MEMLÛKLER

1250-1517 yılları arasında Mısır ve Suriye dolaylarında hüküm süren devlet. Memlûk, Arapça’da “köle” demektir. Hükümdâr ve emirlerin muhâfız birliklerine bağlı bu köleler, meziyetleri sâyesinde zamanla hizmetinde bulundukları devletlerde idârî kadroyu ele geçirmişlerdir. Kendi nüfuzlarını kuvvetlendirmek maksadıyla İslâm târihinde ilk defâ memlûk (beyaz köle) kullananlar Abbâsî halîfeleri olmuştur. Abbâsî ordusundaki Türk memlûklerin sayısı kısa bir süre içerisinde 35 bine ulaştı. Bu Türk askerleri sâyesinde Abbâsîler dış tehlikelere başarıyla karşı koydular. Tolunoğulları ve İhşidîler devletlerinde de önemli bir yer tutan memlûk kuvvetlerinin sayısı bilhassa Eyyûbîler döneminde fevkalâde arttı. Bu devrede memlûklerin eğitimi için iki kışla tesis edildi. Kışlalardan biri Melik Sâlih Necmeddîn tarafından Kâhire’de, Nil Nehri üzerinde bulunan Ravda Adasında kurulmuştu. Burada Kıpçak Türkü olan memlûkler eğitim görürler ve kışlaları su ortasında olduğu için “Memâlik-i Bahriye” (Deniz Köleleri) veya “Memâlik-i Türkiye” adı ile anılırlardı. İkinci kışla ise daha sonra bizzât Memlûk Sultânı Melik Mansur Kalavun tarafından yine Kâhire’de Kal’atü’l-Cebel denilen Kalenin burçlarında kuruldu. Burada eğitim görenler “Memâlik-i Burciyye” adıyla anılırlardı. Bunlar daha çok Kafkaslardan getirilen Çerkes köleler oldukları için “Memâlik-i Çerâkise” diye de anıldılar. Memlûk Devletini Bahrî Memlûkleri kurduğu halde, daha sonra Burcî Memlûkleri idâreyi ele geçirmişlerdir.

Bahrî Memlûkleri: Devlet idâresinde kademe kademe yükselen Bahrî Memlûkleri, kendi aralarında anlaşıp güçlenerek, Eyyûbî Hânedânının zayıf bir ânını kollamaya başladılar. Son Eyyûbî Sultânı Turan Şâh, Bahrî Memlûklerine karşı tavır alınca 1249 yılında öldürüldü. Yerine eski sultan Melik Necmeddîn Sâlih’in dul karısı Şecer-üd-Dürr Sultan ve Memlûklerden Muizzüddîn Aybek, ordu komutanı tâyin edildi. Bir kaç ay sonra da Şecer-üd- Dürr, Muizzüddîn Aybek’le evlenip sultanlığı ona devretti.

Böylece müstakil ilk Memlûk Sultânı olarak tahta geçen Aybek, Memlûkler arasında dindarlığı, cömertliği ve görüşlerinin isâbetliliği ile tanınmaktaydı. Aybek’in tahta çıktığı sırada Irak’ta Moğol tehlikesi baş gösterdi. Halîfe, Aybek’ten yardım istedi. Ancak bu sırada Aybek iç isyânlarla meşgûldü. Bilhassa Bahrî Memlûkleri liderlerinden Aktay’ın nüfûzunu gittikçe arttırması Aybek’i korkuttu. Bu sebeple Aybek, bir fırsatını kollayıp, Aktay’ı öldürttü. Bunun üzerine Bahrî Memlûklerinin büyük kısmı Suriye’ye kaçtı.

Aybek, iç ve dış tehlikelerin hepsini ortadan kaldırıp, düşmanlarına başarı ile karşı koyarak bütün zorlukları yenmişken, Musul Hâkimi Bedreddîn Lü’lü’ün kızı ile nişanlanınca karısı Şecer-üd-Dürr tarafından öldürtüldü. Birkaç gün sonra da Şecer-üd-Dürr öldürüldü. Tahta geçen Aybek’in oğlu Sultan Nûreddîn Ali’nin saltanatı iki sene kadar sürdü. Moğolların Sûriye’ye yaklaşmaları üzerine saltanat nâibi Kutuz, Mısır Âyânı ile emîrlerin ileri gelenlerini toplayarak, Sultan Nûreddîn’in güç durumların adamı olmadığını, ancak herkesin kendisine itâat edeceği kudretli bir kişinin sultan olmasıyla, Moğollara karşı konulabileceğini söyledi.

Bu sırada Bağdat’ın Moğollar tarafından alındığı ve Abbâsî halîfesinin öldürüldüğü haberi geldi. İslâm âlemi dehşet içinde kaldı. Bu büyük tehlikenin ancak Kutuz gibi değerli bir kumandan tarafından karşılanabileceğini anlayan Mısır halkı ve ileri gelen emîrler, Kutuz’a saltanat teklif ettiler. Netîcede henüz çocuk olan Sultan Ali tahttan indirilerek, Kutuz sultan îlân edildi. Sür’atle ilerleyen Moğol orduları İslâm ülkelerini çiğneyerek Memlûklerin en kıymetli eyâletlerini aldılar ve Mısır kapılarına dayandılar.

Sultan Kutuz, hazırladığı büyük bir ordu ile Moğolları karşılamak üzere Suriye’ye gitti. 1260 senesinde Ayn-ı Câlût denen ve vaktiyle hazret-i Dâvûd’un, Câlût’u yendiği rivâyet edilen yerde iki ordu karşı karşıya geldi. Moğollar, ilk anda üstünlük sağladılarsa da, Sultan Kutuz’un dirâyetli kumandası sâyesinde yenilgiye uğradılar. Kaçan Moğolları tâkip eden Sultan, Moğol başkumandanı Ketboğa Noyan da dâhil olmak üzere Moğolların hepsini kılıçtan geçirdi. Zafer, İslâm âlemini büyük bir sevince boğdu. Çünkü, Moğolların Mısır’a hâkimiyetleri İslâm âlemi için büyük felâket olurdu. Zafer sonunda Şam’a gelen Sultan Kutuz, Habeşistan’dan Fırat kıyılarına kadar olan yerleri hâkimiyeti altına aldı. Cihâdını, Moğollarla işbirliği yapan Latinlere karşı devâm ettirdi. Sultan Kutuz, Ayn-ı Câlût Zaferinde Türk ordusunun öncü birliklerine kumanda eden Baybars’a vâd ettiği Haleb umûmî vâliliğini vermediği için, onun tarafından öldürüldü.

Sultan Kutuz’un yerine 1260 senesinde Sultan olan Baybars’ın Eyyûbî Hânedânının iktidârdan uzaklaştırılıp, Türk Memlûklerinin iktidârı ele geçirmelerinde birinci derecede rolü oldu. Sultan Baybars, tahta çıktığında, İlhanlılarla Haçlılar, Memlûkleri ve İslâm âlemini tehdîd ediyorlardı. Baybars, 1258’de Hülâgu’nun Abbâsîleri Bağdâd’dan çıkarmasına karşılık olarak, Abbâsîlerden El-Muntansır’ı 1261’de Kâhire’de halîfe îlân etti. Bu davranışı ile bütün Sünnî Müslümanların takdîrini kazandı.

