MESCİD-İ NEBÎ
Medîne şehrinde, hicretten sonra Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâmla birlikte yaptığı mescid, câmi. “Mescid-i Nebevî”, “Mescid-i Resûl”, “Mescid-i Seâdet” ve “Mescid-i Şerîf” adları ile de anılır.
Burası Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Medîne’ye hicret ettiği zaman, devesinin ilk çöktüğü yerdir. Önce Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evinde yedi ay misâfir kaldı. Hazret-i Ebû Bekr’den aldığı on altınla, Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl’in vâsîlerinden arsa satın alıp, tesviye ettiler. Peygamber efendimiz temele ilk taşı kendi mübârek eliyle koydu. Bu taşın yanına hazret-i Ebû Bekr’in, sonra Ömer, Osman ve Ali’nin sıra ile birer taş koymalarını emreyledi. Sebebini soranlara “Hilâfetlerinin sırasına işârettir.” buyurdu. Temelin derinliği ve duvarların kalınlığı bir buçuk metre (üç arşın) idi. Temeli taştan, duvarları kerpiçtendi. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye dönmesi emrolununca, Mescidin Mekke’ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya “Bâbüttevessül” denmektedir ve bugün Mescid-i Nebevî’nin beş kapısı vardır. Bunlardan ikisi batı duvarında olup, kıbleye yakın olana “Bâbüsselâm”, kuzey köşesine yakın olana “Bâbürrahme” denir. Doğu duvarının kıble tarafında kapı yoktur. Doğu duvarında, “Bâbürrahme” karşısında “Bâbülcibrîl” vardır.
Medîne’de, Kudüs’e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke’deyken, önce Kâbe’ye karşı namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs’e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i Şerîf’in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Kâbe’yi mübârek gözleriyle görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc’ın Medîne-i münevvereye gönderdiği mushaf (Kur’ân-ı kerîm), büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu.
Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz koymuştur. Mescid-i Seâdet’in ikinci defâ yandıktan sonra tâmirinde 1483 (H.888) senesinde, mermerden şimdiki mihrab yapılmıştır. Fakat mermer mihrâb Hücre-i Seâdet tarafına biraz daha yakın konmuştur. Mescid-i Nebî’de minber yapılmamıştı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbeyi ayakta okurdu. Sonradan buraya bir hurma çubuğu dikildi. Daha sonra dört basamaklı bir minber yapıldı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem üçüncü basamakta ayakta dururdu. Hazret-i Muâviye zamânında minberin kapısına perde asıldı.
Peygamber efendimizin zamânında Mescid-i Nebî’nin sekiz direği vardı. Mescidin genişletilmesine dînen lüzum görülünce direkler arttırılarak zamanla 327 olmuştur. Ravda-i Mutahhera’da üç sıra direk vardır. Her sırada dört direk mevcuttur. Bu direklerin bir kısmı duvarlar içindedir. Meydandaki direk sayısı 229’dur. Mescidin güney duvarı kıbleye karşıdır. Eshâb-ı Soffa’nın kaldıkları çardak, şimâl (kuzey) duvarının dışındadır. Bu mübârek yerin zemîni, sonradan kaybolmaması için, döşemeden yarım metre kadar yükseltilmiş etrâfına da, yarım metre yükseklikte ağaçtan parmaklık yapılmıştır. Mescid-i Şerîf yapılırken, yanına Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) iki “Zevce-i tâhiresi” için de birer oda yapılmıştı. Odaların sayısı zamanla dokuz oldu. Mescide en yakın oda, hazret-i Âişe’nin odasıydı. Tavanları bir buçuk metre kadar yüksekti. Odalar, mescidin doğu, kuzey ve güney taraflarındaydı. Her odanın ve bâzı sahâbî odalarının, biri mescide diğeri sokağa olmak üzere iki kapısı vardır. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) en çok bulunduğu, hazret-i Âişe’nin odasının mescide açılmış kapısı saç ağacındandı. Dört halîfe zamânında, Eshâb-ı kirâm Cumâ namazı kılmak için, sekiz odada yer kapışırlardı. Hazret-i Fâtımâ’nın odası, hazret-i Âişe’nin odası yanında ve kuzey tarafındaydı. Bu oda sonradan Şebeke-i Seâdet içine alınmıştır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından beş gün önce, mescide açılan kapılardan yalnız Ebû Bekr’in kapısını bırakıp, diğerlerini kapattırdı.
Birinci halîfe hazret-i Ebû Bekr ilk iş olarak Arabistan Yarımadasındaki mürtedlerle, yâni dinden ayrılanlarla uğraştığı için, Mescid-i Seâdet’in genişletilmesine vakit bulamadı.
Hazret-i Ömer hicretin on yedinci senesinde, Mescid-i Şerîf’i batı ve kuzeyden genişletti. Zevcât-i Tâhirât’ın odaları bulunduğu için doğu tarafını genişletmedi. Kuzey-güney arası, yüz kırk zrâ (70 m) ve doğu-batı duvarları arası yüz yirmi zrâ (60 m) oldu. “Mescidimi genişletmek lâzımdır!” emrini işitmeseydim, genişletmezdim, dedi. Yeni duvarları, eskisi gibi kerpiçle hurma ağaçlarından yaptırdı. Hazret-i Abbâs, batı duvarına bitişik odasını hediyye etti. Bu oda ve buna bitişik, Câfer Tayyâr’ın evinin yarısı satın alınıp, Mescid-i Şerîf’e katıldı. Hazret-i Osman hicretin otuzuncu senesinde, bunları ve kuzey duvarını yıkıp genişletti. Yeni duvarları ve direkleri taştan, tavanını saç ağacından yaptı. Ebû Hüreyre’nin haber verdiği hadîs-i şerîfte: “Mescidimi Yemen’deki San’a şehrine kadar genişletseler, hepsi mescidim olur.” buyruldu.
