MEŞRÛTİYET
Alm. Konstitutionelles Regime, Fr. Gouvernement Constitutionnel, İng. Limited Monorchy, Constitutionnel. Siyâsî rejimlerden birisi. Hükümdarların başkanlığı altında anayasalı parlamento idâresine denir. Bu idâre şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis vardır. Osmanlı târihinde 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23 Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan iki ayrı devreye meşrûtiyet devirleri adı verilir.
Kuvvetler ayrılığı prensibinin hâkim olduğu idâre tarzı şeklinde gelişen meşrûtiyet ilk önce İngiltere’de ortaya çıktı ve daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde tatbik edilmeye başlandı.
Krallık ve parlamento müessesesinin bir arada yürüdüğü bu ülke, günümüz demokrasi rejimlerinin de doğuş yeri olarak kabul edilmektedir. İngiliz demokrasisi kendisine mahsus şartlar altında gelişti. 1789 Fransız İhtilâlinin Avrupa’ya yaydığı milliyetçilik düşünceleri neticesinde millî devletler kuruldu. Avrupa ülkelerinde hükümdarların nüfuzları, teşkil edilen parlamentolarla sınırlandırıldı. Geniş halk kitlelerinin ülke idâresinde söz sâhibi olmasına yarayan parlamentolarla kuvvetler ayrılığı prensibi iyice tatbik edilmeye başlandı. Bu durum demokrasilerin bu ülkelerde doğup gelişmesine zemin hazırladı. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrı gruplarca temsil edilerek birbirini dengelemesi, Avrupa’da tedricen parlamentoların müessiriyetini arttırdığı gibi kralların halk üzerindeki hâkimiyetlerini de azalttı. Zaman ilerledikçe hükümdarlar icrâ selâhiyetlerini kaybedip, birliğin ve milletin sembolü hâline geldiler. Bugün İngiltere, Japonya, Belçika ve Kanada gibi ülkelerde kral ve benzerlerinin statüsü genel olarak böyledir.
Batı’da demokrasinin tekamülü, halkın ekseriyetine mâlolan büyük ve çoğu kanlı mücâdeleler netîcesinde mümkün oldu. Osmanlı Devletinde ise hiçbir devirde halk, ülke idâresinde söz sâhibi olmak için herhangi bir harekette bulunmadı. Çünkü Osmanlı idâresi, bir hânedan başkanlığında olsa bile, devletin bütün işleri İslâmiyetin emir ve yasaklarına göre yürütüldüğünden, ülkenin her köşesinde adâlet, sulh, sükûn ve huzur hâkimdi. Avrupa’daki hânedanlar ve krallar ise keyfî idâreleriyle halkı asırlarca zulüm altında inletmişlerdi. Osmanlı Devletinde tanzimat ve meşrûtiyet hareketleriyse, halktan gelen birer hareket olmadı. Bâzı devlet adamları ile Avrupa kültürüyle yetişmiş bir grup insanın, Avrupa devletlerinden de destek görerek sürdürülen faaliyetleri neticesinde ortaya çıktı ve bu durum, ihânete kadar vardı. 1850’li yıllara kadar Osmanlı pâdişâhı, devletin ve milletin sâhibi olarak, bütün güçleri elinde tutan en yüksek karar organı mevkiindeydi. Ayrı din ve milliyetlerden müteşekkil mütecanis olmayan bir devletin idâresinde bundan başka bir şekil düşünmek de mümkün değildi. Nitekim günümüzde de şeklî görüşü ne olursa olsun muhtelif milletlerden meydana gelen devletler için de benzer durum söz konusudur.
Osmanlılarda hükümdârın temsil ettiği kuvvetlerin ve sâhip olduğu yetkilerin elinden alınarak başka kuruluş ve kişilere verilmesi Batı’daki gibi demokrasinin gelişmesine değil, devletin birlik ve berâberliğinin kaybolmasına yol açtı. Aslî unsurunu Müslüman-Türklerin teşkil ettiği Osmanlı Devletinin bünyesinde değişik milletler mevcut olduğu için milliyetçilik hisleri ve demokrasi hareketleri her imparatorlukta olduğu gibi devletin dağılıp yıkılmasında büyük rol oynadı. Nitekim Yunanistan, Bulgaristan ve diğer eyâletlerde kiliselerden kaynaklanarak başlayan milliyetçilik hislerinin yabancı devletlerce büyük bir harekete dönüştürülmesi neticesinde, bunlar Osmanlı Devletinden ayrılıp, bağımsızlıklarını kazandılar. Yine, demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru olan parlamento müessesesi ancak millî bir devlet yapısı içinde aslî fonksiyonunu kazanabilmektedir. Aksi hâlde zararı faydasından çok daha fazla olabilmektedir. Meselâ, Birinci Meşrûtiyet meclisindeki azınlık mebuslarının seçildikleri bölgeye muhtariyet istekleri gerçekleşseydi, Osmanlı Devleti yarım asır önce târihe karışır, belki de yerine yeni bir Türk Devleti kurulamazdı.
Meşrûtiyet rejimi, ona inananlar tarafından Osmanlı Devletini içinde bulunduğu durumdan kurtarabilecek yegâne çâre olarak görülmekteydi. Osmanlı Devleti tedricen dünyâ siyâsetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı. On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa ülkelerinin, sanâyi inkılâbını gerçekleştirip, teknolojik sâhada önemli mesâfeler almaya başlaması üzerine, dünyâ siyâsetindeki ağırlıkları artmaya başladı. Sanâyileşme gayretleri içeriden ve dışarıdan çeşitli şekillerde engellenen Osmanlı Devleti, kendisi dışındaki teknolojik gelişmelere yeterince ayak uyduramadı. Gerilemesinin esas sebebi din ve kültürü değil, değişen dünyâ şartlarına intibak edememesiydi. Harp meydanlarında başgösteren başarısızlıklar neticesinde devletin tekrar eskisi gibi güçlendirilip yenilenmesi çabaları ortaya çıktı. Türk târihindeki her ilerici hamle üstten ve idâreci zümreden geldiği gibi, bu husustaki ilk teşebbüsler de pâdişhalar tarafından ele alındı. Pâdişahlar tarafından çeşitli kereler ıslahat teşebbüslerinde bulunuldu. Genç Osman, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecîd ve Abdülazîz hanların başlattıkları yenilikçi gayretlerin temel vasfı, Osmanlı Devlet müesseselerinin, işleyiş şekillerinin, çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması oldu. Böylece Osmanlı devlet müesseselerinin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi sağlanmak istendi.
