MEKKE-İ MÜKERREME
Arabistan Yarımadasında, İslâm âleminin dînî merkezi, Müslümanların kıblesi olan “Kâbe-i muazzama”nın içinde bulunduğu mukaddes belde, Peygamber efendimizin doğduğu şehir.
Mekke-i mükerreme târihi:Mekke’nin târihi İbrâhim aleyhisselâm zamânına kadar uzanır. Bu hususta İslâm âlimlerinin kitaplarında yazıldığı üzere hazret-i İbrâhim, oğlu hazret-i İsmâil ve annesi hazret-i Hacer’i Allahü teâlânın emri ve Sârâ Hâtunun isteği üzerine bu beldeye getirip bırakmıştır. O zaman burada hiç insan ve su yoktu. Taşlık ve ağaçsız bir yerdi. İbrâhim aleyhisselâm Hâcer ve oğlunun yanlarına bir miktar hurma ile biraz su koyarak yalnız bırakıp ayrıldı. Hacer ardından koşup feryât etti. İbrâhim aleyhisselâm ona cevap vermedi. Çünkü Sârâ öyle şart etmişti. Hacer, İbrâhim aleyhisselâmın kendisine iltifat etmediğini ve konuşmadığını görünce; “Seni dost edinen Allahü teâlânın hakkı için söyle. Bizi burada Allahü teâlânın emriyle mi bırakıyorsun?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, “Evet!” buyurdu. Bunun üzerine Hacer sustu ve “Rabbimiz bizi korur” dedi. Ellerini semaya kaldırıp duâ etmeye ve yalvarmağa başladı. Bundan sonra bu tenhâ yerde bâzan İsmâil aleyhisselâm annesine bakar ağlardı, bâzan da annesi İsmâil’e bakar ağlardı.
Hacer Hâtun, ilk günlerde İbrâhim aleyhisselâmın kendileri için bıraktığı hurmadan yiyip sudan içti, oğlunu emzirdi. Fakat sonra su ve hurma bitti. Ana-oğul, ikisi de susadılar. Ama ortalıkta bir damla bile su yoktu. Hâcer, İsmâil aleyhisselâmı yere yatırıp belki bir su görürüm ümidiyle Safâ Tepesine doğru çıktı. Kimseyi görmedi. Oradan yürüyüp Merve’ye vardı. Yüksek yerden etrâfa baktı. Bir şey göremedi. Safâ ile Merve arasını yedi kere yürüdü. Bu sebeple Hac’da böyle yapmak sünnet oldu. Yedincide Merve tarafından bir ses işitti. Lâkin kimseyi göremedi. Seslenen Cebrâil aleyhisselâmdı. “Yâ Hâcer, oğulunun yanına gel, Hak teâlâ onu zâyi etmez. Bir gün gelir ki, oğlun bu yerde babasıyle Kâbe-i şerîfi binâ ederler.” diye çağırıyordu. Hâcer oğlunun yanına gelince Cebrâil aleyhisselâmı orada gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Siz kimsiniz?” dedi. Hâcer; “İbrâhim aleyhisselâmın âilesiyim. Bu da oğlumdur.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Sizi bu tenhâ yerde kime ısmarladı?” diye sorunca; “Allahü teâlâya emanet etti.” cevâbını verdi. Cebrâil aleyhisselâm; “Sizi öyle bir pâdişâha ısmarlamış ki o her işinize kâfidir.” dedi. Hâcer baktı, oğlunun ayak ucu yanında berrak bir suyun aktığını gördü. Bu su, İsmâil aleyhisselâmın ayak topuklarının yerde iz bırakmasından çıkmıştı. Oğlu ile bu sudan içtiler. Susuzluktan ve açlıktan kurtuldular. Bu su zemzem suyuydu. Açlık niyetine içilse açlığı, susuzluk niyetine içilse susuzluğu giderirdi. Hâcer kabına da su almak istedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Lüzum yoktur. Bu su dâimâ akar, hiç kesilmez.” dedi.
Hâcer civardan taş toplayıp suyun etrâfına dizdi. Maksadı suyu boşa akıtmamaktı. O anda bir ses işitti: “Korkma! Hak teâlâ suyu eksiltmez çoğaltır. Bu makâmı ibâdethâne yapar. Oğlun peygamber olur.” Sonra Mekke-i mükerreme şehrinin burada kurulacağını ve kıyâmete kadar bu mübârek yerde ibâdet edileceğini söyledi. Hâcer, bu habere çok sevindi. Bundan sonra oğlu ile bir zaman bu yerde yalnız oturdular.