Memlûklerin, başşehirleri Kâhire’de halîfelere yer verip, hürmet etmeleri, onlara İslâm âleminde büyük bir mânevî nüfuz kazandırdı. 1265’te Haçlıların elinde bulunan Suriye kıyılarındaki birçok kaleyi alan Sultan Baybars, Kilikya Rumları ve Ermeniler üzerine de bir ordu gönderdi. Bu seferde Ermenilerin başı esir alınarak Sis (Kozan) zaptedildi. 1268 senesinde tekrar sefere çıkan Sultan Baybars, Haçlıların son dayanak noktaları olan Antakya’yı alarak, prensliklerini yıktı. Bir yıl sonra da Hicaz’a giderek hac farîzasını edâ etti. 1270 ve 1271’de düzenlediği yeni seferlerde, Haçlıların son sığınakları olan Askalan ve Kerek kalesini almaya muvaffak oldu. Bir yıl sonra vukû bulan iki İlhanlı taarruzuna da, başarıyla karşı koyarak 1274 senesinde Anadolu’ya girdi ve Sis’i ikinci defâ zaptetti. Sultan Baybars, Anadolu’yu İlhanlı tahakkümünden kurtarmak üzere, bir kısım Selçuklu Beylerinin dâvetiyle 1277’de harekete geçti. Elbistan’da İlhanlı ordusunu bozup, Kayseri’ye girdi. Ancak, idâre merkezinden fazla uzaklaştığı için Şam’a döndü. Haziran 1277’de kısa bir rahatsızlıktan sonra elli dört yaşında vefât etti. Şam’a defnedildi. Sultan Baybars, Moğol hâkimiyetinin Suriye ve Mısır’a taşınmasına kesin şekilde mâni olup, Haçlıların iki yüz yıldan fazla süren Ortadoğu işgâline son verdi. Büyük bir kumandan ve devlet adamı olan Baybars, dirâyeti sâyesinde devletin iç ve dış siyâsetini başarı ile yürüttü. Devlet teşkilâtında önemli ıslâhât yaptı.

Baybars’ın ölümü üzerine yerine oğlu Nâsireddîn Berke geçti. Ancak tâkip ettiği siyâset yüzünden, kısa bir süre sonra ümerâ (emirler) ile arası açılan Nâsireddîn Berke, iki yıl kadar sonra kendi isteği ile tahttan çekildi (1279). Yerine Baybars’ın diğer oğlu Bedrüddîn Sülemiş geçti. Emîrlerden Kalavun da saltanat nâibi oldu. Yeni sultânın küçük yaşta olmasından faydalanan Kalavun, iktidârı ele geçirdi ve kendisine saltanat yolunu açma çalışmalarında bulundu. Sülemiş ve Kalavun adına sikke kesildi ve hutbe okundu. Aynı senenin Kasım ayında ümerânın muvâfakatını da alan Kalavun, Sülemiş’i tahttan indirerek, sultanlığını îlân etti.

Kalavun, tahta geçtikten sonra diğer Memlûk sultanlarının karşılaştıkları güçlüklerle karşılaştı. İç meselelerini yoluna koyduktan sonra, İlhanlılara karşı Baybars’ın politikasını tâkip etti. 1280 ve 1281 senesinde İlhanlıların Suriye’ye yaptıkları iki seferi bertaraf eden Kalavun, 1285 senesine kadar Sungur ile meşgûl oldu. Bu yüzden Haçlılarla savaşa girmekten kaçındı ve on senelik bir barış anlaşması yaptı. İşlerini yoluna koyar koymaz, Avrupa’dan yardım alamayan Haçlı kalıntılarını tamâmen ortadan kaldırmak için harekete geçti. Emîr Hüsâmeddîn komutasında bir orduyu Antakya Haçlı Prensliğinin son kalıntılarının toplandığı Lazkiye’ye gönderdi ve 1287 senesi Nisan ayında şehir fethedildi. 1289 senesinde Kalavun güçlü bir ordu ile Trablus’u kuşattı ve Nisan ayının sonlarında ele geçirdi. 1290 senesinde Akka’ya gelen bir Haçlı grubu, civârdaki Müslüman topraklarına hücûm edip, bâzı tüccârları öldürdüler. Bunun üzerine, Kalavun büyük bir ordu hazırladı. Fakat Kâhire’den ayrılmak üzereyken 1290 senesinde vefât etti.

Kalavun’un vefâtından sonra yerine oğlu Eşref Halil geçti. Halil, tahta geçer geçmez, Memlûklerin isyânı ile karşılaştı ve kısa sürede bastırdı. Babasının Akka’yı Haçlılardan almak için hazırladığı plânı tatbike girişti. Sultan Halil, 1291 senesi Nisan ayında ordusu ile Akka’yı kuşattı ve şehir on sekiz Mayısta fethedildi. Akka’nın düşmesinden sonra Suriye’deki Haçlı kaleleri birer birer ele geçti. Böylece 14 Ağustosta bütün Suriye sâhili Haçlılardan temizlendi. Sultan Eşref Halil, tahta geçtikten sonra, devlet ricâline ve babası zamânında söz sâhibi olan ümerâya karşı kötü davrandı. Bunun üzerine, vezirlerden Baydara, Sultan Eşref Halil’i bir av sırasında, işbirliği yaptığı emîrlerin yardımıyla 1293 senesi Aralık ayında öldürdü.

Sultan Halil’in öldürülmesinden sonra sırasıyla tahta geçen Nâsıreddîn Muhammed, Ketboğa, Laçin ve İkinci Baybars dönemlerinde ülke iç karışıklıklar ve saltanat kavgaları ile büyük tahrîbâta uğradı. 1310’da üçüncü defâ tahta çıkan Nâsıreddîn Muhammed otuz bir sene devâm eden bu saltanatında önce bütün devlet işlerini ele aldı. Eskiden olduğu gibi ümerânın kendisine tahakküm etmesine izin vermedi. Sultan Muhammed’in üçüncü saltanat devri, Memlûk, nizâmının olgunlaştığı, hükûmet dâirelerinin rayına oturduğu, idârede birçok yeniliklerin ve gelişmelerin yapıldığı, bâzı büyük memuriyetlerin kaldırılıp, yerine yenilerinin ihdâs edildiği bir devirdir. Sultan Nâsıreddîn Muhammed, bunlara ek olarak gelir kaynaklarını düzeltmiş, iktisâdî gelişmeye bağlı olarak, devletin gelirini de arttırmıştır. Nâsıreddîn Muhammed 1341 senesinde vefât edince, Memlûk Devleti, Nâsıreddîn Muhammed’in oğulları ve torunlarının dönemi olarak isimlendirilen yeni bir devreye girdi. Bahrî Memlûklerin çöküşüne ve Burcî Memlûklerin kuruluşuna kadar devâm eden bu devrenin en bâriz vasfı, Sultan Nâsıreddîn’in oğlu ve torunlarından sultan olanların çoğunun çocuk olmalarıdır. Bu yüzden ümerânın nüfuzu yeniden arttı ve sultanlar kısa sürelerle, sık sık değiştirildi. On üç sultânın başa geçtiği bu dönemde, Suriye ve Mısır’da büyük vebâ salgını oldu, hergün binlerce kişi öldüğü için toprağı işleyecek kimse kalmadı. Kudretli bir şahsiyet olan Sultan Berkûk ile iktidâr, Bahrî Memlûklerinden, Burcî Memlûklerine geçti. Sultan Berkûk, çerkezlerden bir topluluğun başına geçerek kuvvetlenince, Sultan Selâhaddîn’i 1382 senesinde tahttan indirip, Bahrî Memlûkleri devrine son verdi.

