MEHMED EMİN YURDAKUL
Milliyetçilik ve halkçılık üzerine yazdığı heyecanlı şiirleriyle ün yapmış Türk şâiri. 1869 yılında İstanbul Beşiktaş’ta doğdu. Babası balıkçı Sâlih Reis idi. İlk tahsilini Beşiktaş Sıbyan Mektebinde yaptı. Daha sonra Beşiktaş Askerî Rüşdiyesini bitirdi. İdâdîyi bitirmeden Mülkiye Mektebine girdi ve bir süre sonra ayrıldı. Bir ara hukuk Mektebine devam etti.
Mehmed Emin, Sadâret Kaleminde bir süre maaşsız çalışmış, Sadrazam Cevdet Paşaya takdîm ettiği (1890) Fazilet ve Asalet isimli eserinin beğenilmesi üzerine aynı yere Rüsûmât Tahrîrât kalemi Müsevvitliğine tâyin edildi ve 1893’te Rüsûmât Evrak Müdürü oldu.
Uzun süre Rüsûmât Evrak Müdürlüğünde kalan Yurdakul, 1907 yılında gizli bir cemiyet olan İttihat ve Terakkî ile münasebet kurması ve idâre aleyhine, şiirlerinde yansıttığı fikirleri sebebiyle Erzurum’da vazifelendirildi. İkinci Meşrutiyet îlân edilmeden önce Rüsûmât Nâzırlığı vazifesiyle Trabzon’a nakledildi. Meşrutiyetin îlânından sonra 1908’de kısa bir süre Bahriye Nezâreti Müsteşarlığı, 1909’da Hicaz, 1910’da Sivas Vâliliğinde bulundu. İstifâ edip İstanbul’a döndüğünde Türk Yurdu Mecmuasının imtiyazını alarak; İttihat ve Terakki Partisiyle ihtilaflarına rağmen, dergiyi yayınladı. Türk ocağının kurucuları arasına katıldı. Fakat aynı anda 1911’de Erzurum Vâliliğine tâyin, 1912 senesinde emekliye sevk edildi.
1914 yılı başlarında Musul Mebusu olarak Osmanlı Meclis-i mebusanı (Mebuslar Meclisi)na girdi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya geçen Yurdakul, daha sonra Şarkikaraağaç, Urfa ve İstanbul milletvekilliklerinde bulundu. İstanbul Milletvekili iken 14 Ocak 1944’te öldü.
Mehmed Emin, ilk şiirini 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında yayınladı. “Ben bir Türküm, dînim, cinsim, uludur.” mısraı ile başlayan, kendisinden öncekilerden dil, konu ve anlatım bakımından tamâmen farklı olan “Cenge Giderken” isimli şiiriyle meşhur oldu. 1898 yılında yayınladığı Türkçe Şiirler adlı eseriyle iyice tanındı.
Mehmed Emin, Osmanlı Devleti üzerinde içte ve dışta akıl almaz oyunların oynandığı, huzursuzlukların birbirini takib ettiği buhranlı bir dönemde yaşamıştır. Edebi şahsiyetinin meydana gelmesinde, âilesinin tesiri yanında, yaşadığı yılların sosyal ve siyâsî durumu da rol oynadı. Edebiyat hayatına atılması, milliyetçilik akımının geliştiği bir döneme rastlamıştır.
Konusunu halkın dert ve ızdıraplarından alan, halk için halk diliyle yazdığı şiirleriyle “Millî Edebiyat” akımının öncüsü olmuş ve yeni bir çığır açmıştır. Mehmed Emin, Türk şiirinde sanatçı kişiliği ve edebî yönü zayıf olmakla birlikte, “Ben bir Türküm, dînim, cinsim uludur.” mısralarıyla, Türklüğünü haykıran bir şâir olarak, kendisinden sonra gelecek türkçülerin “lideri” olma vasfını kazanmıştır.
Mehmed Emin Yurdakul’un şiirleri, sanat değerinden ziyâde, edebiyatımıza getirdiği yeni dil ve duyuşlar, yeni temalar bakımından incelenir. pek az şiirinde mısra güzelliğine ve kompozisyon gücüne ulaşmıştır. Hece veznini kullanmışsa da halk şâirlerinin işlediği, yedili-onbirli gibi vezinleri dururken, şiirini iyice nesirleştiren on altılı, on dokuzlu kalıpları fazlaca kullanmıştır. Deyişleri yapmacık ve kuru hissini vermiştir. Şâirin 1899’da yayınladığı Türkçe Şiirler kitabı, devrin önde gelen edebiyatçılarının methiyelerini kazandığı gibi bir hayli taraftar da toplamıştır. Bâzı müsteşrikler tarafından da Türk Edebiyatında millî bir sadâ olarak değerlendirilmiştir. Mehmed Emin Yurdakul, bir fikir adamı değil, bir ideal ve sanat adamıdır. Fikir târihine ve fikrî eserlere derinlemesine nüfuz ederek, sağlam ve temel ölçüler sâhibi olacak tarzda sistemli bir tahsil görmediğinden, bizzat yaşadığı meşrutiyet devirlerinin çok tekrarlanan sloganları “Türkçülük- İslâmcılık-Asrîlik” fikirlerini benimsemiş ve yaymaya çalışmıştır. Bu üç unsur arasında bağ kurmaya ve üçünün bir sentezini yapmaya uğraşmıştır. Fikir yapısının temelini teşkil eden Türkçülük, bu sentezde ön sırayı almış, İslâmiyeti ve asrın îcaplarını buna göre değerlendirme gayretine düşmüştür. Fikrî yapısının bu şekilde teşekkül etmesinde, İslâm dünyâsında kavmiyyetçilik ve dinde değişiklik fikirleriyle tanınan ve mason olduğuna fetva verilmiş olan Cemâleddin-i Efgânî (Bkz. Cemâleddin-i Efgânî) ile beraberliğinin ve yakınlığının büyük tesiri olmuştur. Efgânî’nin ırkçı yönde Mehmed Emin’e, İslâmî reform yönünde Mehmed Âkif’e tesiri büyüktür. Onun bu düşünceleri esâsen Osmanlı Devletinin asırlardan beri sürdürdüğü devlet anlayışına olduğu kadar, bu anlayışın birinci kaynağı olan İslâmiyete de birçok bakımlardan ters düşmüştür. Bu sebeple Mehmed Emin ve fikirleri, Osmanlı Devletinin varlığı tamamen son buluncaya kadar ancak belli fikrî mahfellerde ve parti ocaklarında taraftar toplayabilmiştir.
Eserleri:
Fazîlet ve Asâlet (1890), Türkçe Şiirler (1898), Türk Sazı (1914), Ey Türk Uyan (1914), Tan Sesleri (1915), Ordunun Destanı (1915), Dicle Önünde (1916), Turana Doğru (1918), Zafer Yolunda (1918), İsyan ve Duâ (1918), Türk’ün Hukuku (1919), Aydın Kızları (1919), Mustafa Kemâl (1928), Ankara (1939).