İbrâhim aleyhisselâmın amcaoğulları olan Cürhüm kabîlesi her sene ticâret için Şam tarafına gelirlerdi. O yıl da aynı sebeple yola çıkmışlar, Mekke civârından geçiyorlardı. Kâfiledekiler çok susamışlardı. Bu yörede hiç su yoktu. İlerde bir yerde kuşların toplandıklarını gördüler. Kâfilenin büyükleri, bu yerde başka zaman böyle kuş görmezdik. Hem kuşlar susuz yerlerde toplanmazlar. Belki yeni bir su çıkmıştır, deyip aralarından seçtikleri iki kişiyi kuşların toplandığı yere (Mekke’ye) gönderdiler. O kimseler gelip bir güzel su ve yanında bir hâtun ile bir küçük çocuğun oturduğunu gördüler. “Siz kimsiniz?” diye sordular. Hâcer hâlini arz edip; “Bu suyu Hak teâlâ bana ve oğluma ihsân etti.” dedi. “Bu suda başkasının hakkı var mıdır?” dediler. Hâcer, “Hayır.” dedi. O kimseler geri dönüp gördüklerini kâfiledekilere anlattılar. Kâfilenin büyükleri, bu yeri kendileri için ve hayvanlarını otlatmak için elverişli buldu. Gelip Hâcer’den kavminin o su başında yerleşmesine izin istedi. Hâcer kabûl etti. Bu kavim, Mekke’nin yukarısına yerleştiler. Bunların da amcaları olan bir başka kavim vardı. Bunlar da daha sonra gelip Mekke’nin aşağı kısımlarına yayılıp yerleştiler. Evler ve binâlar yaptılar. Mekke-i mükerreme şehri böylece kurulmuş oldu. Bu kavimler Hâcer ile İsmâil aleyhisselâma hürmet ederlerdi. İsmâil aleyhisselâm bunların arasında büyüdü. Onlarla Arabî lisanla konuştu. Çok güzel konuşurdu. Daha sonra Peygamber oldu. Babası İbrahim aleyhisselâm ile Mekke’de “Kâbe-i muazzama”yı Allahü teâlânın izniyle binâ ettiler.
Mekke-i mükerreme kurulduktan sonra zamanla gelişti. Nüfusu arttı. Zemzem kuyusu ve “Kâbe-i muazzama” etrâfında gelişip büyüyen şehir aynı zamanda bir ticâret merkezi hâlini almıştı. Mekke’nin önemi, Asya ile Afrika’nın önemli ticâret yollarının birleştiği noktada bulunmasından ileri geliyordu. Bundan başka Mekkeliler çok eskiden beri Arabistan’ın komşu devletleriyle ticâret yaparlardı. Hattâ Bizans ve İran’dan “Kayzer ve Husrev teminatı” adı altında çeşitli ticârî imtiyazlar da almışlardı. Mekke’ye bu durumundan dolayı “Tâcirler şehri” de deniliyordu. Mekke şehri “Dâr-ün-nedve” denilen yerde toplanan istişâre meclisi tarafından idâre ediliyordu. Bu mecliste kabîle reisleri yer alır ve kendisine verilen vazîfeleri yapardı. Mekke kervanları Yemen’den Hint ürünleri, Çin ipekli kumaşları, Afrika’dan altın tozu, fildişi ve köle getirirlerdi. Mısır ve Suriye’den ise hubûbat, nebâti yağ, çeşitli silahlar ve pamuklu ile yünlü kumaşlar getirirlerdi. Mekke’de ayrıca her sene ticârî maksatla ve yerli eşyâların satımı için panayır yapılırdı.
Mekke’de İsmâil aleyhisselâmın evlâtlarından gelenler zamanla çoğaldı. Hazret-i Muhammed’in gelmesine yakın Mekke’de bu soyun devâmından Kureyş kabîlesi vardı. Bu kabîleye Kureyş isminin verilmesi, Resûlullah’ın on birinci babası olan “Fihr”in diğer isminin Kureyş olmasıdır. Fihr, yaşadığı devirde insanları yoklar, fakirleri bunların arasından bulur, onları yedirir ve giydirirdi. Bu sebepten kendisine Kureyş adı verilmişti. Kureyş, “toplamak, kazanmak” mânâsına da gelir. Hac mevsiminde gelenler Fihr’in ziyâfetine katılır, böylece bir araya toplanırlardı. Bu güzel hasletlere vesîle olduğu için kendisine ve daha sonra kavmine Kureyş denilmişti.
Hazret-i Muhammed Kureyş’in Hâşimî kolundan Mekke’de dünyâya geldi (Bkz. Muhammed Aleyhisselâm). Babası Abdullah, annesi Âmine Hâtundu. Kırk yaşında Peygamberliği kendisine bildirildi. Bundan sonra Mekkelileri dîne dâvet etti. Mekkelilerden bâzıları kendisine inandı, bâzıları da inanmadı. İnanmayanlar kendisini öldürmeye kastettiler. Bunun üzerine Allahü teâlânın emriyle Medîne’ye hicret etti (Bkz. Hicret). Hicretin onuncu yılında Mekke’yi aldı (Bkz. Mekke’nin Fethi). Halkı Müslüman oldu.
Hazret-i Muhammed’in Mekke’den Medîne’ye hicret etmesi, Medîne’nin İslâmiyetin merkezi durumuna gelmesine, Mekke’nin iktisâdî durumunun gerilemesine yol açtı. Müslümanlığı benimseyen zengin âileler Medîne’ye göç etti. Dört halîfe zamânında Müslümanlık dünyâya yayılınca Kureyşliler eyâletlerde kumandan ve vâli oldular. Böylece Mekkelilerin ticâretle ilgileri daha da azaldı. Hele Irak’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesi Mekke’nin iktisâdî çöküntüsünü daha da hızlandırdı. Zîrâ Hint ticâreti Basra Körfezi ve Fırat Vâdisi yoluyla yapılmaya başlandı.