Burcî Memlûkleri: Hânedân olarak Mısır Memlûkleri târihinin ikinci kısmını Burcî Memlûkleri teşkil eder. Çerkez asıllı olan bu hânedân 1382’den 1517’ye kadar Mısır’a hâkim oldu. Ancak bu sultanlar, dil ve kültür bakımından tamâmen Türkleşmiş oldukları için, devlet, Türk karakterini muhâfaza etti. Memlûkleri merkeziyetçi bir idâre altında toplayan Sultan Berkûk, 1399 senesinde vefât edince yerine oğlu Ferec geçti. Sultan Ferec devrinde iç karışıklıkların çıkmasından istifâde eden Hıristiyanlar harekete geçtiler. Buna Suriye’deki iç karışıklıklar da eklenince, Sultan Ferec 1412 senesinde âsîler tarafınan öldürüldü. Halîfe-el-Musta’nın sultan îlân edildiyse de, çok geçmeden Seyfeddîn Şeyh, Memlûk tahtına çıktı. Bunun zamânında nisbî bir sükûnet sağlandı. Birçok tesisler inşâ edildi. Seyfeddîn Şeyh ölünce, yerine oğlu Ahmed geçti ise de atabegi Tatar, idâreyi ele geçirdi. Fakat Tatar’ın da saltanatı uzun sürmeyip, kısa bir müddet sonra öldü. Tatar’ın vefâtından sonra sultan îlân edilen oğlu Muhammed ise, vâsisi Barsbay tarafından tahttan indirildi. Memlûk sultanlığı târihinde büyük ün yapan Sultan Baybars, on altı senelik saltanatında sükûnet ve istikrârı temin etti. Suriye ve Mısır’da Müslümanların faydasına tedbirler aldı, huzûrda yer öpmek geleneğini kaldırdı. 1425 senesinde Kıbrıs’a gönderdiği donanma ile Kral Vanas’ı yenerek esir aldı ve kefâletle serbest bıraktı. Kral kendisine tâbi olarak her sene vergi ödedi. Ticâreti geliştirmek husûsunda tedbirler aldı. Barsbay, Dulkadiroğulları, Ramazanoğulları ve Akkoyunlularla da mücâdele etti. 1438 senesinde ölünce yerine oğlu Yûsuf geçti ise de, atabegi Çakmak idâreyi ele geçirdi.

On altı sene tahtta kalan Çakmak, Barsbay’ın siyâsetini devâm ettirdi. 1442’de Kıbrıs ve Rodos’a donanmalar gönderdi. Osmanlılar ve Karamanoğulları ile dostâne münâsebetler kurdu. Vefât edince yerine oğlu Osman geçti. Osman’ın çok kısa süren saltanatından sonra iktidâra Seyfeddîn İnal geçti. İnal, Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul fetihnâmesi gelince, büyük merâsimler icrâ ettirdi. Karamanlılar üzerine, ordu göndererek, Karaman’ı yağmalattı. Uzun Hasan’a karşı tedbirler aldı. Kıbrıs’la ilgilenip, Lefkoşe’yi zabtettirdi. 1461 senesinde ölümü ile yerine oğlu Ahmed geçti. Fakat, idâreyi atabegi Hoşkadem ele aldı. Hoşkadem ilk iş olarak, isyân eden Şam ve cidde vâlileriyle uğraştı. Osmanlılara karşı düşmanca siyâset uyguladı. Uzun Hasan’ı ve Karamanoğlu İshak Beyi desteklediği gibi Dulkadıroğulları ile Fâtih aleyhinde işbirliği yaptı. Kendisinden sonra tahta geçen Atabeg İlbay ve Temurboğa birkaç ay saltanat sürdüler. 1468 senesinde Memlûk tahtına çıkan Kayıtbay, icrâatçı hükümdârlardandı. Osmanlılarla rekâbeti sürdüren Kayıtbay, Sultan Bâyezîd Hanla taht mücâdelesine girişen Cem Sultan’ı kabul ederek, Osmanlı ülkesine yollamamakla iki devlet arasında harb çıkmasına sebep oldu. 1485-1491 seneleri arasında Çukurova’da yapılan muhârebelerde, iki taraf da önemli derecede yıprandı. Neticede Çukurova’nın gelirinin Mekke ve Medîne’ye bırakılması şartı ile anlaşma yapıldı. Kayıtbay, 1496 senesinde vefât etti. Yerine geçen oğlu Muhammed, ancak iki sene tahtta kalabildi. Emîrlerle ihtilâfa düştüğü için öldürüldü. Muhammed’den sonra Kansuh ve Canbulat tahta geçti. Bunlardan sonra Kayıtbay’ın yetiştirmelerinden Şam vâlisi Kansu Gûrî (Gavri) sultan oldu.

İktidâra geçtiği zaman altmış yaşını geçmiş bulunan Kansu Gûrî, kudretli ve dirâyetli biri olduğunu hemen isbâtladı. Önce Kâhire’de nizâm ve istikrârı tesis ederek ümerânın büyüklerinden güvendiği kişileri idârî kadrolara getirdi. Daha sonra devlet hazînesinin iflâs durumundan kurtarılması için tedbirler aldı. Kansu Gûrî’nin zamânında Memlûkler, Rumeli ve Anadolu’da devamlı genişleyen Osmanlı Devleti ile Suriye hudûdundan komşu oldular. Bu sırada İran’a ve Doğu Anadolu’ya hâkim olan Şâh İsmâil, şiîliği yaymak sûretiyle Yakındoğu’yu ele geçirmeye çalışıyordu. Yine Kansu Gûrî (Gavri) devrinde, İspanya’daki Endülüs Müslümanlarının hâkim olduğu Gırnata, Hıristiyanların eline geçince, Müslümanlar zor duruma düştü. Mısır’ın iktisâdî durumuyla yakın alâkası bulunan Hind ticâret yolu, Portekizliler tarafından tehdit edilmeye başlandı. Hindistan kıyıları Portekizlilerin eline geçti. Kansu Gûrî, Portekiz genel vâlisinin Hürmüz’ü alarak, Acem Körfezini (Basra Körfezi) kapatınca, Osmanlı Sultânı İkinci Bâyezîd Handan yardım istedi. Osmanlı gereken yardımı yaptı. Buna rağmen Kansu Gûrî (Gavri)nin İran Şâhı Şâh İsmâil’le yakın münâsebet kurması, Osmanlılarla arasının açılmasına yol açtı. Yavuz Sultan Selim Han, Şâh İsmâil’i tamâmen ortadan kaldırmak için ikinci Doğu Seferine çıkarken, Vezîriâzam Sinan Paşayı kırk bin kişilik bir kuvvetle Safevîler üzerine göndermişti. Ancak Sinân Paşaya Diyarbakır’a giderken Fırat’ı geçmek için Memlûkler tarafından müsâade verilmemesi ve Kansu Gûrî (Gavri)nin elli bin kişilik bir kuvvetle Haleb’e gelmesi harp sebebi sayıldı. Mercidâbık’ta yapılan muhârebede Memlûkler kısa bir sürede mağlup oldular. Kansu Gûrî’nin muhârebeden sonra kaybolmasıyla Memlûk tahtına Tomanbay geçti.

