MERSİNBALIĞI (Acipenser sturio)

Alm. Stör, Fr. Esturgeon (m), İng. Sturgeon. Familyası: Mersinbalığıgiller (Acipenseridae). Yaşadığı yerler: Kuzey yarımküresinin ılıman denizlerinde, yurdumuzda Karadeniz’de yaşar. Üreme mevsimlerinde nehir ve ırmakların içlerine sokulur. Ömrü: 30 yıl kadar. Özellikleri: Kıkırdaksı iskeletli ve kalın derili, dişsiz bir balık. Sırtında beş sıra kemiksi düğmeler bulunur. Havyarı meşhurdur. Büyük olan hava keselerinden balık zamkı yapılır. Çeşitleri: Mersinbalıklarının tespit edilen 23 kadar türü vardır. Bunun 6 çeşidi Karadeniz’de yaşar. Çokabalığı, mersinbalığı, mersinmorinası meşhurlarıdır.

Kuzey yarımküresinin ılıman denizlerinde yaşayan, köpek balıkları gibi kıkırdak iskeletli bir balık. Havyarı pek kıymetli olup, dünyâda bu husûsiyetiyle şöhret bulmuştur. Boyu 6 m’yi bulanlar vardır. Buna rağmen avlananların boyu umûmiyetle 2 m’yi geçmez. Ağırlıkları 300-400 kg’dan, çeşitlerine göre 1500 kg’ı bulanları da vardır. Sırt ve yanları esmer-yeşil, esmer-mavi veya boz, karın kısmı ise kirli sarı renktedir. Mersinbalıklarının uzun vücudu beş köşeli gibidir. Baştan kuyruğa kadar uzanan bu köşeler üzerinde istiridyeyi andıran kemiksi düğmeler sıralanmıştır. Vücudun sırt tarafı pulludur. Derisi kalındır. Kafası öne doğru sivrilerek son bulur. Ağzı kafasının alt tarafında yarım ay biçiminde olup, dişsizdir. Solungaç kapakları bulunur. Çenesinde, dört adet etli kısa bıyığı vardır. Yüzgeçleri gelişmemiştir, kuyrukları ise eşit olmayan iki kanat şeklinde çatallaşmış vaziyettedir. Çift veya küçük gruplar hâlinde gezerler.

Çoğunlukla et ile beslenen mersinbalıkları; denizde uskumru ve ringa balıkları, tatlı sularda ise yılanbalıkları ve alabalıklarla beslenirler. Balık bulamadıkları zaman sivri burunları ile dipteki kumları ve çamurları eşeleyerek buldukları kurtları ve omurgasız hayvanları yedikleri gibi su diplerindeki otlardan da istifâde ederler.

Denizlerde yaşamalarına rağmen, üreme mevsimlerinde nehirlere (tatlı sulara) giderler. Üreme mevsimleri mayıs ayıdır. Bu sebeple ilkbaharda denizlerden nehirlere doğru göç ederler. Bir dişi mersinbalığı, çapı 2 mm kadar olan yumurtalarından milyonlarcasını nehirlerin tatlı sularına bırakır. Bu yumurtalar, üzerlerindeki mevcut bir yapıştırıcı madde sâyesinde birbirlerine ve suyun içindeki cisimlere yapışırlar. Yumurtalardan ortalama bir hafta sonra yavrular çıkar. Ömrünün ilk iki-üç senesini nehirlerde geçiren yavru mersinbalığı, daha sonra denizlere döner. 7-13 yaşlarına gelince de erginleşirler. Yumurtlamak için iki senede bir tatlı sulara dönerler.

Mersinbalığının avlanma mevsimi, yumurtlamak için nehirlere döndüğü zamandır. Çünkü yumurtalarından gıdâ değeri yüksek olan havyar elde edilir. Mersinbalığı havyarı “siyah havyar” olarak dünyâda şöhret bulmuştur. Eti de yendiği gibi ayrıca hava keselerinden sanâyide yapıştırıcı olarak kullanılan “ihtiyokol” maddesi çıkarılır. Havyarı sebebiyle, nehir ağızlarında avlananlar açık denizlerde avlananlardan daha makbuldür. Üreme mevsiminde, Mersin morinasının ağırlığının yaklaşık dörtte birini yumurtaları teşkil eder.

Av için en çok, dalyan ve kalkan ağı kullanılır. Ağa girmiş mersinbalığı kıpırdamaz. Fakat sudan çıkarılır çıkarılmaz hareket etmeye başlar. Sert kuyruk darbeleriyle en kuvvetli ağları yırtar, kırar, döker. Bu sebepten dolayı sudan çıkarılmadan önce ağzından ve solungaçlarından bir ip geçirilerek düğümlenir ve bu da bükülerek kuyruğuna bağlanır. Kuyruk hareketleri ve darbeleri bu sûretle engellenmiş olur. Bir mersinbalığı, serin havalarda karada 50 saat kadar canlı kalabilir.

Eskiden çok yaygın olan mersinbalığı özellikle havyarı için avlandığından zamânımızda çok azalmış, hattâ bâzı türleri yok olmuştur. Karadeniz ve Hazar Denizindekiler dünyâca en meşhur olanıdır. Türkiye’de Kızılırmak, Yeşilırmak ve Sakarya nehirlerinin ağız kısımlarında avlanır. Bu ırmakların 4 km kadar içlerine girerler.

Mersinbalıkları familyasının yaşayan 23 kadar türünün bâzıları yalnız göl ve nehirlerde, bir kısmı da denizlerde yaşar.

MERSİNGİLLER (Myrtaceae)

Alm. Myrtazeen, Fr. Myrtaceés, İng. Myrtaceae. Salgı cepleri taşıyan, kışın yaprak dökmeyen, her mevsimde yeşil olan çalı veya ağaçları kapsayan bir familya. Yaprakları karşılıklı, çiçekler erdişi, taç ve çanak yaprakları 4-5 parçalıdır. Meyveleri üzümsü veya eriksi, bâzan da fındıksıdır. Familyanın 80 kadar cins ve 3000 kadar türü bulunur. Memleketimizde bir cins ve bir türü yerlidir.