Dört halîfeden sonra halîfelik Emevîlerin eline geçti. Emevî halîfelerinden hazret-i Muâviye bu kutsal şehre, çok ilgi gösterdi. Burada binâlar yaptırdı ve tarımı geliştirdi. Sulama tesisleri kurdu. Böylece Mekke’nin durumu gelişti. Bundan sonra hâli vakti iyi olanlar dinlenmek için Mekke’de toplanmaya başladılar. Bu durum Mekke’nin önemini daha çok arttırdı. Daha sonra gelen Emevî halîfeleri de şehre gerekli ilgiyi gösterdiler. Mekke için tehlike olan sel sularının önünü almak için bu sular önüne setler yapıldı. Hazret-i Ömer tarafından başlatılan ve Birinci Velid tarafından sürdürülen tâmiratlarla Kâbe-i muazzamanın avlusu genişletildi. Mescidül Harâm’ın plânı hazırlandı. Abdullah bin Zübeyr ve Haccac devrinde Kâbe yeniden yapıldı. Yemen’den gelen Hâricî tâifesinin bir müddet Mekke’ye hâkim olmalarından sonra 750’de Mekke, Emevî hilâfetini yıkan Abbâsîlerin eline geçti. Haremeyn’in idâresi eskiden yapıldığı gibi halîfe âilesine yakın olanlara verildi. Abbâsî halîfelerinden Hârun Reşîd, Mekke’ye dokuz defâ hacca geldi. Mekke’nin gelişmesi için çok para harcadı. Halîfe Me’mun zamânında Mekke’nin idâresi Resûlullah’ın soyundan hazret-i Ali evlâdına verildi. Bunlardan hazret-i Hüseyin’in evlâdına Seyyid, hazret-i Hasan’ın evlâdına da Şerîf denirdi. Mekke’de hâkim olan sülâle şerîflerdi.
Şerîflerin kazandığı dînî bakımdan sınırlı bağımsızlık döneminde Mekke, gelişerek Medîne’yi geçti. Bu dönemde Mekke Şerîfliğinin bağımsızlığını korumak için çok gayret sarfedildi. Bu gayret sebebiyle, Fâtımî halîfesi adına Mekke’de hutbe okunması teklifi reddedildi. 976’da Fâtimî halîfesi, Mısır ticâret yolunu kesti ve şehri kuşattı. Mekke halkı bu durum karşısında teslim oldu. Mekke’de şerîfler çok güç durumda kaldılar. Bundan kısa bir müddet sonra Yemen meliki Es-Süleyhî Mekke’yi aldı. Mekke’deki şerîfler Es-Süleyhî’den, kendilerinden birini hükümdar olarak seçmesini ve şehri bırakarak gitmesini istediler. Bunun üzerine Es-Süleyhî, Ebû Hâşim Muhammed’i (1063-1094) büyük şerîf tâyin etti. Böylece Mekke’de Hâşimî Sülâlesi hükmetmeye başladı.
Abbâsî Halîfesi Me’mun zamânında ortaya çıkan ve Mekke’yi kuşatarak yağma eden, sonra Fâtimîlerin Mekke’yi kuşatması ile hâkimiyetine son verilen Mûsâ bin Abdullah soyundan olan Katâde, hâkimi olduğu Yenbu’dan topraklarını Mekke’ye doğru genişletmeye başladı. Mekke’de kendine taraftarlar buldu. Mîrac kandilinde, bütün halkın şehirden çıktığı bir sırada Mekke’yi aldı.
Mısır’ın, Türk Hükümdârı Yavuz Sultan Selim Han tarafından alınmasından sonra (1517) Türkler zamânında Mekke, Şerîf Muhammed Ebû Numeyy (1526-1566) ve Şerîf Hasan (1566-1601) tarafından yönetildi. Türklerin himâyesinde Mekke şerîflerinin toprakları, kuzeyde Hayber’e; güneyde Hali’ye; doğuda Necd’e kadar genişledi. Şerîf Hasan’ın ölümüyle Mekke’de yeniden kargaşalık başgösterdi. Karışıklığı körükleyenler İranlılardı. İranlılar, İranlı Zavi Zeyd zamânında (1631-1666) işi iyice azıttılar. Nihâyet Osmanlı Sultanı Dördüncü Murâd Han irâde buyurarak bütün İranlıların Mekke’den çıkarılmasını ve bunların hacca gelmelerini yasak etti. Bu durum, sünnîlerle İranlıların çatışmasına yol açtı. Olaylar Mekke’ye kadar yayıldı.
Mekke vâlisi İranlılara Mekke’den çıkmalarını emretti. İranlılar Mekke’den çıktılar. Mukaddes belde de temizlenmiş oldu. Bu olaydan sonra Mekke’de, Vehhâbîler meydana çıkıncaya kadar birbirini tâkip eden şerîf âileleri, Zavi Zeyd, Zavi Berakât, Zavi Mesud yönetimleriyle idâre edildi.
Vehhâbîler 1800 senesinde saldırdılar. Mekke Emiri Şerîf Gâlip Efendi, bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlip Efendi, Vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Vehhâbîlerin baskısı altında kalan Mekke etrâfındaki Arap kabîleleri, Vehhâbî oldular.
Emirleri Suud başkanlığında Tâif’e saldırarak çok Müslüman kanı akıtan Vehhâbîler, daha sonra Mekke’ye tekrar saldırdılar. Fakat, hac zamânı olduğu için, şehre girmeğe korktular. Mekke halkı, Tâif’teki Müslümanların öldürülmelerini işitince, korktular. Şerîf Gâlib Efendi, Vehhâbîlere karşı koymak için Cidde’ye asker toplamaya gitti. Fakat mekke ahâlisi, Tâif fâciasından çok korktukları için Vehhâbî kumandanına bir heyet göndererek, şehri teslim edeceklerini söylediler. Vehhâbîler, 1803 (H. 1218) yılının Muharrem ayında Mekke’ye girip, Vehhâbîlik inançlarını şehirde yaydılar.