Haleb, Hama, Humus ve Şam’ı alan Yavuz Sultan Selim Han, Tomanbay’a bir nâme göndererek, kendisine tâbi olması şartıyla Gazze’den îtibâren güneyde kalan toprakları Memlûklara bırakacağını bildirdi. Tomanbay bu teklifi kabûl etmedi. 23 Ocak 1517’de Ridâniye’de Yavuz Sultan Selim Hanın taarruzuna karşı koyamayarak mağlup oldu. Kâhire’de ve Sait taraflarında mücâdelesini devâm ettirdi ise de, yakalanarak îdâm edildi. Böylece 1250 senesinde kurulan ve 267 sene süren Mısır Memlûk Sultanlığı sona erdi. Halîfelikle berâber mukaddes yerlerin himâyesi de Osmanlıların eline geçti.

Memlûkler, sultanın kendi kölelerinin, idârenin en üst kademesinde yer aldığı karışık bir hiyerarşik sisteme sâhipti. İktidârın bünyesindeki başarı için gulâm sistemi esastı. Çünkü eski Memlûklerin oğulları da dâhil olmak üzere hür unsurlar orduda ikinci derecede bir yer teşkil ediyorlardı. Saltanatın istikrârsızlığı sebebiyle, hükümdârların kolayca değiştirilmelerinden anlaşıldığı üzere, sultânın mutlak iktidârı büyük emîrler ve bürokrasi tarafından denetleniyordu. Meseleler dîvânda görüşülüp, karâra bağlanırdı. Memlûklerin asker ihtiyâcı Kafkasya’dan ve Kıpçak bozkırlarından karşılanırdı. Sultan ve kumandanların idâresindeki Memlûklü ordusu, muhârib olmasından, sevk ve idâresindeki mükemmelliğinden Haçlı ve Moğol saldırılarını bölgeden uzaklaştırmakla, İslâm ülkelerini büyük tehlikelerden ve tahriplerden korumuşlardır. Memlûkler, Eyyûbîlerin siyâsetlerini devâm ettirdiler. Resmî yazışmalarda Arabîyi kullandılar. Ordu ve sarayın konuşma dili Kıpçak Türkçesi olup, Oğuz Türkçesi de geçerliydi. Kültür bakımından gelişmiş olan Memlûkler, Mısır’da pek parlak bir medeniyet devresi açtılar.

Memlûkler devrinde, Mısır ve Suriye’de büyük binâlar yapıldı. İdâreci, kumandan ve bu arada bâzı esnâf cemâatleri büyük şehirlerde câmiler yaptırdılar. Kâhire’deki Baybars, Kalavun, Muhammed Nâsır, Sultan Hasan, Berkuk, Müeyyed, Kayıtbay Ulu câmileri ve Trablus, Şam, Haleb eyâletleri câmileri ile Kâhire, Haleb, Şam ve Birecik kaleleri bunların belli başlılarıdır. Devlet memuru ihtiyâçlarını karşılamak üzere, Kâhire’de mektep açmışlardır. Burada tahsîlini tamamlayanlar, mülkî ve askerî memûr olarak vazîfeye tâyin edilirlerdi.

Bahrî Memlûkleri

Tahta Geçişi

Muizzüddîn Aybek

1250

Nûreddin Ali  

1257

Seyfeddîn Kutuz    

1259

Birinci Baybars

1260

Nâsıreddin Berke

1277

Bedreddîn Sülemiş  

1279

Seyfeddîn Kalâvun

1279

Eşref Halil

1290

Nâsıreddîn Birinci Muhammed

1293

Zeyneddîn Ketboğa

1294

Hüsâmeddîn Laçin   

1297

Nâsıreddîn I. Muhammed (2. defâ)

1299

Rükneddîn İkinci Baybars

1309

Nâsıreddîn I. Muhammed

(3. defâ) 1310

Seyfeddîn Ebû Bekr

1341

Alâeddîn Kiçik

1341

Şihâbeddîn Ahmed   

1342

İmâdeddîn İsmâil

1342

Seyfeddîn Birinci Şâban

1345

Seyfeddîn Hacı

1346

Nâsıreddîn Hasan

1347

Selâhaddîn Sâlih

1351

Nâsıreddîn Hasan (2. defâ) 

1354

Selâhaddin İkinci Muhammed

1361

Nâsıreddin İkinci Şâban

1363

Alâeddîn Ali

1377

Selâhaddîn İkinci Hacı

1381

Burcî Memlûkleri

Seyfeddîn Berkuk

1383

Muzaffer İkinci Hacı

1389

Seyfeddîn Berkuk (2. defâ) 

1390

Nâsıreddîn Ferec   

1399

İzzeddîn Abdülazîz   

1405

Nâsıreddîn Ferec (2. defâ) 

1406

Melik-ül-Adl-el-Musta’in

1412

Seyfeddîn Şeyh

1412

Şihâbeddîn Ahmed

1421

Seyfeddîn Tatar

1421

Nâsıreddîn Muhammed

1422

Seyfeddîn Barsbay  

1422

Cemâleddîn Yûsuf   

1438

Seyfeddîn Çakmak   

1438

Fahreddîn Osman   

1453

Seyfeddîn İnal

1453

Şihâbeddîn Ahmed   

1462

Seyfeddin İlbay   

1467

Tîmûr Buğa   

1467

Seyfeddîn Kayıtbay 

1468

Nâsıreddîn Muhammed

1496

Birinci Kansu 

1498

Ebü’n-Nasr Canbulat

1500

Seyfeddîn Tumânbay

1501

Seyfeddîn Kansu (Gavri)

1501

İkinci Tomanbay

1516

Osmanlı fütühâtı

1517

ME’MÛN

Abbâsî halîfelerinin yedincisi. Halîfe Hârun Reşîd’in oğludur. 786’da Bağdat yakınlarındaki Yâsisîye’de doğdu. Annesi Meracil adlı bir câriyedir. Küçük yaşta devrin meşhûr âlimlerinden ilim tahsîline başlayıp, onların terbiyesiyle yetiştirildi. Arap edebiyâtı, fıkıh, hadîs ve diğer yüksek İslâmî ilimleri öğrenip, ihtisâs sâhibi oldu. Hikmet (fen), felsefe ve diğer sosyal ilimleri tamâmiyle öğrendi. 798’de Rakka’da ikinci velîahd îlân edilip, Horasan’a ve buradan Hemedân’a kadar olan bölgenin vâliliğine getirildi.

