıklarını, bütün zerrelerin O’nu büyük neşe içinde karşıladığını söyler. Mevlid’de bundan sonra, Muhammed aleyhisselâma peygamberliğin nasıl geldiğini ve mîrâc hâdisesinin nasıl olduğunu anlatır. Derin üzüntü içinde yazdığı rıhlet ve daha sonra duâ ile mevlidini bitirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın her varlığın yaratılış sebebi, bütün yaratılmışların en şereflisi olduğunu ifâde ederken, O’nu bütün peygamberlere üstün kılan Allahü teâlâya şükürler etmektedir.
Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlüğü vardır. Mevlid, mesnevî, nazım şekliyle yazılmıştır. Ancak her bendin sonunda yer alan;
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Işk ıla derd ile eydün esselât
beyti eseri bir nevi terci-i bend durumuna düşürmüştür. Aruz vezniyle yazılmış, “fâilâtün, fâilâtün, fâilün” kalıbı kullanılmıştır. Yalnız bir yerde “Mef’ûlü, fâilâtü mefâîlü fâilün” kalıbına yer verilmiştir.
Kâfiyeler güzel ve sağlamdır. Süleymân Çelebi, Mevlid’in mısraının mükemmel olması için çok titizlik göstermiş, bu sebeple, Mevlid üstün sanat sâhibi divan şâirleri tarafından da sevilip beğenilmiştir.
Mevlid’de olayların ve düşüncelerin anlatıldığı yerlerde, en kısa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatım şekli kullanılmıştır. Mevlid’de hemen her türlü söz ve ifâde sanatına rastlanır. En çok cinas, teşbih ve tekrir gibi sanatlara yer verilmiştir. Bölümlerin ve kitâbın bütünlüğüne titizlik gösterildiği kadar, her mısranın ayrı ayrı güzelliği de gözden kaçmamaktadır. Mevlid lirizm (içlilik) ve öğreticiliği (didaktizm) iyice kaynaştırmış bir şiir kitabıdır. Kuruluktan uzak olduğu gibi, sırf coşkunluktan da ibâret değildir. Görünüşte kolay, fakat denendiğinde benzerinin yazılmasının çok zor olduğu görülür.
İran edebiyâtında mevlid türünde eser yazılmamıştır. Mevlid, Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) medh ve senâ ederek, Müslümanların gönlünde O’nun sevgisini harekete geçirdiğinden ve dîne bağlılıklarını arttırdığından bunu okumak ve dinlemek, nâfile bir ibâdet olup, çok sevaptır. Ancak İslâmiyetin haram ve yasak ettiği şekillerde ve şarkı söyler gibi veya çalgı âletleriyle berâber okunması yasaklanmıştır.
MEVLİD-İ ŞERİF’TEN BÖLÜMLER
(Münâcât bölümünden)
Allah âdın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur, cümle işte her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân eder Allah ona
Allah adı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya anın sonu
Allah adın her nefeste di müdâm
Allah adıyla olur her iş temâm
Bir kez Allah dise aşk ile lisân
Dökülür cümle günâh misl-i hazân
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen
Her murâda irişür Allah diyen
.................................................................
(Velâdet bölümünden)
Âmine Hâtun Muhammed ânesi
Ol sadefden doğdu ol dür dânesi
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alâmetler belürdü gelmeden
Ol gice kim doğdu ol Hayr-ül-beşer
Anası anda neler gördü neler
Didi: Gördüm, ol Habîb’in ânesi
Bir acep nûr kim, güneş pervânesi
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân
Gökler açıldı vü feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç alem
Biri maşrık, biri mağribde anın
Biri damında dikildi Kâbe’nin
İndiler gökden melekler saf saf
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf
Hem havâ üzre döşendi bir döşek
Adı sündüs döşeyen anı melek
İndi hûrîler bölük bölük buğur
Yüzleri nûrından evim doldu nûr
Çevre yanıma gelip oturdular
Mustafa’yı birbirine muştular
Didiler: Oğlun gibi hiçbir oğul
Yaradılalı cihan gelmiş değül
Bu gelen tevhid-i irfân kânıdır
Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır
.................................................................
Âmine eydür çü vakt oldu tamam
Kim vücûda gele ol Hayrü’l-enâm
Susadım gâyet hâraretten kati
Sundular bir câm dolusu şerbeti
Kardan ak idi ve hem soğuk idi
Lezzeti dahı şekerde yok idi
İçdim anı oldu cismim nûra gark
İdemezdim nûrdan kendimi fark
Geldi bir ak kuş kanadıyla revân
Arkamı sığadı kuvvetle hemân
Doğdu ol sâatde ol sultân-ı din
Nûra gark oldu semâvât ü zemîn
(Mîrâc bölümünden)
İşit imdi Mustafa mîrâcını
Nice urındı saâdet tâcını
Göklere hem nice seyrân kıldı ol
Hak teâlâ hazretine buldu yol
Anda ol gördüğin âdem görmedi
Kimse hem, ol irdüğine irmedi
Enbiyâ ervâhına indi nidâ
Kim kılınız Mustafa’ya ikdidâ
Önüne düştü, ona oldu delil
Aldı gitti Mustafâ’yı Cebreil
Gördüler nurdan örülmüş nerdübân
Nerdübândan oldular göğe revân
Ol gök ehli cümle karşı geldiler
Mustafa’ya hayli ikram kıldılar
.................................................................
Ey Habibim, dâvet et kullarımı
Tâ gelip de, göreler didârımı!
Sen ki, mi’râc eyleyip, etdin niyâz
Ümmetün mîrâc eyleyip, kıldım namaz
Her zaman ki, bu namazı kılalar
Cümle gök ehli sevâbın bulalar
Çünki her türlü ibâdet bundadır.
Hakka kürbiyyetle vuslat bundadır
Sıdk-ile beş vakt oldukça edâ
Elli vaktin ecrini eyler hak atâ