MEHMED VEHBİ
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Üçüncü Şer’iye ve Evkaf Vekili (Bakanı). 1861 yılında Konya’nın Hâdim kazâsının (ilçesinin) Kongul köyünde doğdu. 1949 yılında Konya’da öldü. Konyalı Vehbi Efendi ismiyle meşhur olup, ilk tahsilini köyünde yaptı. Daha sonra Tokmakzâde Mehmed Efendi ve Hâfız Ahmed Efendiden sarf, nahiv; Konya Şirvaniye Medresesinde Kadınhanlı Hacı Hüseyin Efendiden, Molla Câmî denilen Arapça gramer kitabını okudu. Tavaslı Osman Efendiden fıkıh ve fıkıh usûlü derslerini aldıktan sonra ders okutmaya ve icâzet vermeye başladı. 1899 yılında Mahmûdiye Medresesi müderrisi, 1901 yılında Konya Hukuk Mahkemesi üyesi oldu. 1907-1908 yılında, İstanbul’da açılan Mekteb-i Hukuk (Hukuk Fakültesi) öğretim üyesi oldu.
1908 yılında İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra, Konya Mebûsu olarak İstanbul Mebûsân Meclisine katıldı. Bir ara Konya Vâli Vekilliğine getirildi. Altı ay kadar bu vazifede bulundu. 1919 yılında tekrar İstanbul Mebûsan Meclisine Konya Mebûsu olarak seçildi. 16 Mart 1919’da İstanbul’un İngilizler tarafından işgâli üzerine meclis tarafından bâzı milletvekilleriyle Mehmed Vehbi de Ankara’ya gönderildi. Siyâsî hayattan çekilinceye kadar Atatürk’ün yanında kalıp, onun düşüncelerini bütünüyle destekledi. Ankara’da bulunduğu bu sıralarda Çumra’da çıkan isyânı bastırmak üzere Rafet Paşa ile birlikte Konya’ya gitti.
Mehmed Vehbi, 23 Nisan 1920 yılında Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisine Konya Mebûsu olarak katıldı ve bir müddet de meclis Başkan Vekîli olarak bulundu. Daha sonra askere erzak toplamak için Konya’da kaldığı sırada, Atatürk’ün bir telgraf göndererek çağırması üzerine Ankara’ya döndü. Fevzi Paşa kabînesindeki Şer’iye ve Evkaf Vekilliğinden çekilen Eskişehir Mebûsu Abdullah Azmi Efendinin yerine tâyin edildi. Bu görevde iken 1922 yılının Kasım ayında Osmanlı Padişâhı Vahideddîn Hanın hal edilmesine dâir verdiği fetvâsı, mecliste ittifakla kabûl edildi. Daha sonra Şer’iyye Vekilliğinden ayrılıp, Şemseddîn Günaltay’ın tavsiyelerine uyarak Hülâsatü’l Beyân fî Tefsîri’l Kur’ân adlı eserini yazdı. 1949 yılında 87 yaşındayken Konya’da öldü. Cenâzesi Musallâ Kabristânına defnedildi.
Eserlerinin en tanınanı Hülâsâtü’l-Beyân fî Tefsîr-il-Kur’ân’dır. Bundan başka; Akâid-i Hayriyye, Ahkâm-ı Kur’âniyye ve Sahîh-i Buhârîmuhtasarının tercümesi ve Siyâsî Hâtıraları vardır.
Son devir din adamlarından. 1897 (H. 1315) yılında Bursa’nın Pınarbaşı semtinde dünyâya geldi. Babası ve annesi Kafkasyalı olup, oradan 1879’da Bursa’ya göç etmişlerdir. İlk tahsilini Bursa Oruç Bey Mahalle Mektebinde okudu. Daha sonra İdâdiyeyi bitirip, Bursa Sanat Okuluna girdi. Burada okurken Birinci Cihan Harbi çıktığından askere gitti. Askerlikten sonra İstanbul’a yerleşti. Çeşitli câmi ve medreselerde tahsile devâm etti. Ömer Ziyâüddîn ve Mustafa Fevzi gibi zâtlardan ders alarak kendini yetiştirdi. Daha sonra tekrar Bursa’ya döndü. 1929 yılında babasının vefâtı üzerine Izvat köyünde imâmlığa başladı. Bu görevde on beş sene civârında kaldıktan sonra yine Bursa’da evine yakın Üftâde Câmiinde imâm-hatîplik görevine başladı. 1952 senesinin Aralık ayına kadar bu vazîfede kaldı. Sonra İstanbul Zeyrek Çivicizâde Câmiinde ve Fâtih İskender Paşa Câmiinde vazîfe yaptı. Vefâtına kadar burada kalmış, 13 Kasım 1980 günü ebedî âleme intikâl etmiştir. Süleymâniye Câmiinin hazîresinde, hocalarının yanına defnolunmuştur.