813’te ağabeyi Muhammed Emîn’den sonra halîfe oldu. Saltanatının ilk yılları isyânlarla geçti. Devrindeki en önemli isyân bâtıl îtikâd sâhibi Hurremîlerin Bâbek liderliğinde ayaklanmaları idi. Ancak birbiri arkasından gönderilen kuvvetler esaslı bir başarı elde edip, Bâbek’e kesin darbeyi indiremediler. Bu arada diğer bâzı isyânların da çıkması Bâbek’in El-Bazz ve civârına hâkim olmasının kabûllenilmesine sebep oldu ve bu hâdise uzun yıllar devleti meşgûl etti.

813’te El-Cezîre Araplarını etrâfında toplayan Nasr bin Şebeş ve 820’de Mısır hâkimi Ubeydullah İsyânlarını bastıran Me’mûn, Bizans hâkimiyetinde bulunan Anadolu’ya karşı gazâ hareketine girişti. Bizans hudut boylarına Sugûr ve Avâsım adıyla akıncılar gönderdi. 830’da bizzat Anadolu seferine çıktı. Tarsus’a gelip, etraftaki kaleleri fethettirdi. 830 Temmuzundan, Eylül ayının ortalarına kadar Anadolu topraklarında kalan Me’mûn, kışı geçirmek için Suriye’ye döndü. Me’mûn, Suriye şehirlerinden Dımaşk’a çekilmesiyle Bizans Kayseri Theophlis, 731’de Torosları aşarak, Tarsus’a girdi ve 2000’i aşkın Müslümanı kılıçtan geçirip, 7000’ini esir etti. Halîfe Me’mûn esirlerin iâdesini isteyip, sefere hazırlandı. 831 Temmuzunda Anadolu’ya girdi. Torosları Külek Boğazından geçerek, Ereğli’ye geldi. Ereğli Kalesini teslim aldı. Oğlu Abbâs’ı Bizans Kayserini bulmakla vazifelendirdi. Abbâs, Niğde ile Aksaray arasındaki Melendiz bölgesini fethetti. Niğde yakınlarında Bizans Kayseri Theophlis’i mağlup etti. Theophlis, yüz bin dinar vermek, yedi bin Müslüman esiri iâde etmek şartıyla beş yıllık mütâreke istedi. Me’mûn kabul etmeyip, kışı geçirmek için Dımaşk’a döndü. Anadolu’da fetihlerde bulunup, Abbâsî hâkimiyetini kuvvetlendirmek için, fethedilen Bizans arâzilerine Müslüman nüfûsu yerleştirmek istedi. 833 yılında Anadolu’dayken Pozantı Suyu kenarında hastalandı. 9 Ağustos 833’te ordugâhında vefât etti. Tarsus’ta defnedildi. Vasiyeti üzerine, küçük kardeşi Mu’tasım bin Hârun, Abbâsî halîfesi oldu.

Halîfe Me’mûn, Ehl-i beyte hürmetkâr, ilmî faaliyetleri sever, âlimleri himâye ederdi. İlim ve fennin yükselmesine çalıştı. Tercüme büroları kurdurdu. Hikmet (fen), tıb ve diğer aklî ilimlerden Yunanca ve süryânî dillerinden kitaplar tercüme ettirdi. Yunanca felsefî kitaplar Arapçaya çevrildi. Devrinde Ehl-i sünnet îtikâdından ayrılan bâzı bozuk fırkalar tarafından din bilgilerine aklî, felsefî görüşler karıştırılmak istendi. Bu durum Mu’tezile ve diğer bâtıl mezhep mensuplarının işine yaradı. Fen ilimlerini inceleme, araştırma ve ilmî kongreler için kendisinin de katıldığı meclisler kurdurdu. Bağdat’ta Beytül-Hikme Kütüphânesi ve Rasadhânesini yaptırdı. Burası büyük bir ilim merkezi hâline geldi. Bağdat ve Şam’daki ilmî faaliyetler netîcesinde astronomi cedvelleri çıkartıldı. Meridyen dâiresi araştırılıp, bir derecelik boylamın uzunluğu ölçüldü. Devrinde, tercüme ve telif eserleriyle Hunayn bin İshâk, Yâkûb bin İshlak, Yâkûb bin İshâk El-Kindî, Muhammed bin Mûsâ bin Harizmî, El-Allaf; târihçilerden Abdülmelik bin Hişâm, Ebü’l-Hasan el-Medâinî, İbn Ebî Tâhir Tayfûr, İbn-el-Azrak, İbn Saad, Vâkıdî yetişip himâye gördü.

MENAJMAN (Yönetim)

Alm. Management (n.), Fr. Direction, administration (f.), İng. Management. Bir görevin tesirli bir şekilde yapılabilmesi için eldeki kıt kaynakların (insangücü, para, malzeme, yer ve zaman) en elverişli bir şekilde kullanılma sanatı. Kısaca “profesyonel idarecilik mesleği” de denilebilir.

Menajman, uygulamalı bir faaliyet olarak, çok eski zamanlardan beri değer kazanmış bir konudur. Çin, Yunan, Roma ve en son olarak Osmanlı târihine bakıldığında menajmana ilişkin çeşitli konuların ele alındığı görülür. Hatta Orta Asya Türklerinin nüfusları ile paralel olarak artan tüketim ihtiyaçlarını karşılamak üzere ordu şeklinde teşkilatlanıp, bir lider komutasında çalıştıkları (üretim sağladıkları) gerçektir. Eski Mısır’da vergilerin toplanmasına, yol ve barajların inşâsına ve sulama kanallarının denetimine yönelmiş geniş çaplı ve göz alıcı bir yönetim sistemi geliştirilmiştir. Romalılar idâreyi, teşkilatlanmış bir sisteme dönüştürmüşlerdir.

Menajman konusunun ilmî bir şekilde ele alınması oldukça yenidir. Bu alanda ilk eserleri ortaya çıkaranların başında Fransa’da Henri Fayol (1841-1925), ABD’de Frederick W.Taylor (1856-1915) gelir. Menajmanın öncüleri olarak bilinen bu kişiler, özel ve kamu kuruluşlarında, çeşitli nitelikleri hâiz teşkilâtların, daha akılcı ve verimi arttırıcı bir tarzda nasıl teşkilâtlanmaları ve yönetilmeleri konusunda kazandıkları yaygın tecrübelerine dayanarak, zamanlarına göre çok önemli sayılan fikirler ileri sürmüşlerdir.

Burada bu iki işletmecinin fikirlerine kısaca yer vermekte fayda vardır. Frederick W.Taylor; basit bir işçi olarak başladığı çelik fabrikasında baş mühendisliğe kadar yükselmiş, işçiyi iş yerinde incelemiş ve kendinden önce ortaya atılan metod ve düşünceleri sistematik bir biçimde sunmuştur. Onun ortaya koyduğu prensipler “Bilimsel yönetim” veya “Taylorizm” diye adlandırılmıştır. Buna göre:

1. En iyi tek yol: Bir görevi yapmanın en iyi tek yolu vardır. Bunun dışındakileri denemek, israflara ve kayıplara sebep olur.

2. Bilimsel metodlar: Bu en iyi tek yolu bulmak için de bilimsel metodlar kullanılmalıdır. Bir işçinin fizikî özellik ve yeteneklerini, yapılacak işe uydurmaya çalışmalıdır.