Ancak her defâsında başlatılan çalışmalar dolaylı ve dolaysız yollardan, dâhilden ve hâriçten gelen baltalamalar sebebiyle akamete uğratıldı. Genç Osman ve Üçüncü Selim Hanın Yeniçeri isyanları neticesinde şehit edilmeleri; İkinci Mahmûd Han (1808-1839) devrinde devletin karşılaştığı büyük gâileler; Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde ise ıslahat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Abdülazîz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinin altında yatan esas sebep buydu. Meselâ Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) devrinde alınan borçlarla dünyânın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kuruldu. Alınan paraların yüzde dördü de demiryolu inşâsına harcandı. Ordu ve donanması güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler, Abdülazîz Hanın şahsında sömürge imparatorluklarının, dünyâ hâkimiyetlerinin yıkılışını görür gibi oldular. Bu ordu ve donanma, İngilizler tarafından çevrilen çeşitli entrikalar neticesinde Abdülazîz Hanın şehit edilmesine, Doksanüç Harbinin de ortaya çıkmasına yolaçtı. Bu harpte Osmanlı ordusu eridiği gibi, aynı orduya bir daha sâhip olunamaması sebebiyle Mondros’a kadar gelindi. Abdülazîz Hanın ordu ve donanma için yaptığı borçlar anormal bir yekün teşkil etmemekle berâber, Doksanüç Harbinin getirdiği ekonomik ve askerî yıkımdan dolayı ödenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı.
Meşrûtiyetin îlânında, azınlıklara eskisinden daha fazla haklar ve imtiyazlar vererek, bunların ve bunların hâmiliğini üstlenmiş olan yabancı devletlerin dostluğunu kazanmak arzusu, önemli rol oynadı. Ancak bu durum, azınlıkların devlete daha çok bağlanması yerine bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdi. Osmanlı Devletinin Hıristiyan tebeaya verdiği lütuf ve imtiyazların hak şeklini alarak geri verilmemesi, Avrupa devletlerinin şaşmaz politikası oldu. Osmanlı Devleti zayıfladıkça, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri arttı. Öyle ki, son yüz yıllık devri âdeta bir azınlıklar meselesi asrı olarak geçti. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimler, bugün birçok medenî devlette bulunan hürriyetten daha fazlasına sâhiptiler. Ancak bunun yanında bâzı mükellefiyetleri de vardı. Meselâ cizye ve vergi verirlerdi. Devletin son zamanlarında karşılaştığı dâhilî meseleler adâletli ve istikrarlı bir idâre sebebiyle değil, parçalanmasında menfaati olan yabancı devletlerin tahrik ve teşvikleri yüzündendir. Osmanlı azınlıkları üzerinde her devletin tespit edilmiş bir politikası vardı. Fransızlar, Katoliklerin; İngilizler, Protestanların; Ruslar, Ortodoksların hâmiliğini üstlenmişlerdi. Katoliklik Fransızlarca, İkinci Mahmûd Han devrinde, Protestanlık da 1850’de İngilizlerce resmî mezhep olarak tanıttırıldı. Rusya Balkanlarda, İngiltere Yunanistan ve Doğu Anadolu’da, Fransa, Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere giriştiler. Hıristiyan azınlıkları ilk isyâna sevk eden Çar Deli Petro’dur. Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar. Rusya, 1830’lardan îtibâren Balkanlarda önemli bir nüfuz mücâdelesine girişti. İngilizler 1870’lerde Midhat Paşanın Tuna Vâliliği sırasında her il ve ilçede açtıkları konsolosluklar vâsıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler.
Osmanlı Devletinde meşrûtiyet konusundaki ilk fikrî faaliyetler, Genç Osmanlılar arasında başladı. Ebuzziyâ Tevfik, Ali Suâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi, Ziyâ Paşa ve Şinâsî gibi batı kültürüne sâhip şahıslar, meşrûtiyet gelince devletin bütün meselelerinin çözüleceğine dâir bir inanç içindeydiler. Devletin, içinde bulunduğu durumdan Batı’daki gibi bir idâre sistemini benimserse kurtulabileceğini zannediyorlardı. Batı’daki müesseseleri, kendi târihî gelişimini göz önüne almadan tatbik etmek için çalışıyorlardı.
Bu sıralarda Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa, Sadrâzam Fuâd Paşa tarafından verâset haklarından mahrûm edildiği için Paris’e kaçarak Osmanlı Devleti aleyhine çalışmalara başladı. Matbûât yoluyla meşrûtiyet mücâdelesine girişmiş olan Genç Osmanlılar Âlî Paşanın baskıları neticesinde yurt dışına kaçarak Mustafa Fâzıl Paşanın çevresinde toplandılar. Paris ve Londra’da çıkardıkları gazeteleri, mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahâneleri vâsıtasıyla yurda sokarak, meşrûtiyetçi fikirleri yaymağa çalıştılar. Ancak Mustafa Fâzıl Paşa, Sultan Abdülazîz Hanın Fransa seyâhati sırasında pâdişahtan özür dileyerek kendisini affettirip İstanbul’a dönünce, desteksiz kalan Genç Osmanlılar, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar. 1860’lardan başlayarak günümüze gelinceye kadar yurt dışına kaçmak zorunda kalan bütün siyâsî göçmen gruplarının müşterek husûsiyeti, memleketleri aleyhine de olsa, yabancılar tarafından tasvip ve destek görmeleri oldu. Genç Osmanlılar ve Jön Türkler, kendileriyle benzer durumda bulunan İtalyan ve Rus ihtilalcilerinin bu açıdan gösterdikleri şahsiyet ve karakter nümûnelerinden mahrum kaldılar. (Bkz. Jön Türkler)
Birinci Meşrûtiyet, Genç Osmanlılardan çok, devlet ricâlinin çalışmaları neticesinde îlân edildi. Mütercim Rüşdî Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa, hükümdârın yetkilerinin sınırlandırılmasına taraftar olmakla birlikte meşrûtiyete karşıydılar. Sadrâzam Midhat Paşa ve Askerî Mektepler Nâzırı Süleymân Paşa ise, meşrûtiyet taraftarıydılar. Sultan Abdülazîz Hanın tahttan indirilip, Beşinci Murâd Hanın yerine getirilmesi meşrûtiyetçiler tarafından sevinçle karşılandı. Ancak Sultan Abdülazîz Hanın katledildiğini duyan Beşinci Murâd Hanın sinirleri bozuldu. Bu sırada vukûa gelen Çerkes Hasan Vak’ası ile Serasker Hüseyin Avni Paşanın öldürülmesi (Bkz. Hüseyin Avni Paşa), Midhat Paşa lehine önemli bir gelişme oldu. Osmanlı başşehrinde yaşanan bu karışıklıklar ve vahim olaylar arasında İkinci Abdülhamîd Han 31 Ağustos 1876’da pâdişâh oldu. 10 Eylül 1876’da okunan Cülûs-ı Hatt-ı Hümâyûnunla Kânûn-ı Esasî’nin hazırlanması için Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon teşekkül ettirildi. Midhat Paşanın meşrûtiyet taraftarlığı İngiltere’ye olan hayranlığından ve ölünceye kadar sadârette kalmak istemesinden kaynaklanıyordu. Hiçbir devletin anayasasını tetkik etmediği gibi Meşrûtiyet idâresi hakkında da esaslı bir fikir sâhibi değildi. Başlıca arzusu kurulacak yeni rejimin mîmârı olarak kendisini göstermek ve makam sâhibi olmaktı.