MERSİYE

(Bkz. Nazım Türleri).

MERVÂNÎLER

On ve on birinci yüzyılda Diyarbakır’da hüküm süren Müslüman bir hanedân. Mervânîlerin kurucusu Bâz, onuncu asrın ortasından îtibâren Doğu Anadolu’da fetihlere girişti. İlk önce, Erciş’i ve çevresindeki müstahkem mevkîleri aldı. Hânedânın beyi Bâz, nüfûzunu kuvvetlendirerek Büveyhîlerin hâkimiyetindeki Diyarbakır, Silvan ve Nusaybin’i ele geçirdi. 984’te Şiî Büveyhî Samsamüddevle Merzubânî’yi mağlup edip, Musul’u zaptetti. Bölgedeki Şiî Büveyhî nüfuzunu kırdı. Bağdat’ı ele geçirmek istediyse de başaramadı ve Musul’u boşaltmak zorunda kaldı. 991 senesinde tekrar Musul’u ele geçirmek için harekete geçen Bâz, yapılan muhârebeler sırasında öldürüldü.

Yerine geçen yeğeni Hasan bin Mervan Hamdânîlerle mücâdeleye devâm ederek, onları iki defa mağlup etti. Hasan bin Mervan, 997 senesinde Diyarbakır’da öldürülünce yerine kardeşi Saîd bin Mervan geçti. Ancak kendisine karşı çıkan Nasr bin Mervan 1011 senesinde Saîd’i zehirleterek Mervânî tahtını ele geçirdi.

Elli yıldan fazla hüküm süren Nasr bin Mervân, Mervânîlerin bölgedeki hâkimiyetini kuvvetlendirip, refahını yükselti. Abbâsî halîfeliğinin yüksek hâkimiyetini tanıdı. Devrin kuvvetli komşu devletlerinden Bizanslılar ve Fâtımîler’e karşı istiklâlini koruyacak kadar mahâretle münâsebette bulundu. Nasr devrinde; Diyarbakır, Silvan ve çevresindeki şehirlerin refahı yükselip, kültür ve sanat eserleri meydana getirildi. Hayır eserleri ve sosyal müesseselerin yapımına ahâli de katıldı.

Nasr bin Mervan’ın ölümünden sonra sırasıyla tahta geçen Said, Nâsır ve Mansur devirlerinde Mervânîlerin gücü zayıfladı. Sultan Melikşah döneminde Selçuklu orduları gelerek bölgeyi tamamen ele geçirdiler (1085). Son Mervânî hükümdarı Mansur, 1096 senesinde ölünceye kadar Ceziret-i İbni Ömer (Cizre)’de yaşadı.

Mervânî Emirleri

Bâz

(Onuncu yüzyılın ortaları-991)

Hasan bin Mervân  

(991-997)

Saîd bin Mervân

(997-1011)

Nasr bin Mervân

(1011-1061)

Saîd

(1061-1063)

Nâsır  

(1069-1079)

Mansur

(1079-1085)

MERYEM

Îsâ aleyhisselâmın annesi. Hazret-i Meryem’in babası, Dâvûd aleyhisselâmın soyundan ve Benî İsrâil’in büyüklerinden İmrân adında bir zâttır.

Bu zâtın hanımı Hunne, çocuğu olmadığı için; “Allahü teâlâ bana bir çocuk ihsân ederse, onu Beytül Mukaddese hizmetçi yapacağım.” diye adakta bulunmuştu. O zaman erkek çocukları Beytül Mukaddese hizmetçi olarak adamak âdetti. Hunne hâmileyken kocası İmrân vefât etti. Bir müddet sonra bir kız çocuğu doğurdu ve adını, Allah’ın kulu mânâsına gelen “Meryem” koydu. “Yâ Rabbî! Ne yapayım kız doğurdum, sen onu kabûl buyur.” diyerek, Allahü teâlâya yalvardı ve çocuğunu alıp, Beytül Mukaddese götürdü. “Alınız bu çocuk buraya adaktır.” diyerek Meryem’i oradaki hizmetçilere bıraktı. Hazret-i Meryem büyük bir zât olan İmran’ın kızı olduğundan birçok kimse onu büyütüp, yetiştirmek istemişti. Fakat teyzesi Elisa’nın kocası ve peygamber olan Zekeriyya aleyhisselâm, Meryem’i alıp evine götürdü. Hazret-i Meryem, teyzesinin yanında büyüdü. Daha sonra Zekeriyya aleyhisselâm ona, Beytül Mukaddese’de husûsî bir oda yaptırdı. Hazret-i Meryem odasına çekildi ve ibâdetle meşgul oldu. Yanına Zekeriyya aleyhisselâmdan başka kimse giremezdi.