3. Hareket ve zaman araştırmaları:Gözlem ve deneyler yapılarak bir işçinin belirli bir işi ne kadar zamanda yaptığı tesbit edilmelidir. Dolayısıyla gereken en kısa zaman bulunarak zaman kaybı önlenecek ve her işçinin üretim miktarı artmış olacaktır.

4. Ekonomik ödülleri: İş görenin verimi ile alacağı ücret arasında direkt bir münâsebet vardır. Bunun için ekonomik imkânlar arttırılmalıdır.

5. İşe göre adam alma: İşçinin seçiminde tesâdüflere yer vermeyip, her iş için o işe en yatkın kimse seçilmelidir.

Henry Fayol, Taylor’un atölye düzeyindeki hareket ve zaman çalışmalarına karşı, bütün teşkilat çapında yönetimle ilgili genel düşünce ve prensipleri ortaya koymuştur. Fayol da, Taylor gibi teşkilâtların verimlilik ve tesirinin arttırılması gayretindedir.

Henry Fayol’a göre menajman şu temel faaliyetleri içine alır: 1) Planlamak, 2) Teşkilatlamak, 3) Emir-komuta etmek (yönetmek), 4) Koordine etmek, 5) Denetlemek. Bu temel faaliyetlere uyulduğu takdirde işletme daha verimli ve uyumlu çalışacaktır. Çünkü böylece üretimi azaltıcı gelişigüzel çalışma şartları yerine işbirliği ve takım çalışmasına dayanan maksimum üretim seviyesine geçilecektir.

Ayrıca Taylor’un, işçisinin işgücünü arttırmak için alınacak teknik ve fizyolojik tedbirler üzerinde durmasına karşılık; Fayol, personel meselelerini teşkilât ve işçi psikolojisi yönünden ele almıştır. Bu görüşlerin ânında üretim alanlarına yansıdığı görülmüştür. Bu dönem, bilimsel menajmanın doğuşu olup, şu uygulamalara sebep olmuştur:

Uygun işe uygun personel: Her işe en uygun nitelikte personel verilmeye başlanmıştır. Eşit işe eşit ücret:

Eşit emek gerektiren işlerde aynı ücret ödenmeye başlanmıştır.

Kaynaklar ve işgücü arttırılmadan verimlilik ve etkinlik arttırılmıştır.

Menajmanın unsurları: Menajmanın unsurlarına aynı zamanda üretim unsurları veya üretim kaynakları da denir. Bunlar beşerî ve maddî unsurlar olarak ikiye ayrılır:

a. Beşerî unsur: İnsangücü (emek)dür.

b. Maddî unsurlar: 1) Para (sermâye), 2) Zaman, 3) Malzeme (araç ve gereçler), 4) Yer’dir.

Bir yerde mal veya hizmet üretiminden ve buna paralel olarak yönetimden söz edebilmek için bütün bu unsurların var olması gerekir.

Menajmanın bölümleri: Bugün menajman ilmî bir alanda uygulanan ve kullandığı teknikler açısından karar vericiye, en doğru kararı verebilmesi için tutacağı yolu gösterir hâle gelmiştir. Bu sebeple menajman her geçen gün biraz daha önem kazanmaktadır. Menajman sistemleri, ilgili olduğu konulara göre şu bölümlere ayrılır: 1) Personel, 2) Mâlî menajman, 3) Lojistik menajman, 4) Tesisler menajmanı.

MENBA

Alm. Quelle (f.), Fr. Source (f); fontaine (f.), İng. Spring; fountain. Yeraltındaki suyun, tabiî olarak toprak tabakası üstüne çıktığı su ağzı. Menbalar umûmiyetle engebeli sâhalarda, yamaçlarda çıkar. Yağışlarla toprağa sızan su, killi tabakalara rastlayınca toprak altında birikmeye başlar. Toprağın yamaç kısımlarında, zayıf bulduğu noktalardan yüzeye çıkar. Yağış miktarının çokluğuna göre, kaynak suyu miktarı (debisi) artar. Menbalar, fay vs. çatlaklarından da yüzeye çıkabilir.

Menba suları, toprak altında geçtikleri kayalardan çeşitli mâdenî tuzları alarak beraberlerinde taşır. Su, volkanik sâhadan geçerse yüzeye ısınmış olarak çıkar. Menba suları, içmek için en uygun sulardır. Mâdensel tuz oranları fazla olanlarına “mâden suyu” denir. Erzincan’da ekşi su, Bursa çitli, Tuzla içmeleri böyledir. Yüzeye sıcak olarak çıkan sulara “kaynarca” denir. Kaynarca suları bol metal bileşikleri ve eser miktarda bir kısım radyoaktif maddeler ihtivâ ettiği için, çeşitli hastalıkların tedâvisinde banyolar şeklinde kullanılır. Bursa kükürtlü kaplıcaları, Yalova, Gönen, Kızılcahamam, Çiftehan, Oylat, Erzurum kaplıcaları böyledir. (Bkz. Kaplıca)

Birçok yeraltı suyunun birleşerek, yeraltı ırmakları meydana getirdiği de olur. Akışları düzensizdir. Böyle suların yer üstüne çıktıkları yerlere “yalancı menbalar” veya “voklüz menbaları” denir. Hakikî menbalarda, bölgenin çok uzaklarından toprağa sızarak giren yüzey suları, yer altında uzun bir süre süzülerek temiz hâle gelir. Bu suların debisi ve sıcaklığı, yaz ve kış fazla değişmez. Bu sebeple yazın serin, kışın ılık sanılır. Suları çeşitli organik artıklar ihtivâ ettiğinden makbul değildir.

Menba suları tek bir yerden veya çeşitli noktalardan yeryüzüne çıkarlar. Toprak dikkatli bir şekilde kazılarak suyun hakikî yeri bulunmalı ve yer altına kaçması önlenmelidir. Yakın noktalardan çıkan sular toplanarak küçük bir hazneye alınır.

MENDEL KÂNUNLARI

Alm. die Mendel’schen Gesetze (n.pl.), Fr. Lois (f.pl.) de Mendel, İng. Mendel’s laws. Avusturyalı bir papaz olan Gregor Mendel’in genetik ilmiyle ilgili olarak bulduğu biyoloji kânunları. Manastırın bahçesinde bezelyeleri birbirleriyle çaprazlayarak (eşleştirerek) kalıtım için ilgi çekici sonuçlar buldu. Bugün bu sonuçlar Mendel kânunları adıyla anılmaktadır. Çalışmalarını yaptığı dönemde kromozom ve genlerin varlığı bilinmemesine rağmen, özelliklerin “faktör” adını verdiği birimlerle nesilden nesile aktarıldığını söyledi. Bugün bu birimlere, gen denmektedir.