CENGE GİDERKEN’den
-Yurdumun Koçyiğitlerine-
Ben bir Türküm, dînim, cinsim uludur,
Sînem, özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evlâdı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitâbını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi vîran olmaz, giderim.
...............................
...............................
Ak gömlekle göz yaşımı silerim;
Kara taşla bıçağımı bilerim;
Vatanım-çün yücelikler dilerim.
Bu dünyâda kimse kalmaz, giderim.
(Bkz. Çelebi Mehmed)
(Bkz. Fâtih Sultan Mehmed)
Osmanlı sultanlarının on üçüncüsü, İslâm halifelerinin yetmiş sekizincisi. 1566 târihinde Manisa’da doğdu. Babası Üçüncü Murad Han, annesi Sâfiye Vâlide Sultandır. Şehzâdeliğinde; yüksek din, fen, idarî ve askerî ilimleri, kıymetli âlimlerden öğrenerek yetiştirildi. İlk hocası İbrahim Cafer Efendidir. Haydar Efendi, Pir Mehmed Azmi Efendi, Sultan Selim Medresesi Müderrisi Nasûh Nevâli Efendiden ders aldı. Târihe geçen muhteşem bir merasimle sünnet edildi. 1583’te Manisa sancağı Vâliliğine tâyin edildi. Kumandanlık ve devlet idâresi siyâsetini iyice öğrenmek için Manisa’ya gönderildiğinde yanına müderrisi Nasûh Nevâli Efendi, lalası Sipahi Bey ile Defterdar Baş ruznâmecisi Hasan Beyzâde, Nişancı Lala Mehmed Paşa, Reisülküttâb olarak da Abdurrahman Çelebi ve diğer vazifeliler verildi. 1595’in Ocak ayına kadar Manisa’da vâlilik yaptı.
Babası Üçüncü Murâd Hanın vefatından on bir gün sonra 17 Ocak 1595 târihinde Manisa’dan İstanbul’a gelip, sultan îlân edildi. İlk icrââtı, devlet ve saltanatın emniyetini kuvvetlendirip, tâyinlerde bulunmak oldu. Ulemâdan Sadeddin Efendiyi hocalığına, Ferhad Paşayı Sadrâzamlığa, Halil Paşayı da Kaptan-ı deryalığa tâyin etti. 1593’ten beri devam eden Avusturya harpleri esnasında, papa Sekizinci Clément’in teşvik ve propagandalarıyla, ahâlisi Hıristiyan olan Osmanlı Devletine tâbi Erdel, Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları Türklere karşı isyân ettiler. Sadrâzam Ferhâd Paşa, Eflak Seferi için Serdâr-ı ekrem tâyin edildi. 14 Mayıs 1595’te Eflak ve Boğdan’ın imtiyazlı prenslik statüsü kaldırılıp vilâyet hâline getirilerek, vâliler tâyin edildi. Papa’nın çağrısıyla Almanya, Avusturya, Belçika, Bohemya, İtalya, Macaristan’dan toplanan elli bin piyâde ve yirmi bin süvâriden meydana gelen Hıristiyan ordusu, Avusturyalı Prens Mansfeld emrinde yardıma geldiğini haber alan Eflak Voyvodası Mihail, binlerce Müslümanı kılıçtan geçirip, her yeri harâb etti. Prens Mansfeld, 1 Temmuz 1595’te Osmanlı idâresindeki Macaristan’ın Estergon Kalesini kuşattı. Serdâr-ı ekrem Ferhâd Paşanın ve eski Vezir-i âzam Koca Sinan Paşanın taraftarları seferde bozgunculuk yaptılar. Ferhâd Paşa vazifesinden alınarak, Koca Sinan Paşa tekrar Vezir-i âzam ve serdarlığa getirildi. birbiri ardına gelen felaketler ve ölümler sebebiyle düşman karşısında kesin zafere gidilemedi. Sadrazamlardan Ferhâd Paşanın îdâmı, Lala Mehmed ve Koca Sinan Paşaların vefatları ve 27 Ekim 1595 Köprü Faciasıyla Akıncı Ocağının çok zarar görmesi neticesinde, Estergon, Vişegrad, Tegovişte, Yergöğü düşman eline geçti. Hıristiyanlar yerli ahaliye ve esir kumandanlara insanlık dışı fiillerde bulundular. Önemli devlet adamları ile 3500 asker, Voyvoda Mihail tarafından kazığa vuruldu.
Eflâk ve Macaristan cephelerinde, Osmanlı şehirlerinin düşman ordularınca yıkılıp, yakılması, ahâlinin kılıçtan geçirilmesine son vermek için Üçüncü Mehmed Han, Vezir-i âzam Dâmâd İbrahim Paşanın da tavsiyesiyle 20 Haziran 1596 târihinde Eğri Seferine çıktı. Üçüncü Mehmed Hanın, ordusunun başında bizzât sefere çıkması askerleri coşturdu. Müslümanları zulümden kurtarmak için cihâd aşkı ve şevkiyle Edirne, Filibe, Niş, Belgrad yolundan Sirem’e gelindi. 26 Ağustos 1596 târihinde Sirem’deki Salankamen Kalesindeki harp meclisinde, isyân hâlindeki Erdel üzerine mi yoksa Avusturya işgalindeki Macaristan topraklarına mı sefer edilmesi müzakeresi yapıldı. Eğri’nin askerî strateji bakımından daha fazla kıymet arz etmesinden, Avusturya Cephesi hedef tâyin edildi. 21 Eylül 1596 târihinde Macaristan topraklarındaki Eğri Ovasına gelen Sultan Mehmed Han, Otağ-ı Hümâyuna yerleşti. 24 Eylül 1596 târihinde başlatılan Eğri Kalesi kuşatmasında, 4 Ekim’de dış kalenin fethinden sonra iç kale de 12 Ekimde vire ile teslim oldu. Eğri’deki Avusturya askeri cezalandırıldı. Şehrin en büyük kilisesi câmiye çevrilerek, 18 Ekim Cumâ günü Türk-İslâm an’anesince Sultan Mehmed Han, Cumâ namazını burada kıldı.
Eğri fâtihi Sultan Üçüncü Mehmed Han, 23 Ekim 1596 târihi Harp meclisi kararınca ileri harekâta devam etti. 24 Ekim 1596 târihinde, Haçova’da Alman, Avusturya, Çek, Fransız, İspanya, İtalyan, Leh, Macar, Papalık askerlerinden meydana gelen 300.000 mevcutlu Hıristiyan ordusuyla karşılaşıldı. 100-110.000 mevcutlu Osmanlı ordusu, 25 Ekim günü başlayan Haçova Meydan Muhârebesinde 26 Ekimde düşman ordusunu mağlub etti (Bkz. Haçova Meydan Muhârebesi). Haçova’da büyük bir zafer kazanılmasının ardından, 22 Aralık 1596 târihinde İstanbul’a dönüldü. İstanbul’da Eğri ve Haçova zaferleri sevinciyle, üç gün üç gece merâsim ve şenlikler yapıldı. Şâir Bâkî dâhil birçok divan şâirleri Sultan’a kasideler, manzum târihler ve zafernâmeler sundular. Avusturya cephesine Satırcı Mehmed Paşa Serdar-ı ekremliğe tâyin edildi.