Her gidişinde yanında yiyecek birşey olduğunu görürdü. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: Rabbi Meryem’i güzel bir kabul ile kabul buyurdu, onu iyi bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya peygamberi de ona kefil (himâyesine memur) kıldı. Zekeriyya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu: “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” dedi. O da: “Bu, Allah tarafından; şüphe yok ki, Allah dilediğini hesabsız olarak rızıklandırır.” dedi. (Âl-i İmrân sûresi: 37)

Hazret-i Meryem, on beş yaşındayken Yûsuf-i Neccâr adında biriyle nişanlanmıştı, fakat onunla evlenmedi. Allahü teâlâ kendisine babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır:

Melekler: “Ey Meryem! Allah kendinden bir kelimeyle (bir emirle yaratılacak çocuğu) sana müjdeliyor, ismi Meryem’in oğlu Mesih-Îsâ’dır. Dünyâda da, âhirette de şânı yücedir, hem de Allah’a yakın olanlardan...” demişlerdi. Meryem: “Ey Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl benim bir çocuğum olabilir?” dedi. Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Doğrudur, sana bir kimse dokunmamıştır, fakat Allahü teâlâ dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murâd edince ona sâdece “ol” der, o hemen oluverir. (Âl-i İmrân sûresi: 45-47)

Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın dilemesiyle hâmile kaldı. Bundan bir müddet sonra normal hâmilelik hâlleri görülmeye başladı. Yahûdî kavmi hâmile olduğunu anlayınca, ona iftirâ etmeye başladılar. Yapılan dedikodulardan çok üzülen hazret-i Meryem, doğumu yaklaşınca, insanlardan uzak olan, Kudüs’ün 10 km güneyindeki Beyt-i Lahm adı verilen kasabaya çekildi. Doğumun ilk alâmetleri belirdiği sırada bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına geldi. Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı. Nihâyet, yaslandığı kuru hurma ağacının altında hazret-i Îsâ dünyâya geldi. İnsanların kendisine ağır ithamlarda bulunarak iftirâ yapacaklarından iyice endişelenmeye başlamıştı. Bu sırada kendisine ilhâm edildiği Kur’ân-ı kerîmde meâlen şu şekilde bildirilmektedir: (Cebrâil, yüksek bir yerde bulunan) Meryem’e aşağı tarafından şöyle çağırdı: “Sakın üzülme, Rabbin senin alt yanında bir su arkı yarattı. Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş tâze hurmalar dökülsün. Artık ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen Ben rahmana (Allah’a) bir oruç (susmak) adadım. Onun için bugün hiç kimseye aslâ söz söylemeyeceğim.” de. (Meryem sûresi: 24-26).

Hazret-i Meryem’in Beyt-i Lahm’de olduğunu ve çocuk doğurduğunu öğrenen Yahûdîler, toplanıp Beyt-i Lahm’e gitiler. Hazret-i Meryem, onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla berâber onların yanına gitti. Onu kucağında bir çocukla gören İsrâiloğulları, hakâret etmeye başladılar. “Ey Meryem! Sen çok çirkin bir iş yaptın. Hâlbuki sen çok temiz bir âileye mensupsun.” dediklerinde; hazret-i Meryem onların kaba sözlerine karşı hiç ses çıkarmadan parmağıyla işâret ederek çocuğu gösterip; “Buna sorun.” dedi. Onun bu hareketini görenler çıkışarak; “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz. O çocuk bize cevap veremez.” dediler. Bu sırada kundaktaki çocuk (Îsâ aleyhisselâm) annesinin işâretiyle dile geldi ve mûcize olarak konuşmaya başladı. Bu hâl, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: Ben cenâb-ı Hakk’ın kudreti ile yarattığı bir kulum. Bana kitap verdiği gibi peygamberlik de vermiştir. (Bu gerçekleşecektir.) Her nerede olursam olayım, beni mübârek kıldı... (Meryem sûresi: 31, 40)

İsrâiloğulları beşikteki çocuğun şehâdeti üzerine şaşırıp kaldılar, fakat dedikodu yapmaktan ve iftirâlardan da vazgeçmediler.

Hazret-i Îsâ’nın doğduğu sırada Filistin’deki Yahûdî Kralı, çocukları öldürtüyordu. Hazret-i Meryem, oğlu Îsâ’yı (aleyhisselâm) alıp, Mısır’a gitti, on iki sene orada kaldılar. Sonra Kudüs’e gelip, Nâsıra kasabasına yerleştiler. Hazret-i Meryem, oğlu Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılmasından altı sene sonra vefât etti. (Bkz. Îsâ Aleyhisselâm)

Âl-i İmrân 33, 37, 42, 47; Nîsâ 156; Meryem 16. ve 34.; Enbiyâ 91. ve Tahrim sûresinin 12. âyetleri hazret-i Meryem’den bahseder. Tahrîm sûresi 12. âyetinde meâlen şöyle buyrulmaktadır:

... Bir de İmran’ın kızı Meryem’i (misal yaptı) ki, ırzını pek sağlam korumuştu. Biz de ona rûhumuzdan (vâsıtasız olarak yarattığımız ruhtan) üfledik, intikâl ettirdik, o, Rabbinin bütün dînî hükümlerini ve kitaplarını tasdik etti. Hem o, ibâdette devâm edenlerdendi.

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır: “Zamânındaki dünyâ kadınlarının en hayırlısı İmrân kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hadîce’dir.”

Hazret-i Meryem, iffetli, fazîletli olup, gece-gündüz hep ibâdetle meşgûl olurdu. O kadar çok ibâdet ederdi ki, ibâdeti İsrâiloğulları arasında darb- ı mesel hâline gelmişti. Allahü teâlâ ona bir çok kerâmetler ve güzel hâller ihsân etmişti. Onun bu hâl ve kerâmetleri meşhûr olup, yayılmıştır. Hazret-i Meryem, o zamanda bulunan kadınların en fazîletlisiydi. Nitekim Sahîh-i Buhârî’de hazret-i Ali’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:

İmrân kızı Meryem, zamânında dünyâda bulunan bütün kadınların hayırlısıdır. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hadîce’dir (radıyallahü anhümâ).

Tirmizî’nin hazret-i Enes’ten bildirdiği hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur.

Âlemdeki kadınların en hayırlıları dörttür. Meryem binti İmrân, Fir’avn’ın hanımı Âsiye, Hadîce binti Hüveylid ve Fâtıma binti Muhammed Resûlullah.

MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA

(Bkz. Kara Mustafa Paşa)

MESÂNE

Alm. Harnblase, Fr. Vessie, İng. Bladder. Böbreklerde meydana gelen idrarın, idrar boruları (üreterler) ile gelerek atılmadan önce toplandığı düz kaslardan yapılı kese.