Şerîf Gâlib Efendi Cidde’deki askerleri alarak Mekke’ye geldi. Burada bırakılmış olan Vehhâbî askerlerini çıkardı. Emirliği tekrar ele geçirdi. Vehhâbîler, Mekkelilerden intikam almak için, Tâif etrâfındaki köylere saldırıp çok cana kıydılar. Osman-ül-Mudâyıkî adındaki bir Vehhâbîyi Tâif’e vâli yaptılar. Bu vâli Mekke etrâfındaki Vehhâbîleri toplayarak büyük bir kalabalıkla 1805 (H. 1220) senesinde Mekke şehrini kuşattı. Mekke’deki Müslümanlar aylarca sıkıntı çekti. Aç kaldılar. Son günlerde yemek için hiçbir şeyleri kalmadı. Şerîf Gâlib Efendi, milletin canlarını kurtarmak için, Vehhâbilerle anlaşmaktan başka çâre olmadığını anladı. Mekke Emirliği kendinde kalmak ve Müslümanların canına, malına dokunmamak şartıyla şehri Vehhâbîlere teslim etti.
1811 (H. 1226)’de İkinci Mahmûd Han, Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşaya ferman gönderip, Vehhâbîleri terbiye etmesi ve Hicaz’ı almasını emretti.
Mehmed Ali Paşanın emrindeki Osmanlı ordusu 1813 senesinde (H. 1228) Cidde’ye geldi. Oradan Mekke’ye yürüdü. Şerîf Gâlib Efendinin kendilerine gizlice göndermiş olduğu plânlara uyarak, kolayca Mekke’ye girdi. Osmanlı ordusunun Mekke’ye yürüdüğü haberi şehre yayılınca, Vehhâbî askerleri, kumandanları ile birlikte dağlara kaçtılar.
Mehmed Ali Paşa, Mekke’ye Şerîf Gâlib Efendinin kardeşi Şerîf Yahyâ Efendiyi emir yapmıştı. Sonra bunu da değiştirip, onun yerine Muhammed bin Avn’ı emir tâyin etti. Sonra, Zavi Zeyd Mekke emîri oldu.
Bilâhare Muhammed bin Avn tekrar Mekke emîri, onun ölümünden sonra, yerine halk tarafından sevilen Abdullah, Mekke emîri yapıldı. Şerîf Abdullah Mekke’de âsâyişi sağladı. Abdullah’tan sonra yerine büyük kardeşi Hüseyin geçti. Onun öldürülmesinden sonra da yerine Abdülmuttalib getirildi. Bu sırada Mekke’ye vâli tâyin edilen Osman Paşa, Abdullah’ın Şerîf olması için çalıştı. Ancak Osmanlı Devleti, Avnülürrefik’i Mekke’ye şerîf tâyin ederek Osman Paşayı geri çağırdı. Yerine Cemâl Paşa gönderildi. Kısa bir zaman sonra o da alınarak, görev Safvet Paşaya verildi. Avnülürrefik’in ölümünden sonra yerine halef olarak Şerîf Abdullah Mekke emiri tâyin edildi. Fakat vazîfeye giderken yolda ölmesi üzerine Mekke emirliği Avn’ın yeğeni Şerîf Ali’ye verildi. 1908 meşrûtiyetinden sonra, Ali, bu görevden çekilmek zorunda kaldı. Bunun yerine yine Avn’ın başka bir yeğeni olan Şerîf Hüseyin, son şerîf olarak Mekke emîri tâyin edildi. Osmanlı Devletinin İttihatçılar eliyle Birinci Dünyâ Harbine girmesinden ve yanlış politika uygulamalarından sonra Şerîf Hüseyin, Mekke’de bağımsızlığını îlân etti.
17 Haziran 1908’de Abdülazîz bin Suûd, İngilizlerin teşvikiyle bir beyannâme neşretti. Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlar kâfirdir. Bunlarla cihâd ediyorum, diyerek Mekke’ye ve Tâif’e saldırdı. Fakat, bu şehirleri Şerîf Hüseyin Paşadan alamadı. 1924’te İngilizler, Şerîf Hüseyin Paşayı yakalayıp Kıbrıs’a götürdü. Şerîf Hüseyin Paşa, 1931’de, Kıbrıs’ta kapatıldığı otelde vefât etti. Abdülazîz bin Suûd, 1924 senesinde Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926 senesinde de, bütün Hicaz’ı zaptederek, Hicaz Kralı îlân edildi.