Osmanlı Devletinin Avrupa cephesinde harplerle uğraşmasını fırsat bilen İran Safevî Devleti Anadolu’da, önce propaganda faaliyetlerini başlatıp, isyanlar çıkarttı (Bkz. Celâlîler). Celâlî isyanları denilen bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin ardından, Safevîler, Osmanlı Devleti hududuna saldırdılar. Avusturya ve İran cephelerini hall etmek çârelerini araştıran Üçüncü Mehmed Han, 1603 yılında 21/22 Aralık gecesi vefât etti. Ayasofya Câmii bahçesindeki türbesine defnedildi.
Sultan Üçüncü Mehmed Han çok nâzik, halîm selîm, vakûr, kerîm bir şahsiyete sâhipti. Sancakbeyliğinden saltanata gelen son Osmanlı pâdişahıdır. Bütün Osmanlı pâdişahları gibi iyi bir şâir olup şiirlerinde Adlî mahlasını kullanırdı. Beş vakit namazını dâimâ cemâatle kılardı. Devrin kaynakları dindârlığını, hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Dört Halife, Eshâb-ı kirâm ve âlimlere hürmetini yazar. Bunların adı bahsedildiği an hürmeten ayağa kalkardı. İçkiyi sıkı yasak edip, bütün meyhâneleri kapattı.
Osmanlı sultanlarının on dokuzuncusu, İslâm halifelerinin seksen dördüncüsü. Babası Sultan İbrahim Han olup, annesi Hadice Turhan Sultandır. 1642’de 1/2 Ocak gecesi, İstanbul’da doğdu. Doğumuna çok sevinilip donanma şenlikleri yapıldı. Şehzâdeliğinde, İmâm-ı Şâmi Yûsuf Efendi, Şâmi Hüseyin Efendi ve diğer kıymetli hocalardan ders alarak yetiştirilmeye başlandı. Tahsil, terbiye ve talimini, 7 yaşındayken (8 Ağustos 1648) sultan olduktan sonra da devam ettirdi.
Sultan Dördüncü Mehmed Hanın çocukluğundan, devlet kademelerindeki nüfuz sâhipleri istifâde etti. Bunlardan bâzılarının kötü idâreleri ve ehil olmayanların işbaşına getirilmeleri neticesi devletin mâlî, mülkî ve askerî durumu sarsıldı. Saltanatının ilk yıllarındaki iç ve dış hâdiseler, 15 Haziran 1656 târihinde Köprülü âilesinden Mehmed Paşanın sadrâzamlığa tâyinine kadar devam etti. Köprülü Mehmed Paşanın sadârete (başbakanlığa) gelmesiyle, Dördüncü Mehmed Han devrinde esaslı ıslâhâtlar yapılıp, İstanbul’da ve ülke içinde asâyiş sağlandı. Ordu ve donanma kuvvetlendirildi. Çanakkale Boğazı girişine kadar gelen Venedik ve diğer Hıristiyan devletlerin gemileri, 19 Temmuz 1657’de kaçırıldı. Bozcaada ve Limni düşman işgalinden kurtarıldı. Âsi Erdel prensi üzerine sefere çıkılarak, 1 Eylül 1658’de Yanova Kalesi ele geçirildi. Erdel, harp tazminâtı vermeyi ve on beş bin altınlık haracı, kırk bin altına çıkarmayı kabul etti. Kırım Hanı Mehmed Giray, Rusları 12 Temmuz 1659’da Konotop’ta mağlûb ederek, elli bin esir alıp, yüz yirmi bin Rusu imhâ etti.
Dördüncü Mehmed Han, Köprülü Mehmed Paşanın iç ve dış işlerindeki başarılı icraatlarını takdir ederek, onun vefâtından sonra oğlu Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşayı, 30 Ekim 1661’de Sadrazamlığa tâyin etti. Osmanlı hududunu ihlal eden Avusturyalılar üzerine 12 Nisan 1663’te sefer açılarak, Serdar-ı ekremliğine Fâzıl Ahmed Paşa getirildi. 1663’te baylayan Avusturya harpleri, 10 Ağustos 1664 Vasvar Antlaşmasıyla neticelendi. Arâzi bakımında olduğu gibi askerî ve siyâsî yönden de kârlı çıkılan Avusturya Seferinden sonra, 1666 yılında Girid Seferine çıkıldı. Fâzıl Ahmed Paşa, Girid Adasının Kandiye Kalesini kuşatırken, fethin gecikmesi üzerine, Sultan Dördüncü Mehmed Han, 18 Ağustos 1668’de sefere çıktı. Sultan Mehmed Han Girid’e geçmek üzere Eğriboz’a giderken, Kandiye’nin fethi haberi verilince geriye döndü. Lehistan Kralının, Osmanlı himâyesini kabul eden Ukrayna Kazaklarına saldırması üzerine, Lehistan’a sefer açıldı. 4 Haziran 1672 târihinde Birinci Lehistan Seferine çıkan Dördüncü Mehmed Han, 27 Ağustos’da Kamaniçe’nin teslim alınması neticesinde Osmanlı ordusuyla birlikte süratle Podolya’ya girdi. Lehistan Kralı anlaşma istedi. 18 Ekim 1672 Bucaş Antlaşmasına göre; Podolya Osmanlı Devletine, Ukrayna Türk himâyesini kabul eden Kazak Beyine verilecekti. Lehistan, yıllık 220.000 altın haraç vermeyi kabul etti. Papa ile Almanya’nın yardım teklifi üzerine tesir altında kalan Lehistanlılar, Bucaş Antlaşmasını ihlâl ettiler. 7 Ağustos 1673’te İkinci Lehistan Seferine çıkan Dördüncü Mehmed Hanın Ukrayna’ya girmesiyle Lehliler, tekrar anlaşma istediler. 27 Ekim 1676 Zorawno Antlaşmasıyla Podolya ile Ukrayna Osmanlı Devletine bırakıldı.
Sultan Dördüncü Mehmed Han, Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın 1676 Kasım ayı başında vefâtıyla Merzifonlu Kara Mustafa Paşayı sadrâzamlığa getirdi. 1677’de Ukrayna’nın Rus istilâsına uğramasıyla, Lehistan serdârı İbrahim Paşa ile Kırım Hanı Selim Giray, Kazakların merkezi olan Çehrin Kalesini kuşattılar. 1678 baharında Rusya Seferine çıkan Dördüncü Mehmed Han, yol üzerindeki Silistre’den sonra yerine sadrıâzam Mustafa Paşayı gönderdi. İki yüz bin Rus, Alman, Kazak ve diğer milletlerden meydana gelen müttefik düşman kuvvetlerinin müdâfaa ettiği Çehrin Kalesi, Osmanlı ordusunun yaptığı şiddetli taarruzlara dayanamayarak, 1677 yılı Ağustos ayının 20/21. günü gecesi düştü. Şiddetli topçu ateşi sebebiyle kalede çıkan yangında düşman ordusu, yanarak veya can havliyle atıldıkları, nehirde boğularak yok oldu.