Halîfe Velîd, 306 (H. 88) senesinde, Medîne Vâlisi Ömer bin Abdülazîz’e emir vererek dört duvar da yıkılıp, doğu tarafındaki Zevcât-ı Tâhirât (müminlerin annelerinin) odaları mescide katıldı. Hücre-i Seâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken hazret-i Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etrâfına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç kapısı yoktu. Hücrenin tavanı mescidden yarım metre daha yüksek oldu. Uzunluk iki yüz zrâ (100 m), genişlik yüz altmış yedi zrâ (83.5 m) oldu. Rum Kayserinden kırk usta getirilip, duvarlar, direkler, tavan altınla süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Abbâsî halîfelerinden Mehdî, 777 (H.161) senesinde, yalnız kuzey tarafına on direk dikerek genişletti. Halîfe Me’mûn da 817 (H.202) senesinde biraz genişletti. 1155 (H.550) senesinde, Cemâleddîn-i İsfehânî, ikinci duvar etrâfına sandal ağacından parmaklık yaptı. Bu parmaklığa Şebeke- i Seâdet denir. O sene Mısır’dan gönderilen, üzerinde kırmızı ipekle Yâsin sûresi yazılı beyaz ipek perde, Şebeke etrâfına asıldı. Bu perdeye “Settâre” denir. Mısır Türkmen Sultânı Seyfeddîn Sâlih Kalavun 1279 (H.678) senesinde, Hücre-i Seâdet üzerine bugünkü Kubbe-i Hadrâ’yı ilk olarak yaptırıp, kurşunla kaplattı. Mescidin bugünkü binâsı, Mısır’daki Çerkes sultanlarından Eşref Kayıtbay tarafından 1483 (H.888) senesinde yaptırılmış ve Osmanlı Sultanları tarafından tâmir ve tezyin edilmiştir.
Osmanlı sultanları, Mekke ve Medîne’deki bütün mukaddes emânetlere son derece hürmet ve saygı göstererek, milyonlarca altın harcayıp, onların tezyin ve tâmirini aslâ ihmâl etmediler (Bkz. Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere). Sultan İkinci Mahmûd-ı Adlî Hanın emriyle Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşa, mübârek Hicaz topraklarında bulunan Eshâb-ı kirâmın Resûlullah’ın zevcelerinin (hanımlarının) ve şehitlerin yıkılan türbelerini yeniden yaptırdı. Mescid-i Seâdet ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kabirlerinin bulunduğu Hücre-i Nebevî tâmir edildi. Sultan Abdülmecîd Han bunların yapılması, işlenmesi ve bakımı için yüz binlerce altın harcadı. Abdülmecîd Hanın bu yolda çalışması ve uğraşması şaşılacak kadar çoktur.
Osmanlının elinden çıktıktan sonra, Arabistan Yarımadasında devlet kuranlar, bu mübârek beldeye, Mescid-i Nebî de dâhil olmak üzere, bütün mukaddes emânetlere gerekli hürmet ve saygıyı göstermez olmuşlardır.
Mescid-i Nebî içindeki kısımlar şunlardır: 1) Hücre-i Seâdet (Peygamber efendimizin, hazret-i Ebû Bekir ve hazret-i Ömer’in kabr-i şerîflerinin bulunduğu oda). 2) Minber-i şerîf. 3) Suffe yeri. 4) Üstüvâneler (mescidin direkleri). Mescid-i Nebî ile ilgili Peygamber efendimiz buyurdular ki:
Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, mescidim de peygamberlerin mescidlerinin sonuncusudur.
Minberimle Âişe’nin evi arası (Ravdâ-i Mutahhera) Cennet bahçelerinden bir bahçedir.
Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ.
Mescidimde kılınan namaz başka mescidlerde kılınan namazlardan bin kat daha sevaptır. Mescid-i Haram’da kılınan namaz da mescidimde kılınan namazdan yüz kat daha sevaptır.
Seyir edilecek gezilecek yer, gezinti yeri. Mesir şenlikleri adı altında Manisa’da her yıl düzenlenmekte olan târihî ve geleneksel şenlikler de bir bakıma gezme ve eğlence haftasıdır.
Yavuz Sultan Selim Hanın hanımı ve Kânûnî Sultan Süleymân Hanın annesi Hafsa Sultan, oğlunun şehzâdeliği sırasında, yaklaşık sekiz buçuk yıl Manisa’da kalmıştı. Bu muhterem ve hayırsever kadın, Manisa’da kaldığı yıllarda büyük bir külliye kurmuş ve külliyenin her türlü ihtiyâcının karşılanması için, servetinin tamâmını vakfetmişti. Câmi, medrese (üniversite), imâret, sıbyan mektebi ve hankahı Hafsa Sultan’ın sağlığında; darüşşifâ ile hamamı ise vefâtından sonra hizmete giren bu külliyenin başına, meşhûr âlim Merkez Efendi getirildi.
Merkez Efendi, hastalanan Hafsa Sultanın sıhhate kavuşması için, Kânûnî Sultan Süleymân Hanın emri üzerine 41 çeşit baharattan meşhur mâcununu îmâl etti (1527). Merkez Efendinin yaptığı bu mâcunu kullanan Hafsa Sultanın hastalığı geçip, sıhhate kavuştu. Bu olay üzerine, güzel ve şifâlı mâcundan herkesin faydalanması için, bu târihten îtibâren mesir şenlikleri ihdâs edilerek halka, Sultan Câmii kubbe ve minârelerinden mâcun saçılmaya başlandı.