Mekke’nin fazîleti: Mekke-i mükerreme, içinde “Kâbe-i muazzama” bulunduğundan diğer şehirlerden daha fazîletli ve mukaddes bir şehirdir. Bu özelliğinden dolayı Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’den göç edip sonra tekrar Mekke’ye döndüğü vakit Kâbe’nin karşısına geçerek:
“(Ey Kâbe) Allahü teâlânın yarattığı en hayırlı memleketler içerisinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer senden çıkarılmasaydım ben de çıkmazdım.” buyurmuştur. Yine bir defâ da; “Kâbe nasıl en şerefli yer olmasın ki, ona, yalnız bakmak bile ibâdettir.” buyurmuştur. Yine fazîletinden dolayı Mekke’de iyiliklerin mükâfatı kat kat fazla olduğu gibi, fenâlıkların cezâsı da (iki) kattır. Hadîs-i şerîfte bildirildiğine göre: “Mescid-i Aksâ’da kılınan bir rekat namaz, bin namaza; Mescid-i Nebevî’de kılınan bir rekat namaz on bin namaza; Kâbe’de kılınan bir rekat namaz ise yüz bin namaza muâdildir.” Yapılan hesaplara göre Kâbe’de kılınan bir rekat namaz, iki yüz elli sene, altı ay, yirmi günlük namaza muâdildir. Mekke-i mükerreme, kuzeyden güneye doğru karşılıklı uzanan Arafât ve Kabis dağları ile, Sevr ve Hira Dağının arasında olup, şehrin (eski Mekke’nin) uzunluğu üç, genişliği bir kilometredir. Arafât Dağı yaya olarak, Mekke-i mükerremenin altı saat ilerisinde olup, hacıların vakfeye durduğu yerdir. Arafât’tan iki saat beride Müzdelife, Müzdelife ile Mekke arasında Minâ kasabası vardır. Minâ, Mekke’nin; Müzdelife, Minâ’nın; Arafât da, Müzdelife’nin kuzey tarafındadır. Minâ ile Mekke arası altı km; Minâ ile Müzdelife arası on iki km; Müzdelife ile Arafât arası altı km; Safâ ile Merve arası 330 m, Safâ Tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metredir.
Mekke-i mükerremede ve civârında bulunan mübârek yerlerden bâzıları şunlardır:
1. Kâbe-i muazzama: Mekke’nin ortasında olup, müslümanların kıblesi, hacıların etrâfını tavâf ettikleri Beytullah, mukaddes ev. (Bkz. Kâbe)
2. Mescid-i Harâm. (Bkz. Mescid-i Harâm)
3. Makâm-ı İbrâhim. (Bkz. Mescid-i Harâm, Kâbe)
4. Zemzem kuyusu. (Bkz. Zemzem)
5. Hatîm. (Bkz. Mescid-i Harâm, Kâbe)
6. Safâ: Kâbe-i muazzamanın doğusunda bir tepe olup, hacda sa’y yapmağa bu tepeden başlanır.
7. Merve: Kâbe’nin yakınında bir tepe olup, sa’y esnâsında Safâ Tepesinden sonra Merve Tepesine gidilir. Safâ ile Merve arası 330 metredir.
8. Beyt-i Mevlid-i Nebevî: Peygamber efendimizin doğduğu evdir. Mekke’nin doğu cihetinde Şiab-i Ebû Tâlib caddesindedir.
9. Ebû Kubeys Dağı: Kâbe-i muazzamanın ve Safâ Tepesinin doğu kısmında olup, hazret-i İbrâhim bu dağın tepesinden insanları hacca dâvet etmişti.
10. Cennet-ül-Muallâ: Mekke’deki kabristanın ismidir. Hazret-i Hadîce ve bâzı Sahâbe-i kirâm bu kabristanda medfûndur. Buradaki türbeler ve kabir taşları, Osmanlılardan sonra yıkılarak yerle bir edilmiştir.
11. Hira Dağı: Mekke-i mükerreme ile Minâ arasında bulunan bir dağdır. Peygamber efendimize ilk vahy bu dağdaki Hirâ mağarasında gelmiştir.
12. Sevr Dağı: Mekke-i mükerremenin güney cihetinde bulunan, Peygamber efendimiz ile hazret-i Ebû Bekr’in Mekke’den Medîne’ye hicretleri esnâsında gizlendikleri mağaranın bulunduğu dağ.
13. Minâ: Mekke’nin doğusundaki dağların eteğinden Arafat’a giden yol üzerinde bulunan bir yerin adı. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesilen ve cemre (şeytan) taşlamak için gidilen yerdir. İbrâhim aleyhisselâm oğlu hazret-i İsmâil’i kurban etmek için buraya götürmüştü. Mekke ile arası altı kilometre olan Minâ, Mekke’nin kuzeyindedir.
14. Müzdelife: Arafat ile Minâ arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i Havvâ’nın yeryüzünde ilk kavuştukları yer. Hac esnâsında burada bir müddet durmak (vakfe) vâcibtir.
15. Meş’ar-i Harâm: Müzdelife’nin nihâyetinde Cebel-i Kuzah yakınında bir yerdir. Müzdelife vakfesinin burada yapılması efdaldir.
16. Arafat: Mekke-i mükerremenin doğusunda bulunan, 70 metre yüksekliğindeki tepenin ve bu tepenin önünde bulunan ovanın ismidir. Kurban bayramından bir gün önce, Arefe günü burada vakfeye durmak haccın farzlarındandır. Tepe, koyu yeşil taş yığınlarından meydana gelmiştir. Arafat Ovasının ortasındaki bu tepeye rahmet dağı mânâsına Cebel-ür-Rahme de denir. Peygamber efendimiz yüz bini aşkın Müslümana vedâ hutbesini burada okudu.
17. Hil: Hacda ihrâma girme yerleri olan ve mîkat denilen yerlerle Mekke şehri, yâni Harem arasına Hil denir.
18. Harem: Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdu İbrâhim aleyhisselâm tarafından çizilmiş ve yine onun tarafından dikilen taşlarla gösterilmiştir. Bu taşlar çok kere yenilenmiştir.