Kânun-i Esâsî; on altısı yüksek mülkî memur, onu ulemâdan, ikisi de Ferik (Orgeneral) rütbesinden asker olmak üzere yirmi sekiz kişilik bir komisyon (Bunların ikisi Hıristiyandı.) tarafından hazırlandı. Komisyonda Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl de vardır. Sadrâzam ve bütün nâzırların pâdişâh tarafından tâyin ve azli, pâdişâha karşı sorumluluğu prensibi eskiden de olduğu gibi Kânûn-i Esasî’de aynen yer aldı. Osmanlı vatandaşlarının hakları, memuriyet, âyân ve mebûsan meclislerinin işleyişi, illerin idâresi ayrı ayrı belirtildi. Heyet-i Vükelâya (Bakanlar Kuruluna) kânun hükmünde kararnâme çıkarmak yetkisi verildi. Pâdişâh istediği zaman meclisi toplayıp, dağıtabilmek hakkına sâhipti. Kânûn-ı Esâsî, dar mânâda kuvvetler ayrılığı prensibine yer vermektedir. Yasama yetkisinin Meclis-i Umûmî, yürütme yetkisinin Hey’et-i Vükelâ ile berâber kullanılmasına karşılık son söz yine Pâdişâha âitti.
Yüz kırk maddeden ibâret olan ön tasarıda Sadrâzamlık makâmı Başvekâlet hâline getirilip, nâzırların seçimi de ona bırakılıyordu. Heyet-i Vükelâyı parlamentoya karşı mesul tutarak Pâdişâhlık makâmını tamâmen sembolik bir mevki hâline getiriyordu. Taslakta yer alan ve her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerine dâir bir madde, Midhat Paşanın ısrarlı tutumuna rağmen kaldırılıp, Türkçenin resmî dil olduğu hakkında bir hüküm yer aldı. Pâdişâha, siyâsî bakımdan mahzurlu görülenleri sürgün etme yetkisi veren 113. madde, bütün ısrarlara rağmen Midhat Paşa tarafından esas metne dâhil edildi. Halbuki bu yetki Tanzimât Fermânı ile kaldırılmıştı, ancak tahta yeni geçen Sultan Abdülhamîd Han, Midhat Paşayı iknâ edemedi. Zîrâ Midhat Paşa, ölene kadar iktidarda kalacağını zannediyordu. Böylece kendi rakiplerini ve muhâlif olanları sürebilecekti. Midhat Paşa, Pâdişâhın nüfuzunu ortadan kaldırmak için Kânûn-ı Esâsî’yi Avrupa’nın büyük devletlerinin müşterek kefâleti altına koydurmak istemişse de bu son derece dehşet verici madde çıkartıldı. Midhat Paşa, buna mâni olamadığı için, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa başta olmak üzere hayli tenkit edildi. Nâmık Kemâl; “Biz böyle pejmürde bir anayasayı kabul etmeyiz. Taslak ya aynen kabul edilmeli veya meşrûtiyetten vazgeçilmelidir.” diyordu.
O sırada toplanan Tersâne Konferansındaki İngiliz delegesi ve Hindistan Vâlisi Lord Salisbury, yeni rejim hazırlığı için Bâbıâlî’yi tebrike geldi. Kânûn-ı Esâsî 23 Aralık 1876’da Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Paşa tarafından ulemâ, askerî erkan, eski ve yeni vekiller, azınlık cemâat reisleri önünde Bâyezid Meydanında okundu. Toplar atılarak Kânûn-ı Esâsî îlân olundu. Hâriciye Nâzırı Safvet Paşa, yabancı devlet elçilerine Kânûn-ı Esâsî’yi îzâh etti.
Meşrûtiyetin mîmârı sayılan Midhat Paşa, meclisin açılışından önce, 5 Şubat 1876’da sözü geçen 113.maddeye dayanılarak sürgün edildi. Sadrâzamlığı esnâsında Bosna-Hersek eyâletinde başlayan Hıristiyan isyânını durdurmak için Türk bayrağındaki ay-yıldızın yanına haç ilâve edilmesini emretmiş ve tatbik ettirmişti. Ancak isyan durmadığı gibi Müslümanlar da müteessir olmuşlardı. İktidar hırsıyla “Âl-i Osman olur da neden Âl-i Midhat olmasın!” diyerek Hıristiyan ve Müslüman gönüllülerden müteşekkil, kendi şahsına bağlı asker ocağı kurdurup, İstanbul sokaklarında nümâyişler yaptırıyordu. Bunu duyan Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa onu desteklemekten vazgeçti. Pâdişâhın aleyhinde çeşitli yerlerde ve huzurunda söylediği sözler neticesinde sabrı taşan Abdülhamîd Han, İzzeddin Vapuruyla, yanına beş yüz altın vererek onu İtalya’ya gönderdi.
19 Mart 1877 senesinde Meclis-i Mebûsan büyük bir merâsimle açıldı. Dârülfünûn (Üniversite) için yapılan binâ, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi. Meclisi bizzât İkinci Abdülhamîd Han açtı. Pâdişâhın nutkunu Mâbeyn Başkâtibi Küçük Saîd Bey okudu. Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Necd, Umman gibi kendi iç idârelerinde muhtar eyâletler dışındaki yerlerden milletvekilleri iki dereceli bir seçimle parlamentoya girdi. Ahmed Vefik Paşa, ilk Meclis Reisi oldu. Meclisin, hükûmeti düşürme yetkisi yoktu. Birinci Meşrûtiyetin Osmanlı parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekili sayısı % 50’yi bulmuyordu. Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahûdî, Sırp gibi gayri müslim milletvekilleri olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı milletvekilleri de vardı. Bunlardan Rum, Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletinin kurulması için yardım yapılmasını isteyebiliyordu. Türk milletvekilleri de müsbet bir icraat ortaya koyamıyorlardı. Bunun üzerine İkinci Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebûsan’ı süresiz olarak tâtil etti. Böylece, Birinci Meşrûtiyet 1 yıl 1 ay 21 gün sürmüş oldu. Fakat Doksanüç Anayasası kaldırılmadı. Milletvekillerinin görevleri sona ermesine rağmen, âyân üyelerinin (senatörlerin) görevlerine son verilmedi. Âyân üyeleri, hayatları boyunca “Âyân Üyesi” ünvânını taşıdılar. Bunlardan üç kişi, 1908’e kadar hayatta kalabilmiş ve 1908 İkinci Meşrûtiyet parlamentosuna dâhil edilmişlerdi.