1926 yılında Manisa Vâlisi Müştak Lütfi tarafından kaldırılan Mesir şenlikleri, 1951 yılında Manisa ileri gelenlerinden meydana gelen bir heyetin, zamânın Büyük Millet Meclisi Başkanvekili Muzaffer Kurbanoğlu’na mürâcaatları üzerine tekrar düzenlenmeye başlanılmıştır.
Yüzyıllardan beri devâm eden ve Manisa’nın ayrılmaz bir parçası hâline gelen Mesir şenliklerine, yurdun her tarafından yurttaşlar gelir, sergiler açılır, çeşitli kültürel ve sportif faaliyetler yapılır. Halk hafta boyunca şifâlı mesir mâcunundan bol bol yer. Şenlikler, Sultan Câmii kubbe ve minârelerinden toplanan büyük kalabalığa mesir mâcununun saçılmasıyla sona erer.
Geleneksel Manisa Mesir Şenliklerinde 15 Nisanda halka bedâva dağıtılan, 41 çeşit baharattan îmâl edilmiş şifâlı bir mâcun. Arapça “yoğurmak” mânâsına gelen “acn” kelimesinden türeyen mâcun sözü, “yoğrulmuş” veya “hamur edilmiş” demektir.
Mâcunlar, eski çağlardan beri gerek Anadolu’da gerekse Hind, Mısır ve Mezopotamya’da hastalıklara karşı ve kuvvet verici olarak kullanılmıştır. Selçuklu ve Osmanlılar zamanında, Anadolu’da en iyi mâcunu ilk Türk eczâcıları yaparlardı. Mâcunculuk Türklerde ayrı bir esnaflık kolu olup, Evliyâ Çelebi zamânında İstanbul’da 300 mâcuncu dükkanı bulunmaktaydı. Mesir mâcunu, târihî Türk tıp geleneklerine bağlı olarak, on altıncı yüzyılda meşhur hekim Merkez Efendi tarafından yapılmış şifâlı bir terkiptir.
Kânûnî Sultan Süleyman Han, Manisa’da hastalanan annesi Hafsa Sultan için devrin hekimlerinden Merkez Efendiye bir ilâç yapmasını emreder. Merkez Efendi de 41 çeşit baharattan şifâlı bir mâcun yapar. Hafsa Sultan bu mâcunu kullanarak iyileşir. Bunun üzerine Kânûnî Sultan Süleyman, bu mâcundan herkesin istifâde etmesi için, her yıl şenlik düzenlenmesini irâde eder. Bu târihten itibâren her yıl mesir şenliklerinde, geleneklere bağlı kalınarak, halka mesir mâcunu dağıtılmaya başlandı. (Bkz. Mesir)
Mesir mâcunu, 41 çeşit şifâlı nebât ve baharat karışımından yapılır. Bunların isimleri ve özellikleri şöyledir:
Anason: İştah açıcı ve karminatif olarak kullanılır. Çivit: Halk arasında kabakulak ve pnömorinde kullanılır. Çöpçün: Hemoroit ve egzamada kullanılır. Çörekotu: Gaz söktürücü. Dar-ı fülfül: Öksürük kesici ve bedeni ısıtıcı olarak kullanılır. Hardal tohumu: İştah açıcı ve mîdeyi yatıştırıcı olarak kullanılır. Havlıcan: Öksürük kesici ve ağız kokusunu gidericidir. Hıyarşenbe: Müshil olarak kullanılmaktadır. Hindistancevizi ve beşbase: Kaynatılmış suyu mîde ağrılarına iyi gelir. Hindistançiçeği: Hazım kolaylaştırıcıdır. kakule: Lezzet verici, iştah açıcı. Kalbarda: İtalyancası “Galibarta”, mîde ağrılarına iyi gelir. Karabiber: Öksürük kesici, uyarıcı ve baharat olarak kullanılmaktadır. Karanfil: Ağız kokusunu giderici, diş çürüklerinde ve diş ağrılarında kullanılır. Kebabiye: İdrar ve solunum yolları antiseptiği olarak kullanılır. Kimyon: İştah açıcı, gaz söktürücü ve terletici olarak kullanılır. Kırım tartar: Kaşıntılı deri hastalıklarında kullanılır. Kişniş: Gaz söktürücü ve iştah açıcıdır. Limon tuzu: Mâcunun fazla tatlı etkisini hafifletmek için kullanılır. İksir: Güç vericidir. Ma-i leziz: Kalıcı tatlılık sağlar. Meyan balı: Öksürük kesici, idrar arttırıcı olarak kullanılır. Portakal kabuğu: Mîdeyi uyarıcı, koku verici olarak kullanılır. Revan kökü: Laksatif ve hemoroit tedâvisinde kullanılır. Safran: Çarpıntı giderici ve ferahlık verici. Sakız: Mîdeyi rahatlatıcı ve nefes darlığında öksürük gidericidir. Sarı halile: İştah kesici olarak kullanılır. Sinameki: Müshil olarak kullanılır. Şamlı ve şaşlı: Kadın hastalıklarına iyi gelir. Şeker: Mâcunun kıvamını veren ve tatlandıran ana maddedir. Resene: Mîde rahatlatıcı ve gaz söktürücü. Tarçın: Kabızlığı ve karın ağrılarını giderir. Tarçın çiçeği: Koku özelliği için kullanılır. Teke mersini: Mâcun terkibinin daha değişik kokması için kullanılır. Tiryak: İlk çağlardan beri her derde devâ olarak kullanılan muhtelif maddelerden meydana gelmiş bir terkiptir. Ud-ül-kahar: Diş ağrısı ve diş nezlesine karşı kullanılır. Vanilya: Uyarıcı, olarak bilinir. Yeni bahar: Kuvvet verici olarak mâcunlara konulur. Zencefil: Nefes darlığı, soğuk algınlığı ve astıma karşı kullanılır. Zerde çöp: Kuvvet verici ve mîdeyi koruyucudur. Zulumba: Mîde rahatsızlıklarında ve hemoroitte kullanılır.