Sidik torbası, idrar torbası, vesicae urinaria gibi isimleri de vardır. Leğen kemiğinin içinde ve karnın ön alt bölgesine yakın olarak yerleşmiştir. Normal erkekte, mesânede 300 ml kadar idrar olabilir. İdrar, böbreklerden mesâneye, üreter adı verilen birer boru aracılığıyla gelir. Üreterler, mesanenin tabanında, kas duvarından içeri girer. Bunların giriş noktalarına çok yakın bir yerden idrarı dışarı akıtan üretra adlı kanal, mesâneden ayrılır. Mesâne duvarı kastan yapılmıştır. Kasılınca, idrar dışarı atılır ve mesâne kasının gevşek olduğu zaman, yavaş dolan mesâne, ânî dolandan daha fazla genişleme yeteneğindedir. Mesâne, idrarla dolunca, mesâne içindeki basınç artar ve bu basınç belli bir değere ulaşınca, idrar yapma hissi uyanır. İdrar yapma, sinirsel bir refleksin kontrolunda olmakla berâber, şuur bu mekanizmayı da kontrol etmektedir. Bu refleksle ilgili olan sinirler, mesâne dolunca meydana gelen uyarıları, omuriliğin alt ucuna yakın bir bölgesine ulaştırırlar, buradan da durum beyne iletilir. Şâyet zaman ve zemin müsâitse, beyinden gelen müsaade ile mesâneyi kapatan mekanizma gevşer ve böylece, kişi idrarını yapar. Normal idrar yapabilmek için, bu yapıların tamâmının sağlam olması gerekir. Mesâne kapasitesinin üzerinde (ki bu normalin iki misli civârında olur) idrar birikince şuurlu kontrol mekanizması yavaş yavaş zayıflar ve idrar kaçar.

Mesâne Hastalıkları

Kongenital (doğmalık) şekil bozuklukları:

1. Ectopia vesicae: Mesâne ve karın alt kısmının ön duvarı, gelişim esnâsında kapanamamış olduğundan, bu açıklıktan devamlı olarak idrar dışarı sızar. Tedâvisi, cerrahîdir. Üreterler, mesâneden ayrılıp kalınbarsağa bağlanır ve idrarın barsaktan çıkmasını sağlar. Ayrıca karın duvarı da plâstik cerrâhî ile tâmir edilir.

2. Çok seyrek rastlanan bir şekil bozukluğu da, çocuk, ana karnındayken, mesâneyle göbek ipini birleştiren kanalın tam olarak kapanamamasıdır ki bunun sonucunda, göbekten devamlı olarak idrar sızar.

Tedâvisi, plâstik cerrâhî ile, kanalın kapanmasıdır.

Mesâne iltihapları:

Bu hastalıkta mikroorganizmalar rol oynamaktadır ki bunların başında escheria coli, stafilokok ve streptokoklar gelir. Kadınlarda idrar yolu (uretra) erkeklere göre kısa olduğundan, gebelik esnâsında ve bâzı jinekolojik hastalıklarda (kadın üreme organlarıyla ilgili hastalıklar), mesâne iltihaplanmasına sık olarak rastlanır. Tekrarlayan mesâne iltihaplanmaları; taş, tümör ve erkeklerde prostat büyümeleriyle ilgili olabilir. Mesâneye sonda konması veya benzeri işlemler de mesâne iltihaplarına yol açabilir.

Mesâne iltihaplanınca; sık sık idrara çıkmak, idrar yaparken yanma ve ağrı, bulanık idrar yapma, devamlı idrar yapma duyusunun varlığı gibi belirtiler sözkonusu olabilir. İdrar; kötü kokulu ve kanlı olabilir. Bâzan ateş, titreme, terleme de eşlik edebilir. İdrar; mikroskopta incelenirse bol miktarda beyaz küre bulunduğu görülür.

Tedâvi için doktorca uygun antibiyotikler (bactrim, gentamisin veya ampisilin vb.), uygun idrar yolu antiseptikleri (nalidiksik asit, nitrofurantoin vs.) verilir. Ayrıca bu ilâçların hiç tesirli olmayacağı spesifik (Tbc. gibi) iltihaplar da olabilir. Hastaya bolca su içmesi söylenir.

Tekrarlayan mesâne iltihaplarında, altta yatan sebep, mutlaka araştırılmalıdır. Tedâvi ihmal edilirse veya eksik yapılırsa, böbrekler de hastalanabilir.

MESCİD

(Bkz. Câmi)

MESCİD-İ AKSÂ

Kudüs’te Süleymân aleyhisselâm tarafından binâ ettirilen mescid, câmi. Peygamber efendimiz zamânında bulunan mescidler arasında, Mekke’ye en uzak mescid olduğu için burası Mescid-i Aksâ yâni en uzak mescid ismiyle meşhûr oldu.

Beyt-ül-makdis veya Beyt-ül-mukaddes adı da verilen Mescid-i Aksâ’nın inşâsına Dâvûd aleyhisselâm başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti fakat tamamlıyamadan vefât etti. Dâvûd aleyhisselâmdan sonra hem peygamber, hem hükümdâr olan oğlu Süleymân aleyhisselâm, Beyt-ül-makdîs yâni Mescid-i Aksâ’nın inşâsını tamamlamak istedi. Allahü teâlâ tarafından emrine verilen cinleri toplayarak aralarında vazife taksîmi yaptı ve her bir cemâati bir işle vazifelendirdi. Sonra usta ve mühendislere, on iki mahallesi olan Kudüs şehrini inşâ ettirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinlerden bir kısmı altın, gümüş ve yâkut; bir kısmı denizden saf inci; bir kısmı mücevherât ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, anber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar hazırlanınca, işlemek üzere ustalar ve Fenikeli mîmârlar getirdi. Gelen ustalar, taşları yontarak bu mücevher, inci ve yâkutları işlediler. Toplanan malzemeleri kullanarak mescidin yapımını yedi senede tamamladılar. Uzaktan bakılınca bir altın parçası gibi parlayan, görenleri hayran bırakan ve o zamanda bir eşi bulunmayan bu mescide, Beyt-ül-makdis dediler.

Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-makdis’e, Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile intikal ederek gelen, içerisinde Tevrât’ın bulunduğu Ahid sandığı’nı yâni Tâbût-i sekîne’yi koydu. Bu durum; Kudüs’ün, Asûrî hükümdârı İkinci Buhtunnasar tarafından işgâline kadar devâm etti.

Buhtunnasar, Kudüs’ü zabt ettiği zaman, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Bâbil’e götürdü. Daha sonra Keyhüsrev, Mescid-i Aksâ’yı tâmir ettirdiyse de M.S. 70 senesinde Romalılar tekrar yıktılar. Bu târihle, Kudüs’ün mûsevîlere olan bağlılığı son buldu. M.S. 123 yılında Mescid-iAksâ’yı Bizanslılar tâmir edip, Kudüs’e İlyâ ismini verdiler.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mi’râc gecesinde Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksâ’da namaz kıldı. Peygamber efendimizin; “Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir: Mescid-i Harâm, Mescid-i Aksâ ve benim bu mescidim (yâni Mescid-i Nebî).” buyurarak medhettiği Mescid-i Aksâ, hicretten on altı ay sonraya kadar Müslümanların kıblesi olarak kaldı. 638 (H.16) senesinde Ömer radıyallahü anh, Sûriye seferinde, Şam’dan sonraKudüs’e uğrayıp Mescid-i Aksâ’yı ziyâret etti. Uzun senedir kendi hâline terk edilen Mescid-i Aksâ’da biriken ve etrâfı kirleten pislikleri temizletti. Ezân okutarak cemâatle namaz kıldırdı. Yahûdîlere mescide emniyetle girmek hakkını tanıdı. Hıristiyanlara da, Yahûdîleri aralarına sokmamalarını tavsiye etti.Kudüs’teki kiliselere dokunulmaması için emir verip, Hıristiyanlarla antlaşma yaptı.

Kudüs’ün Müslümanlar tarafından feth edilmesinden sonra, halîfeler ve Müslüman vâliler tarafından Mescid-i Aksâ’nın temizlik, bakım ve onarım işlerine çok önem verildi. Dört halîfe devrinden sonraki Emevîler zamânında, Mescid-i Aksâ’nın temizlik ve bakımına özel ihtimâm gösterildi. Muâviye bin Ebî Süfyân radıyallahü anh, Abdülmelik bin Mervân, Ömer bin Abdülazîz, Velîd bin Abdülmelik ve Süleymân bin Abdülmelik gibi halîfeler, Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksâ’yı ziyâret ettiler. Halîfe Abdülmelik bin Mervân, Mescid-i Aksâ’nın yakınındaki arsa üzerinde Kubbet-üs-sahra Mescidini yaptırdı. Zelzele yüzünden harab olan Mescid-i Aksa’yı, altıncı Emevi halifesi el-Velid, bugünkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.

Abbâsîler zamânında da bakımına ve tâmirine ihtimâm gösterilen Mescid-i Aksa, zelzeleler ve harpler sebebiyle zaman zaman yıkılıp tâmir edildi. Halîfe Ebû Câfer Mansûr ve Mehdî bin Mansûr, Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksâ’yı ziyâret ettiler ve tâmir ettirdiler.

Mescid-i Aksâ’nın, Emevîler ve Abbâsîler zamanlarındaki şekli, bugünkü durumuna çok yakın idi. Kıble karşısında kuzeyde on beş kapı vardı. Ortadaki altın kaplı olanı tunçtan yapılmıştı. Yanlarda yedi ve on bir kapı daha vardı. Son cemâat yerinde revakları bulunan mescid, 280 mermer sütuna dayanan revakların taşıdığı bir dam ile örtülüydü.

Orta kısmında bir kubbe bulunuyordu. Damın üstü kısmen mozaikle süslü, kısmen de levhalarla kaplıydı. Kubbet-üs-sahra Mescidi (Ömer Câmii) de, Mescid-i Aksâ’nın kıble tarafındaydı.

Kudüs’ü 1099 (H.492)’de Haçlılar istilâ edince, şahri yakıp yıktılar. Pekçok Müslümanı kadın ve çocuk demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksâ’yı da yağmalayıp, tepelerine haçlar dikip, içerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî, 1187 (H.583)’de Kudüs’ü Haçlılardan kurtarıp, Mescid-i Aksâ’dan Haçları ve putları kaldırttı. Eski hâline getirip yeni bir mihrâb yaptırdı. Daha sonraki devirlerde bu mihrâbın iki yanına pencereler açılıp bir minber, kuzey cihetine de son cemâat revakları ve bir tahta minâre ilâve edildi.

Emevîler, Abbâsîler, Eyyûbîler ve Memlûkler dönemlerinde bir ilim merkezi hâline getirilen ve pekçok İslâm âliminin yetişmesine sebep olan Mescid-i Aksâ, defâlarca tâmir gördü. Mescid-i Aksâ’nın en son bakımı ve tâmîrâtı Osmanlılar tarafından yapıldı. Yavuz Sultan Selim Han, 1517 (H.923)’de Memlûk topraklarını ülkesine katınca, Kudüs de Osmanlı idâresine girdi. Kânûnî Sultan Süleymân Han Mescid-i Aksâ ve yanındaki Kubbet-üs-sahrâ mescidlerini tâmir ve tezyîn ettirdi. Daha sonraki asırlarda da bâzı tâmirâtlar geçiren Mescid-i Aksâ, Birinci Dünyâ Savaşından sonra Kudüs Müslüman Türklerin elinden çıkınca, bakımsız hâle geldi. 1967 (H.1387)’deki Arab-İsrâil savaşında Yahûdîler tarafından Kudüs işgâl edildi. Bu işgâlden sonra Mescid-i Aksâ, sûikast netîcesinde kısmen yandı. Bugün kendi hâline terk edilmiş olup, ziyâdesiyle tâmire muhtaçtır.

Mescid-i Aksâ’nın ismi Kur’ân-ı kerîmde zikr edilmekte ve Peygamber efendimizin Mîrâc gecesinde oraya götürüldüğü, hadîs-i şerîflerle bildirilmektedir. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Zerr-il-Gıfârî radıyallahü anh şöyle bildirdi: “Bir kerre ben; “Yâ Resûlallah! Yeryüzünde ibâdet için en önce hangi mescid binâ edildi?” diye sordum. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Mescid-i Harâm’dır.” buyurdu. “Sonra hangisi?” dedim. “Mescid-i Aksâ’dır.” buyurdu. Sonra ben; “Bu iki mescidin kuruluşu esnâsında ne kadar zaman vardır?” dedim. Resûlullah efendimiz; “Kırk sene vardır.” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte; “Kureyş bana (Mîrâc’da) seyâhat ettiğim yerlerden soruyordu. Bilhassa Mescid-i Aksâ’ya dâir öyle şeyler sordular ki, ben İsrâ (Mîrâc) gecesi onlarla ilgilenip tesbit etmemiştim. Bu sebeple o kadar müşkül bir vaziyete düştüm ki, hiç bir zaman öyle sıkılmamıştım. Bunun üzerine Allahü teâlâ, benimle Beyt-i makdis arasında perde olan mesâfeyi kaldırdı. Şimdi ben Beyt-i makdis’i görüyordum. Ne sorarlarsa muhakkak ona bakarak cevap vermiştim. Kureyş, Mescid-i Aksâ’nın kaç kapısı var? diye sormuşlardı. Hâlbuki ben Kudüs mescidinin kapılarını saymamıştım. Fakat karşımda mescid tecellî edince, ona bakmaya ve kapıları birer birer saymaya başladım.” buyurdu.

Mescid-i Aksâ Câmiinin sağında ve solunda kemerli sütunlar ve dar iki sahn ile tamamlanan geniş bir orta sahn vardır. Ortadaki geniş sahnı, güney duvarına paralel bir sahn keser. Bu iki sahnın keşiştiği bölümde bir kubbe vardır. Ortadaki geniş sahnın sağındaki ve solundaki iki dar sahnın dış kısmında sağa sola altışar sahn eklidir.

MESCİD-İ DIRÂR

Peygamber efendimiz zamanında münâfıkların, fitne ve fesât yuvası ve silâh deposu olarak kullandıkları ve Kubâ denilen yerde yaptırdıkları mâbed.

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Medîne-i münevvereye hicretinden sonra, birçok kimsenin Müslüman olması, münâfıkların hoşuna gitmedi. Münâfıkların başı olan Abdullah bin Ubey bin Selûl’ün dayısının oğlu olan Ebû Âmir, papazlığa özenir ve papaz elbisesi giyerdi. Peygamber efendimizi kıskanarak kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gitti ve müşriklere katıldı. Bedir, Uhud ve Hendek muhârebelerinde Müslümanlara karşı savaştı. Mekke’nin fethinden sonra Şam’a kaçtı. Oradan Medîne ve Kubâ’daki münâfıklara haber gönderip, kendisine Kubâ’da bir mâbed yapmalarını ve burasını silâh deposu olarak kullanmalarını istedi. Kendisinin de Bizans ordusuyla yardıma geleceğini bildirdi. Münâfıklar da Peygamber efendimizin hicreti esnâsında Medîne’ye gelirken Kubâ’da inşâ ettirdikleri Kubâ Mescidi karşısında gösterişli bir mescid binâ ettiler.

Münâfıklar, Müslüman cemâati bölmek, kendi emellerine ulaşmak için fitne çıkararak onları birbirine düşürmek istiyorlardı. Hattâ Bizans askerleri Medîne’ye gelince, mescide depo ettikleri silâhlarla onlara yardım edeceklerdi. Peygamber efendimizin orada namaz kılmasını sağlamakla da, Mescid-i Dırâr’ın mukaddes bir yer olduğu intibâı hâsıl olacaktı. Böylece Müslümanlar orada namaz kılmak için yarışa girecek ve münâfıkların ağına düşeceklerdi.

Peygamber efendimiz, Tebük’e gitmek üzere hazırlandığı sırada, Dırâr Mescidinin kurucularından beş kişilik bir heyet gelerek; “Yâ Resûlallah! Kış gecesinde ve yağmurlu zamanlarda hasta ve hâcet sâhibi olanların namaz kılmaları için bir mescid yaptık. Sel geldiği zaman vâdi, Kubâ Mescidi cemâatı ile aramıza engel oluyor. Namazımızı kendi mescidimizde, sel çekilip gidince de onlarla birlikte kılacağız. Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz.” dediler. Sevgili Peygamberimiz de; “Ben, şimdi sefere çıkmak üzere meşgûl bulunuyorum. Seferden dönüp gelecek olursak ve Allah da dilerse, yanınıza gelir, onun içinde size namaz kıldırırız.” buyurdu.