Meşrûtiyetin ikinci defâ îlân edilip süresiz tâtile giren Meclis-i Mebûsanın yeniden toplanması için ilk faaliyet İttihad-ı Osmânî ismiyle birkaç kişi arasında kurulan bir cemiyet tarafından başlatıldı. Bu cemiyet daha sonra İttihat ve Terakkî ismini aldı. 1885’te ismini duyuran cemiyetin fikirleri; Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yayılmaya başladı. Hükûmete ve Pâdişâha muhâlif olan bu hareket, haber alınarak dağıtıldı. Sıkı şekilde tâkip edilmeye başlanınca cemiyet üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde hükûmet aleyhine, Meşrûtiyetin îlânı lehine yazılar yazıp, bunları yurda gizlice sokmaya başladılar. Fransız İhtilâlinin yüzüncü yıldönümünü kutlama merâsimleri dolayısıyla Paris’e giden Ahmed Rızâ da orada kalarak Jön Türk hareketinin liderliğini ele aldı. Çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ve saraya yazdığı layihalarda o da meşrûtiyet, hürriyet kavramını işlemeye başladı. Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibâret kaldı. Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik temellerine dâir araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar.
Jön Türkler yurda döndüklerinde hiçbirisi tecrübe ve tetkik sâhibi olmak hüviyetini taşımıyorlardı. Ülkenin ve çağın sosyal, siyâsî şartlarından habersiz, gerekli fikir olgunluğundan mahrumdular.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902’de Paris’te yaptı. Kongreye İttihat ve Terakkî üyeleri Prens Sabahaddîn ve taraftarları, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri katıldılar. Oy çokluğu ile alınan kararların en önemlileri Meşrûtiyetin îlânı için iş birliği yapmak ve Osmanlı Devletinde milliyetlere göre mahallî muhtâriyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlar teşkil ediyordu. Ahmed Rızâ ile Prens Sabahaddîn arasında kongrede ortaya çıkan anlaşmazlık her ikisinin bir araya geldiği ilk ve son kongre olmasına sebep oldu.
Ahmed Rızâ, Meşrûtiyetin îlânı için yabancı devletlerin müdâhalesi fikrini reddederken Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyetçi fikirleriyle meşhur Prens Sabahaddîn bunu savunuyordu. Yine bu kongrede hâtırât yazılmaması, bu işin teşekkül ettirilecek bir heyet tarafından yapılacağı karara bağlanmış ancak, bu heyet teşekkül ettirilmemiştir. Cemiyetin gizliliği prensip edinmesi ve heyetin de teşekkül ettirilmemesi sebebiyle 1908 öncesine âit İttihat Terakki hakkındaki belgelerin sayısı çok azdır. Almanya 1898’den îtibâren Meşrûtiyet idâresi için İttihat ve Terakkî hareketine gizlice yardım etmeye başladı. İttihatçılar kendi aralarında İngiliz ve Alman yanlısı diye ikiye ayrılmaya başladılar. Fakat bu ihtilaf Meşrûtiyete kadar pek önemli bir mesele olmadı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han sarayda bir heyet teşekkül ettirerek, Türklerin hâkimiyetinde olan bir meclis yapısına müsâit yeni bir anayasa hazırlattırıp, tatbik ettirmeyi düşünüyordu. Ancak buna fırsat kalmadan dağa çıkan üçüncü ordu subaylarından, Enver ve Niyâzi Beylerin başlattığı hareket sonucunda Ferizovik, Selanik ve Manastır’da 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet îlân edildi. Bunun üzerine Sultan Abdülhamîd Han 23 Temmuz 1908’de Kânûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı. Rumeli’de büyük gösterilerle îlân edilen Meşrûtiyet, İstanbul gazetelerinde ehemmiyetsiz bir haber olarak yer aldı. Saraydan vilâyetlere gönderilen bir emirnâme ile Kânûn-ı Esâsî’nin yürürlüğe girdiği belirtilerek Birinci Meşrûtiyet meclisinin kabul ettiği seçim kânunu mûcibince seçimlerin yapılarak mebusların İstanbul’a gelmesi istendi. İkinci Meşrûtiyet bir fikir ve doktrin hareketi değildi. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu şartlara göre Meşrûtiyet geldikten sonra ne yapılacağını kimse bilmiyordu ve tesbit etmek gereği de duyulmamıştır. İttihat ve Terakkî hareketinin ise kendine âit bir lideri, programı ve fikri yoktu. Meşrûtiyetten önceki gizliliğini sonra da devâm ettirdiği için ortaya çıkan otorite boşluğu anarşi ve cinâyetlere yol açtı. İttihatçılar yeni kurulan hükûmette vazîfe almayıp, vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dönemine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamları üç sene içinde tasfiye edildiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han muhâliflerini maaşla merkezden uzaklaştırırken, İttihatçılar sûikast tertipleyerek öldürmeye başladılar.
İkinci Meşrûtiyetten bir şeyler bekleyenler, beklediklerini bulamadılar. Îlân edilen umûmî afla yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi. 17 Aralık 1908’de toplanan Meclis-i Mebûsandaki azınlık mebusları ekseriyette olup, meclis, Birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sâhası hâline geldi. Balkanlarda, Osmanlı Devletine başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandasky de dâhil olmak üzere mebus seçildiler. Sason İsyânı tertipcilerinden Ermeni Komitası Reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan Mebusu oldular. Balkan Harbinde dünyâ askerlik târihinin en son kale müdâfilerinden Hasan Rızâ Paşayı İşkodra Muhârebesinde arkadan vuran ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hallini bildirmeye memur dört kişiden biri olan, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptanî ise meclisin ateşli hatipleri arasındaydı. 266 mebustan sâdece 137’si Türk’tü.
31 Mart Vak’asından sonra Kânûn-ı Esâsî’de çok büyük değişiklikler yapılarak pâdişâhın yasama ve yürütme yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı. Veto yetkisi kaldırılarak, nâzırlar parlamentoya karşı mesul duruma getirildi. Bundan sonra pâdişâhlık makâmı hilâfet ve saltanatın kaldırılışına kadar sembolik yetkileri olan bir mevkî hâline geldi. Sultan Beşinci Mehmed Reşâd, meşrûtiyet rejimi içinde tahta geçip, bu dönemde ayrılan tek pâdişâh oldu.
Alm. Metabolismus, stoüffwechsel, Fr. Mètabolisme, İng. Metabolism. Canlı organizmada meydana gelen kimyâsal olayların tamâmı. Metabolizma, organik yapım ve yıkım olayları esnâsında madde ve enerjinin hücre veya organizma tarafından değişikliğe uğratılması şeklindeki karmaşık ve devamlı olayların hepsini içine alır.
Hücreler besin alarak ve bileşimlerini değiştirerek hayatlarını sürdürürler. Besinlerin çoğu kompleks yapılarından basit bileşiklere ayrılarak hücrenin yapısına katılır veya enerji üretim kaynağı olarak kullanılırlar. Organik bileşiklerin basit yapılara yıkımı esnasında enerji açığa çıkar. Enerjinin bir kısmı hemen hücre içinde kullanılır. Çoğunluğu da kullanılmaya hazır kimyâsal enerji olarak ATP moleküllerinde depolanır. Maddelerin hücre bünyesinde parçalanarak bozunması şeklindeki yıkım olaylarına katabolizma denir. Katabolizma, metabolizmanın yıkım reaksiyonlarını ifâde eder. Organizma büyümek ve yıpranan kısımlarını onarmak için besinlerin bâzı moleküllerini birleştirerek bünyesine has kompleks maddeler sentezler. Bu şekildeki sentez ve yapım olaylarına da “anabolizma” denir. Bu olaylar esnâsında katabolizmada açığa çıkan enerji kullanılır. Ototrof organizmalarda ise inorganik maddelerden bilhassa ışık enerjisiyle kompleks maddeler yapılır. Anabolizma, kemik gibi durgun dokularda da devam eder.