Mesir mâcunu; kuvvet verici, sindirimi kolaylaştırıcı, iştah açıcı, hormanları harekete geçirici, yorgunluğu giderici ve zehirli hayvanların sokmalarına karşı bağışıklık kazandırıcı özelliğe sâhiptir. Mesir mâcununun bu tıbbî faydaları yanında; mâcun kullanıldığında çocuğu olmayanların isteklerine kavuşacağı ve bir yıl boyunca çeşitli hastalıklara iyi geleceği gibi halk inançları da vardır.
Alm. Berufskrankheit (f), Fr. Les maladies des Professionrales, İng. Professional diseases. Kişinin, işi sebebiyle mâruz kaldığı şartlar dolayısıyla, sağlık durumunda meydana gelen bozukluklar ve aksamalar. İş kazâsı ile meslek hastalığı arasındaki temel fark, ilkinde ânî bir gelişmeye yol açan bir olay bulunmasına karşılık, ikincisinde sağlığın tedrici bir gelişme sonucunda bozulmasıdır.
Tarım işçilerinde, güneşe aşırı mâruz kalmaktan, deri epiteliyoması veya kanseri; tahılla uğraşmaktan aktinomikoz; at ve büyükbaş hayvanlarla ilgilenmekten şarbon, verem; fizikî gerilmelerden ötürü de sayısız ağrı ve sancı çeşitleri görülebilir.
Dalgıçlarda caisson hastalığı (vurgun), cam üfürücülerinde katarakt (göze perde inmesi) görülebilir. Endüstride kullanılan ve işçilere zararlı olabilen zehirler şunlardır: Arsenik, antimon, cıva, kurşun, nikel, fosfor, karbon disülfit, karbon tetra klorür (elbise temizleyici ve boyacılarında), katran türevleri ve çeşitli ensektisit ve pestisitler (böcek ve fâre zehirleri). Diğer önemli bâzı meslek hastalıkları: Silikoz, asbestoz, bissinoz, dermatit, krom yaraları, tahriş edici kimyâsal maddelerin sebep olduğu kanser, tıpta ve atom araştırmalarında, radioktif maddelere aşırı mâruz kalmanın yol açtığı kan kanseri, radyasyon hastalığı vb.
Büyük endüstri dallarının, kendilerine âit tıbbî ve sosyal yardım servisleri vardır. Bunlardan görevleri, tehlikeyi önleyici, işçi ve endüstri ürünlerini kullananları koruyucu özellikte olduğu gibi, moral yükseltmeye yönelen endüstri psikolojisi uygulamasını da içine almaktadır. Böyle bir fabrikanın sağlık servisinin görevi, sâdece işçiyi tehlikeden korumak değil, ayrıca, işçinin organik ve psikolojik sağlığını gözeterek, fabrika işverenlerine ve fabrika ürünlerinin alıcısına da yardım etmektir.
Emevîler sülâlesinin meşhur kumandanlarından. Halîfe Abdülmelik bin Mervan’ın oğludur. İyi bir terbiye ve tahsil gördü. Muharip bir kumandan olarak yetiştirildi. Kardeşi halîfe Velid bin Abdülmelik (705-715) devrinde, 705 yılında Anadolu Kumandanlığına getirildi. Bu vazîfedeyken Bizans İmparatorluğunun hâkimiyetindeki Erzurum ve Trabzon’u fethetti. 709’da Irak Vâliliğine tâyin edildi.
Kardeşi Halîfe Süleymân bin Abdülmelik (715-717) devrinde 715 yılında İstanbul Seferine memur edildi. Büyük bir İslâm ordusuyla Ankara, Eskişehir ve Amûriyye’de Bizanslılarla kanlı muhârebeler yaptı. Çanakkale’den Gelibolu ve Edirne’ye sonra İstanbul’a ulaştı. Kardeşi Süleymân da denizden gemilerle geldi. İstanbul Kuşatmasında Galata’yı ele geçirdiler. Bizans İmparatoru Leon korktu. Sonunda karşılıklı antlaşma imzâladılar. Mesleme, Ayasofya’da namaz kıldı. Haliç kenarında Arab ve Kurşunlu Mahzen câmilerini yaptırdı. Şam’dan çok uzakta olduğundan halîfelik merkezinden zamânında kuvvet alamadı. Bulgarlarla anlaşan Bizanslılar, Mesleme’ye ve ordusuna çok sıkıntı verdiler. Arap Câmiinin bulunduğu yere, hastalık ve sıkıntıdan dolayı Kahir köyü denildi. Sonradan Karaköy denilmeye başlanıldı. Halîfe Süleymân bin Abdülmelik’in 717’de vefâtıyla İslâm ordusu geri döndü. Bizanslılar anlaşmaya uymayıp, Mesleme’nin yaptırdığı câmiyi bozdular. Kilise yaptılar. Osmanlı sultanlarından Dördüncü Murâd Han (1621-1640) devrine kadar kilise kalıp, 1636’da yeri keşif olunarak mescide çevrildi. 1730’da Sâliha Sultan tarafından câmi yenilendi.
İstanbul Seferi dönüşü İran Vâliliğine getirilen Mesleme’ye daha sonraları Irak ile Horasan da verildi. 720’de Kayseri’yi zaptetti. 731’de Derbend’e kadar gidip, Hazarları yendi ve 732’de döndü. 740’da Şam’da vefât etti.
(Bkz. Nazım Türleri)
Bir çeşit ayakkabı. Muhtemelen “mesh” kelimesinden bozularak yapılan bu kelimenin, Farsça olan ve sarhoş mânâsına gelen “mest” ile bir ilgisi yoktur. Mest, ayakları topuklara kadar örten, su geçirmez ayakkabı, demektir.
Mestin, bir saat yol yürüyünce ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olamaz. Zîrâ sert şeyle bir saat yürünemez. Tabanı ile ayak üstü veya yalnız tabanı deri kaplanmış çorap üstüne veya sert olup, yürürken aşağı düşmeyen çorap da mest hükümlerine tâbidir. İslâm dîninin, ibâdetlerde bildirdiği kolaylıklardan biri de abdest alırken ayakları yıkamak yerine, hiç özür ve zarûret olmasa bile, yaş el ile, bir kere, abdestli giyilmiş mest üzerine mesh edilmesidir. Mesh, “dokunmak, sıvazlamak” demektir. Mesh, mestlerin yukarıdaki yüzlerine yapılır. Taban altına yapılmaz. Peygamber efendimizin yaptığı gibi mesh etmek için, sağ elin yaş beş parmağı, sağ mest üzerine, sol elin parmakları da sol mest üzerine boylu boyuna yapıştırılıp, ayak parmakları üzerine gelen ucundan bacağa doğru çekilir. El ayaları meste değdirilmez. Meshin, üç el parmağı eninde ve boyunda olması farzdır, kesin emirdir. Erkek de, kadın da mest üzerine mesh edebilir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem mübârek ayaklarına mest giyip, bunların üstüne mesh etti ve böyle yapılmasının uygun olduğunu bildirdi. Gusül abdesti alırken veya teyemmüm ederken, mest üzerine mesh edilmez.
Mest üzerine mesh müddeti, mukim olan için, yirmi dört saattir. Misafir için, üç gün, üç gece, yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten sonra, abdesti bozulduğu zaman başlar. Özür sâhibi için mesh müddeti, namaz vakti çıkıncaya kadardır. Özür sâhibi, özre sebep olan şeyi durduğu zaman, abdest alıp, o şey tekrar başlamadan önce, mestlerini giyse, tam bir abdestle giymiş olup, yirmi dört saat mesh edebilir.
Ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine mesh edilemez. Birkaç yerinde olan yırtık toplamı da bu kadar olunca yine mesh edilmez. Daha az yırtıkların bir zararı olmaz. Sarık, takke, her türlü başlık, peçe, maske ve eldiven üstüne mesh edilmez. Kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar ve yaranın, çıbanın, derideki çatlak veya yarıkların üzerine veya içine konan merhem, pamuk, fitil, gaz bezi, flaster, sargı bağı gibi şeyler üzerine de mesh edilebilir. Bunların üzerine meshin yapılması için, önceden abdest almış olmak şart değildir. Müddeti de yoktur. Yara iyileşinceye kadar, mesh etmeye devam eder. Mest üzerine mesh etmekle sargılar üzerine mesh etmek arasındaki hükümlerde bâzı farklılıklar vardır: 1) Sargılar, abdestsiz bağlansa bile üzerine mesh edilebilir. Mestin, abdestliyken giyilmiş olması lâzımdır. 2) Mestler üzerine meshin vakti belirlidir. Sargılar üzerine meshin müddetiyse belirli olmayıp, iyi oluncaya kadar devam eder. 3) Mestli kimse mestlerden birini çıkarsa, diğerini de çıkarıp iki ayağını birden yıkamalıdır. Sargı, yaranın altı iyi olmadan düşse yıkamak lâzımdır. Mest üzerine mesh etmeyi kabul etmek, Ehl-i sünnet îtikâdında olmanın alâmetlerinden biridir. Şiîler mest üzerine mesh etmeyi kabul etmeyip, çıplak ayak üstüne mesh ederler. Mest ile ilgili bir hadîs-i şerîfte: “Mukim bir gün bir gece, misafir ise üç gün üç gece mesh eder.” buyruldu.
Hazret-i Ali’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Bilek kemiğim kırıldığında Peygamber efendimize sordum. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem de, bileğime sarılan tahta üzerine mesh etmemi emrettiler.” buyurdu.
Necâşî, Resûlullah’a iki siyah ince mest hediye etti. Resûlullah, bunları giyerdi ve abdest alırken mesh ederdi. Bilâl-i Habeşî diyor ki: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hâcetlerini gördükten sonra abdest alırken, önce yüzünü ve kollarını yıkadığını, sonra başını ve mestlerinin üzerine mes hettiğini gördüm.”
Türk-İslâm târihinde on yedi hükümdarın adı. Üçer tâne Gazneli, Anadolu Selçukluları; ikişer tâne Karahanlı, Zengiler; birer tâne de Büyük Selçuklu, Dehli, Gûrlu, Malva, Menteşeoğlu, Pervaneoğlu, Resûlî İslâm devletlerinin hükümdarının adı Mes’ûd’dur.
Gazneliler Devletinin hükümdarlarından Birinci Mes’ûd (1030-1040), İkinci Mes’ûd (1048-1049), Üçüncü Mes’ûd (1099-1115); Anadolu Selçuklularından Birinci Mes’ûd (1116-1156), İkinci Mes’ûd (fasılalı olarak, 1282-1303), Üçüncü Mes’ûd (1307); Karahanlılar’dan Birinci Mes’ûd (1095-1097), İkinci Mes’ûd (1161-1178), Zengilerden Birinci Mes’ûd (1176-1193), İkinci Mes’ûd (1211- 1218); Büyük Selçuklu Sultanı Mes’ûd (1134-1152), Dehli Sultanı Mes’ûd (1242- 1246), Gûrlu Sultanı Mes’ûd (1145-1163), Mâlva Sultanı Mes’ûd (1436), Menteşoğulları Beyi Mes’ûd (?-1319), Pervaneoğulları Beyi Mes’ûd (1297-1301), Resûlîler meliki Mes’ûd (1442-1454) tarihlerinde hükümdarlık yaptılar.