Hayâtı boyunca pekçok talebe yetiştiren Mehmed Zâhid Kotku, ağırbaşlılığı ve efendiliği ile tanınırdı. Mütevâzî, azim sâhibi, hiç kimsenin gönlünü kırmamaya çok önem veren, yumuşak huylu bir zâttı. Basılan eserleri arasında, beş ciltlik Tasavvufî Ahlâk, Duâ Mecmuası, Cennet Yolları ve Mü’minlere Va’zlar isimli kitapları sayılabilir. Hazırlandığı fakat henüz basılmayan daha başka eserleri de vardır.
Türk askerine verilen ünvan. Türk askerlerinin isimleri arasında en çok “Mehmed” ismi yer almaktadır. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen ve sâdece O’na lâyık olan “çok medh olunmuş, tekrar tekrar övülmüş” mânâsına gelen “Muhammed” ismine hürmeten Türkler, bu isim yerine “Mehmed” ismini kullanagelmişlerdir. Hem kahramanlığı ve mücahid oluşu mânâlarıyla, hem de isim yönünden en çok Mehmed adıyla temsil edildiğinden Türk askerine “Mehmetçik” denmektedir. Böylece “Peygamber ocağı” denen ordu veya fertleri yine Peygamberimizin ismi ile anılmaktadır. Bu durum sâdece Türk milletine mahsustur.
Osmanlılarda, askerî mûsikîyi icrâ eden topluluk. Farsçada mihter olarak geçen mehter kelimesi, ekber (en büyük), âzâm (pek ulu) mânâsında bir ism-i tafdildir. Kelime Türkçede mehter, çoğulu olarak da mehterân şeklinde kullanılmıştır.
Mehter, bölüklere ayrılır, aynı çalgı âletini çalanlar, alemdârlar birer bölük teşkil ederlerdi. Her bölüğün “ağa” tâbir edilen bir âmiri bulunurdu. Davulcubaşına ise “Baş Mehter Ağa” denirdi. Ayrıca bir de Mehterbaşı vardı. İkinci bir mehterbaşı daha vardır ki, bundan ayrı olup, “Mehterân-ı Hayme” denilen Saray Çadırcılarının başıdır. Mehter teşkilatı, “emir-i alem”e tâbiydi.
Türkiye Selçukluları sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gâziye; Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havâlisini sancak olarak verdi. Fermanla birlikte Osman Gaziye emirlik alâmeti olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderilmişti. Ferman, Osman Gâziye Eskişehir’de bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gâzi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar nevbet vurulurken pâdişahların ayakta dinlemesi âdetti.
Mehter teşkilâtına bağlı iki türlü mehterhâne vardı. Biri resmî teşkilata bağlı olan çalıcı mehterler, diğerleri esnaf mehterleriydi. Resmî mehter, padişah mehteriydi ki, buna “Mehterhâne-i Tabl-i Âlem-i Hassa” denirdi. Sonraları, mehter sâdece pâdişah ve orduya âit olmaktan çıktı. Her vezir dâiresinde bir mehterhâne bulundurulması âdet oldu.
Fâtih devrindeki mehterhânede dokuz zilzen (zil çalan), dokuz nakkârezen (kudum çalan), dokuz boruzen (boru çalan), dokuz tablzen (davul çalan), dokuz çavuş ve bir iç oğlan vardı. Altmış dört kişilik mehterhane takımına “dokuz kat mehter” adı verilirdi. Pâdişahın mehterleri on iki kat olurdu. On iki kat mehterhânede her çalgıdan on ikişer adet bulunurdu. Pâdişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnâsında pâdişah mehterhânesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümâyûn önünde nevbet vurmak âdetti. (Bkz. Nevbet)
Hükümdâr mehterleri beş vakit vururlardı. Bundan başka pâdişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife dîvânlarında nevbet vurulurdu.
Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugâh nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalar ve aynı zamanda da “yektir Allah!” diye bağırırlardı. Harp esnâsında ise, pâdişahın veya seraskerin yanında durup, harp boyunca askerin cesâretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalardı.