Şeker, yağ ve protein metabolizması, bu maddelerin organizma içinde uğradıkları kimyâsal değişikliklerin tamâmıdır. Bu maddeler sindirim kanalında değişikliklere uğradıktan sonra organizmanın iç ortamına geçer. Bundan sonra yeni değişiklere uğrayarak, canlı maddelerin sentezle oluşumuna yarar, yedek maddeler hâline geçer veya organizmaya gerekli enerjiyi sağlamak üzere oksitlenirler.
Organizmanın canlı hücrelerinde aynı anda birçok anabolik ve katabolik olaylar cereyan eder.
Bazal metabolizma; vücut sıcaklığı, dış ortamın sıcaklığıyla denge hâlindeyken, dinlenmekte olan aç bir insanın vücut yüzeyinde meydana gelen ve bir metrekareye düşen ısı miktarıdır. Bazal metabolizma nazarî olarak Aturater kalorimetresine benzer bir kalorimetreyle (bir insanı içine alabilecek büyüklükte olan ısı kaybını önleyen ve insanın çıkardığı ısıyı ölçebilen oda) ölçülebilir. Pratikte bazal metabolizma dolaylı bir kalorimetreyle ölçülür, yâni üretilen enerji harcanan oksijen miktarına göre hesaplanır; vücut yüzeyinin bir metre karesinin bir saatte açığa çıkardığı büyük kalori sayısı ile ifâde edilir. Çeşitli sıcakkanlı canlılar üzerinde yapılan ölçümler, bazal metabolizmanın, metrekare başına, yirmi dört saatte 700-1000 kalori arasında değiştiğini göstermektedir. Erişkin insanın bazal metabolizması saatte m2 başına erkekte 40, kadında 73,5 kaloridir. Bazal metabolizma; yaşa (yaşlandıkça düşer), cinsiyete (kadında düşüktür), ırka, iklime, beslenme tarzına, oksijen basıncına, bâzı maddelere (adrenalin, tiroksin, kafein yükseltir, müsekkinler düşürür) bağlı olarak değişiklikler gösterebilir.
Felsefenin öze, mâhiyete, asla âit en temel konularını inceleyen bilgi dalı. Meta “öte” ve fizik “madde” kelimelerinden meydana gelmekte olup, “madde ötesi” demektir. Felsefe, önceleri, matematik, geometri, astronomi, mantık, tabiî ilimleri ve kâinât (evren), kâinâtın yaratıcısı, insan, siyâset, ahlâk, fert ve cemiyet hayâtıyla ilgili problemler ve bunların çözümünden bahsediyordu. Bütün ilimler felsefenin içerisinde yer alıyordu. Daha sonra ihtisaslaşma meydana gelince, ilimler felsefeden ayrıldı. Artık felsefenin konusu mücerret ve zihin dünyâsını ilgilendiren konulardan ibâret kaldı. Bunlar arasında varlıkların aslının ne olduğu, bir yaratıcının varlığı ve O’nun sıfatları, nereden geldik nereye gidiyoruz, insan, insanötesi, insan irâdesi, yaptığı işlerinden sorumlu olup olmadığı gibi hususlar metafiziğin konusunu teşkil etti.
Metafizikle ilk uğraşanlar eski Yunan düşünürleridir. Bunlar insan zihninin varlığını kabûl ettiği fakat gözle görülemeyen mefhumların niteliği husûsunda fikirler ileri sürmüşler ve tartışmışlardır. Bunlardan Aristo, tabiatı, varlıkları ve madde ötesi konuları inceleyerek yazdı. Daha sonra onun bu yazılarını düzenleyen Rodoslu Andronikos eserine Ta Meta ta Phsika “Fizikten Sonra Gelenler” adını verdi. Böylece ilk olarak “metafizik” terimi ortaya çıktı ve yerleşti.
EskiYunan filozoflarının ilk ele aldıkları, mücerret konulardır. Maddi (fizik) âlemin yanında bir de insan zihnini ilgilendiren bir düşünce dünyâsı üzerinde durmuşlardır. Bu iki dünyâ arasındaki irtibâtı kavrama maksadıyla, kâinât (evren), onun yaratıcısı, sıfatları, zaman gibi şeyleri incelemişlerdir.
Felsefe târihinde metafizikle ilk uğraşan filozoflar, Parmenides ile Platon’dur. Görünen dünyâ ile gerçek dünyâ şeklinde bir taksimi ilk önce bunlar yapmıştır. Bu husus daha sonra metafiziğin en önemli konularından olmuştur. Platon (Eflâtun) değişen maddî dünyânın yanında, duyuların anlaşılamayan ve değişmeyen bir idealar âleminin varlığından bahsetti. Aristo Platon’un bu görüşünü yorumlayıp, maddî dünyânın değişikliklerle sürüp giden bir devamlılıktan ibâret olduğunu söyledi.
Hıristiyanlığın doğup gelişmesiyle, kâinâtın yaratıcısı, O’nun varlığını isbât, yaratılış, öldükten sonraki hayat gibi şeyler metafiziğe konu oldu. Hıristiyan metafiziğinin en tanınmış temsilcileri Augustimus, Aguindu Azîz Tommaso gibi filozoflardır.
Yeniçağla birlikte Hıristiyanlıktaki teslîs (üç ilâh inancı) tenkit edildi. Bu tenkit metafizik bir çerçeve içerisinde oldu. Tenkit edenlerin başında gelen Rene Descartes (Dekart), varlığı, madde ve zihin diye iki sahaya ayırdı. Kâinâtın yaratıcısı hakkında kendi aklına göre yanlış ve bozuk şeyler söyledi.
Descartes’den sonra Yeniçağda ilmin ilerlemesi ile metafizik sahasındaki tartışmalar da gelişti.Kâinâtın yapısı üzerinde değişik görüşler ortaya atıldı. İnsanın durumu, ahlâkî bakımından yapması gereken şeyler ele alındı. Tanınmış filozoflardan Benedict de Spinoza insanın ahlâkî davranışları husûsunda Descartes’i tâkip etti. G.W. Leibniz matematik gelişmeler ışığı altında kâinât ve kâinâtın yaratıcısı ve insanla ilgili yorumlarda bulundu.
Fransız Bacon’dan başlayarak, Anglosakson filozoflar, metafiziği ilmî bilginin ötesine geçmek şeklinde olumsuz mânâda kullandılar. Deneycilerin temsilcileri durumunda olan John Locke ve Davit Hume metafiziğe karşı bir yol tâkip ettiler. Bilhassa Davit Hume, metafiziğe karşı olan felsefî görüşlere kaynak oldu. Duyularla bilinmeyen deney ve gözlem sâhasına girmeyen şeyleri kabûl etmedi. Bunların boş, asılsız olduğunu savundu. Gözlem sâhasına girmeyen fakat akılla bilinen kalple inanılan pekçok gerçeği inkâr etme durumuna düştü.
Leibniz çizgisinde yürüyen İmmanuel Kant, Davit Hume’den de faydalanarak metafiziği yeniden ele aldı. Kritik der Reinen Vernunft “Saf aklın Tenkidi” (1781) isimli eserinde Eski Yunan filozoflarından bu yana en geniş metafizik araştırmasını yaptı. Metafiziğin felsefenin diğer bilgi dalları arasında yerini tâyin etti. Kant, metafizik çalışmalarından yararlanarak, bilhassa insanın davranışları konusunda bir takım tesbitlerde bulunmaya çalıştı. Kant, bu eserinde Allahü teâlâyı inkâr eden bir sonuca da vardığı için şiddetli tepki hattâ ağır tenkitlerle karşılaştı. Başka bir eserinde “Allah’ın varlığına îmân”a yer vermek sûretiyle bu reaksiyonları önlemeye çalışmıştı.
Kant’tan sonra Johann Gottliob Fichte ve emsali filozofların çalışmaları ile metafizik, târihi gelişmesinin en yüksek seviyesine ulaştı. 20. yüzyılda Ludming Wittgenstein klasik metafizik anlayışına karşı çıktı. Fakat kendisi de karmaşık bir sistem kurdu.
Görülüyor ki, metafizik fizik ötesi konuları sırf akılla çözmeye çalışan bir bilgi dalı olarak gelişmiş, aklı, hakîkati bulduran yanılmaz bir rehber olarak kabûl etmiştir. Halbuki akıl bir kararda kalmaz. Herkesin aklı birbirine uymadığı gibi, bir kimse bâzan doğruyu bulur bâzan yanılır, yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, değil metafizik konularda mütehassıs olduğu işlerde bile çok hatâ eder. Bu îtibârla, nereden geldik nereye gidiyoruz, ölüm, ölüm ötesi gibi aklın erişemeyeceği konularda aklı yanılmaz rehber kabûl etmek yanlıştır. Bunun içindir ki, filozoflar bu konularda sâbit ve müşterek bir şey söyleyememiş, hattâ sonra gelenler önce gelenlerden başka söylemişler, birinin söylediğini diğeri yıkmaya çalışmıştır. Bütün bunlar aklın her alanda rehber olamayacağını gösterir. Akıl, his (duyu) kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleriyle ölçerek, iyilerini kötülerinden doğrularını yanlışlarından ayıran bir ölçü âletidir. Doğru olan, aklı kendi erişebildiği, ulaşabildiği alanda yürütmektir. Erişemediği konularda akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Bu da aklın îcâbıdır. Yoksa akıl şaşırıp kalır.
İslâmiyette metafizik konular, dînî ilimlerin kelâm ilminin konusuna girmektedir. Kelâm ilmi, metafizik konularda vahyi (peygamberlerin Allahü teâlâdan bildirdiklerini, yâni nakli) esas alır; aklı ise nakli anlamak, anlatmak ve ispatta kullanır. Akıl nakle tâbi, ona hizmetçi durumundadır. Onun için Âdem aleyhisselâmdan son peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar bütün peygamberler aynı îmânı söylemişlerdir. Eksik bir rehber ve ölçü âleti olan akıl, peygamberlerin bildirdiklerine inanmakla bu eksikliğini giderebilmiş, tam bir delîl olabilmiştir.
Nereden geldik nereye gidiyoruz, yaratılış, ölüm ve ölüm ötesi gibi aklın ermediği konularda İslâmiyetin bildirdiklerine inanıldığı için, batı cemiyetinde filozofların sâdece kendilerini tatmin ettikleri düşünce ve hayallerden başka bir şey olmayan metafizik görüşler, bizim kültürümüzde, cemiyetimizde görülmemiştir. Müslümanlar inanarak huzûra ererken, batı insanı birbiriyle ve kendi kendisiyle çatışan çeşit çeşit düşünce ve şüpheler arasında bunalmıştır.
Metafizik konularda fikir yoran ilim ve fen adamları, bu konularda İslâm dîninin bildirdiklerinin doğruluğunu îtirâf etmişlerdir. Nitekim 1956 senesinde memleketimize gelip, atomda saklı muazzam kudret (enerji) hakkında birçok konferanslar veren atom âlimi W.Heisenberg, sözlerini şöyle bitirdi:
“Bütün nutuklarımda, konuşmalarımda atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir: Bu muazzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu? Buna ancak metafizik (İlâhiyât) cevap verecektir.”
Kendisini gezdiren bir profösörümüz bu suâle hangi dînin cevap vereceğini sorduğu zaman:
“Buna ancak İslâm dîni cevap vermektedir. Ben ve arkadaşım atom âlimi Hohn bu fikirdeyiz.” demiştir.
Dinlerin bildirmiş olduğu aklın ve tecrübenin sınırları üstünde kalan bâzı hususları da îzah etmeye çalışan metafizik, bütün varlıkların tek bir kuvvet tarafından yaratıldığını, bu yüzden bütün varlıkların belli bir hiyerarşik düzen içinde olduğunu bildirir. Bu hiyerarşik düzen yaratıcı kuvvet tarafından belirlenmiştir, aslâ bozulmaz.
Metafizik bilgilerden bir kısmı İslâmiyete uyarsa da, bozuk olanları da vardır. İslâmiyete uyan metafizik bilgiler, Peygamberlerin vahiy yoluyla bildirdikleri hususlar veya bu hususların sınırı içinde kalan bilgilerdir. İslâmiyete uymayan metafizik bilgilerse felsefenin kendi prensipleri içinde ortaya koyduğu ve vahyin çizdiği sınırlar dışına çıkan bilgilerdir. Bunlara, ilâhî kaynaklı olmakla birlikte sonradan yine akıl çerçevesinde karışan hurâfe veya uydurma bilgileri de ilâve etmek gerekir.
Dînî bilgilerde metafizik bilgiler olduğu gibi, bugünkü müsbet bilimlerde bile aklın ve tecrübenin ulaşamadığı hususlar vardır.Hattâ müsbet bilimlerin en kesini ve en rasyoneli (akılcısı) olarak bilinen matematikte bile aklın ulaşamadığı metafizik problemler vardır. Fiziğin konusuna giren atomun yapısındaki ince hesaplar ve bu ince hesapları düzenleyen kuvveti anlamaya çalışmak metafiziğin konusu içindedir.biyolojide de durum bundan farklı değildir. Canlı hayâtını îzah etmek de metafiziğin sahasına girer.Müsbet bilimlerdeki bu durum mânevî ve sosyal bilimlerde de mevcuttur. Durum böyle olunca A. Comte’un her şeyi akıl ve tecrübeye dayandırdığı pozitivist felsefe iflâs etmektedir. İnsanların dînî ve metafizik safhayı geride bıraktığı ve dolayısıyla dînin fertten ve toplum hayâtından atılması gerektiği düşüncesi çok basit ve ilkel kalmaktadır. İlim ile dînin birbirini reddetmediği, bilakis dînin ilme yol gösterdiği, ilmin de dînî konuların anlaşılmasında yardımcı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Umûmî mânâda ilim adına dîne yapılan tenkit ve hücumlar, batı menşeli olduğu gibi, muhatap olan din de ortaçağda her türlü ilmî düşünceye karşı çıkan aslı bozulmuş Hıristiyanlıktır. Böyle bir tenkit ve hücumun İslâmiyete yöneltilmesi ise ya târihi bilmemekten yâhut da koyu bir İslâm düşmanlığından kaynaklanmaktadır.