Mekke-i mükerremenin fazîleti hakkında hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “İslâm beldelerinin hiç birisi kalmaz ki onu Deccal (orduları) çiğnememiş olsun. Yalnız Mekke ile Medîne bu istilâdan ma’sûn bulunur.” ve “Mescid-i Harâm’da kılınan bir namaz, sâir mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”
Sayıca az olan ilk Müslümanların müşriklere karşı îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla hicret ettikleri Mekke’yi, on yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp fethetmeleri. Hicretin altıncı yılında Peygamber efendimizle Hudeybiye Antlaşmasını yapan Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devamı için Müslümanlara yapılan yeni tekliflere de uymadılar. Peygamber efendimizin hazırladığı İslâm ordusu, hicretin onuncu yılında müşriklerden Mekke’yi kan dökülmeden aldı.
Mekkeli müşrikler; Muhammed aleyhisselâma Peygamberlik verilip insanları şirkten, puta tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye dâvete başladığı günden îtibâren sevgili Peygamberimizle Müslümanlara şiddetli düşmanlık gösterdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından Müslümanların hicret etmelerine izin verildi. Böylece Mekkeli Müslümanlar mallarını mülklerini bırakarak Medine’ye hicret ettiler. (Bkz. Hicret)
Peygamberimizin Mekkeli müşriklerle sulh ve harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakaret, işkence bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmanlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüştü.
Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmesinden sonra da düşmanlıklarını devam ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medine’de bulunan Müslümanlar üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek gibi kanlı savaşlar yapıldı (Bkz. İlgili mad.). Bu savaşlarda Müslümanlar karşısında tutunamayıp perişan oldular. Nihayet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabul ettiler ve Hudeybiye Antlaşmasını imzâladılar.
On yıl süre için imzalanan bu antlaşmanın bir maddesine göre Kureyş kabilesi dışında kalan diğer Arap kabileleri, Müslümanlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi (Bkz. Hudeybiye Antlaşması). Bu antlaşma gereğince Huzâa kabilesi Peygamberimizin, Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabile arasında eskiden beri sürüp gelen bir düşmanlık vardı. Bahaneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu. Bir gün Mekkeli müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabilesinden biri şiir okuyarak Peygamber efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç buna râzı olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi. Fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup, yardı ve susturdu. Benî Bekr kabilesi bu hâdiseyi bahane ederek Huzâa kabilesi üzerine âniden saldırdı. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabilesine yardımda bulundukları gibi kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte Huzâa kabilesi üzerine saldırdılar. Hudeybiye Antlaşması gereğince emin bulunan Huzâa kabilesi, bu ânî saldırıda hazırlıksızdı. Yerleşmiş oldukları Vetir Suyu denilen yerden Mekke’ye kadar kaçmak zorunda kaldılar. Kâbe’ye ve hareme sığınmış oldukları halde üzerlerine hücum edildi ve neticede Huzâa kabilesinden yirmi üç kişi öldürüldü.
Bu saldırıda himayelerinde bulunan Benî Bekr kabilesine at ve silah vermek gibi yardımda bulunmaktan başka bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, Hudeybiye Antlaşmasını bozdular.
Huzâa kabilesi durumu Peygamber efendimize arz etmek üzere kabileden 40 kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler. Peygamberimiz Huzâa kabilesinden gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edeceklerini vaad ederek, yurtlarına geri gönderdi.
Sevgili Peygamberimiz bunun üzerine Mekkeli müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabilesinden öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz veya Benî Bekr kabilesini himâyeden vazgeçiniz. Bunlardan birini kabul etmezseniz Hudeybiye Antlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz.” teklifinde bulundu.
Mekkeli müşrikler bu teklifleri kabul etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması resmen bozulmuş oldu. Antlaşmayı bozan Kureyş müşrikleri, kısa bir müddet sonra da antlaşmayı yenilemek istediler. Bu maksatla o zaman henüz Müslüman olmamış olan Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler.
Ebû Süfyan Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin zevcesi olan Ümmü Habibe’ye ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de müsbet cevap alamadı. Ebû Süfyan son olarak hazret-i Ali ile görüştü. Ali radıyallahü anh ona; “Sen Kureyşin ileri gelenisin, çıkıp halk içinde antlaşmayı yeniliyorum.” dersin, diyerek başından savdı.
Ebû Süfyan, Peygamberimizin mescidine girdi; “Ey insanlar ben her iki tarafı da himâyeme alıyor sulhu yeniliyorum.” dedi. peygamberimiz; “Yâ Ebâ Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil.” buyurdu. Ebû Süfyan bundan sonra Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca Kureyş müşriklerine durumu anlatıp; “Hayatımda eshâbının Muhammed’e gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itaatle bağlanan bir kavim görmedim.” dedi. Müşrikler; “Sen hiçbir şey yapmamışsın, senin kendi kendine îlân ettiğin sulhun hiçbir hükmü olmaz. Sen bize sulh haberi getirmedin ki emin olalım, harp haberi de getirmedin ki harbe hazırlanalım.” diyerek Ebû Süfyan’a sitem ettiler.
Ebû Süfyan Mekke’den döndükten sonra, Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr’le Ömer’i çağırdı. İstişare yaptı ve harbe karar verdi. Hazırlığa başlanıp, ordu toplandı. Bütün hazırlıklar gizli tutuldu. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi Huzâa kabilesine verildi. Bu kontrol son derece titizlikle yapıldı. Ancak bu durum Medine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen mektupla Mekkelilere haber verilmek istendi. Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs Peygamberimize Allahü teâlâ tarafından Cebrâil aleyhisselâmla gönderilerek bildirildi. Peygamberimiz, hazret-i Ali ile hazret-i Zübeyr bin Avvam ve Mikdad bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Sür’atle gidiniz Hah denilen yere vardığınızda bir hâtun bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O mektubu alıp bana getiriniz.” buyurdu. Süratle gidip kadını buldular. Mektubu istediklerinde kadın; “Benim yanımda mektup yok.” diyerek gizlemek istedi. Hazret-i Ali kılıcını çekip; “Resûlullah asla yalan söylemez.” deyince kadın saç örgüsünün arasına sakladığı mektubu çıkarıp verdi. Böylece haber verme teşebbüsü engellendi.