Gazne Sultanlarından. Sultan Gazneli Mahmud’un oğlu olup, 998’de Gazne’de doğdu. Gazneli Mahmud’un büyük oğlu olduğundan, veliahd tâyin edildi. İyi bir eğitim ve öğretim gördü. Devlet idâresinde tecrübe sâhibi olması için, 1017’de Herat Vâliliğine tâyin edildi. Sultan oluncaya kadar vâliliklerde bulunup, seferlere katıldı. 1030’da Rey Vâlisiyken, Şiî-Büveyhîlerden Hemedan ve İsfehan’ı aldı. Bu seferde babası vefât edince, kardeşi Celâlü’d-Devle muhammed’in tahta çıktığını öğrendi. Gazne’ye dönüp, adına hutbe okutarak, Ekim 1030’da sultan îlân edildi.
Babası devrinde başlayan Hindistan seferlerini devâm ettirdi. Hindistan’daki Gazneli hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Gazneli topraklarına girmek isteyen Mâverâünnehr’deki Selçuklularla mücâdele etti. 1035’te Nesâ, Ferâva ve Dihistân vilâyetlerini Selçuklulara yurt olarak verdi. 1039’da Horasan Seferine çıktı. Selçukluları kesin bir mağlûbiyete uğratmak için, 23 Mayıs 1040’ta Dandanakan Meydan Muhârebesini yaptıysa da yenildi. Sultan Mes’ûd Dandanakan’da cesâretle muhârebe etmesine rağmen, kumandanları ihânet ederek, kendisini terketti. Vakit kazanıp, durumunu tekrar düzeltmek için Hindistan’a çekildi. Köleleri isyân ederek, hazînesini yağmalayıp sonra hapsettiler. 28 Ocak 1041 târihinde de öldürdüler.
Gazneliler Devletine on yıl hükümdarlık yapan Sultan Ebû Saîd Mes’ûd, iyi bir devlet adamı ve kumandandı. Âlimleri ve sanatkârları himâye edip, onlara çok yardımda bulunurdu. Sarayına ilim adamlarını toplayıp, meclislerine iştirâk ederdi. Gazne şehrini sanat değeri yüksek eserlerle süsledi. Gazne’de yaptırdığı Yeni Saray ve tahtı devrin muhteşem eserlerindendir.
Anadolu Selçuklu Devletinin dördüncü sultanı. Birinci Kılıç Arslan’ın oğlu olup, 1096 yılında doğdu. İyi bir tahsil, terbiye ve tâlim görerek yetişti. Devlet idâresinde tecrübe sâhibi olabilmesi için Kayseri emirliğine tâyin edildi.
Babasının 1107’de ölümünden sonra iki sene sultanlık yaptı. Ağabeyi Şehinşâh’ın İran’dan Anadolu’ya dönerek Malatya’da kendisini sultan îlân etmesi, Sultan Mes’ûd’a saltanatının meşrûiyyetini kaybettirdi. Şehinşah’ın Konya’ya gelmesi üzerine Kayseri’ye çekildi. Kayınbirâderi Melik Gâzinin desteğini sağladı. 1116 yılında gerekli gücü temin edince Konya tahtını tekrar elde etti. Fakat kardeşi Arab’ın sultanlığını tanımaması, başlangıçta hâkimiyetinin Konya ve Kayseri dolaylarına inhisâr etmesine sebep oldu.
Sultan Mes’ûd, Süleymân Şah ve Birinci Kılıç Arslan gibi Anadolu’yu tek elde birleştirmek istedi. Danişmendlilerle berâber Bizans saldırılarına karşı başarı sağladı. Melik Mehmed’in ölümüyle Danişmendliler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklardan istifâde ederek Ankara, Çankırı ve Kastamonu havâlisinde Selçuklu hâkimiyetini yeniden kurdu. 1144’te de, Malatya ve Elbistan’ı zapt ederek Anadolu’da Selçuklu üstünlüğünü sağladı. Göçebe Türkmenleri, Gediz ve Menderes havâlisinde yerleştirdi. Haçlıların elinde bulunan Maraş ve Göksun gibi kaleleri kurtarmaya teşebbüs etti. Bizans İmparatoru Manuel, Türkiye Selçuklularını ezmek için Konya’ya yürüdü. Sultan Mes’ûd, Bizanslıları yendiyse de bundan faydalanamadan İkinci Haçlı Seferi başladı. Sultan Mes’ûd, Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru Üçüncü Konrad idâresindeki Haçlı ordusunun büyük bir kısmını Eskişehir yakınlarında perişân etti. Konrad İznik’e çekilirken, güneye sarkan kalıntılarını da Sultan Mes’ûd, Toros geçitlerinde ortadan kaldırdı. Fransa Kralı St. Louis komutasında ilerleyen Haçlı kolunu ise Yalvaç civârında yenen Sultan Mes’ûd, bu zaferleriyle Türkiye Selçukluları Devletinin şânını ve kendi nâmını bütün dünyada yüceltti. Abbâsî halîfesi, Selçuklu sultanına hil’at ve sancak gibi hâkimiyet alâmetleri göndererek kendisini tebrik etti.
İkinci Haçlı Seferi sonunda Antalya’dan gemiye binerek Suriye’ye geçen Fransa Kralı St. Louis’in ordusunun artıkları, Türklerin hücumları ve Rumların yağmaları, açlık ve hastalıkla perişan oldu. Türkler bu Haçlılara acıyarak kendilerine ekmek ve para dağıttılar. Türklerin şefkat ve merhametini gören 3000’den fazla Frenk Müslüman oldu. Rumların hıyânetini ve Türklerin insanlığını anlatan bir Haçlı yazar: “Ey hıyânetten daha zâlim olan merhamet!” feryâdıyla Türklerin, şefkat ve iyilikleriyle Haçlıların dinlerini satın aldıklarını, bununla berâber din değiştirme husûsunda hiçbir baskı yapmadıklarını da ilâve eder. Böylece, Bizanslılara dindaş diye yardıma gelen Haçlılar, bu seferler sonunda Rumlara düşman ve Türklere hayrân olarak döndüler. Sultan Mes’ûd, bu başarılarından sonra Suriye’de ve Maraş civârında Haçlıları yenerek Maraş, Göksun, Antep, Raban ve Delûk’ü alarak Frenkleri kovdu. Danişmendlileri kendisine bağladı. Klikya Seferine çıktıysa da yarıda kaldı.
1155’te ölmeden önce büyük oğlu Kılıç Arslan’ı veliaht tâyin etti ve ülke topraklarını üç oğlu arasında paylaştırdı. Birinci Rükneddîn Mes’ûd Amasya civârında, medrese, han, hamam ve imâretle îmar ettiği Simre kasabasındaki türbesine defnedildi. Kırk yılı aşan saltanat süresinde, Bizans ve Haçlı seferlerine karşı koyarak, Türk-İslâm nüfuzunun Anadolu’da hâkimiyetinin ve İslâm âleminin bekçiliğini yapan Sultan Mes’ûd, Anadolu’yu Türkler için vatan hâline getirdi. Batı kaynakları, târihte ilk defâ onun devrinde Anadolu’dan Turcicae (Türkiye) adıyla bahsettiler. Adâleti ve sağlam idâresi sâyesinde, Hıristiyanları bile Bizans’tan koparıp kendisine bağladı. Anadolu’da Selçukluların köklü îmar faaliyetleri de onunla başladı.
Türkiye Cumhûriyetinin kır sekizinci başbakanı. 1947’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesinden mezun olduktan sonra, yüksek öğrenimine Ankara Üniversitesi Siyâsal Bilgiler Fakültesi İktisat-Mâliye bölümünde devâm etti. Bu okuldan 1971’de mezun oldu. Bir süre TRT’de dış yayınlar bölümünde çalıştı. 1972-1974 yılları arasında Köln’de Cologne Üniversitesi İktisâdî ve Sosyal Bilimler Fakültesinde yüksek lisans yaptı. Daha sonra Türkiye’ye dönen Mesut Yılmaz, 1975’ten 1983’e kadar, kimyâ, tekstil ve ulaşım sektörlerinde yönetici olarak çalıştı.
Turgut Özal liderliğinde 1983’te kurulan ANAP’ta kurucu üye ve genel başkan yardımcısı oldu. Aynı yıl yapılan 6 Kasım seçimlerinde Rize’den milletvekili seçildi. Aralıkta kurulan Özal hükümetinde Devlet Bakanı ve hükûmet sözcüsü oldu. 1986’da yapılan değişiklikle Kültür ve Turizm Bakanlığına getirildi.
23 Kasım 1987’de yapılan genel seçimlerde Rize’den ikinci defâ milletvekili seçilen Mesut Yılmaz, Aralıkta kurulan Özal hükümetinde Dışişleri Bakanı oldu. Bu görevini Yıldırım Akbulut Hükûmeti döneminde de devâm ettirdi. 20 Şubat 1990’da bakanlıktan istifâ etti. 15 Haziran 1991’de yapılan ANAP kongresinde kongreye katılan 1170 delegeden 631’inin oyunu alarak genel başkan seçildi ve 23 Haziran 1991’de Türkiye Cumhûriyetinin 48. hükûmetini kurdu.
Mesut Yılmaz hükûmeti, 20 Ekim 1991’de yapılmak üzere milletvekilliği erken genel seçimi kararı aldı. Seçimlere Rize milletvekili adayı olarak girdi ve kazandı. Genel Başkanı olduğu Anavatan Partisi (ANAP) ise, ülke genelinde kullanılan oyların % 24.01’ini alarak TBMM’sine 115 milletvekili ile girdi. Seçimden önce Başbakan olan Mesut Yılmaz, seçimden sonra ana muhâlefet lideri olarak siyâsete devam etti.
Mesut Yılmaz, 1988’den beri Avrupa Demokratik Birliği Başkan yardımcılığını yürütmektedir (1993). Almanca ve İngilizce bilen Mesut Yılmaz, Berna Yılmaz’la evli olup, iki çocuk babasıdır.
Alm. Eiche (f.), Fr. Chène (m.), İng. Oak. Familyası: Kayıngiller (Fagaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yaygın.
Kışın yaprağını döken, her zaman yeşil, ağaç veya çalılar. Meşe yaprakları farklı şekil ve görünüştedirler. Kenarları dişli, loplu veya düzdür. Erkek çiçekler, bir önceki yıla âit sürgünlerde, tek tek ve uzun bir eksen üzerinde çok sayıda toplanmışlardır. Dişi çiçekler teker teker veya 3-5’i bir arada başçıklar hâlinde bulunurlar. Çiçeğin veya çiçek durumunun tabanında çanağa benzeyen bir kupula (kadeh, kapçık) vardır. Her kupula içinde bir meyve (pelit) bulunur. Meyveyi dip tarafından içine alan bu kadeh, boyut ve şekil îtibâriyle değişik tipler gösterir. Kupulanın üzeri genellikle sık bir şekilde sert pullarla örtülmüştür.
Dünyâ üzerinde 200’ün üzerinde meşe türü yayılmış bulunmaktadır. Türkiye’de ise tabiî olarak bulunan meşe türü 18’dir. Bundan dolayı Türkiye, meşelerin kaplamış oldukları alan bakımından oldukça zengindir. Bütün orman bölgelerinde, hattâ bozkır alanlarında bile birçok meşe ormanlarına rastlamak mümkündür. Bugün Türkiye’de koru ve kesimlik hâlinde 6,5 milyon hektar meşe ormanı bulunmaktadır. Bunun için meşeler, ormancılık ve parkçılık yönünden önem taşımaktadır.
Meşeler, odunlarının anatomik yapıları, kullanış yeri bakımından büyük farklar gösterirler. Odunlarının anatomik özelliklerine göre: 1) Ak meşe, 2) Kırmızı meşe, 3) Herdem yeşil meşe olmak üzere üçe ayrılırlar.
1. Ak meşe: Bu gruba giren meşelerin odunları geniş lümenli iletim borularına sâhiptirler. Yaprakları dikenli ve dişli değildir. Meyvenin iç yüzü çıplak ve meyve (palamut) olgunlaşması bir yılda tamamlanır. Tohumları tatlıdır. Türkiye’de tabiî olarak yetişen bu gruptaki meşe türleri şunlardır: Saplı meşe, Macar meşesi, mazı meşesi, tüylü meşe vs.
2. Kırmızı meşe: Odunları ak meşelere göre daha koyu kırmızımsı kahverengidir. Yaprak kenarlarının uçları, kılçıksı ve dikensidir. Meyveleri iki yılda olgunlaşır. Meyvenin iç yüzü tüylüdür. Tohumları acıdır. Türkiye’de tabiî olarak yetişen bu gruba dâhil meşeler şunlardır: Lübnan meşesi, Türk meşesi, Makedonya meşesi vs.
3. Herdem yeşil meşe: Odunları diğerlerinden büyük iletim borularının devamlı bir halka taşımamasıyla ayırt edilir. İletim boruları şeritler hâlinde ısınsal yönde sıralar teşkil ederler. Yaprakları deri gibi sert, tam kenarlı ve kenarları dişli-sert dikenlidir. Meyve bir veya iki yılda olgunlaşır. Bu gruptan Türkiye’de tabiî olarak yetişenler şunlardır: Kermes meşesi (Q. cocifera), Pırnal meşesi (Q.ilex) vs.
Diğer meşelere misâl olarak mantar meşesi (Q.suber), bataklık meşesi (Q.palustris) ve kırmızı Amerikan meşesi (Q.rubra) verilebilir.
Kullanılış açısından da, aşağıdaki meşeler Türkiye’de önemli rol oynarlar.
Mazı meşesi: Memleketimizde yaygın olan, yaprak döken, çalı veya küçük ağaçlar. Yapraklar loplu, dalgalı ve derin dişlidir. Bu bitkinin önemi, taşıdığı mazılardan ileri gelir. Bitkinin tomurcuk, genç dal veya yapraklarını Cynips gallae tinctoriae adlı sineğin sokması ve yumurtalarını buraya bırakmasıyla meydana gelen ve 1,5-2 cm çapında olan toparlak oluşumlar, mazı (Gallae) adını alır. Mazının bileşiminde % 50-70 kadar tanen vardır. Deri sanâyiinde ve boyacılıkta kullanılır. Mazıdan elde edilen tanen ve gallik asit, tıpta ishal ve dizanteriye karşı kullanılır. Mazı, Türkiye’nin önemli ihraç maddelerindendir.
Mantar meşesi: Batı Akdeniz havzasında ve Türkiye’de yer yer Batı Anadolu’da yetişir. 15-20 m kadar boyunda, kalın dallı, geniş tepeli ağaçlardır. Meyveleri kısa saplıdır. Yaprak kenarlı, dişli ve batıcıdır. Bu ağacın gövdesinin taşıdığı mantar tabakası kalındır ve bu sebeple bu ağaçlar mantar elde etmek için kullanılır. Mantar meşesinden elde edilen mantar, şişe mantarı olarak, balıkçı ağlarında, ayrıca bu mantardan suberin asidi elde edilerek plâstik sanâyiinde de kullanılır.
Palamut meşesi: Türkiye’de Karadeniz bölgesi dışında, Anadolu’da yaygındır. Yaprak kenarları testere dişli ve dişlerin uçları dikenlidir. Kupula (kadeh) büyük, 4-6 cm çapındadır. Üzerindeki tırnaklar kalın ve serttir. Bu tırnaklara ticârette trillo denir. Meyveleri palamut (Valonea) adını alır. Palamut ve kupula % 20-40 tanen taşır. Türkiye’nin önemli bir ihraç maddesidir. Yıllık palamut istihsalimiz 60.000 ton civarındadır. Deri ve boya endüstrisinde de geniş ölçüde kullanılır.
Kermes meşesi: Akdeniz havzasında ve memleketimizde yetişmekte olup, çalı veya küçük ağaç görünüşündedir. Yaprakları çıplak ve kenarları dişli dikenlidir. Bu bitkinin dalları üzerinde yaşayan “Kermes ilicis” türündeki böceğin dişilerinden kırmızı renkli bir boya maddesi elde edilir.
Saplı meşe (Q.pedunculata): Meyveleri saplıdır.
Sapsız meşe (Q.sessiliflora): Meyveleri sapsızdır. Anadolu’da yetişmekte olan bu iki meşe türünün gövde ve dallarının kabuğu tanence zengindir. Tıpta ve deri sanâyiinde kullanılır. Bu meşelerin kabukları tıpta ishale karşı ve kan durdurucu olarak, kavrulmuş tohumları da, özellikle çocuk hastalıklarında ishale karşı kullanılır.
Kullanıldığı yerler: Meşeler, kıymetli yakacak ve kullanılacak odun verirler. Ayrıca iyi bir hayvan yemi olarak meyveleri, tanence zengin kabuk, meyve ve meyve kadehi, patalojik bir teşekkül olan meşe mazıları değerli yan orman ürünleri arasında yer alırlar. Park ve bahçecilik yönünden de önem taşırlar.