Vezir mehterleri, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra olmak üzere, günde iki defâ vururdu. Bunlardan birincisi akşam yemeğinin ikincisi de uykunun işâretini verirdi. Sivil mehterler, kendilerine mahsus nevbet yerlerinde yatsı namazından sonra ve sabahleyin nevbet vururlardı. Eski zamanlarda öğle yemeği, “kuşluk” nâmıyla öğle namazından evvel; akşam yemeği de ikindi namazından sonra yenilir ve yatsı namazından sonra uykuya yatılırdı.
Mehter duâsı:
Allah Allah Celilü’l-Cebbâr, Muînü’s-Settâr, Hâliku’l-leyli ve’n-Nehâr, Lâyezâl, Zü’l-Celâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa (Bütün efrâd elleri göğsünde olmak üzere rükûa gelir gibi eğilirler, pâdişah geldiği zaman ise sâdece baş eğer, daha fazla eğilmezler.) Âl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine! Pîrân mürşidîn, âşıkîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervâhına, avn-ü inâyetine! Halifetü’l-İslâm es-Sultân İbni’s-Sultan bil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler, demine devrânına “Hû” diyelim “Huuu”denildikten sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defâ “Hû” çekerlerdi. Sonunda da üç defâ kös vururlardı.
Mehterin kendine has bir yürüyüşü vardır. Üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter efrâdı, hep bir ağızdan, “Rahim Allah, Kerîm Allah” derlerdi.
Mehter takımının yürüyüş nizamında merasime iştirak şöyle idi: Önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında “üskûf” bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada istiklâl alâmeti olan ak sancak, sağ başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. Sancakların arkasında ise üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında, Yeniçerilerin taşıdığı “hücum tuğu” yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise sıra ile; mehterin iki katı adedince çevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkârezenler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı. (Bkz. Kös)
Mehter harp duâsı (Harp gülbankı):
Eûzubillâh, Eûzubillâh... Hüdâ’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallâh! El- melikü’l-Hakku’l-mübîn! Muhammedü’r-Resûlullah, Sâdıkü’l-va’dü’l Emîn! İnnâ Fetehnâ leke fethan mübinâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişah-ı halifetullah, Es-Selâmu aleyke avnullah! Sensin hâris-i dîn-i mübîn, hâris-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişahım, Emr-i ikbâlin mecid! Hûdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şân satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahrî âlemi hoşnûd etsin; Hak, gazâ-yı ekberin etsin mübârek ve saîd...
Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tiz perdeden:
“Nasrunminallahi ve fethün karîb. Ve beşşiri’l-mü’minîn” âyetini okur. Üç defâ “Allah” diyecek kadar dururdu. Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi.
“Eli kan, kılıcı kan, sinesi üryân, ciğeri püryân, meydân-ı şehâdette Allah yoluna revân. Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür ıyân. Kahrımız, gazabımız düşmana ziyân!
Yâ Rahmân! denilerek eyyâm-ı âdiye gülbankındaki “Resûl-i Enbiyâ” kısmına geçilir ve aynı şekilde “Hû diyelim Hû!” diyerek bitirilirdi.
Sonra, bâzan “Yektir Allah”, bâzan da “Ya Fettâh” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye döner ve dağılırlardı.
Mehter marşları “Vakt-i sürûru sefâ”:
Mehterân dâire şeklinde nevbet nizâmını teşkil ederler, nakkârezenlerin oturup, diğerlerinin ayakta durmasıyla da hilâl görünümü verirlerdi. Kösler hilâlin orta ilerisine konurdu. İçoğlan Başçavuşu, mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve:
“Vakt-i sürûru sefâ, Mehterbaşı Ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı. Bu sırada hazır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle, sofyan usülünde üç tempo atılırdı. Nakkareler çalarken de, Mehterbaşı Ağa mehterin önüne gelir:
“Merhabâ ey mehterân!” der ve sağ elini göğsüne koyarak mehteri selâmlardı. Mehterân da hep beraber sağ ellerini göğüsleri üzerine koyarak koro hâlinde:
“Merhabâ, Mehterbaşı Ağa!” diyerek karşılık verirlerdi. Daha sonra Mehterbaşı Ağa:
“Hasduuur!” diyerek çalınacak makamı ve eserin adını söylerdi. (Meselâ: “Der fasl-ı Acem âşirân, cihâd-ı ekber marş!” derdi.) Hemen arkasından:
“Haydi ya Allah!” diyerek mehteri icrâya geçirirdi.
Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi.