Sevgili Peygamberimiz bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Medîne’den hareket Ramazanın ilk günlerinde idi. Bu sırada hazret-i Abbas da Medine’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce Müslüman olduğu halde durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de kalmıştı. Peygamberimiz, amcası hazret-i Abbas’a; “Muhacirlerin sonuncusu sen oldun.” buyurdu.
Peygamberimiz ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken yollar tamamen tutulmuş olduğu için Kureyş müşrikleri üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi. Sevgili Peygamberimiz, savaş düzenine soktuğu ordusunda kabilelere bayrak ve sancaklar verdi. Merru’z-Zahran denilen yere varınca karargâh kuruldu. Burada Peygamberimiz, gece vakti on bin ateş yakılmasını emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler neye uğradıklarını bilemeyip iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyan’ın yanına toplandılar. Ebû Süfyan yanına aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü. Karargaha yaklaştığı sırada İslâm askerleri onu yakaladılar. Hazret-i Abbas onu alıp Resûlullah’ın huzuruna götürdü. Peygamberimiz Ebû Süfyan’ı affedip, amcası Abbas’a; “Onu bu gece çadırına götür sabah bana getir.” buyurdu. Sabah olunca Resûlullah’ın huzuruna götürüldüğünde; “Ey Ebû Süfyan! Henüz, Lâ ilâhe illallah, diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyan Peygamberimize; “Anam babam sana feda olsun. Bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilah yoktur.” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu da tasdik etme zamanın gelmedi mi?” buyurunca Ebû Süfyan, Kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslüman oldu.
Peygamberimiz Ebû Süfyan’a (radıyallahü anh); “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Haram’a ve kendi evine sığınırsa emindir.” buyurarak Mekkeli müşriklere bunu bildirmesini emretti. Ebû Süfyan, Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde Peygamberimiz amcası hazret-i Abbas’a; “Ebû Süfyan’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür İslâm ordusunun büyüklüğünü görsün.” buyurdu. Abbas (radıyallahü anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabile kabile Ebû Süfyan’ın önünden geçiyor “Allahü ekber” sedaları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe Abbas (radıyallahü anh) ona tanıtıyordu. En son Peygamberimizin bulunduğu birlik geçti. Bundan sonra Ebû Süfyan süratle Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca kendisini heyecan ve endişe ile bekleyen Kureyşlilere: “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Ebû Süfyan’ın evine, Mescide sığınır veya kendi evine kapanırsa emindir.” dedi.
Ebû Süfyan’ın (radıyallahü anh) sözlerini heyecanla dinleyen Kureyş müşrikleri büyük bir şaşkınlık içine düşüp, bir kısmı Ebû Süfyan’ın evine bir kısmı Harem-i şerife girdi. Bir kısmı da kendi evine kapanıp dışarı çıkmadı. Silâhını alıp sokaklarda dolaşanlar da görülüyordu.
Peygamberimiz, Mekke’ye girerken kumandanlara şehre hangi semtlerden gireceklerini gösterip, orduyu dört kola ayırdı ve; “Size karşı konulmadıkça ve saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyiniz! Hiç kimseyi öldürmeyiniz!” buyurdu. Yalnız Mekkelilerden bâzı kimselerin bunun dışında olduğunu bildirdi.
İslâm ordusu, kollar hâlinde Mekke’ye girdi. Sâdece Hâlid bin Velid’in (radıyallahü anh komuta ettiği birliğe karşı bir grup müşrik karşı koydu. Hâlid bin Velid hücum edenlerin on üçünü öldürdü, diğerlerini dağıttı.
Peygamberimiz, Kusva adlı devesi üzerinde Fetih sûresini okuyarak Mekke’ye girdi. Sağında Ebû Bekr, solunda Üseyd ibni Hudayr, etrâfında Muhâcirîn ve Ensâr’dan bir kısım eshâb vardı. Kâbe’yi görünce tekbir getirdiler. Yükselen tekbir sadâlarının akisleri dağlardan geliyordu. Peygamberimiz Kusva adlı devesinin üzerinde Harem-i şerife girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defâ tavâf etti. Tavâf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki değnekle işâret ettikçe ve dokundukça, devriliyor ve; “De ki hak geldi bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” meâlindeki İsra sûresi 8. âyetini okuyordu. Yüksek yerlerde bulunan putların da devrilmesi için Hazret-i Ali; “Yâ Resûlallah! Omuzuma basarak deviriniz.” deyince, “Yâ Ali, sen nübüvvet sikletine tahammül edemezsin, sen benim omuzuma bas bu işi yerine getir.” buyurdu. Allah’ın Arslanı, emre uyarak mübârek omuzuna basıp yüksekte bulunan putları devirdi ve büyük nimetlere kavuştu.
Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Hazret-i Ömer ile Osman bin Talha’ya Kâbe’nin içine girip oradaki putları devirmelerini ve putlardan temizlemelerini emretti. Onlar da girip buradaki putları kırıp parçaladılar. Böylece Kâbe’nin içi putlardan temizlendi. Sonra Peygamberimiz, Ömer, Bilal-i Habeşi, Üsâme-tübni Zeyd ve Osman bin Talha (radıyallahü anhüm) ile birlikte Kâbe’nin içine girdi. İki rekat namaz kıldı ve Beyt-i şerifin içini dolaşıp her tarafında tekbir getirdi ve bir müddet Kâbe’nin içinde kaldı. Bu sırada Mekkeli Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Haram’a toplanıp, Kâbe’nin etrâfını sararak haklarında verilecek kararı heyecanla bekliyorlardı.
Peygamberimiz, Kâbe’nin kapısının eşiğine durup sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu: “Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O vaadini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmanlarımızı dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine âit olan eski görenekler, kan ve mal dâvâları artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan kaldırılmıştır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı.
Ey Kureyş cemâati! Allah sizden eskiden kalma gururu, babalarla, soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.” Peygamberimiz devam ederek; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi milletlere, kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz diye değil) Allah katında en iyiniz takvâsı en çok olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır. Meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu (Hucurât sûresi: 13).
Sonra da; “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muâmele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye sordu. Kureyşliler: “Hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız.” dediler. Peygamberimiz “Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size: Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz.” buyurdu. O gün öğle namazı vaktinde Bilâl-i Habeşî Sevgili Peygamberimizin emriyle ezan okudu.
Mekke’nin fethinin ikinci günü Peygamberimiz bir hutbe daha okudu. Bu Müslümanların kardeş olduğunu ve karşılıklı haklarını ve daha birçok hususu bildirdi. Peygamberimiz umumî af îlân ettikten sonra, Kureyşliler Müslüman oldular. Seneler önce kendilerini îmâna dâvet ettiğinde inanmayanlar, o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize bîat ettiler. Erkekler, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihâd üzerine; Kadınlar, îmândan sonra Allahü teâlâya şirk koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek ve âsi olmamak üzere biat ettiler.
Mekkeli müşrikler içinden bâzı azılı kimseler umûmî aftan hâriç tutulmuştu. Bunlardan Mekke’nin fethi sırasında kaçanların bâzısı yakalandıkları yerde öldürüldü. Fakat pek çoğu yine affedildi. Bunlardan affa uğrayıp, Müslüman olanlardan Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Abdullah bin Sâd, Vahşi ve Ebû Süfyan’ın hanımı Hind, Safvan, Ka’b ibni Züheyr ve Habban (radıyallahü anhüm) gibi kimseler vardı.
Peygamberimiz fetihten sonra on beş gün Mekke’de kaldı. Bu sırada Mekke çevresindeki yerlerde bulunan putlar da kırıldı. Böylece Mekke ve çevresi putlardan temizlendi. Orada bulunanlar Müslüman olmakla şereflenerek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.
Mekke’nin fethi İslâm târihinde değil, bütün cihân târihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir. İmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle Arabistan Yarımadasında şirkin (Allah’a ortak koşmak) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhid inancı kesin hâkimiyetini îlân etmiştir. Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadasında ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır. Mekke’nin fethi, İslâmiyette öylesine derin mânâ ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış İslâm âlim, evliyâ ve kumandanları da çeşitli vesilelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hal ve işlerine de ölçü kabûl etmişlerdir.
Dînen ve tab’an beğenilmeyen hoşa gitmeyen şey. Haram olmamakla berâber, İslâm dîninde yasak edilen şey. Mekrûh, Arapça bir kelime olup, lügatte, tab’an hoş görülmeyen, tiksinilen mânâlarına gelir. Allahü teâlânın ve Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylere “mekrûh” denir. Haramların yapılması kesinlikle yasak edilmiştir (Bkz. Haram). Mekrûh, yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur’ân-ı kerîmde, açık olmayarak bildirilmiş veya bir Sahâbî’nin bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklardır. Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri yapmak günahtır. Mekruh ikiye ayrılır: Tahrimen mekrûh ve tenzihen mekrûh.
Tahrîmen mekrûh: Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden açıkça belli olmayıp müctehîd adı verilen büyük din âlimlerinin zan ile anlayıp, bildirdiği yasaklardır. Dinde vâcip ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasten bile bile ve özürsüz terk etmek tahrîmen mekruhtur. Günâhı harama yakındır. Tahrîmen mekrûhu, kasıt ile, bilerek yapan âsî olur, günâh işler. Tövbe etmezse Cehenneme gitmesine sebep olur. Tahrîmen mekruh işlenerek kılınan namazın iâdesi, yâni yeniden kılınması vâciptir, mutlaka gereklidir. Eğer unutarak işlerse sehv (unutma) secdesi yapar. Güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namaz kılmak mekrûhtur. Yalnız “mekrûh” denilince tahrîmen mekrûh anlaşılır.
Tenzîhen mekrûh: Yasak olmasına bir delil, senet bulunmayıp, yapılmaması iyi olan şeye, tenzîhen mekrûh denir. Dinde müekked olmayan sünnetleri ve müstehapları yapmamak tenzîhen mekrûhtur. Tenzîhen mekrûhu işleyene azâb olmaz. Fakat ısrarla yapmaya devâm ederse, azâb olunmaya ve ibâdetlerin sevâbından mahrûm kalmaya sebeb olur. Kedi, fâre artığını yemek, helâda sağ elle temizlenmek, abdest alırken sağ el ile sümkürmek tenzîhen mekrûhtur.