Bahçe bezelyeleriyle yıllarca yapmış olduğu çalışmalarının sonuçlarını 1865’te yayınladı. Bitki Melezleri Üstüne Denemeler isimli eseriyle genetiğin kurucusu olarak kabul edildi. Mendel’in en önemli deneylerinin konusu bezelye idi. Âdi bezelye tânelerinin bâzıları düz yuvarlak, bâzıları buruşuktur, bâzı tâneler sarıyken, diğerleri yeşildir, bâzı bezelye bitkileri uzun, bâzıları kısadır. Bu bitkileri düzenli tozlaşmalara tâbi tutan Mendel, yukarıdaki özelliklerin dölden döle nasıl aktarıldığını göstermiştir. İki özelliğin bir araya gelmesi sonucunun bir karakteristik ortalaması olabileceği düşünülebilir. Bâzı saf karakterlerin birleşmesinden, gerçekte de bu sonuçlar alınabilir; ama Mendel’in deneylerine göre, iki saf karakterin çaprazından, meselâ uzunluk ve kısalıktan melez uzunlar çıkmaktaydı. Uzunluk karakteri, kısalık karakterine baskın olduğundan sonuçta melez bireyler uzun görünümdeydi.

Bu tip iki uzun melezin çaprazı sonucunda ise, % 25 oranında saf uzun, % 25 saf kısa, % 50 melez uzun çıkmaktaydı. İki eş saf özellik çaprazlandığında, sadece bu saf özellik ortaya çıkmaktaydı. Mendel kânunlarının esası buna dayanmaktaydı.

Mendel’in bahçe bezelyeleri ile deneyleri:Mendel bahçe bezelyeleriyle yaptığı çaprazlamalarda bâzı belirli özelliklerin değişmediğini tesbit etti. Bezelyelerin bir kısmı kısa ve çalı tipli (bodur) olduğu hâlde, bâzıları uzun ve tırmanıcı idiler. Yine, bâzıları sarı tohum ürettiği hâlde, bir kısmı yeşil tohum üretirdi. Bâzıları renkli çiçeklere sâhip olduğu hâlde, bâzıları da beyaz çiçek ihtivâ ederdi.

Mendel bahçe bezelyelerinin topu topu yedi özelliğinin değişmediğini keşfetti. Ayrıca bezelye çeşitlerinde özelliklerin nesilden nesile kendi kendilerine sürdürdükleri tozlaşma sâyesinde korunduğunu gördü.

Melezleme tozlaşmasında ise çiçeğin erkek organlarından diğer bitkinin dişi organına çiçek tozu (polen) aktarılarak kolaylıkla üretilmekteydi.

Farklı yedi özellik (uzunluk, kısalık, sarı tohum, yeşil tohum vs.) görüldüğünden ve melezleme tozlaşması kolaylıkla icra edildiğinden Mendel’in seçtiği konu idealdi. Onun ilk işi, kendisinin tâkip ettiği ve anne babadan evlatlara devamlı aktarılan yedi özelliği, olsa da olmasa da keşfetmekti. Mendel farklı bitki çeşitlerinin her birinden tohumlar toplayarak onları bahçesinde fidan olarak dikti. Deneylerle ortaya çıkan yedi özelliğin zürriyet meydana getirmede ebeveynlerden (anne babadan) evlatlara aktarıldığını göz önüne almıştı. Bezelye çiçekleri, ancak kendini dölleyebilecek bir yapıya sâhip olduğundan saf soylarını devâm ettirmeye müsâittir. Mendel ilk deneylerinde bezelyelerin arı döl olup olmadığını araştırmaya başladı. Bunun için aynı bitkiyi birkaç defâ arka arkaya tozlaştırarak birçok döl elde etti. Her dölde elde ettiği bireyleri birbirine ve ebeveynlerine benzeyip benzemediklerine göre ayırdı. Böylece özellikleri farklı yedi saf döl elde etti. Bu özelliklerin herbirine saf karakter adını verdi.

Mendel’in Dominantlık (Baskınlık) Kânunu’nu keşfetmesi: Mendel’in bundan sonraki işi, iki farklı karakterli bitkiyi tozlaştırdığında ne olacağını görmekti. Buna uygun olarak bir uzun ve bir kısa ebeveyn bitki seçti. Uzunundan çiçek tozu alarak kısanın dişicik borusunun üzerine serpti. Kısa bitkide tohumlar olgunlaştığında çaprazlamanın sonucunu keşfetmek için tohumları ekti. Acabâ yeni bitki kısa ebeveyne mi, uzun ebeveyne mi benzeyecekti? Yoksa her iki ebeveynin karakterinin tesiriyle orta uzunlukta mı olacaktı? Üreyen fidanların hepsinin, çaprazlamayı yapmak için çiçek tozu aldığı bitkiler gibi uzun olduğunu gördü.

Mendel’in ikinci adımı, hangi bitkinin farklılığa sebep olduğunu bulmaktı. Çiçek tozunu kullandığı mı, yoksa üretimde tohumlarını kullandığı bitki mi?

Buna uygun olarak tozlaşma işlemini ters tatbik ederek polen için kısa bitkileri, tohum üretimi için de uzun bitkileri kullandı. Sonuçlar önceki gibi olup bütün yavru bitkiler uzun meydana gelmişti.

Mendel sonra diğer karakterleri çaprazlayarak deneyler yaptı. Sarı tohumlu bitkilerle yeşil tohumlu bitkileri çaprazladı. Çaprazlamanın birinci dölünde (F1 dölünde) hepsinin sarı tohumlu olarak ürediğini gördü. Bunun gibi yuvarlak tohumlu türlerle buruşuk tohumluların çaprazlamasından yuvarlak tohumlular üretti. Mendel yedi farklı karakteri tahlil edene kadar çaprazlama deneylerini tekrar etti ve şaşırtıcı sonuçlar elde etti. Çaprazlama döllerini dikkatle tâkip ederek birinci çaprazlamada kullandığı ebeveyn bitkileri “P” olarak adlandırdı. Adı geçen dölün çaprazlama sonucuna (ürününe) F1 olarak ad verdi. F1 ilk evladı temsil ediyordu. İki uzun bezelyenin F1 döllerinin çaprazlamasıyla, F2 dölünü (torunları) üretti. Üretimde önceki yolu tâkip etti. Her ikisi de uzun olan iki F1 bitkisi seçti. Onları çaprazlayarak tozlaştırdı ve F2 dölünü vermesi için tohumları dikti. Bu çaprazlamanın sonuçları gâyet dikkat çekiciydi. Bitkilerin bâzıları uzun olmasına rağmen diğerleri ise kısaydı. İkisi arası uzunlukta (orta boy) hiçbir bitki meydana gelmemişti. Üretilen bitkilerin 3/4’ü uzun, 1/4’ü ise kısa idi. F2 dölünde kısa bitkilerin tekrar ortaya çıkışı Mendel için büyük bir anlam taşımaktaydı. Demek ki F1 bitkileri görünmeyen kısalık karakterine sâhipti. Diğer karakterlere sâhip olan F1 neslinin çaprazlamalarıyla da aynı sonuçlar elde edildi. Sarı tohumlu ile yeşil tohumlu ebeveyn bitkileri (P) birbirleriyle çaprazlandığında F2 dölünde 3/4 oranında sarı ve 1/4 oranında yeşil bezelyeler üredi. Mendel bu sonuçlardan “Dominantlık Kânunu”nu kurdu.