Mehterin Avrupa’ya tesiri:
Avrupalılarca, on sekizinci asırdan îtibâren “Yeniçeri müziği” diye adlandırılan müzik; evvela, benimsenmiş, bilâhare Polonya, sonra Avusturya ve daha sonraları bütün Avrupa’da onların tâbiriyle Yeniçeri bandoları kurulmuştur.
Bestekâr Mozart ve Hayd da, mehter mûsikîsinin tesirinde kalarak, meşhur bestelerini meydana getirmişlerdir. Alman besteci Beethoven, “Büyük Senfoni”sinin son bölümünü, mehterin kös, davul ve zurnasıyla seslendirmiştir. Beethoven, “Türk Marşı”nı mehterin bir cenk havasından adapte etti. Avusturyalı bestekâr Mozart’ın “Türk Marşı”, Türk askerlerinin “Allah Allah” nidâlarının, nakarat olarak tekrarından müteşekkildir. Viyana Kraliyet orkestra Şefi Gluck bu yıllarda, sarayda verdiği konserlerinde, repertuvarına mehter bestelerini almış ve orkestrasında çaldırmıştır. Alman bestekâr Wagner, bir mehter konserini dinlerken heyecanlanmış, kendini tutamayarak “İşte mûsikî buna derler!” demiştir.
Mehter mûsikîsi gibi, mehter teşkilâtı da Avrupa’ya tesir etti. On sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular.
Osmanlı Devletinin ömrü boyunca, gittikçe mükemmelleşen mehter, Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber yerini “Mızıka-i Hümâyûna” bıraktı.
Günümüzde mehter:
Mehter, 1911’de Ahmed Muhtar Paşa tarafından “Mehterhâne-i Hâkânî” adıyle yeniden kuruldu. 1914’te kuruluş tamamlandı. Birinci Dünyâ Harbinde Başkumandan Vekili Enver Paşanın emriyle teşkilât orduya tamîm edildi. İstiklâl Harbinde de mehterhâne hizmet verdi. Cumhûriyetin îlânından sonra, Millî Savunma Bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti. 1950’den sonra, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un direktif ve desteğiyle mehterin yeniden tesisi çalışmaları başladı. 1953’te yeniden tesis edildi. Daha sonraları çeşitli okul, dernek ve kuruluşlar da mehter takımları kurdular. 12 Eylül 1980 Harekâtından sonra, yalnız Genelkurmay Başkanlığı Harp Dâiresi Askerî Müze Müdürlüğü bünyesindeki mehteran bölüğü, faaliyetine devam etmektedir. İstanbul’daki Askerî Müze’de Pazartesi, Salı hariç, haftanın her günü, saat 15.00-16.00 arasında Mehterbaşının idaresinde bir saat çalmaktadır. Bilhassa turistler ve meraklılar büyük alâka göstermektedirler.
Mehter marşı
Yürekler kabarık gözlerde damla
Mehteri saygıyla dur da selamla
Bir huşû içinde dinle Gülbankı
Sesleniyor târih bu ses o yankı
Sen böyle yürürken tuğla, sancakla
Türkün zaferleri geliyor akla
Asırlar boyunca inledi Serhat
Doğudan batıya, Yemen, Belgrat
Duyarak bakışan gözler görüyor
Fâtih, Topkapı’dan şehre giriyor.
Sen böyle yürürken tuğla, sancakla
Türkün zaferleri geliyor akla.
MEHTERÂN-I HAYME (Çadır Mehterleri)
Sultanahmed’de İbrahim Paşa Sarayı yanında pâdişahın çadırlarının muhâfaza olunduğu yer.
Mehterân-ı Hayme; Ağa Odası, Kethüdâ Odası, Baş Bölükbaşı Odası, Çadır Mehterleri Odası olmak üzere dört bölükten meydana geliyordu. Mehterân-ı Haymenin başında Emini Mehterhâne isminde bir görevli bulunurdu. Bunun emrinde, yedi Otağ Yapıcısı, Nakş-dûzân (nakışçılar ve Hayme-dûzân (çadır dikiciler) adı verilen altı çadır dikici ile iki perdeci vardı. On beşinci yüzyılın son yarısında, âmirleriyle beraber mevcutları otuz sekiz kişiydi. On yedinci yüzyılın başlarında bunların sayısı 835’e ve aynı yüzyılın sonlarında 2000’e ulaştı. On sekizinci yüzyılda sayıları 861’e indirilen Mehterân-ı Hayme, Yeniçeri Ocağı ile birlikte kaldırıldı.