1680 yılında Rusların harp hazırlıkları haberi alındığında Dördüncü Mehmed Han 29 Ekim 1680’de İkinci Rus Seferine çıktı. Osmanlı seferinden çok korkan Ruslar, Sultân’ın Edirne’ye gelmesiyle, Kırım Hanı Murâd Giray vâsıtasıyla anlaşma istediler. 11 Şubat 1681’de imzâlanan Osmanlı-Rus Antlaşmasına göre; iki devlet arasında Özi Nehri hudut kesildi. Avusturya Kralının Macar milliyetçilerini imhâ hareketine karşı, Macarlar, Osmanlılardan yardım istedi. Sultan Mehmed Han, 9 Ocak 1682’de Macar milliyetçilerinin lideri Tökeli İmre’yi Orta Macaristan Kralı tanıdı. Mehmed Han Tökeli İmre’ye mücevher bir topuz, Budin Beylerbeyliğine de Hatt-ı Hümâyun göndererek yardım edilmesini ve yeni krallığın Avusturyalılardan kurtarılmasını emretti. Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa, Tökeli İmre’nin yardım istemesiyle, 27 Temmuz 1682’de, Orta Macar Seferine çıktı. 15 Ağustos 1682’de Orta Macaristan’ın merkezi olan Kaşa Kalesi fethedilerek, Tökeli İmre, Macar milliyetçilerinden on iki bin gönüllü askeriyle krallık tahtına oturtuldu.
Yabancı devletlere karşı tavizsiz bir siyâset tâkip eden Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa, Fransız gemilerinin Sakız Adasında küstahca davranmasını protesto ederek, Fransa Kralından tazminât aldı. Avusturya’nın tekrar tekrar antlaşma istemesine rağmen, devamlı tecavüzkâr bir siyaset takip etmesi üzerine, Dördüncü Mehmed Han, 12 Ekim 1682’de sefere çıktı. Avusturya Seferinde Sultan’ın Belgrad’da kalmasıyla, Sadrâzam Kara Mustafa Paşaya Serdar-ı ekremlik vazifesi verildi. Papalığın Avusturya’ya yardım ederek Lehistan’la ittifak kurması üzerine, 27 Haziran 1683 târihindeki Harp meclisinde Viyana’nın fethine karar verildi. 14 Temmuz 1683’te Avusturya’nın merkezi Viyana Osmanlılarca ikinci defa kuşatıldı (Bkz. Viyana Kuşatmaları). Serdar-ı ekrem Kara Mustafa Paşanın Viyana kuşatmasını kaldırıp, geri çekilmesiyle, 15 Aralık 1683’te sadrâzamlığa Kara İbrahim Paşa tâyin edildi. Dördüncü Mehmed Han, Osmanlı Devletini en geniş hudutlara kavuşturmasından sonra, 1683 geri çekilişiyle mevziî harpler kazanılmasına rağmen Macaristan elden çıktı. Dalmaçya kıyıları ve Yunanistan, Venediklilerin tecâvüzüne uğradı. Avrupa devletleriyle muhârebeler, 26 Ocak 1699 târihinde imzâlanan Karlofça Antlaşmasına kadar devam etti. Antlaşmadan on iki yıl önce 8 Kasım 1687 târihinde Dördüncü Mehmed Han tahttan indirilmişti. Otuz dokuz yıl Osmanlı sultanlığı yapan Dördüncü Mehmed Han, 6 Ocak 1693 târihinde, vefâtına kadar Edirne’de oturdu. Vefât edince İstanbul’a getirildi ve Yeni Câmi yanındaki annesi Turhan Vâlide Sultanın türbesine defnedildi.
Osmanlı Devletinde Kânûnî Sultan Süleyman Handan sonra en fazla tahtta kalan pâdişah Dördüncü Mehmed Handır. Yaratılışı icâbı mutedil, kadirşinas, vefâkâr olup, verdiği söze sâdık bir şahsiyete sâhipti. Ava, edebiyata, târihe merakı olup, sohbet dinlemeyi severdi. Dindardı, beş vakit namazını cemaatla kılardı. İçkiyi ve imâlatını yasakladı. Dîne sonradan karıştırılan bütün hususların kaldırılması için uğraştı. Kahvehâneleri kapattırıp, oyuncu ve çalgıcıları İstanbul’dan uzaklaştırdı. Sadrâzamlığı Köprülü âilesine verip, idârede serbest bıraktı. Kendisi de, savaşlardan zaman kaldıkça çok sevdiği sürek avlarına devam etti. Ava merakından dolayı “Avcı” lakabı verildi. Zamanında Osmanlı Devleti en geniş hudutlarına kavuşarak, dünyâ siyâsetinde faal rol oynadı.
Dördüncü Mehmed Han devrinde, kıymetli ilim adamları ve sanatkarlar yetişti. Her sâhada kıymetli eserler yazıldı. Mehmed Bahaî, Abdülaziz, Tulumcuzâde Abdurrahman, Memikzâde Mustafa, Hocazâde Mes’ud, Hanefî, Balizâde Mustafa, Bolevî Mustafa, Mehmed Esirî, Sunizâde Mehmed Emin, Minkarîzâde Yahya, Çatalcalı Ali, Ankaralı Mehmed Emin, Debbağzâde Mehmed Efendiler şeyhülislâmlık yaptılar. İçlerinde kıymetli eserler yazıp, talebeler yetiştiren şahsiyetler vardır. Seyyid Feyzullah, Ayşî Mehmed, Hıbrî Ali efendiler, fıkıh, edebiyat, lügat ve diğer ilimlere âit eserler yazdılar. Peçevî İbrahim, Kâtib Çelebi, Karaçelebizâde Abdülaziz, Vecihî, Hezarfen Hüseyin, Ebû Bekr bin Behram Dımışkî, Ömer Avni, Rodosizâde Abdullah efendiler: Târih, teşkilât, coğrafya ve seyahatnâme sahasında; Kavalalı Abdulhalim bin Abdullah, Cerrah Mehmed bin Murâd, Mehmed bin Ali, Talatî Çelebi, Sâlih bin Nasrullah, Ebî Bekr-i Rasî, Hayâtizâde Mustafa Feyzi, Abdullah Ahmed bin Beşir efendiler tıbba dâir; Molla Mehmed, Mustafa bin Yusuf, Kâtibzâde Mustafa bin Mehmed matematik sâhasında; Cevrî İbrahim, Nâilî-i Kadim, Neşatî Ahmed Dede, Fasih Ahmed, Mezakî Süleyman efendiler edebiyata dâir; Derviş Ali, Tenekecizâde İbrahim, Hâfız Osman, Beyazizâde Ahmed, Dukakinzâde Derviş Mehmed, Şeyh Sunullah, Nefeszâde Seyyid İbrahim ve Tokatlı Ahmed efendiler hattatlıkta kıymetli eserler meydana getirdiler. Dördüncü Mehmed devrinde inşâası tamamlanıp, ibâdete açılan Yeni Câmi, Osmanlı mîmârîsinin şaheserlerindendir. Yeni Câmi yanındaki Mısır Çarşısı, bu câmiye vakıf olarak yapılmıştı.
(Bkz. Reşâd Han)
(Bkz. Vahideddin Han)
Türk edebiyat târihi araştırmacı ve tenkidcisi. Eskişehir’in Sivrihisar kazasında 1915 yılında doğdu. İlk ve orta tahsilini Sivrihisar ve Eskişehir’de tamamladı. 1935’te girdiği İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü 1939’da bitirerek, aynı bölüme asistan oldu.
1942 yılında Namık Kemâl hakkında yaptığı araştırma ile doktor, 1946’da da Tevfik Fikret üzerine yaptığı inceleme ile doçent, 1952 senesinde de; Yeni Türk edebiyatı sâhasında profesör ünvanını aldı.
1958 senesinde Erzurum Üniversitesini kurmakla görevlendirilen kurucu profesörler arasında yer aldı. Bu üniversitenin Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, Rektör Yardımcılığı ve Vekilliği görevlerinde bulundu. Prof. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın ölümü üzerine İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü Başkanlığını yaptı.
Yazı hayâtına 1939’da başlayan Mehmed Kaplan, Yeni Türk Edebiyatı profesörü olmasına rağmen, Türk Edebiyatını bir bütün olarak ele alıp, edebiyatımızın sadece bir devrine bağlı kalmadan, belli başlı metinlerini incelemiştir. Onun edebiyatımıza getirdiği en büyük yenilik, metin tahlili metodudur. İncelemeye başladığı her metne, bu metodunu büyük bir ustalıkla uygulamasını bilen Mehmed Kaplan sâhip olduğu geniş kültürü sâyesinde edebî metinleri târihî ve sosyal çevreleri içinde değerlendirmiştir. Edebî eserlerde insan faktörüne ve tiplerine çok dikkat etmiş, eserlerde anlatılan insanların zaman, mekan ve çevreleriyle birlikte var olduklarına devamlı şekilde dikkat çekmiştir.
Fransız filozofu Alain’in, yazarak düşünme görüşünü benimseyen Mehmed Kaplan, edebî meselelerin ağır bastığı çeşitli konular üzerinde fikirlerini, deneme türündeki yazılarıyla; İnkılapçı Gençlik, Hareket, İstanbul, Bayrak, Hisar, Türk Edebiyatı, Meydan, Türk Yurdu, Türk Kültürü, Türk Düşüncesi ve Millî Kültür gibi dergilerde yayınlamıştır. Bu mecmualarda çıkan denemelerinin bir kısmı; Nesillerin Ruhu (1967), Büyük Türkiye Rüyâsı (1969), Edebiyatımızın İçinden (1976) isimleriyle kitap hâline getirilmiştir.
Yazıldığı devirlerin ana meselelerini yansıtan edebî eserleri seçip tahlil eden Mehmed Kaplan, bu tür eserlerden hareket ederek, bilhassa Tanzimat sonrası edebiyâtımızın geçirdiği merhaleleri tesbit etmiştir. İncelediği her şâiri, kendisinden öncekilere ve geleneğe bağlılık veya gelenekten ayrılma açısından değerlendiren, şâirlerin dünyâlarını ve şahsiyetlerini ortaya koyduğu iki cildi bulan geniş araştırma ve incelemesi, Şiir Tahlilleri ismini taşır. Kendi türünde klasikleşmiş olan bu incelemelerin birinci kitabı; Âkif Paşadan Yahya Kemal’e kadar gelen şâirlere; ikinci kitabı da, Cumhûriyet devri Türk Şiirine ayrılmıştır. Birincisi 1954, ikincisi ise 1965’te basılmıştır. Bu türde verdiği önemli bir eser de; Tanpınar’ın Şiir Dünyâsı (1964) isimli araştırmasıdır.
Mehmed Kaplan, Tanzimat sonrası edebiyatımızın hikâye ve romanları üzerinde de geniş bir incelemede bulunmuştur. Hikâye Tahlilleri (1979), isimli eseri edebiyatımız için, sâhasında ilk ve tek eserdir.
Türk edebiyatının başlangıcından îtibâren belli başlı metinleri üzerinde duran Mehmed Kaplan; Oğuz Kağan, Göktürk Kitabeleri, Dede Korkut Hikâyeleri, Köroğlu Destanı ve Yunus Emre Divanı gibi eserleri incelemek sûretiyle kültürümüzü meydana getiren temel değerler ve bu değerler içinde insanımızın durumunu tesbite çalışmıştır. Bu metinlerden Oğuz Kağan Destanı’nın tahlili kitap olarak (1979) da yayınlandı.
Edebiyat târihçisi olarak ortaya koyduğu eserlerin başında; Nâmık Kemâl Hayâtı ve Eserleri(1948), Tevfik Fikret (1946) isimli monoğrafileri gelmektedir. Edebiyat târihimizin İslâmiyet Öncesi, İslâmî Devir ve Tanzimat Sonrası üzerindeki araştırmalarının bir kısmı Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I (1976) ismiyle basılmıştır.
Metin tahliline verdiği önem, onu antoloji çalışmalarına sevk etmiştir. Başkanlığında bir ekip tarafından ve on cilt olarak tasarlanan Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi isimli eserinin ilk üç cildi basılmıştır (1985). Bu eser Tanzimattan sonraki edebiyatımız ve fikir akımları bakımından önemli bir kaynaktır. Ayrıca Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü doçent ve asistanlarından meydana getirdiği bir heyetle; Millî Mücadele devri fikir hayatını ve edebiyatını aksettiren antolojiler hazırlamıştır. Yine liseler için hazırladığı Edebiyat I., II., III. (1976-77) ders kitapları da mevcuttur.
Mehmed Kaplan, dil konusunda da çalışarak ilkokullardan üniversiteye kadar tesirini gösteren dil anarşisinin Türk maârifini tehdîd eden en mühim hastalıklardan biri olduğuna, yazdığı birçok yazısında dikkat çekmiştir. O, yaşayan Türkçemizdeki, Arapça ve Farsça kelimelerin atılarak dilimizin bozulmasına şiddetle muhâlefet etmektedir. Yaşayan Türkçeye girmiş olan bu kelimeler atıldığında, millet, kendisini yaşatan ananevî kıymetlerden mahrum kaldığı gibi, istikbâlini meydana getirecek içtimaî bir fikir nizamı da kuramayacağı, böyle bir cemiyette derin ve ince bir ilim ve tefekkür hayatı doğamayacağı kanaatindedir. Bu sebeple uydurukçaya şiddetle karşı çıkılmasını savunmaktadır.
Mehmed Kaplan’a edebiyat sâhasında verdiği hizmetlerden dolayı Türkiye Millî Kültür Vakfı tarafından, 1981 yılında “Millî Kültüre Hizmet Şeref Armağanı” verilmiştir. 1983 yılında da Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu üyeliğine seçildi. 23 Ocak 1986 târihinde İstanbul’da vefât etti. Kabri Karacaahmettedir.
Osmanlı devlet adamı. 1804 yılında İstanbul’da doğdu. Divân-ı hümâyûn hocalarından Halil Ramis Ağanın oğludur. Muntazam bir tahsil ve terbiye gördü. Mühendishane-i Berri-i Hümâyûnu bitirdikten sonra bilgisini artırmak için Paris’e gönderildi. 7 Ekim 1826’da Ruslarla imzâlanan Akkerman Sözleşmesine ikinci tercüman olarak katıldı. Ahmed Fevzi Paşa ile birlikte Mekteb-i Harbiyeyi kurdu. Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından mütercim Mehmed Rüşdü Paşa ile birlikte bâzı Fransızca askerî nizamnâmeleri Osmanlıcaya çevirmekle vazifelendirildi. 1843’de müşir rütbesiyle Arabistan ordusu komutanlığına getirildi. Lübnan meselesinin hallinde büyük yararlığı oldu. 1852’de önce Tophâne Müşirliğine ardından Ticâret Nâzırlığına tâyin oldu. Bursa (1855) ve Kastamonu (1857) vâliliklerinde bulundu. 1858’de tekrar Arabistan Ordusu Komutanı sıfatıyla Irak ve Hicaz Müşirliğine getirildi. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşanın sadârete gelmesinden sonra 1860’da seraskerliğe tâyin edildi. Şurâyı Devlet Başkanlığı (1871) ve Bahriye Nâzırlığı(1875) görevlerinde de bulunan Nâmık Paşa 1877’de Âyan Meclisi üyeliğine seçildi. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Edirne Mütârekesini imzâlayan Osmanlı heyetinde yer aldı. 1883’te Şeyhü’l-vüzerâ ünvanını alan Nâmık Paşa, 16 Eylül 1892’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Karacaahmed Mezarlığındadır.
Dört pâdişah devrinde vatanına ve milletine hizmet etmiş, şeyhü’l-vüzerâ pâyesine layık görülmüş olan Nâmık Paşa çok cömert ve iyilik sever bir kimse idi. Tekaüt olduktan sonra Ayaspaşa’daki konağında otururken her Cumâ kendi eliyle civârın fakirlerine sadaka dağıtırdı. Uzun seneler âdet edindiği bu sadakadan dolayı Cumâ günleri konağın etrafı satıcılarla âdeta mesire yerine dönerdi.
Nâmık Paşa bulunduğu görevlerde de adâleti gözetir ve halka karşı zulmetmemek için fevkalâde dikkat ederdi. Bir defâsında Kosova kumandanı olan oğlu Ferik İbrahim Paşanın bâzı askerî binâların inşâsı için halktan para topladığını duyunca şöyle haber gönderdi; “Bir devlet kurulduğu zaman tebeasına; ben sizin ırz ve nâmusunuzu, mal ve canınızı ve sınırlarınızı korumak için güvenlik kuvvetleri tertipleyeceğim. Çocuklarınızı yetiştirmek için mektepler, tarım ve ticâretinizi her türlü kolaylığa kavuşturmak için yollar açacağım. Siz de buna karşılık bana her sene şu kadar vergi vereceksiniz, demiş olur. Bu, taraflar arasında yapılmış bir antlaşmadır. Artık bundan fazla bir şeyi halktan istemek zulümdür. Zulmün düşmanı ise Allah’tır. Eğer benim bu ihtarımdan sonra da yardım toplamaya devam edersen âhirette iki elim yakandadır.” Bu baba ihtarına derhal uyan İbrahim Paşa da hayırlı bir evlat olduğunu göstermiştir.
Nâmık Paşanın Konya’nın Dolay mevkiinde yaptırmış olduğu bir câmii bulunmaktadır.
On sekizinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamı. 1706’da İstanbul’da doğdu. Sadrâzam Halepli Abdullah Paşanın oğludur. Babasının nezâretinde husûsî bir eğitim gördü. Silâhşör olarak saray hizmetine girdi. 1737’de Kapıcılar Kethüdâsı oldu. Vezir pâyesiyle Maraş Beylerbeyliğine tâyin edildi (1738). 1747-1758 yılları arasında çeşitli yerlerde muhâfızlık ve beylerbeyliği yaptı.
Sultan Üçüncü Ahmed’in kızlarından Esmâ Sultanla evlendirilerek (1758) Pâdişâh Üçüncü Mustafa Hana enişte oldu. Halep ve Anadolu beylerbeyliklerine tâyin edildi. Bosna (1760) ve Rumeli (1762) beylerbeyliklerinde bulundu. Köse Bâhir Mustafa Paşanın yerine sadrâzam oldu (1765). Rusya Seferine muhâlefetinden dolayı vazifesinden alınıp, Rodos’a sürüldü (1768). Hanımı Esmâ Sultanın şefâatiyle affa uğrayıp, Mora Muhâfızı oldu (1769). Yunanlı isyâncıları Tripolis yakınında mağlub ederek (1770) “Mora Fâtihi” ünvânını aldı. İkinci defâ sadrâzam oldu (1771). Serdâr-ı ekrem olarak katıldığı Silistre ve Varna zaferlerini kazandı (1773). Rusya’yla Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzâladıktan sonra İstanbul’a dönerken, yolda hastalanıp öldü (1774). İstanbul-Eyüp’te Hanımı Esmâ Sultan tarafından yaptırılan türbeye defnedildi.
On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamı. Doğum yeri ve târihi hakkında bilgi yoktur. Enderûn’a alınarak iyi bir tahsil gördü. Dârüssaâde Ağası Hacı Mustafa Ağanın desteğiyle kısa zamanda İmrahor oldu. Vezir pâyesiyle Mısır Vâliliğine tâyin edildi (1628). İstanbul’a çağırılıp Kubbealtı Vezirliğine getirildi (1631). Topal Recep Paşanın îdâmı üzerine, sadrâzamlığa tâyin edildi (1632). Sultan Dördüncü Murâd Hana yardımcı olarak yeniçeri ocağına yeniden düzen verilmesinde mühim rol oynadı. Pâdişâhın yanında çıktığı Revân Seferinde gösterdiği başarılarla, Sadrâzamlığa ilâve olarak kendisine Rumeli Beylerbeyliği de verildi (1635). Revân’ı korumak vazîfesiyle Diyarbakır’da bırakılmasına rağmen, Revân’ın İranlılar eline geçmesini önleyemediği için azledildi (1637). İstanbul’a dönüşünde Özi (1637), daha sonra da Budin (1638) beylerbeyliğine tâyin edildi. Aynı sene İstanbul’a çağırılıp, Sadâret Kaymakamlığına getirildi. Bu esnâda Eflâk ve Boğdan voyvodalarını azletmesi üzerine Yedikule’de hapse atıldı (1639). Daha sonra da voyvodaları ayaklandırıp devletin başına gâile açmak töhmetiyle îdâm edildi.
Son devir din adamlarından. Sevenleri arasında “Seyda”, “Gavs-ı Bilvânisî” diye bilinen halk arasında “Menzil Şeyhi” diye tanınan Mehmed Râşid Erol temiz ve sâlih bir âileye mensuptur. Babası Abdülhakim Hüseynî Efendidir. 1929’da Bitlis ilinin Baykan ilçesine bağlı Kasrik köyünde doğdu. Çocukluğu ve gençliği âilesinin yanında geçti. Babasıyla birlikte birçok köyü gezdi.
Siyanüs köyündeki babasına âit medresede İslâmî İlimleri tahsile başladı. Fıkıh, kelam, tefsir ve tasavvuf ilimleri üzerinde ayrı ayrı tahsil gören Mehmed Râşid Efendi, Nurşin’e giderek oradaki medresede tahsilini sürdürdü. Nurşin’de Şeyh Fethullah’tan tasavvuf dersleri aldı. İki yıl Verkanis köyünde tahsil gören Mehmed Râşid Efendi, Şam’da ve Suriye’deki Hazne köyünde İslâmî ilimleri tahsil etmeye devam etti. Babasının şeyhi, Ahmed Haznevî’nin sohbetlerinde bulundu ve takdirlerini kazandı. Babası Abdülhakîm Hüseynî Efendi 1972’de vefât edince, Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyüne gelerek onun vazifesini üstlendi. Pekçok kimse onun sohbetlerine katıldı. 12 Eylül 1980 harekâtından sonra gözetim altına alınarak Çanakkale’ye gönderildi. Romatizma ve şeker hastalığına yakalandı. Her yıl tedâvi için Afyon’daki kaplıcalara gitti. 22 Ekim 1993 Cumâ günü tedâvi için bulunduğu Ankara’da vefât etti. Cenâzesi, senelerce ikâmet ettiği ve hizmet verdiği Menzil köyüne getirilerek babasının türbesinde kendisi için hazırlanan kabre defnedildi.
Feyzeddin, Abdülganî, Tâceddîn ve Mazhar isminde dört oğluyla dört kız evlâdı olan Mehmed Râşid Efendi, Menzil Câmii başta olmak üzere Bitlis’in Kasrik köyünde, Ankara Pursaklarda Gavs-ı Şirin Câmii ve Van’da bir câmi yaptırdı.
Servet-i Fünun edebiyatının tanınmış romancısı. 1875 yılında istanbul’da doğdu. İlk öğrenimini Balat Mahalle Mektebinde yaptı; orta öğrenimi Söğütlüçeşme Rüştiyesinde bitirdi. Sonra Heybeliada’daki Bahriye Mektebine girdi. Okul hayâtı 1893’te biten yazar, Tarabya önlerinde, elçilik gemilerinin İrtibat Subaylığına tâyin edildi.
Tevfik Fikret’in halasının kızı Sermet Hanımla evlendi. Bundan iki kızı oldu. Mehmed Rauf, Sermet Hanım hayattayken iki evlilik daha yapmıştır. Hepsinden kız çocukları olmuştur. İkinci Meşrutiyetin îlânına sevinen Mehmed Rauf, o sırada Zanbak adlı açık saçık hikâyesini neşredince, subaylıktan atıldı. Geçimini kalemiyle sağlamak zorunda kaldı. Yakalandığı hastalıktan kurtulamayan Mehmed Rauf, 1931’de İstanbul’da öldü. Hastalığı sırasında geçim sıkıntısına girdiğinden hükümet bir miktar aylık bağladı.
Batı edebiyatını ve Hâlid Ziyâ’nın İzmir’deki yazılarını yakından tâkib ederek edebî kişiliğini kazanmıştır. Fransız realistlerine bağlı olmakla birlikte, daha çok Fransa’daki psikolojik romanın öncülerinden olan Paul Bourget’in tesiri altında kalmıştır.
Mehmed Rauf, Bahriye Mektebinde okuduğu sırada Fransızca ve İngilizceyi öğrenmiş, batı edebiyatını kendi dillerinden okumuştur.
Tıpkı Hâlid Ziyâ gibi mensûr şiirler, hikâyeler ve tahlil romanları yazan Mehmed Rauf’un hikâye ve romanlarında hayâtından kuvvetli akisler görülür. Bu romanlar, yazarın yaşadığı ve yaşamak istediği aşk maceralarının hikâye ve roman hâline konulmuş ifâdeleri gibidir.
Roman, hikâye, mensur şiir, tenkit gibi türlerde otuzu aşan eseri olan Mehmed Rauf daha ziyâde Eylül romanı ile tanınır. Bu roman, Türk edebiyatında, psikoloji ve tahlil romanının başarılı ilk örneğidir. Yazar eserde, basit bir vak’ayı ele almış ve dış âlem tasvirlerinden ziyâde, kahramanların ruh hâllerini; düşünce, duygu, tasarı ve umut serüvenlerini anlatmaya çalışmıştır.
Mehmed Rauf’u Hâlid Ziyâ’dan ayıran başka bir özellik, üslubunun biraz daha sâde ve yalın olmasıdır. Bir diğeri de üslubu ve hikâyelerinin hemen hemen sâdece aşk ekseni etrafında dönmesidir.
Mehmed Rauf’un cümle yapısı hayli zayıftır. O, Hâlid Ziyâ tarzı mensur şiirlerinin en güzellerini Siyah İnciler (1901) adlı bir kitapta toplamıştır. Böğürtlen, Ferda’yı Garam, Genç Kız Kalbi, Karanfil ve Yâsemin, Son Yıldız, Halâs gibi eserleri, tanınmış romanlar arasındadır. İhtizâr, Âşıkâne, Son Emel, Menekşe, Bir Aşkın Târihi, Üç Hikâye, Pervâneler Gibi, Kadın İsterse, Gözlerin Aşkı, Eski Aşk Geceleri gibi eserleri de, çoğunu aşk konusunda yazdığı, küçük ve büyük hikâyelerini topladığı kitaplardır. Hâlid Ziyâ’nın Ferdî ve Şürekâsı romanını piyes hâline koyan Mehmed Rauf’un Cidâl, Pençe, Sansar, Yağmurdan Doluya gibi tiyatro denemeleri de vardır.
Türkiye Cumhûriyetinin ilk Diyânet İşleri Başkanı. Ulemâdan Börekçizâde Ali Kâzım Efendinin oğludur. Annesi Habîbe Hanımdır. 1861 senesinde Ankara’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da yaptı. İstanbul’da Bâyezîd Câmii dersiâmlarından Âtıf Beyin câmi derslerine devam ettikten ve medrese öğrenimini tamamladıktan sonra icâzet (diploma) aldı. Ankara Fazliye Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. 1898’de Ankara İstinâf Mahkemesi üyeliğine getirildi. 1907 senesindeAnkara müftüsü oldu. 1909’da tekrar mahkeme üyeliğine döndü.
Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’daki Kuvâ-yi Milliyeyi destekledi. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetinin Ankara şûbe başkanlığını yürüttü. Millî Kurtuluş Savaşının meşrû olduğuna dâir fetvâ verdi. İlk TBMM’ye Menteşe (Muğla) milletvekili olarak katıldı. Altı ay kadar milletvekilliği yaptıktan sonra Ankara müftülüğü vazifesini üstlenerek milletvekilliğinden ayrıldı.
Halifeliğin kaldırılmasından sonra 30 Mart 1924’te Türkiye Cumhûriyetinin ilk Diyânet İşleri Başkanlığı vazifesine getirildi. Atatürkün düşüncelerine ve inkılâblara her yönüyle destek oldu. İlmî kariyere sâhip olmamakla birlikte, devrin siyâsî şartlarına uygun hareket etmek sûretiyle ömrünün sonuna kadar bu vazifede kalan Mehmed Rifat Börekçi 5 Mart 1941’de Ankara’da öldü.
Son asrın kırâat âlimi. Trabzon’un Of ilçesinin Uğurlu (Çifaruksa) kasabasında 1901 târihinde doğdu. Babasının adı Ahmed Cemâleddîn, annesinin adı Hanîfe’dir. İlk tahsîlini doğum yeri olan Uğurlu kasabasında babasından yaptı. Daha sonra aynı yerde Kur’ân-ı kerîmi de ezberleyerek hâfız oldu. Of çevresinin tanınmış âlimlerinden Çalıkzâde Tâhir Efendi, Çalekli Dursun Feyzi Efendi ve Kasımzâde Hasan Efendiden Arapça, Bakkalzâde Paçanlı İsmâil Hakkı’dan feraiz dersleri aldı. Arapça ve ferâiz ilimlerinde kendini yetiştirdi. İmtihanla Çifaruksa Medresesinin dördüncü sınıfına talebe olarak kaydını yaptırdı. Bu medresenin altıncı sınıfındayken, medreseler kapatıldı (1924).
Mehmed Rüşdü, okuduğu medrese kapatılınca, bir müddet Dursun Feyzi Efendiden tefsir, akâid ve fıkıh okudu. Daha sonra İstanbul’a gitti. İstanbul’da Ahmed Şükrü ve yeğeni Hâfız İsmâil Hakkı Bayrî’den Aşere ve Takrîb, Varnalızâde Hâfız Ahmed Hamdi’den de İbnü’l-Cezerî’nin Tayyibet-ün-Neşr’ini okudu.
Mehmed Rüşdü Aşıkkutlu, bu şekilde ilim tahsîlinden sonra, doğum yeri olan Uğurlu kasabası Merkez Câmiinde fahri (ücretsiz) İmâm-Hatiplik görevinde bulundu. 1936 yılında Uğurlu Kur’ân-ı Kerîm Kursu Öğretmenliğine, 1941’de Of Merkez Vâizliğine tâyin edildi. Bu resmî görevlerini yürütürken, değişik hocalardan öğrendiği kırâat, fıkıh ve Arapça dersler vermeyi de ihmâl etmedi. 1976 yılında vâizlikten emekli oldu. Diyânet İşleri Başkanlığınca İstanbul (Haseki), Ankara’da açılan hizmet içi eğitim kurslarında 1974-1979 yılları arasında, bütün rivâyet ve tarikleriyle aşere dersi verdi. Tayyibet-ün-Neşr adlı kitabı da aynı eğitim yerlerinde okuttu.
Kendi sahasında pekçok öğrenci yetiştiren Mehmed RüşdüAşıkkutlu’nun kırâat konusunda Aşere Kaideleri, Tahrib Kaideleri,Tayyibe Tercümesi ve Tayyibe Şerhi isimlerinde eserleri vardır. Fakat bu eserleri basılmamış, Uğurlu’da vârislerinin elinde bulunmaktadır.
Aşıkkutlu hoca efendi, Trabzon’dan İstanbul’a tedâvî için giderken 28 Ağustos 1980 yılında Uçak’ta vefât etti. Mezarı doğum yeri olan Of’un Uğurlu kasabasındadır.
MEHMED SAÎD PAŞA (Yirmisekiz Çelebizâde)
On sekizinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından. Aslen İstanbulludur. Dîvân-ı Hümâyûn Kâtiplerinden Yirmisekiz Mehmed Efendinin oğludur. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra, pekçok görevlerde bulundu. Sadâret Mektûbî Kaleminde vazifeliyken, babasının Fransa’ya elçi olarak gitmesi sırasında ona Kethüdâ tâyin olundu. Fransa’da bulunduğu müddet içinde yeni sanat ve teknik gelişmeleri inceleme fırsatı buldu. Yurda dönüşte Macar olup İslâmiyeti kabûl eden İbrâhim Müteferrika ile birlikte ilk matbaa olan Matbaa-i Âmire’nin kuruluşunda hizmet etti. Bu matbaada ilk basılan kitap Vankuli lügat kitabı idi. Bu hizmetinden dolayı Sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa tarafından mükâfâtlandırıldı ve Dîvan-ı Hümâyûn kâtipleri arasına alındı. 1732’de Rusya ve daha sonra İsveç’e elçi gönderildi. 1739’da Osmanlı Devleti ile Avusturya arasındaki hudut belirlemesi görüşmelerine katıldı. 1742 târihinde yurda dönüp Defter Emîni, 1745’te de Kethüdâ oldu. Ancak bir müddet sonra kendi isteğiyle eski görevine döndü. 1755’te Bıyıklı Ali Paşanın yerine Sadrâzam oldu. Beş ay on dokuz gün bu makamda kaldıktan sonra azledilerek Kütahya Vâliliğine, bir müddet sonra Hanya, 1756’da Mısır vâliliklerine, iki sene sonra da Adana-Maraş vâliliğine tâyin edildi ve 1761’de Maraş’ta vefât etti.
Mehmed Saîd Paşanın Türk tıp târihinde önemli bir yeri olan Ferâidü’l Müfredât fi’t-Tıb ve Esmâü’n-Nebât isimli bir eseri vardır. Mehmed Saîd Efendi, Takrîrî adı verilen sefâretnâmesinde İsveç’teki sefirlik hâtıraları yer almaktadır.