Mendel’in ikinci kânunu olarak bilinen Dominantlık (Baskınlık) Kânunu açık bir ifâde ile şöyle tanımlanabilir: “Aynı genetik yapıya sâhip iki benzer melez çaprazlandığında meydana gelen dölde, ana-babadan gelen karakterler belirli oranlarda (baskın karakter % 75, çekinik % 25) ortaya çıkar.”

Mendel’in ilk kalıtım kânunu: Uzun bezelyelerin kısalarla melezlenmesinden (çaprazlanmasından) uzun F1 nesli üredi ve kısa bezelyeler F2 dölünde tekrar ortaya çıktılar. Mendel, karakterlerin meçhul faktörler tarafından kontrol edildiğini ileri sürdü. Bugün bu faktörlere “gen” denilmektedir. Mendel bu temel üzerine kalıtımın birinci kânununu yâni Eştiplilik= İzotipi Kânunu’nu kurdu.

Bu kânun, çeşitli kalıtsal karakterlerin faktörleri (genler) tarafından kontrol edildiğini ve bu faktörlerin çiftler hâlinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Mendel’in yaşadığı zamanda gen ve kromozomlar bilinmediği hâlde onun “Eştiplilik Kânunu” bugün genetiğin temel kurallarını meydana getirmektedir. Eştiplilik (İzotipi) Kânunu açık bir ifâde ile şöyle târif edilebilir: “Birer karakteri farklı iki saf (homozigot) ırk çaprazlandığı zaman meydana gelen F1 dölünün bireylerinin hepsi melez ve birbirine benzer olur.” Uzun saf bezelye ile kısa saf bezelyelerin çaprazlanmasından % 100 uzun melezler meydana gelir.

Mendel uzun F1 dölü bitkilerinin saf uzun ebeveyn bitkileri gibi olmadıklarını ortaya çıkardı. Bu bezelyeler görünmediği hâlde kısalık faktörünü taşımaktaydılar. Bu faktör bir sonraki dölde tekrar ortaya çıkacaktı. Bu muhakeme, onun kalıtımın ikinci kânununu, yâni Baskınlık (dominantlık) Kânunu’nu keşfetmesine öncülük etti. Bu kânuna göre, çiftler hâlinde bulunan faktörlerden (genlerden) biri diğerini maskeleyebilir veya varlığını göstermesine mâni olabilir.

Bahçe bezelyelerinde olduğu gibi, uzunluk bir çift gen tarafından kontrol edilir. Uzunluk geni kısalık genine baskındır (dominanttır). Kısalık genine çekinik (resesif) denir. Mendel’in çaprazlamalarında ebeveynin biri saf uzun olup, her iki uzunluk genine de sâhipti. Diğeri de saf kısa olup, her iki kısalık genine sâhipti. Bunların çaprazlama ürünü olan F1 dölünün bireylerinin hepsi uzun, fakat melezdiler. Bunlar bir uzunluk ve bir kısalık geni taşımalarına rağmen, uzunluk geni kısalık genine baskın olduğundan uzun olarak ortaya çıktılar. Mendel, çalışma sonuçlarını tablolar hâlinde göstermeyi başardı. Günümüzde her karakter en az iki genle ifâde edilir. Genetikte her gen bir harf ile temsil edilir. Dominant (baskın) genler büyük harfle, resesif (çekinik) genler aynı harflerin küçükleri ile ifâde edilir. Eğer uzunluğu T harfiyle gösterirsek, saf uzun bitki TT olarak yazılacaktı ve uzunluk karakterinin her iki geni böyle gösterilecekti. Büyük T, uzunluğun zıt karakter olan kısalığa baskın olduğunu ifâde etmektedir. Aynı usulle, küçük t, kısalığı temsil etmektedir ve yalnız başına saf kısa, tt olarak gösterilecekti. Bütün vücut hücreleri diploit sayıda (2N) kromozom ve gen ihtiva etmelerine rağmen, gametler (cinsiyet hücreleri) mayoza uğrayarak kromozom ve gen sayılarını yarıya indirgediklerinden haploit sayıda (N) kromozom ve gen taşırlar. İnsanın vücut hücrelerinde 23 çift (46 adet), gametlerinde ise 23 adet kromozom bulunur.

Sonuç olarak bezelyenin tohum taslağındaki yumurta hücresi ve polen tânesinden meydana gelen sperm çekirdekçiği her karakter için yalnız birer gen taşırlar. Saf uzun bezelye bitkisinde, yumurta ve sperm çekirdekleri olgunlaştığında biri T’nin birini, diğeri de diğer T’yi alır. Aynı şekilde bütün vücut hücrelerinde tt genlerini taşıyan saf kısa bitkinin genleri mayoz sonucu t ve t’ye bölünerek şekillenen yumurta veya spermlere geçerler.

Mendel’in Ayrılma (Segrasyon) Kânunu: Mendel Ayrılma Kânunu adı ile kalıtımın üçüncü kânununu kurdu. Bu kânuna göre, bir melezde bulunan gen çiftleri birbirinden bağımsız ayrılarak gametlere gider. Bu demektir ki, gen çiftinin bir tânesini bir gamet, diğerini ise başka bir gamet taşır. Ayrıca bir melezde, dominant genle beraber bulunan resesif gen değişmez. Eğer melezin sonraki döllerinde, iki resesif bir araya gelirse resesif karakter tekrar ortaya çıkar.

Mendel çaprazlamalarının çizim metodları:Mendel’in bezelyelerle olan melezleme çalışmaları, dama tahtasına benzeyen tablolarla daha açık olarak gösterilebilir. Gametler, üst ve dikey karelere yerleştirilir. Gametlerin birbiriyle eşlenmesi, diğer karelerde işaretlenir. Saf uzun TT ve saf kısa tt bitkinin çaprazlamasını tabloda görelim:

Tt meydana gelen uzun melez bitkileri ifâde eder. T (uzunluk) geni, kısalık (t) genine dominant olduğundan, bireyler uzun olarak gözükür.

Eğer Tt melezleri birbiriyle çaprazlanırsa gen birleşimlerinin dört ihtimali rahatlıkla tabloda işâretlenebilir. Durum aşağıda tabloda gösterildiği gibi olur:

Melez ebeveynlerden T ve t genlerinin birleşme ihtimallerinin sonucunda, F2 dölünde: 1/4’ü saf uzun TT, 1/2 melez uzun Tt ve 1/4’ü saf kısa tt yavru meydana gelir.

Kobaylarda dominant ve resesif genler: Mendel’in uzun ve kısa bezelyeleri çaprazlayarak elde ettiği aynı sonuçlar kobayların renk verasetinde de ispatlandı. Bu durumda siyah renk, beyaz renge dominanttır. Saf bir siyah kobay BB ile, saf bir beyaz kobayı bb çaprazladığımızda ne olacağını görelim. F1 dölünde bütün bireyler (yavrular) siyahtır. Genetik yapılarında ebeveynlerden farklılık arz ederler. Çünkü onlar melez siyahlar Bb’dir. İki melez çaprazlandığında F2 dölü 1/4 oranında saf siyah BB, 1/2 oranında melez siyah Bb ve 1/4 oranı saf beyaz bb olarak gözükebilir. F1 dölünün iki melezi Bb arasındaki çaprazlamadan ortaya çıkan F2 dölü, tablonun içindeki gibi dağılım gösterir: