MERİNOS
(Bkz. Koyun)
Alm. Merkantilismus (m), Fr. Mércantilisme (m), İng. Mercantilism. Devletin zenginliğini, ülkeye değerli mâden girişine bağlayan iktisâdî doktrin. Batı Avrupa’da on beşinci yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yaygın olan bu anlayışa göre, bir ülkenin güçlenmesi ve îtibar kazanması altın ve gümüşün fazlalığına bağlıdır. Merkantilistlere göre kalkınma, ithâlâtın az, ihrâcâtın çok olmasıyla mümkündür. Bu sâyede ülkeye giren maldan daha fazlası ihraç edilerek değerli mâden miktarı arttırılabilir.
Refah ve zenginliğin kaynağını değerli mâden bolluğuna bağlayan bu doktrin, iktisat siyâsetini devletlerin gelişmesi açısından ele almaktadır. Banka sisteminin ve değerli mâden üretiminin olmadığı bir ekonomik sistemde, ancak ticâret yoluyla altın-gümüş miktarının arttırılabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bunlar, devletin elinde toplanıp devletçe saklanmalı, devlet ticâreti geliştirmek için her türlü tedbiri almalıdır. Meselâ ticaret şirketlerinin tekelleşmesini, ordu kurarak da güvenliğini sağlamalıdır. Değerli mâdenlerin yurtdışına çıkışı önlenmelidir. “Gümrük târifelerinden anlamam, ancak İngiltere’den bir palto alırsam palto bende, param İngiltere’de kalacak. ABD’den bir palto alırsam paltom da, parası da ABD’de kalacaktır.” diyen Abraham Lincoln, merkantilist anlayışı en bâriz bir şekilde ifâde etmektedir. Bu sebeple merkantilist politikalar devletçi, himâyeci ve aşırı milliyetçi bir özelliğe sâhiptirler. Her kapitalist kalkınma yolunda, geçirilmesi gerekli bir safhanın felsefî temelidir.
Yeni keşfedilen Amerika’da bol miktarda mevcut olan altın ve gümüş İspanyol ve Portekizlilerce Avrupa’ya getirilmeye başlandı. On altıncı ve on yedinci yüzyılın en büyük sömürgeci devletleri olan bu ülkeler, merkantilist politikayı tatbik etmeye başladılar. “Tüccarın kârı, milletin kârıdır.” diyerek tatbik edilen bu politika, aşırı ölçülere vardırıldığı için İspanyol ekonomisi zayıf düştü. İspanyol merkantilizmi de denilen “Bulyonizm” sebebiyle getirilen katı devletçi tatbikat, altın ve gümüşün İspanya dışına kaçırılmasına yol açtı. İspanyol ve Portekizliler bundan dolayı, sanâyi inkılabına öncülük edemediler. İngiltere’de ise merkantilizm, Cromwell tarafından başarıyla tatbik edilerek, deniz ticâret filosunun üstünlüğü sağlandı. Cromwell’in çıkarttığı “Navigation Ast” (Gemi ve Deniz Kânunu), rakibi Hollanda’nın denizcilik açısından zayıflayıp İngiliz ticâret şirketlerinin tekelleşmesinde ve bunların güvenliğinin sağlanmasında büyük rol oynadı. İngiltere’nin Doğu Hint Kumpanyası idarecilerinden Thomas Mun, merkantilist politikanın ileri gelen sözcülerinden birisiydi.
Fransa’da, merkantilist politika ile ticâret dengesinin sağlanmasına çalışıldı. Colbert’in tatbik ettiği bu politika sanâyinin gelişmesinde büyük rol oynadı. Ancak merkantilizm, tarım sektörünün büyük ölçüde ihmal edilmesine yol açtı. Buna reaksiyon olarak da fizyokratlar tarımın içine düştüğü zayıflığı düzeltmek için tarımın önemini aşırı ölçülerde abartan teorik bir model meydana getirdiler (Bkz. Fizyokratlar ve Fizyokratizm). Zenginliğin kaynağını değerli mâden bolluğuna değil, üretim artışına bağladılar.
Merkantilistler; “Bir ülkenin en büyük hazinesi iyi beslenmiş insan sayısıdır.” diyerek nüfus artışını savundular. Emek-yoğun teknolojiye dayanan bir ekonomik sistemde ihrâcât fazlasının daha çok insanın düşük ücretle çalışarak sağlandığını gördükleri için nüfus artışına taraftar olmuşlardır. Ancak merkantilizmde değerli mâden artışı ile refah seviyesinin yükselişi aynı şeyler değildir. Servet, çok kötü şartlarda ucuz işçi çalıştırılarak arttırılabilmektedir. Bu ise nihaî maksadı insanın refahını sağlamak olan iktisat ilmine ters düşmektedir. Ekonomide aşırı devlet müdâhalelerinin zararlarının anlaşılması ve sanâyi inkılabıyla başlayan liberal felsefenin yaygınlaşması, merkantilist doktrinin yıkılışına yol açtı. Servetin kaynağının giderek değerli mâden değil yerli sanâyinin aldığının görülmesi, rekabet ortamının teessüs ederek devletçi uygulamalar yerine “Laissez faire” (bırakınız yapsınlar) prensibinin hâkim olmasının bunda büyük rolü oldu. Merkantilistler, altın ve gümüş miktarını fiatlarla birlikte mütalaa etmek gerektiğini anlayamamışlardır. Yine ticâret fazlalığı yalnız kendi başına düşünüldüğü zaman zenginliğin kaynağı değil, enflasyonist bir tesire sebep olarak servetin değerini düşürücü bir fonksiyona da sahip olabilmektedir.
Kendi zamanında ortaya çıkan yeni sosyal ve ekonomik nizamı haklı çıkarmak maksadına yönelik bir akım olan merkantilizm, “ödemeler bilançosu” kavramını iktisat ilmine kazandırmıştır.
Alm. Zentralbanken (f.pl), Fr. Banques (f.pl.) Centrales, İng. Central banks. Devlet adına para üreten para ve kambiyo politikalarını belirleyen ve yürüten bankalar. Bu bankalar, “emisyon bankası” veya “bankaların bankası” olarak da adlandırılır. Daha çok Merkez Bankası adıyla anılmalarının sebebi, para ve bankacılık işlerinde diğer bankaların merkezini teşkil etmelerinden, onları bir merkezden yönlendirmelerinden ileri gelir. Merkez bankalarının sahip olduğu bu yetkiler, devletin hükümranlık haklarındandır. Bu sebeple merkez bankalarının, mülkiyet yapısı ne olursa olsun, yetkileri hangi ölçülerde bulunursa bulunsun, görev konularında son irade, devleti yönetenlerdedir.
Merkez Bankaları ekonomik gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkmışlardır. Bilinen anlamda merkez bankalarının doğuşu ve gelişmesi bankacılığın gelişmesinden sonradır ve aşağı yukarı 19. yüzyıla rastlamaktadır. Merkez bankalarının gelişimi metal para sisteminin önemini kaybetmesi ve bankaların likidite hâsıl etme fonksiyonunun ön plana çıkmasıyla paralel olmuştur. Bu tür bankaların ilk örnekleri banknot basan ve saklayan özel kuruluşlardı. Bunların modern merkez bankacılığı kimlik ve araçlarına sâhip olmaları, metal para sistemlerinin ve banknotların altına konvertibilitesi mecburiyetinin ortadan kalkmasıyla olmuştur.
Bugün Merkez Bankalarının belli başlı görev ve faaliyetleri şunlardır:
1. Devlet adına banknot çıkarmak (emisyon),
2. Devletin hazinedarlığını yapmak,
3. Banka sisteminin rezervlerini tutmak,
4. Reeskont ve avans işlemleri yapmak suretiyle kredi açmak,
5. Banka sisteminin rezervlerini, reeskont ve avans sûretiyle açtıkları kredileri artırıp azaltmak, hisse senedi ve tahvil alıp satmak, yâni açık piyasa işlemleri yapmak sûretiyle banka sistemini ve ekonominin likiditesini kontrol etmek ve ayarlamak,
6. Banka kredilerini nicelik ve nitelik yönünden kontrol etmek,
7. Kambiyo sınırlaması getirilmişse ülkenin döviz rezervlerini tutmak ve yabancı ülkelere döviz üzerinden işlemleri yürütmek, kontrol etmek.
8. Devletin ekonomik ve mâli konularda danışmanlığını yapmak,
9. Bankalar arasında takas ve mahsup işlemlerini takas odaları aracılığıyla yürütmek,
10. Banka sistemini denetlemek.
Bu görevler, ekonomik gelişmişliğe ve sosyal yapıya göre ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekte, zengin ve serbest piyasa düzenine sahip ülkelerde azalarak büyük ölçüde piyasadaki para hacmini ve banka sistemini denetlemekle kalırken, az gelişmiş ülkelerde merkez bankaları çok daha geniş fonksiyonlar üstlenmekte ve bu fonksiyonlar kaynakların ülke kalkınmasının gereklerine göre yönlendirilmesi şeklinde genişlemektedir.
Başlangıçta devlet bankası şeklinde kurulan merkez bankalarının sayısı çok sınırlıydı. Genellikle bir ticâret bankasına banknot ihraç yetkisi verilmesi şeklindeki târihî gelişim, Merkez bankalarının çoğunun özel sermâyeli olmasının bir sebebiydi. Ancak Birinci ve İkinci Dünyâ Savaşları ve hükümetlerin bu bankalara duyduğu ihtiyaç, 1936’lardan îtibâren kimi merkez bankalarının devleteştirilmesine, kurulanların da devlet bankası olarak kurulmasına yol açmıştır. Nitekim bu târihten sonra Danimarka, Kanada, Yeni Zelanda, İngiltere, Fransa, Hollanda, Norveç merkez bankaları devletleştirilmiş, yeni kurulan İrlanda, Afganistan, Seylan, Irak, İsrail merkez bankaları da devlet bankası olarak kurulmuştur.
Merkez Bankaları, genellikle düşük sermâye ile çalışan kuruluşlardır. Bunlar idâre binâsı, şûbe binâları ve demirbaşlar gibi sınırlı varlıkları için sermâyeye gerek duyarlar. Merkez Bankası görevleri sermâyeyi gerektirmez. Esâsen bu bankaların kârları da ticârî bir faaliyet sonucu elde edilmeyen, ekonominin düzenlenmesiyle ilgili kararlardan doğan kârlardır. Bu sebeple devletler, Merkez Bankalarında ne kadar pay sâhibi olurlarsa olsunlar, kârın bir kısmını mutlaka alırlar. Nitekim Türkiye Cumhûriyet Merkez Bankasında, sermâyenin tamamı hazineye âit olmadığı halde ortaklara en fazla % 12 oranında kâr dağıtılmakta, kalanı hazineye verilmektedir.
Merkez Bankalarının bağımsız olması, öteden beri tartışma konusudur. Bir görüşe göre, merkez bankaları, mâlî ve siyasî otoritelerden apayrı bir hukukî bünye içerisinde düzenlenmeli ve özerk hareket edebilmelidir. Aksi halde hükümetler, merkez bankalarını piyasaya karşılıksız para çıkarmaya zorlayacaklar, enflasyona yol açacaklar, bunun sonucu olarak da halkın ve kurumların bu bankalara güveni sarsılacaktır. Merkez Bankası Almanya’da Deutsche Bundesbank, İngiltere’de Bank of England, ABD’de Federal Reserve adını taşımaktadır.
Türkiye Cumhûriyet Merkez Bankası:Ülkemizde ilk kâğıt para “kaimei mutebere” adıyla Sultan Abmdülmecîd Han zamânında 1843’te çıkarılmış ve ilk merkez bankası görevleri yabancı sermâyeli bir banka olan Osmanlı Bankası tarafından yürütülmüştür.
Cumhûriyetten sonra da imtiyaz mukâvelesi 1935’e kadar uzatılan Osmanlı Bankası, merkez bankacılığı görevini tam olarak yerine getirmeyince 11 Haziran 1930’da çıkarılan bir kânunla Türkiye Cumhûriyet Merkez Bankası kurulmuş ve 3 Ekim 1931’de fiilen faaliyete geçmiştir. 14 Ocak 1970 târih ve 1211 sayılı kânunla son şeklini alan Türkiye Cumhûriyet Merkez Bankası, sermâyesinin % 54’üne devletin sâhip olduğu özel hukuk tüzel kişisi bir kuruluştur.
Osmanlılar zamânında İstanbul’da yetişen âlim ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhur oldu. 1463 (H.868) yılında Denizli’nin Buldan ilçesine bağlı Sarımahmûdlu köyünde doğdu. Uşak’ta doğduğunu iddiâ edenler de vardır.
Merkez Efendi küçük yaşta memleketinde yaptığı ilk medrese tahsilinden sonra, Bursa ve İstanbul’daki medreselerde okudu. Ahmed Paşanın derslerinde bulundu. Tefsîr, hadis, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsiri’nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsili esnâsında tekkelere gidip, oradaki âlimlerin sohbetlerine de katılarak feyz ve bereketlere kavuştu. Otuz yaşına geldiğinde medrese tahsilini tamamlayıp çevresinde sayılan büyük bir âlim oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendinin hürmet ve muhabbetini kazandı. 1512 (H.911-912) târihinde Bursa’ya, sonra Karaman veya Amasya’ya gitti. Tekrar İstanbul’a döndüğünde Etyemez Şeyhinin kızı ile evlendi.
Mûsâ Efendi, Kocamustafapaşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan SünbülSinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pekçok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapayı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin SünbülSinân hazretlerinin huzuruna gitmeye karar verdi. Sabahleyin Sünbül Sinân’ın câmisine gidip, vaaz ettiği kürsînin arkasına, o görmeden oturdu. Sünbül Sinân hazretleri, vaaz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsire başladı. Tefsîrden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ, Merkez Efendi de anladı!” buyurdu. Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsir ettikten sonra tekrar; “Ey cemâat; Bu tefsirimi siz anlamadınız, Merkez Efendi de anlamadı.” buyurdu. Merkez Efendi, hakîkaten ikinci defâ anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsir etti. Merkez Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.
Vaaz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Merkez Efendi huzûra varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli biri sanırdık. Meğer sen ve hanımın çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat, neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!” diye buyurunca, Merkez Efendi iyice şaşırdı. Pekçok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affına sığınıp talebeliğe kabûl edilmesi isteğinde bulundu. Sünbül Efendi de kendisini kabul ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledi.
Bundan sonra Merkez Efendi, hergün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip ondan ders almaya ve hizmete başladı. Sünbül Efendinin sohbetleriyle yetişip evliyâlık makâmlarına yükseldi. İcâzet (diploma) aldı. Daha sonra İstanbul- Aksaray’da Kovacı Dede Dergâhında talebe yetiştirmeye başladı. Çok kerâmetleri görüldü.
Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân’ın kızı Rahîme Hâtunla evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; “Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz!” dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası, Merkez Efendiye; “Ey Mûsâ Efendi Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenizin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın.” buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahîme Hâtunu, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.
Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan, İstanbul’da Eyüp Bahariye’de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendi buraya tâyin edildi. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendiye Kânûnî Sultan Süleymân Han, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Orada da talebe yetiştiren Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hanın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa’ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa’da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharâttan meydana gelen bir mâcûn yaptı. Hastalar, bu mâcûnu yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcûnu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcûnu diye şöhret bulan bu mâcûn, şimdi de yapılmaktadır.
Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Talebelerine zâhirî ilimleri öğrettiği gibi, nefslerini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: “Benim için hayır duâ ediniz. Siz günâhsız mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı cenâb-ı Hak kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun.” Çocuklar duâ edince de; “Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme.” diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametli idi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.
Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememişse, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; “Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zarârı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olur.” buyururdu.
Merkez Efendinin ömrü; hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayr ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti.
Merkez Efendi, senelerce dergâhta talebelere ders vererek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli câmilerinde halka vaaz ve nasîhatlerde bulundu. Vaazında câmiler dolar taşar, boş yer kalmazdı.
Halvetiyye yolu büyüklerinden Sünbül Sinân Efendinin meşhur talebelerinden olan Merkez Efendi 1552 (H.959) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenâze namazını; “Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük.” buyuran şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Nâşı büyük bir kalabalık tarafından uzun bir süre omuzlarda taşınıp, Topkapı surlarının dışında kendi yaptırdığı câminin türbesine defnedildi.
Alm. Zentripetal-und Zentrifugal-kraft (f), Fr. Force (f) centripéte et centrifuge, İng. Centripetal, centrifugal force. Bir merkez çevresindeki dönme hareketinde, cismi merkeze doğru çeken kuvvete merkezcil kuvvet, bunun ters yönünde ve eşit şiddette cismi merkezden uzaklaştırmaya çalışan kuvvete de merkezkaç kuvveti adı verilir.
Düzgün dâiresel dönme hareketinde merkeze doğru bir ivme vardır. Hareketli cisim, bir kütleye sâhip olduğuna göre, bu kütlenin merkeze doğru bir ivme kazanabilmesi için yine merkeze doğru bir kuvvet etkisinde kalması gerekir. Merkezcil kuvvet denen bu kuvvet var olmazsa merkezcil ivme de mevcut olamaz ve sonuçta dönme hareketi yapılamaz. Meselâ bir ipe bağlanarak döndürülen taş parçasının dâiresel hareket yapması, merkezcil bir kuvvet tatbik etmekle, yâni onu iple merkeze doğru çekmekle mümkün olmaktadır. Dönmeyi sağlayan bu kuvvet ortadan kalkınca, meselâ taşı bağlayan ip kopunca, taş yörüngeye teğet olarak fırlar gider. İp kopmadığı sürece sistem, dengeli olarak dönme hareketini devâm ettirir.
Denge için merkezcil kuvvet, zıt yönde ve ona eşit şiddette başka bir kuvvet meydana getirir. Bu kuvvete, merkezden dışa doğru yöneltilmiş olduğundan merkezkaç kuvvet veya santrifüj kuvvet adı verilir. Merkezkaç kuvvet, hakîki bir kuvvet değil, bir cisme dönme hareketi yaptırmak için tatbik edilen merkezcil bir kuvvete tepkiden ibârettir.
Dâiresel yörüngenin yarıçapı (r), bu yörüngede hareket eden cismin çizgisel hızı (v), açısal hızı (w) ise, merkezcil ivme:
v2
a = ¾¾
r
V=wr olduğundan a=w2 olur.
Dâiresel hareket yapan cismin peryodu (bir devir süresi) (T), frekansı (sâniyedeki devir sayısı) (f) ise:
2πr v2
v = ¾¾ = 2πrf olur. Buna göre, a=¾¾ ifadesi;
T r
4π2r 2πv
a = ¾¾¾ = 4π2rf2 = ¾¾¾ = 2πvf şeklinde de yazılabilir.
T2 T
Merkezcil kuvvet ise, Dinamiğin temel prensibine göre F= ma ifâdesinden bulunabilir (m, dâiresel hareket yapan cismin kütlesi).
mv2 m4π2r
F = ma = ¾¾¾ ¾¾¾¾
r T2
ŞEKİL VAR
Merkezcil ivme ve kuvvet prensibi, arz etrâfında dönmek üzere fırlatılan bir uyduya tatbik edilerek gerekli hesaplamalar yapılır. Meselâ bir roket, arz yüzeyine paralel olarak yâni yatay doğrultuda hangi hızla atılmalıdır ki çekim kuvvetini yenip uydu olabilsin. Arzın yarıçapı yaklaşık 6400 km (64.105 m) olduğuna göre:
v2
a = ¾¾ den,
r
v2 = a.r = 9.8.64.105 buradan da,
V= 8.103m/s= 8 km/s= 28.800 km/h bulunur. Demek ki, roket, yatay olarak 8 km/s’nin üstünde bir hıza sâhip olursa, hava direnci olmadığı farz edildiğine göre, bir uydu olarak arzın çevresinde dönecektir. Endüstride farklı yoğunluktaki cisimleri birbirinden ayırmak için santrifüj cihazları kullanılmaktadır. Bir çubuk üzerine biri demirden diğeri alüminyumdan yapılmış aynı hacimde iki cisim geçirilip bunlar birbirine bir iple bağlanır. Çubuk düşey bir eksen etrâfında döndürülebilmektedir. Her iki cismi eksenden eşit uzaklıkta bulundurup, sistem w açısal hızı ile döndürülecek olursa, demirin dışa doğru kaydığı ve alüminyumu da berâberinde götürdüğü görülür. Bu tecrübe aynı hacimdeki cisimlerde demirden olana etkiyen merkezkaç kuvvetinin alüminyumunkinden daha büyük olduğunu ortaya koyar. Cisimlerin hacimlerini V, yoğunluklarını da š1 ve š2 ile gösterecek olursak;
F1 m1 ω 2 .r m1 δ1.v
¾¾= ¾¾¾¾¾¾ = ¾¾ = ¾¾¾¾
F2 m2 ω 2 .r m2 δ2.v
bulunur. Şu halde merkezkaç kuvvet kütle, dolayısıyle yoğunlukla doğru orantılıdır. Yoğunluğu büyük olan cisim, daha büyük kuvvet etkisi altında kalmaktadır. Bu özellikten faydalanılarak yoğunlukları farklı farklı olan cisimleri birbirinden ayırmak için santrifüj âletleri yapılmıştır. Yoğunlukları birbirinden pek az farklı bâzı maddeler bir sıvı içine karışmış olsa, bunların yerçekimi etkisi ile çökelmesi uzun zaman alır. Bu ayırma işi, merkezkaç kuvveti etkisinde birkaç dakikada mümkün olabilmektedir. Yapılacak iş, bu parçacıklara etkiyen ivmeyi, g yerçekimi ivmesinin birkaç katına çıkarmaktır.
Bir silindir içindeki su veya hava molekülleri de silindir içinden geçen bir eksene bağlı kanatçıklarla döndürülünce dışa doğru sürüklenirler, böylece dışta yoğunlaşma, ortada ise seyrekleşme olur. Seyrek bölgeye açılan borulardan su veya hava emme olayı, yoğun bölgeye açılan borulara ise su veya hava basma olayı meydana gelir. Aspiratörler, merkezkaçlı tulumbalar, elektrikli süpürge ve zirâatte kullanılan selektörler bu prensibe göre çalışırlar. Ayrıca dönme hızı regülatörlerinde ve debriyaj türlerinde kullanılırlar. Virajların eğimli yapılma sebebi de, merkezkaç kuvvetini ağırlık bileşeni ile dengelemek içindir.
Çamaşır makinasındaki çamaşırların santrifüj yoluyle sıkılması hattâ kurutulması, santrifüjlü meyve sıkma makinalarında meyve suyu elde edilmesi de aynı prensibe dayanır.
Alm. Merkur (m), Fr. Mercure (m), İng. Mercury.
Kütlesi |
3,3x1023 kg |
Hacmi |
5,95x1019 m3 |
Özgül ağırlığı |
5,5 gr/cm3 |
Çapı |
4,870 km |
Yüzey çekim kuvveti |
3,7 m/s2 |
Kaçma hızı |
4,6 km/s |
Ortalama yörünge hızı |
48 km/s |
Güneşten ortalama mesâfesi |
58 milyon km |
Güneşe en yakın mesâfesi |
46,5 milyon km |
Güneşe en uzak mesâfesi |
229,4 milyon km |
Dünyaya en yakın mesâfesi |
79,8 milyon km |
Eksenel dönme periyodu |
58,65 dünya günü |
Gün ortasında yüzey sıcaklığı |
343°C |
Uydu sayısı |
Yok |
Güneşe en yakın ve güneş sisteminin en küçük gezegenidir. Güneş etrâfında elips biçiminde bir yörüngede döner. Diğer gezegenler gibi Merkür de güneşten gelen ışınları yansıtır. Venüs, Mars ve Jüpiterden sonra dünyâdan en parlak gözüken gezegendir. Merkür, Utarit olarak da isimlendirilir. Bilim adamları Merkür’ün de diğer gezegenlerle yaklaşık aynı özgül ağırlığa sâhip olduğu için, aynı anda meydana geldiğini savunurlar.
Merkür, katı küre biçiminde olup, çapı 4870 km ile dünyânın çapından 2/5 (beşte iki) kat daha büyüktür. Özgül ağırlığı dünyânınkine eşittir. Çekim kuvveti dünyâ çekim kuvvetinin % 38’i kadardır. Dünyâda 45 kg gelen bir ağırlık Merkürde 17 kg dır.
1974 senesine kadar Merkür hakkında bilgiler, yalnız teleskop ve radar görüntülerinden çıkarılmıştır. 29 Mart 1974 târihinde Merkür’ün 740 km yakınından geçerek yörüngeye oturan Amerikan uzay aracı Mariner 10, dünyâya resimler hâlinde binlerce bilgi göndermiştir. Mariner, 21 Eylül 1974’te ikinci tur, 16 Mart 1975’te üçüncü turunu yapmıştır. Üçüncü turda Merkür’ün 310 km yakınından geçmiştir.
Merkür, güneş etrâfında her 88 dünyâ gününde bir defâ, kendi ekseni etrafında da her 59 dünyâ gününde bir defâ döner. Güneş etrâfındaki yörüngesinin güneşe en yakın olduğu mesâfe 46,5 milyon km’dir. Merkür bu yörüngede, güneşe en yakınken 56 km/sn hızla, en uzakken ise 39 km/sn hızla hareket eder. Merkür, kendi etrâfında bir defâ dönerken yörüngesinin de 2/3 (üçte ikisi) ünü kateder
Mariner 10 sâyesinde, Merkür’ün atmosferi hakkında da bilgiler edinildi. Merkürde atmosfer vardır. Bu atmosfer dünyâ atmosferinin milyonda biri yoğunluğuna sâhiptir. Atmosferde çoğu helyum olmak üzere argon, neon gazları mevcuttur. Merkür’ün atmosferi, Merkür’den 485 km uzaklığa ulaşmaktadır. Zaman zaman helyumun bir akıntı şeklinde güneşe doğru aktığı olur. Merkür’ün atmosferinde oksijen, karbondioksit, azot olmadığı kesinleşmiştir. Atmosfer basıncı gezegen yüzeyinde bir milibardır. Dünyâ atmosfer basıncı ise deniz seviyesinde 1000 milibardır.
Merkür’ün kabuğu ile ilgili Mariner 10’un gönderdiği bilgilerden gündüz ve gece sıcaklıkları 425°C ile - 175°C arasında değişir. Diğer gezegenlerde hararet farkı bu kadar değildir. Merkür kabuğunda da, ay kabuğunda olduğu gibi kraterler, tabanı geniş çukurlar, faylar ve sıradağlar mevcuttur. En büyük krater, 350 km çapındadır ve kuzey kutbunda yer alır. Merkür’ün 30° kuzey 195° batı derecelerinde yer alan “Coloris” adlı düzlük, gezegenin güneşe en yakın noktasına geldiği vakit, güneşe bakan yüzünde yer alır. Yaklaşma esnâsında bu bölge çok ısınır. Colaris dâire biçiminde ve çapı 1350 km’dir. Dâirenin dışı dalgalar hâlinde 5-10 km genişliğinde ve 1,5 km yüksekliğinde dağlarla çevrilidir. Bu yapının, gezegenin mağmasından çıkarak, güneşe yaklaşma ânında eriyerek yayılması ile meydana gelebileceği sanılmaktadır.
Merkür’ün özgül ağırlığı dünyânınkine hemen hemen eşit olduğu için, çekirdek yapısının demir olduğu tahmin edilmektedir.
Mariner 10’un gönderdiği radyo dalgalarından elde edilen bilgilere göre, Merkür, sahasının % 1’i şiddetinde bir manyetik sahaya sâhiptir. Merkür’ün manyetik sahası zayıf olduğundan, güneş rüzgârlarının (solar wind) etkisinde kalır. Merkür’de manyetik saha şiddeti; kutuplarında 350 gamma, ekvatorunda ise 700 gamma değerindedir. Halbuki dünyânın manyetik saha örtüsünün ortalama şiddeti 30.000 gammadır. Manyetik saha şiddeti, eksenel dönüş hızı ile orantılı olarak artar. Demir kütle etrâfında dönen bir cisimde, dinamo gibi manyetik saha ürer. Merkür’de de demir bir çekirdek olmasına rağmen, dönüş hızı az olduğundan manyetik sahası da zayıf olmaktadır.
Manyetik saha hakkında edinilen bu bilgilerden sonra, Newton’un gezegenlerin yörüngelerinde hareketlerini sınırlayan çekim prensibi, yerini Einstein’ın 1915 senesinde ortaya attığı kütlelerin manyetik sahası teorisine bıraktı. 1967’de Lincoln laboratuvarında radar yayını ile yapılan deneyde, radar elektromanyetik mikrodalgasının Merkür’e gidip çarparak, dünyâya geri dönerken, güneş hizâsından geçmesi esnâsında, güneşin manyetik sahası etkisiyle büküldüğü ispatlandı.
Alm. Marmor (m), Fr. Marbre (m), İng. Marble. Kalsiyum karbonat ihtivâ eden kristal kaya. Mermere kıymet kazandıran özelliği mîmârî yapılara güzellik kazandıracak şekilde kullanılmasıdır. Mermer, parlatıldığı zaman çok süslü görüntüler verir.
Kireçtaşı ve benzerlerinin yüksek ısı ve basınç altında yeniden kristal yapısının değişmesi ile mermer meydana gelir. Mermer, % 56 kalsiyum oksit (CaO) ve % 44 karbondioksit (CO2) ihtivâ eder. Mermerin çeşitli renkler alması az miktarda demir veya diğer metal oksitlerin, bileşimde yer almasındandır. Mermere renk veren mineraller arasında talk, mika, grafit, demir oksitler, pirit ve kuartz sayılabilir.
Silikat mineralleri bol miktarda mevcut olduğunda mermerler birçok değişik renkler alırlar. Meselâ piroksenler ve amfiboller yeşil; grena ve vezüviyanit kahverengi; epidot, kontrodit ve sfen sarı rengi kazandırırlar. Siyah ve gri mermerler ince grafit tabakalarının mevcudiyeti ile teşekkül eder.
Oniks mermerleri büyük mikyasta silisyum dioksitten teşekkül etmiş kalsendondur. Su çözeltilerinden çökelerek teşekkül ettikleri için eskiden bunlara su mermeri denirdi.
İlim adamlarına göre mermer, paleozoik jeolojik zamanda meydana gelmiştir. Mermer yer kabuğunda bazen kilometrelerce derinlere kadar uzanabilir. Karalarda bol miktarda bulunur. Fransa, İtalya, Belçika, İspanya mermer yönünden zengindir. Uruguay renkli mermerleri ile meşhurdur. En kaliteli mermerler Hindistan, Afrika ve Amerika’nın Vermont bölgesinde çıkarılmaktadır.
Mermerin topraktan çıkarılması, teknik imkânlarla arttırılmaktadır. Delme ve kesme makinaları, kaldırma ve taşıma araçları ile kabaca topraktan çıkarılan mermer taşları sonra atölyelerde özel testerelerle, planyalarla, tornalarla işlenir. İnce sanat işleri el ile yapılır.
Mermerler esas olarak yapılarda, iç dekorasyonda, heykelcilikte, masa-sehpa üstünde ve çeşitli süs eşyâlarının yapımında kullanılır. Günümüzde mermer küvet, lavabo, mutfak tezgâhı gibi mermer mâmulü binâ aksesuarları gittikçe yaygınlaşmaktadır. Mermerin sert yapısı merdiven ve zemin döşemelerindeki kullanımını da arttırmaktadır. Heylekcilikte ise mermerin ışığı iletme özelliği ehemmiyet taşır. Açıkta kullanılan mermerin yarıksız olması gerekir. Aksi taktirde mermere sızan su hem renginin bozulmasına hem de ilerde dağılmasına sebebiyet verir. Mermer îmâlatında artan kırık parçalar da yol, sun’î taş, dolgu maddesi olarak kullanılır.
Yapılan hesap ve tahminlere göre, dünyâda yıllık mermer üretimi 550.000 ilâ 650.000 m3 civârındadır (1993).
Dünyâda belli başlı mermer üreten ülkeler: İtalya, ABD, Fransa, Portekiz, Batı Almanya, Türkiye, Belçika, İsviçre, Yugoslavya, Yunanistan, Avusturya ve İspanya’dır. Bu ülkelerin içerisinde en güzel mermer İtalya’da çıkmaktadır. İtalya’daki Carrara ocağından çıkan kar gibi beyaz mermerler, dünyâca meşhurdur. Diğer dünyâ ülkelerinin mermer üretimi veya mermer üretimine katkıları yok denecek kadar azdır.
Türkiye’de bilinen belli başlı mermer yatakları: Marmara Adası, Ankara, Afyon-İscehisar, Sivrihisar, Haymana, Sakarya-Harmantepe ve Akyazı, Dokurcum, Yalova, Bandırma-Kayacık, Muğla-Hamursuztaşı, Akhisar, Kırşehir-Temirli, Maraş, Göksun, Bursa-Orhaneli, Gebze, Kutluca, Hotan, İskenderun, Yayladağ, Konya-Bozkır, Milas-Güllük ve Adana-Toroslar.
Yapılan tetkiklere göre yurdumuzda en büyük mermer rezervleri Afyon (yaklaşık 276 milyon m3) ve Marmara (yaklaşık 400 milyon m3) mermer yataklarındadır.
Alm. Geschoss (n), Kugel (f),Fr. Projectile (m), İng. Projectile, shell. Silahın attığı mühimmat. İlk mermiler katı ve sert maddelerden îmâl edilmiş kürelerdi. Kayıtlara geçen ilk kullanılma târihleri, M.S. 1300’lere kadar uzanır. İlk top mermileri taşlardan oyularak yapılırdı. Taş güllelere 1520 târihlerine kadar rastlamak mümkündür. Bu târihten sonra gülleler demirden dökülmeye başlandı. Delik açmak maksadıyla olduğu kadar, yangın çıkarmak için de böyle gülleler kullanıldı. Mermileri patlayıcı maddelerle doldurup basınç ve parça tesiri elde etmek fikri daha sonraları ortaya çıkmıştır.
“Salkım” adı verilen bir merminin içine demir parçaları konur, mermi namluyu terk ettiği zaman merminin dış ince çeperi yırtılarak düşmana zarar verdirilirdi. Bu merminin içinde patlayıcı bulunmaz, düşman askerine yakın mesâfeden atılırdı. “Zincir” adındaki bir mermi cinsi daha vardı. Aynı namludaki birkaç mermi ardarda zincirle birbirine irtibatlanıp, aynı anda ateş edilirdi. Bunlar daha çok düşman gemilerine karşı kullanılırdı. Yangın çıkarmak için, boş kürelerin içine patlayıcı madde koyarak mermiler elde edildi. Birinci Dünyâ Harbinde kullanılan mermilerin birçoğunun çalışma esâsı oldukça basitti. Biraz saniyeli fitil, bir miktar yemleme barutu ve paralama barutundan meydana geliyordu. Sâniyeli fitil, istenilen zamanda merminin paralanmasını temin ediyordu. Bâzı durumlarda mevzii sisleme mermileri de kullanılmaya başlandı. İkinci Dünyâ Harbinde merminin daha çok basınç ve parça tesirine ehemmiyet verildi. Düşman zırhlı araçlarını tahrip için çukur imla haklı mermiler yapıldı. İkinci Dünyâ Harbinin sonlarında yapılan atom bombası, harbi sona erdiren bomba oldu.