Mehterân-ı Hayme de Oba, Otağ ve çeşitli çadırlar dikilir ve tâmir edilirdi. Perde, minder ve sofra döşemeleri de Mehterân-ı Hayme de yapılırdı. Bunların yedekleri de îmâl edilerek muhâfaza edilirdi.
Mehterân-ı Hayme, seferde iki gruba ayrılırdı. Bir grup karargâhtan bir günlük yol giderek konaklanması emredilen yerde, Otağ-ı Hümâyûnla öteki çadırları kurarlardı. İkinci grup ise, büyük karargâh, yeni yerine gitmek üzere hareket ettiği zaman, boşalan çadırları kaldırırlar ve daha ileride yeniden kurmakla vazifelendirilirlerdi.
Çadır mehterlerinin bunlardan başka ulufe çıkarılırken ve sürre alayı sırasında yapılan merasimlerde vazifeleri vardı.
Alm. Mechanik (f), Fr. Méchanique (f.), İng. Mechanics. Cisimlerin denge ve hareketini inceleyen bilim dalı. Mekanik bütün makinaların ve yapıların projelendirilmesinde müracaat edilen ana kurallar topluluğudur. Bu bilim dalı, bir yandan kâinattaki maddî olayların kurallarını araştırırken, diğer yandan atom içindeki olayları aydınlatmaya çalışır. Fizik ve astronomide mekaniğin önemi her geçen gün artmaktadır.
Mekanik, dengede bulunan cisimleri inceleyen statik ve hareket eden cisimleri inceleyen, dinamik gibi iki bölüme ayrılır. Dinamik de ayrıca, sebebini araştırmadan yalnız hareketi inceleyen kinematik ve hızı değişen cisimleri inceleyen kinetik diye iki bölüme ayrılabilir. Ancak bu ayrımlar o kadar kesin değildir. Statik de, dinamiğin özel bir hâli (hızı sıfır) olarak düşünülebilir.
Târihi: Eski çağlarda, mekaniğin pratik uygulaması mevcutsa da kaideleri hakkında pek az şey bilinmekteydi. Kaldıraç, eğik düzlem, tekerler ve muhtemelen palanga sisteminin faydaları, eski Mısırlılar ve Babilliler tarafından bilinmekteydi. Eski Yunanlılar, ilk defâ hareketi teorik olarak incelemişlerse de, teorilerini gözlemleriyle gerçekleştirmeğe çalışmışlardır. Arşimet (M.Ö. 287-212), balistik, hidrostatik, ağırlık merkezi gibi temel mekanik kavramları kullanması ve bunlardan pratik faydalar sağlaması bakımından bir istisna teşkil eder.
Her alanda olduğu gibi mekanik alanında ilk mekanik âletleri Müslüman ilim adamları yapmıştır. Sistemli olarak ilk defâ Bağdat’ta yaşayan Benî Mûsâ kardeşler dokuzuncu asırda mekanik âletler yapmışlardır. Benî Mûsâ kardeşlerin ortancası olan Ahmed bin Mûsâ; mekanik olarak çeşitli tartı âletleri yanında yükleri çekmek ve kaldırmakta kullanılan bâzı âletler yaptı. Mekanik konular üzerinde titizlikle durdu. Ağabeyi ile birlikte büyük bir bakır saat yaptı. Ayrıca üzerine ateş yaklaştırıldığında fitili otomatik olarak ortaya çıkan kandiller yapmıştı. Kandilin fitili ortaya çıkınca yağ da hemen fitilin üzerine yanacak miktarda fışkırıyordu. Geliştirdiği zirâat ve sulama âleti, tarlada sulama yaparken, tâyin edilen sulama miktarını aşınca hemen sinyal veriyordu.
On ikinci asrın sonlarına doğru Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Cezire bölgesinde yaşıyan Cezerî otomatik âletler yaptı. Cezerî sâdece otomatik âletler yapmakla kalmayıp, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı başardı. Sekiz asır gibi bir aradan sonra İngiliz nöroloji profesörü Dr. Ross Ashby ancak 1951 senesinde üstün denge durumunu ortaya koydu. Cezerî; aynı zamanda haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmi olan sibernetiğin ilk kurucusudur. İnsanlarda ve makinalarda bilgi alış-verişi, bunların kontrolü ve denge durumu sibernetiğin esas konusudur. Bu ilmin gelişmesiyle elektronik beyinler ve otomasyon denilen sistemler ortaya çıktı. Bu bakımdan yaptığı mekanik makinalarla bu ilmin temeli Cezerî tarafından atıldı.
Batı âlemi her alanda yaptığı gibi, Endülüs Emevileri vasıtasıyla tanıdığı İslâm âlemindeki buluşları mekanik alanında da kendine mâl etmiştir. Müslüman ilim adamlarının yaptığı mekanik âletleri ancak on yedi ve on sekizinci asırlarda yapmışlardır.
On altıncı yüzyılda İslâm âlimlerinin eserlerini inceleyen Galileo Galilei (1564-1642), Tycho Brahe (1546-1601) Johanres Kepler (1571-1630) onlardan büyük ölçüde faydalanarak, bâzı buluşları da kendilerine mâl ederek gök mekaniğinde günümüze kadar gelen temel kuralları koymuşlardır. Galileo, düşen cisimleri ve sarkacı inceleyen, kontrollü deney yapan birisiydi. Simon Stevin (1548-1620) kuvvetlerin bileşke prensibini geliştirmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra Isaac Newton (1642-1727); Hareketin Üç Kânunu’nu ortaya koymuştur. Daha sonra mekanikteki gelişmelerin pek çoğu, bu kânun üzerine kurulmuştur. Daha sonra gelenler analiz metodlarını geliştirirken, daha kolay bakış açıları aramışlardır. Jean Le Rond d’Alembert (1717-1783), dinamik problemlerini ilâve kuvvetlerle statik problemlere çevirmiş, Siméon Denis Poisson (1781-1840), hareket eden eksen takımında problemleri çözmeyi denemiş, Joseph Louis Lagrange (1736-1813) genelleştirilmiş koordinatları çözüme dahil etmiş, virtüelis kavramını ortaya atmış, Josiah Willard Gibbs (1839-1903), problemlerin çözümünde vektör hesabı kullanmıştır. Diğer bir arayış da, hareket kânunlarının tek bir şekilde ifâde edilmesi olmuştur. Bütün bunlar, ekstremum prensiplerine yönelmeği getirmiştir.
Târifler: Mekaniğin anlaşılmasında bir kavram birliğinin sağlanması önemlidir. “Cisim”, “kütle”si olan bir maddesel nesnedir. Kütle, relatif bir kavram olup, “ağırlık”la karıştırılmaması gerekir. Bir cismin kütlesi, “atalet”inin, yâni harekete geçirilmesi sırasında veya hareket sırasında, yönü değiştirilmek istendiğinde gösterdiği direncin, seçilen cismin ivmesine oranıdır. Bir cismin kütlesi değişmediği halde yerçekiminin doğurduğu kuvvet olan ağırlığı, cismin, dünyânın merkezinden olan uzaklığına bağlıdır. Cisimler, boyutları ihmal edilebilen “noktasal kütleler”in topluluğudur.
Metodları: Mekaniğin problemleri, iki metodundan biriyle veya ikisi beraberce kullanılarak çözülür. Bu iki metodu; analitik ve grafik çözüm yollarıdır. Analitik metod, matematik formülasyonu kullanırken, grafik çözümde diyagramlar kullanılır. Grafik metodda, en çok kullanılan kavramlardan biri de “vektörler”dir. Vektörel büyüklüğün özelliği, yönü ve büyüklüğünün olmasıdır. Bunun yanında, bu büyüklükler kendilerine has olan kurallarla hesaplanırlar. Meselâ, bir vektörel büyüklük verilen belirli x, y ve z eksenleri doğrultusunda bileşenlere ayrılabilir. Vektörler genellikle boyu, büyüklüğüne eşit olan bir okla gösterilir.
Hız, ivme ve kuvvet: Hareketin iki önemli kavramı “hız” ve “ivme”dir. Hız, cismin yer değiştirmesinin zamana bağlı değişimidir. Birimi cm/saniye, metre/saniye veya kilometre/saat olabilir. “Momentum” veya “hareket miktarı”, cismin kütlesiyle hızının çarpımından ibârettir. Hızın zamana göre olan değişimi ise ivme olarak isimlendirilir, birimi cm/s2 veya m/s2 olabilir.
Mekanikte kuvvet, cisimlerin karşılıklı etkilerinden doğar. Ayrıca kuvvet, cisme ivme vererek etkisini gösterir. Meydana gelen ivme a, kütle/m olmak üzere bileşke kuvvet F ile aynı yönde olup, F= ma bağıntısından hesaplanır.
Newton’un hareket kânunları: Pratik olarak mekanik, Newton’un üç kânunu ve yerçekimi teorisi üzerine kurulmuştur: 1) Bir cisme kuvvet etki etmedikçe ismin durumunda hiçbir değişiklik olmaz veya düzgün doğru hareketi yapıyorsa, buna devam eder. 2) Bir cisme bir kuvvet etki ederse, kuvvet doğrultusunda cisim ivme kazanır. Bu ivme, etkileyen kuvvetle doğru, cismin kütlesiyle ters orantılıdır. 3) Her kuvvet zıt yönde ve eşit şiddette bir tepki doğurur.
Dördüncü kânun olan kütlesel çekim kânunu, gök cisimlerinin hareketlerini açıklamak için geliştirilmiştir. Buna göre, herhangi iki cisim birbirlerini m1 ve m2 kütleleriyle orantılı, arasındaki d mesâfesinin karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekerler.
F= G m1 m2/d2
Burada G, kütlesel çekim sâbiti olup boyutlu bir büyüklüktür.
G= 6,670x10-8 dyne cm2/g2.
Denge: Mekaniğin bir dalı olan statik, hareketsiz cisimlerin dengesiyle meşgul olur. Bu tür problemler, kararlı denge metodu ve virtüel iş prensibi ile çözülebilir. İlk prensipte, cisme etki eden kuvvetlerin ve momentlerin, her doğrultuda dengede olduğundan hareket edilir. Yâni etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfır olmalıdır. Bu, pratik olarak seçilen dik eksen takımında, bütün kuvvetlerin ayrı ayrı bileşenlere ayrılması ve sonra bunların her eksen için toplanarak sıfır eşitliğinin kontrol edilmesinden ibârettir.
Moment: Şekil değiştirmeyen bir cisim, öteleme hareketi yanında, bir eksen etrafında dönme hareketi de yapabilir. Bu dönme hareketi, birbirine paralel ve eşit büyüklükte kuvvet çifti tarafından doğurulur. Kuvvet çiftinin döndürme etkisi, kuvvetlerin büyüklüğü ve aralarındaki mesâfeyle doğru orantılıdır. İşte bu etki, moment olarak isimlendirilir. Böyle dengenin ikinci tür şartına gelinir. Bu şart, cisme etkiyen momentlerin bileşkesinin sıfır olmasıdır. Bu da pratik olarak, cisme etkiyen kuvvetlerin, birbirine dik seçilen eksen takımına göre olan momentlerin ayrı ayrı toplanıp, sıfır etmesi şartıyla kontrol edilir.
Dengedeki bir cisme etkiyen kuvvetler, eğer cisim şekil değiştirmez kabul ediliyorsa, etki eksenleri boyunca kaydırılabilir. Bir kuvvetler sistemi, ancak bileşkesi büyüklüğünde ve ters yönde bir kuvvet etkisiyle dengelenebildiği hâlde, bir kuvvet çifti ancak momenti, yâni döndürme şiddeti eşit fakat ters olan bir kuvvet çiftiyle dengelenir.
Kütle merkezi ve ağırlık merkezi: Kütle merkezi, cisimdeki bütün maddesel noktaların momentlerinin toplamlarının sıfır ettiği noktadır. Denge şartları bakımından, cismin bütün kütlesi burada toplanmış gibi bakılabilir. Yerçekimi kuvveti, kütle ile orantılı olduğu için, klasik mekanikte, kütle merkezi ile ağırlık merkezi aynı kabul edilir. Eğer cisimde kütle yayılışı düzgünse bu nokta, aynı zamanda cismin geometrik merkezi ile çakışır.
Dâiresel hareket: Dâiresel (dâirevî) hareket, cismi devamlı yön değiştirdiği için, hızın büyüklüğünde bir değişiklik olmasa da, yönü değiştiğinden sürekli ivmelenir. Burada ivme (a), daima dönme merkezine yönelik olup, r dönme yarıçapı, v teğetsel hız ve ¥= u/r sâbit açısal hız olmak üzere a= ¥2= v2/r şeklinde belirlidir. Eğer dâiresel hareket düzgünse başka ivme mevcut değildir. Ancak dönme hızı zamana bağlı değişiyorsa teğetsel bir ivme mevcut olur. Bu merkezsel ivme, cismi dâiresel yörüngede tutmağa yarar. Dâiresel hareketin doğması için cisme dönme merkezine doğru kuvvet tatbik edilir. Bu kuvvet, cisimde hâsıl olan “merkezkaç kuvveti” ile dinamik dengede bulunur. Bu iki kuvvet, etki-tepki şeklinde olup, m cismin kütlesini göstermek üzere F= mv2/r olarak ortaya çıkar. Bir cismi dâiresel yörüngede bulundurmak için böyle bir kuvvetin tatbikine ihtiyaç vardır.