Alm. Metall (n.), Fr. Metal (m.), İng. Metal. Yüksek elektrik ve ısı iletkenliği gösteren elementler sınıfı. Metallerin yaygın bir şekilde kullanılmaları, istenilen şekle getirilebilme ve diğer metallerle karışımlarının kontrol altında tutularak, mukavemet ve diğer özelliklerinin arttırılabilmesindendir. Metallerin sertlik ve mukavemet kabiliyetleri gibi mekanik özelliklerini kontrol için sâdece alaşım yapmak değil, deformasyon ve ısıl-işlem metodları da kullanılır.
En yaygın metaller demir, alüminyum, magnezyum, bakır, çinko, nikel ve kurşundur. Kıymetli metaller olarak da gümüş, altın, platin, palladyum ve iridyum sayılabilir. Metallerin bir diğer grubunu da hafif metaller teşkil eder. Bunlar alüminyum, berilyum, magnezyum ve titandır. Bu metaller, nakliye sanâyiinde, bilhassa uçak yapımında kullanılmalarıyla önem kazanırlar. Platin grubu(rutenyum, radyum, palladyum, osmiyum, iridyum, platin) peryodik tablonun VIII. grubunu meydana getirirler. Soy metaller grubunda en çok tanınanlar altın, gümüş, palladyum, platin ve radyum olup, oksitlenmeye (paslanmaya) karşı büyük direnç gösterirler.
Alkali metaller de peryodik tabloda 1-A grubunda gösterilen lityum, sodyum, potasyum, rubidyum ve sezyum olup, yumuşak, düşük erime noktalı ve oksitlenmeleri kolay olan grubu meydana getirirler. Berilyum, magnezyum, kalsiyum, stronsiyum, baryum ve radyum toprak alkali metallerini teşkil ederler. Nâdir toprak metalleri atom numarası 58’den 71’e kadar olan elementlerdir.
Metal yorulması: Makina, yapı ve taşıtlardaki metal parçaların yük etkisiyle zamanla dirençlerinin giderek azalması ve sonunda normal olarak dayanabileceği bir yüke dayanamıyacak hale gelerek gerilimle çatlama veya kırılma göstermeleridir. Metal yorulması bilhassa uçak kazâlarına sebebiyet verdiği için son yıllarda ehemmiyet verilen bir konu oldu. Bilhassa uçak vs. gibi taşıtlarda yorulmaya yol açan gerilimleri azaltacak tasarımlar araştırma konuları olmaya başladı.
Metal püskürtme: Metalik cisimlerin yüzeylerinin erimiş metal püskürtülerek kaplatılmasıdır. Bu maksatla kullanılan âletlere tabanca denir. Kaplama metali tabancaya çubuk, tel veya toz halinde beslenir. Tabancanın memesine doğru gelen metal burada oksi asetilen veya hidrojen gazı aleviyle eritilir. Kaplama metali olarak umumiyetle çelik, tunç, alüminyum ve nikel gibi erime noktası düşük metal veya alaşımlar seçilir. Kaplanacak yüzeyin önceden mekanik olarak temizlenmesi lâzımdır.
Metal elyaf: Metalle kaplanmış plastik veya alüminyum gibi bir metalle kaplanmış çekirdekten meydana gelmiş sun’î elyaftır. Metal elyaflar hafiftir. Çoğu metal elyaf yıkanabilir, düşük sıcaklıkta ütülenebilir ve kuru temizlemede temizlenebilir. Metal elyaf bir takım giysilerde, ev eşyâlarında, sanâyide ise oto döşemelerinde vs. kullanılır.
Metal baskı: Kurşun gibi bir metal levha üstüne oyulan desenden yapılan baskıdır. 15. yüzyıldan beri baskı tekniğinde kullanılmaktadır.
(Bkz. Metal)
Alm. Metallurgie, Hüttenkunde (f), Fr. Mètallurgie (f), İng. Metallurgy. Metallerin ayrılması, saflaştırılması ve kullanma maksadına göre işlenmesiyle ilgili ilim dalı. Geniş mânâda metalurji, metallerle ve cevherleriyle yapılan her türlü işleri içine alır.
Metalurji konusunun teknolojide girmediği saha, hemen hemen yok gibidir. Daktilodan bir turbojet motoruna kadar metalden yapılan her şeyin, metalurji konusuyla yakından ilgisi vardır. Metalden yapılan bir makina aksamında malzemenin mukâvemeti, hafifliği, ısı iletkenliği, elektrik iletkenliği, işlenebilirliği, paslanmaya mukâvemeti gibi özelliklerden bir kısmı dikkate alınır. Bu özellikler metalurji konusu içindedir. Metallerin târihte kullanılışı çok eskiye dayanır. Bir ilim dalı olarak gelişmesi ise yenidir.
Metalurji konusu, kimyevî metalurji ve fizikî metalurji olarak iki ana dala ayrılır. Kimyevî metalurji, metallerin bulundukları ilk cevherinden, kimyâ metodlarıyla, ayrılmasıyla ilgilenir. Fizikî metalurji ise, saflaştırılmış metallerin ısıl işlem, şekillendirme, döküm gibi fizikî yapılarındaki değişiklikleriyle ilgilenir.
Kimyevî metalurji, hidrometalurji, pirometalurji, elektrometalurji olarak üçe ayrılır. Metaller bu üç metodla cevherlerinden elde edilip, saflaştırılır. Hidrometalurji de metal cevheri kimyevî solventlerle eritilerek metal ayrılır. Kimyevî solvent (eritici) olarak meselâ bakırda asit, altın ve gümüşte ise sodyum siyanür kullanılır. Pirometalurjideyse metal cevherinin ateşle ısıtılması neticesinde havanın oksijeni ile oksitlenen metalin diğer bileşenleri (kükürt gibi) metalden ayrılır. Metal ergimiş olarak ayrılır. Elektrometalurjide ise metal ayırmada elektrik enerjisi kullanılır. Elektrometalurji daha ziyâde hidrometalurjiyle pirometalurji metodlarıyla elde edilen metallerin saflaştırılması maksadına uygundur.