Peygamber efendimiz, Tebük’ten dönüp Medîne’ye gelirken, Zi-Evân denilen yerde konakladı. Bu sırada Dırâr Mescidi kurucuları, yâni münâfıklar, gelip Peygamberimizi mescidlerine götürmek istediler. Peygamber efendimiz, münâfıkların bu dâvetini kabûl buyurarak gitmeye karar vermişti. Allahü teâlâ, Tevbe sûresi 107-110. âyet-i kerîmelerini indirerek gerek Dırâr Mescidi ve gerek bu mescid halkı hakkında işin iç yüzünü bildirdi. İnen âyetlerde meâlen şöyle buyruldu:

Bir de zarar vermek, müminlerin arasına ayrılık sokmak için ve bundan önce Allah ve Resûlü ile harp edenin gelmesini beklemek için bir binâ yapıp, onu mescid edinenler ve; “Bununla iyilikten başka bir şey kasd etmedik.” diye muhakkak yemîn edecek olanlar vardır. Allahü teâlâ şâhitlik eder ki; onlar, şeksiz-şüphesiz yalancıdırlar. Sen onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma. Tâ ilk gününde temeli takvâ üzerine kurulan mescid, senin içinde kıyâmına elbette daha lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzulamakta olan erler vardır. Allahü teâlâ çok temizlenenleri sever.

Binâsını, Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yerin kıyısına kurup da onunla birlikte kendisi de Cehennem ateşine çöküp giden kimse mi? Allah, zâlimler gürûhuna hidâyet vermez. Onların kurdukları binâ, kalplerinde temelli bir şek ve nifâka sebep olacaktır. Meğer bu kalpleri ölümle parçalanmış olsun. Allahü teâlâ herşeyi bilen, her yaptığını yerli yerince yapandır.

Peygamber efendimiz bu âyetlerin nâzil olmasından sonra, Mâlik bin Duhşüm ile Âsım bin Adiy’e (radıyallahü anhümâ); “Şu halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız.” buyurdu. Onlar da akşamla yatsı arasında gidip, binâyı ateşe verdiler. O sırada Dırâr Mescidi cemâati içeride olup, Mücemmi bin Câriye de Dırâr Mescidinin önünde bulunuyordu. Dırâr Mescidini yakıp, yıktıkları sırada, hiç ses çıkaramayan münâfıklar dağılıp gittiler.

Böylece münâfıkların alevlendirmek istedikleri fitne-fesâd ateşi söndürülmüş oldu. Müslümanlar arasındaki sevgi ve muhabbet bir kat daha arttı. Bu hâdiseden sonra birlikleri bozulan münâfıklar dağıldılar. Başları olan Abdullah bin Übey bin Selûl bu hâdiseden iki ay kadar sonra öldü. Nihâyet Arabistan’da müşrik ve Yehûdîlerin başları ezildiği gibi münâfıkların da başları ezildi ve İslâma karşı durma, engelleme faaliyetleri ortadan kaldırıldı.

MESCİD-İ HARAM

Yeryüzünde ilk ibâdet yeri olan Kâbe-i muazzamanın etrâfında sonradan yapılan câminin adı. Yeryüzünün en kıymetli yeri Kâbe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm denilen câmidir. İslâm mâbedi olan câmilerin en kıymetlisi, en üstünü “Kâbe-i muazzama”, sonra bunun etrâfındaki “Mescid- i Harâm”, sonra Medîne-i münevveredeki “Mescid-i Nebî”, sonra Kudüs’teki “Mescid-i Aksâ”, sonra da Medîne şehri yakınındaki “Kubâ Mescidi”dir. (Bkz. Kâbe, Mescid-i Aksâ, Mescid-i Nebî, Mescid-i Kubâ)

Mescid-i Haram, Arabistan’daki Mekke-i mükerreme şehrindedir. Eskiden Mekke şehri, kuzeyden güneye doğru uzanan karşılıklı iki sıra dağ arasında olup, şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilometre idi. Evleri kargir olup üç-dört katlıydı. Şehir ortasında “Mescid-i Haram” denilen büyük câmi vardı. Mescid-i Haram’ın üstü açıktı. İstanbul câmilerinin avlularında olduğu gibi, avlu etrâfında üç sıra kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerin altında 462 direk vardır. Direklerin 218 adedi mermer olup, yuvarlaktır. 224 adedi “Hacer-i şemis” taşından yontmadır ve altı veya sekiz köşeli ve sarı renklidir. Mescid- i Haram, dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batısı 124 m uzunluğundadır. İstanbul’daki Ayasofya Câmii şerîfinin uzunluğu ise 77 m ve genişliği 72 metredir. Sultanahmed Câmii şerîfinin uzunluğu 72, genişliği 64 metredir. Mescid-i Haram’ın 19 kapısı olup, bu kapılar doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde beş, güneyde yedidir. Bâb-üs-Selâm, Mescid-i Haram’ın doğu kapılarından olup, Bâb-ı Benî Şeybe adı da verilir. Hac için gidenler Mescid-i Haram’a bu kapıdan girip çıkarlar. Yedi minâresi vardır.

Mekke ile Cidde iskelesi arası 75 km, Medîne ile Cidde arası 424 km, Medîne ile Bedir arası 150 kilometredir. Mekke ile Medîne arasında en kısa yol 335 kilometredir. Resûlullah’ın hicret buyurduğu sâhil yolu 400 km idi. Mekke, denizden 360 m yüksektir.

Hazret-i Ömer zamânından önce, Mescid-i Haram’ın duvarları yoktu. Kâbe’nin etrâfında, bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer radıyallahü anh, evlerin bir kısmını yıktırıp, Kâbe etrâfına, bir metreye yakın yükseklikte duvar çevirerek, Mescid-i Haram meydana geldi. Mescid-i Haram muhtelif zamanlarda yenilenmiştir. Bugünkü şekli, Kâbe-i muazzamanın on birinci tâmiri ile birlikte, on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından 1635 (H.1045)te yapılmıştır. Son zamanlarda, genişletmek bahânesiyle, o târihî İslâm eserleri yıkılıp, yok edilmekte, yalnız maddî kıymeti fazla şeyler yapılmaktadır. Kâbe-i muazzamaya saygısızlık edilip, ondan daha yüksek binâlar, oteller inşâ edilmektedir.