Basit harmonik hareket: Bir dâiresel harekete, bulunduğu düzlemde bakıldığında, ortaya çıkan, gel-git yâni titreşim şeklinde bir hareket türüdür. Hareketin periyodu, tam bir devrin yapılması için geçen zamandır. Harmonik harekette maddesel nokta, bir denge konumu etrâfında hareket eder. Bu konumdan olan mesâfesi, noktanın yerdeğiştirmesidir. Bu tür harekette, ivme yerdeğiştirme ile orantılı fakat ters yöndedir. Harmonik harekete tabiatta çok sık rastlanır. Serbest bırakılan yayların ve sarkaçın hareketi bu türdendir. Bir sarkaçın periyodunun, boyuna ve o yerdeki yerçekimi ivmesine bağlı olduğu çok eskilerden beri bilinmekteydi. Yâni titreşim yerdeğiştirme küçük kalmak şartıyla, sarkaçın periyodu, yerdeğiştirme miktarına bağlı değildir. Bu sonucu kullanarak, çeşitli yerlerde yerçekimi ivmesini ölçmek mümkündür. Jeolojide gravimetre adı verilen âletler bu esasa göre çalışır.
İş: Bir kuvvetin yaptığı iş, kuvvet doğrultusunda meydana gelen yerdeğiştirmeyle kuvvetin çarpımına eşittir. Eğer kuvvet doğrultusunda bir yerdeğiştirme meydana gelmiyorsa, iş sıfırdır. Çok büyük bir ağırlığı tutan kimse onu düşey doğrultuda hareket ettirmezse, mekanik bakımından yaptığı iş, sıfırdır. Buna benzer şekilde, eğer sürtünme veya kayma yoksa dönme hareketinde de hiç bir iş yapılmaz. İşin birimi kgm, dyne-cm (erg), Newton-metre (joule) olabilir.
Virtuel iş metodu: Bu prensip, “Dengede olan bir sisteme çok küçük yerdeğiştirmeler verildiğinde yapılan iş sıfır”dır şeklinde ifâde edilebilir.
Enerji: Enerji, iş yapabilme kapasitesidir. Potansiyel ve kinetik diye iki bölüme ayrılır. Potansiyel enerji, depolanmış kullanılabilecek enerjidir. Bütün cisimlerde bu tür enerji mevcuttur. Meselâ, gerilen bir yay veya yükseğe kaldırılan bir cisim potansiyel enerji kazanır. Yâni, boşaldığında iş yapabilirler. İkinci durumda kazanılan potansiyel enerji, cismin ağırlığı ile yüksekliğin çarpımından ibârettir. Tabiî başka tür depolanmış enerjiler de mevcuttur. Meselâ, kömürde, dinamitte ve bitkilerde depolananlar gibi. Bir cismin kinetik enerjisi ise kütlesi ile hızının karesinin çarpımının yarısına eşittir. Newton’un ikinci kânunu bu enerjilerin toplamının hareket boyunca korunduğunu ifâde eder. Bu sonuç tabiatta enerjinin farklı şekillere girerek değişikliğe uğradığını ortaya koyar. Her ne kadar sürtünme ile enerji azalır, kaybolur gibi görünse de, halbuki bu sâdece ısı enerjisine dönüşmektedir. “Güç”, yapılan işin zamana bağlı değişimidir. Meselâ “Beygirgücü”, sâniyede 75 kgm’lik, “Watt” ise sâniyede 1 joule’lük işe karşı gelir. Dönen bir cismin kinetik enerjisi, atalet momenti ile cismin açısal hızının karesinin çarpımının yarısına eşittir. Atalet momenti cismin kütlelerinin, dönme eksenine olan uzaklıklarının kareleri ile çarpımlarının toplamlarına eşittir.
Sürtünme: Bir yüzeyin diğer yüzey üzerinde değerek hareket ederken, karşılaşılan dirençtir. Sürtünme, pekçok işin yapılabilmesini sağlar. Ancak, verimi azaltır. Bir tür enerji, diğer tür enerji şekline dönerken, bir kısmı ısı enerjisi olarak kaybolur. Sürtünme kuvveti, hareketi önleyici yönde ve yüzeye paralel olarak ortaya çıkar. Bu kuvvet, yüzeye tatbik edilen kuvvetle, değen iki yüzeyin özelliğine bağlı bir katsayıyla orantılıdır.