Birikmiş tecrübe ve balistik ilmi üzerindeki çalışmalar gösterdi ki, küreden ziyade uzun ve havada takla atmayan mermiler, daha kararlı ve hassas olup, hedefe isabet yüzdesi fazla idi. Aynı zamanda böyle mermilerin daha uzağa gittiği tesbit edildi. Sonra kundak keşfedildi. Kundak, ağızdan dolan silahlara tatbik edildi. 1857’de Whitworth topu yapıldı. Namluda açılan 6 iz, mermideki izlerle çakışıyordu. Yiv ve set sistemleriyle hassasiyet ve menzil arttı.
Daha sonra toplara konan kundak kısmına bir de, iğne tertibatı eklendi. Artık mermiler geriden dolmaya ve tetikle ateşlenmeye başlandı. 1848’de tüfeklere de geriden dolma sistemi getirildi. Misallerine Prusya ordusunda rastlandı. 1870’lerde Fransız-Prusya Harbinde yivli toplar kullanıldı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında çıkan iki büyük dünyâ savaşı, mermilerin tekâmülünü sağladı. Güdümlü silahlardaki gelişme, bunların mermilerine de intikal etti. Dünyâ silâh sanâyiindeki ilerlemeler zamânın teknolojisine uymakta, her geçen gün menzil ve tahrip gücü farklı mermiler yapılmaktadır. Genelde mermilerde aranılan özellikler uzun menzil, azamî ilk hız, dakikadaki fazla atım ve tahrip gücünün çokluğudur. Her silahın kendine has, mermi tip ve şekilleri vardır. Mermilerin havada, bir yere çarptığında, yere girdiğinde patlıyan cinsleri de vardır. Düşman üzerinde elde etmek istenen tesire göre mermi çeşitleri seçilir ve kullanılır.
Alm. Merserisierter Faden, Fr. Fil (m.) mercerisé, İng. Mercerized thread. Kimyevî usullerle parlaklaştırılmış pamuk ipliği. Pamuk ipliklerini bu şekilde parlatmaya “merserize etme”, böyle iplerle dokunmuş kumaşlara da “merserize kumaşlar” adı verilir. Merserize ismi bu siszemi bulan İngiliz kimyacısı John Mercer’den gelmektedir.
1850’de John Mercer yaptığı araştırmalar sonucu, gerilmiş pamuk ipliklerinin, sodyum hidroksitle (NaOH) muâmele edilmesi sonucunda parlaklaştığını gördü. Ancak John Mercer’in sistemi ile elde edilen ipliklerden yapılan kumaşlar, yıkandığında aşırı derecede çekiyordu. Bu yüzden, ilk merserize iplikler fazla rağbet görmemişti. Daha sonra iplikler gerilirken, sudkostik ve potaskostik kullanılarak yapılan yöntemle bu çekme önlendi.
Merserize etme işleminde öncelikle tel hâline getirilmiş pamuk iplikleri, iki silindir arasında iyice gerilir. İplikler gerilirken sudkostik ve potaskostikle muâmele edilir. Bu merhaleden sonra, gerili hâlde sodyum hidroksit çözeltisine daldırılır. Daha sonra su altından geçirilerek durulanırlar.
Merserize iplikler ve bunlardan yapılan kumaşlar dayanıklı, parlak ve esnektirler. Boyaları hemen hemen hiç çıkmadığından çok tutulurlar. Geniş ölçüde kullanılmaktadır.
Ayrıca bu iplikler, özellikleri ve görünüş bakımından ipeğe çok benzediğinden, üretim ve pazarlama sırasında, ürünlerin üstüne merserize olduklarını belirten ibâreler konulur.
Alm. Myrte (f), Fr. Myrte (f), İng. Myrtle. Familyası: Mersingiller (Myrtaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Karadeniz, Ege ve Akdeniz bölgeleri.
Mayıs-haziran ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, 1-3 m boylarında, kışın yapraklarını dökmeyen, güzel kokulu ağaççık. Yapraklar kısa saplı ve karşılıklı, yeşil renkli, derimsi, oval şekilli ve üzerinde salgı guddeleri (bezleri) bulunur. Çiçekler uzun saplı olup, tek olarak her bir yaprağın koltuğunda bulunur. Meyveleri nohut büyüklüğünde, morumsu siyah renkte ve çok tohumludur.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin yaprakları, çiçekli dalları ve yapraklarından elde edilen uçucu yağ (Mersin esansı) kullanılır. Yaprak ve meyveler kabız, mikrop öldürücü, iştah açıcı, kan dindirici, antiseptik ve hâricen yara iyi edici olarak kullanılır. Tâze yapraklarından, su buharı distilasyonu ile Mersin esansı elde edilir. Bu esans renksiz, akıcı, özel kokulu ve yakıcı lezzetlidir. Takriben 100 kg yapraktan 300 gr esans elde edilir. Mirtenol, sineol ve terpenler ihtivâ ederler. Gıdâ ve parfümeri sanâyiinde kullanılan önemli bir ilkel maddedir. Memleketimizde şeker hastalığına karşı da (günde 10 damla) kullanılır. Mersin meyveleri uçucu yağ, tanen, şekerler ve organik asitler ihtivâ eder. Bu meyveler yemiş olarak, kabızlık giderici ve antiseptik olarak kullanılır.