Mescid-i Haram içinde bulunan kısımlardan bâzıları şunlardır: Kâbe-i muazzama, Makâm-ı İbrâhim, Metâf-ı şerîf (tavaf yeri), Hatîm, Hicr-i İsmâil, Makâm-ı Cibrîl, Mültezem, Minber-i şerîf, Safâ, Merve, Zemzem Kuyusu.

Kâbe-i muazzama; Mescid-i Harâm ortasında, dört köşe taştan bir oda olup, 17 m yüksekliktedir. Kuzey duvarı 8,8 m, güneyi 7 m, doğusu 11,9 m, batısı 12,8 m enindedir. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede “Hacerü’l-Esved” taşı vardır ve yerden bir metreden ziyâde yüksektedir. Hacılar öptükleri için, çukurlaşmıştır. (Bkz. Hacerü’l-Esved)

Zemzem Kuyusu; Mescid-i Harâm içinde, Hacerü’l-Esved köşesi karşısında ve köşeden sekiz m uzakta bir odada olup, taş bileziği 1,8 m yüksekliktedir. Bu odayı, Birinci Sultan Abdülhamîd Han yaptırmıştır. Zemîni, mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir. Duvar diplerinde olukları vardır. Kuyuya su sızmayacak şekilde ustalıklı yapılmıştır. Kuyu ağzı, bu hizâdan bir buçuk m kadar yüksektir. Fakat târihin kıymetli yâdigârı olan bu güzel sanat eseri 1963 (H.1383) yılında yıktırıldı. Kuyu ağzı ve birkaç metre çevresi, yeryüzünden birkaç metre aşağı indirildi. (Bkz. Zemzem)

Mescid-i Harâm, Müslümanların hac yapmaları için gittikleri ve ziyâret ettikleri ibâdet yerlerinden biridir (Bkz. Hac). Kâbe’yi tavâf etmek, haccın farzlarından biridir. Tavâf, Mescid-i Haram içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir (Bkz. Tavâf). Mescid dışında dönülmez. Her tavaftan sonra, Mescid-i Haram içinde iki rekat namaz kılmak da sünnettir.

Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, Müslümanların namazda kıblesidir (Bkz. Kıble). Buraya dönmeleri farzdır. Allahü teâlânın kesin emridir. Peygamberimizin mîrâcı, bir gece Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi ve oradan göklere çıkarılması sûretiyle vukû bulmuştur. Bunu Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûresi birinci âyetinde meâlen; “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan O Allah’tır ki, kulunu (Muhammed aleyhisselâmı) gece Mescid-i Haram’dan (Mekke’den alıp) o etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü; O’na âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden alâmetlerden) gösterelim diye yaptık. O, her şeyi işitir, her şeyi görür.” buyurarak haber vermektedir. Diğer bir âyet-i kerîmede de meâlen buyruldu ki:

Mescid-i Haram’daki Makâm-ı İbrâhim denilen yerde namaz kılın! Biz, İbrâhim’e ve İsmâil’e emrettik ki, tavâf edenler ve rükû edenler, içinde oturanlar ve secde edenler için benim beytimi (evimi) temizleyin! (Bakara sûresi: 125)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:

Mescidimde (Mescid-i Nebî’de) kılınan namaz, başka yerlerdeki namazdan bin kat daha sevaptır. Mescid-i Haram’daki namaz da, benim mescidimdekinden yüz kat daha sevaptır.

Yeryüzünde ilk binâ edilen mescid, “Mescid-i Harâm”dır.

MESCİD-İ KIBLETEYN

(Bkz. Kıble)

MESCİD-İ KUBÂ

İslâmda ilk binâ edilen mescid. Peygamber efendimizin hicretlerinde Medîne-i münevvereye gelmeden önce Kubâ denilen yerde konakladıklarında ilk binâ ettikleri mesciddir.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem berâberinde hazret-i Ebû Bekr, Âmir bin Füheyre radıyallahü anhüm ve mihmandârları Abdullah bin Üreykıt olduğu hâlde 622 yılı Eylül ayının 20. günü (hicretin birinci senesi Rebîulevvel ayının sekizinde) Pazartesi günü, kuşluk vakti Kubâ köyüne ulaştılar. Bu gün İslâm târihinde Müslümanların Hicrî Şemsî yılının senebaşı sayıldı. Peygamber efendimiz, Kubâ’da bir mescid binâ ettiler ve burada ilk Cumâ namazını kıldılar. Kubâ Mescidinin arsası Peygamber efendimizin evlerinde konakladıkları Gülsüm bin Hidm’e âitti. Peygamber efendimiz burasını satın aldı ve mescidin temelini atacağı zaman; “Ey Kubâlılar! Bana Harre mevkiinden taş getiriniz.” buyurarak, binâ işine girişildi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yanında bir hayli taş toplanınca, kıbleyi çizerek ve bir taş alıp birinci temel taşını kendi mübârek elleriyle koydular.

Kubâ Mescidi, Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Temeli takvâ üzerine kurulan mescid.” (Tevbe sûresi: 108) buyrularak medhedilmiştir.

Kubâ Mescidi sonraki devirlerde halîfe, hükümdâr ve vezirler tarafından defâlarca tâmir edildi ve yenilendi. Halîfe Ömer bin Abdülazîz rahmetullahi aleyh, Kubâ Mescidini genişletti. Mescidin içine taştan direkler diktirdi ve demirle pekiştirdi ve nakışlattı. Ona bir minâre ilâve ettirdi. Osmanlı hükümdârlarından Kânûnî Sultan Süleymân Han, Kubâ Mescidini yıktırıp, yeniden yaptırdı. Ona hatipler, imâmlar ve müezzinler tâyin etti (H.950). Kubâ Mescidi, Sultan Mahmûd Han tarafından da tâmir ve tezyin edilmiştir.