Metaller kimyevî olarak elde edildikten sonra fizikî işlemlere tâbi tutulurlar. Fizikî metalurji işlemleri başlıca beş metoda ayrılır. Bunlar; ısıl işlem, yüzey işlem, döküm işlemi, toz metalurjisi ve soğuk-sıcak işlemdir. Isıl işlemde metallere sertlik ve süreklik gibi üstün hassâlar kazandırılır. Yüzey işlemlerinde metal yüzeyi, galvanizleme, elektrolitik kaplama ve sıcak daldırma gibi çeşitli metodlarla yeni bir metal katmanı ile kaplanır. Yüzey işlemleri, metalin oksitlenmesini, yorulmasını geciktirir ve görünüş güzelliği sağlar. Metaller haddeleme veya çekme gibi tekniklerle dövülebilir ve şekillendirilebilir. Döküm işleminde ise metal istenen ebat ve biçimde kalıplarda dökülür (Bkz. Dökümcülük). Toz metalurjisinde toz halindeki metal malzeme kalıplarda sıkıştırılarak şekillendirilir ve bilahare sinterleme ile sertleştirilir. Soğuk işlem de metal sertleştirilir. Sıcak işlemde metal ısıyla yumuşatılır. İşlem sonucunda metalin kristal yapısı değişir.
Kimyevî ve fizikî metalurji, demir ve demir olmayan metallerle ilgili olarak yine iki dala ayrılır. Çelik de, demir metalurji kategorisine girer. Alüminyum ve alaşımları, demir olmayan metal metalurjisi içindedir.
Alm. Verwandlung, Fr. Mètamorphose, İng. Metamorphosis. Bir bünyevî düzenden başka bir bünyevî düzene geçiş. Bâzı canlıların, larva döneminden ergin döneme geçene kadar uğradığı değişikliklere “metamorfoz” veya “başkalaşım” denir.
Birçok canlı, embriyon gelişince yumurtadan çıkar veya anasından ayrılarak serbest yaşamaya başlar. Bâzı türlerde embriyon devresini bir kurtçuk devresi izler. Embriyondan olan kurtçuk, ergin hayvandan çok değişik olduğu gibi ondan çok farklı bir hayat yaşar. Meselâ, kurbağaların iribaşları, böceklerin tırtılları gibi. Fizyoloji ve morfoloji bakımından ânî ve derin bir değişiklik, yâni başkalaşma geçiren kurtçuk genç bir hayvan hâline gelir. Kurbağanın iribaş yavrusu, suda yaşamaya elverişlidir ve solungaç solunumu yapar. Sonra başkalaşma geçirerek karada da yaşamağa elverişli duruma gelir ve akciğerle solumaya başlar. Metamorfoz en çok böceklerde görülür. Fakat bütün böcek takımlarında metamorfoz aynı şekilde olmaz. Başkalaşım beş kısma ayrılarak incelenir:
Ametabola: Larvalar tam ergine benzer. Bunlarda metamorfoz yoktur (Apteri gotalarda görülür).
Neometabola: Larvalar ergin hâle geçene kadar bir veya iki uyuşuk ara dönem geçirirler (Thysanoptera, Homoptera vs.).
Hemimetabola (Heterometabola): Buna “yarı başkalaşma” da denir. Nimfa ve ergin evrelerini kapsar. Larvaları ergine benzemekle berâber kanatsızdır. Vücut bölümleri de ergindeki büyüklük orantısında değildir. Bu tip larvalara “nimfa” adı verilir (Orthoptera, Hemiptera vs.).
Holometabola: Buna “tam başkalaşma” adı da verilir. Larva dönemini gerçek pupa dönemi tâkip eder. Bu dönemlerde böcek, hareket ve beslenmeden kesilir. Koza içindeki larvanın iç organları kaynaşarak ergine has şekillere dönüşür (Diptera, Lepidoptera vs.).
Hypermetabola (Polymetabola): Muhtelif larva dönemleri şekil bakımından birbirlerinden farklılıklar gösterir. Çeşitli larva devrelerini, yalancı pupa ve pupa dönemleri tâkip eder.
Alm. Methan (n.), Fr. Methane (m.), İng. Methane. Doymuş alifatik hidrokarbonların ilk üyesi. CH4 formülüne sahip olup, oldukça kararlı bir bileşiktir. Tabiî gazın en başta gelen elemanıdır. Tabiî gazda metan oranı % 50 ile % 98 arasında değişir. Fakat genelde yüksek oranlarda bulunur. Meselâ tipik bir tabiî gaz bileşimi % 85 metan, % 9’a kadar etan, % 3 propan ve geriye kalanı da daha yüksek hidrokarbonlarla azot karışımı şeklinde verilebilir. Metan, bitkisel maddelerin bozunması sonucu teşekkül ettiği için, bataklık gazı olarak da isimlendirilir. Kömür yataklarında (bâzan patlamaya hazır bir kaynak olarak) bulunur. Metan, keza lağım pisliğini yok etme proseslerinde bir ısı ve güç kaynağı olarak elde edilir.
Kömürün koklaştırılması endüstrisinde elde edilen gazın bileşiminde % 30-40 nisbetinde metan bulunur. Hidrokarbonların bir termal bozunma ürünü olduğu için, petrol rafineri gazlarının içinde de büyük bir oranda bulunur.
Saf metan laboratuvarda, kuru sodyum asetatın, sud kostik ve sönmemiş kireç karışımı ile ısıtılmasıyla ve metil magnezyum iyodur yâhut alüminyum karbürün su ile bozundurulması sûretiyle elde edilebilir.
Karbon veya karbon monoksidin yüksek sıcaklıkta hidrojenle indirgenmesinden de metan elde edilir.
Metan, sülfürik asit, nitrik asit gibi birçok âmile karşı etkisiz sayılır. Buna rağmen, metil klörürden, karbon tetraklorüre varan bir seri türev bileşikleri elde edilmektedir. Ancak bu türevlerin saf hâlde elde edilebilmeleri başka metodlarda daha pratiktir.
Metan, yaygın bir hidrojen kaynağıdır. Katalizör mevcudiyetinde sıcak su buharı ile muamele edildiğinde karbondioksitle birlikte hidrojen elde edilir. Tabiî gazdan sıvı hidrokarbonların elde edilmesinde kullanılan “sentez gazı”, metanın ticârî oksijenle yakılmasıyla elde edilen karbonmonoksitle hidrojenden müteşekkildir.
Metan ve amonyağın reaksiyonundan, plâstik sanâyiinde kullanılan hidrojen siyanür üretimi söz konusudur. Asetilen, ya termal veya elektriksel metod kullanılarak metandan elde edilebilir. Fakat ticârî bir metod değildir. Metan ve tabiî gazdaki diğer hidrokarbonlar özellikle kauçuk sanâyiinde kullanılan is üretimi için önemli kaynaklardır.
Metanın kaynama noktası -161,7°C’dir. Sıvı hâlde çok nâdiren bulunur. Ancak, helyumun tabiî gazdan alınması maksadıyla sıvılaştırılır. Metanın renk ve kokusu yoktur. Yoğunluğu da havanınkinin % 56’sı kadardır (16/29) metanın hava ile olan % 5,8-13,3’lük konsantrasyonları patlayıcıdır.