MEHMED AKALIN

Türk dilinin son devir bilginlerinden. 1933 yılında Isparta ilinin Yalvaç kazasının Sücüllü köyünde doğdu. İlkokulu Sücüllü’de, ortaokulu Yalvaç’ta, liseyi Denizli’de okudu.

1953 yılında Yüksek Öğretmen Okulu imtihanlarını kazanarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne yazıldı. Türk Dili ve Edebiyatı sertifikalarının yanında, İran Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı sertifikalarını da okuyarak, 1958 Şubatında mezun oldu. 1958 Nisanında Mardin Lisesi edebiyat öğretmenliğine tâyin edildi.

1959 Şubatında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesine asistan oldu. 1961’de Almanya’ya gitti ve Prof. Dr. A. von Gabain’in derslerine devam etti. 1963 yılında yurda döndü.

1964-1966 yılında vatanî vazîfesini yaptı. “Ahmedî, Cemşîd ü Hurşîd; İnceleme-Metin-İndeks” adlı doktora tezini hazırlayarak, doktor ünvanını aldı.

1975 yılında “Ahmedî’nin Eserleri Üzerinde Bir Gramer Denemesi” adlı çalışmasıyle doçent oldu. 26.2.1979 târihindeEge Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinde göreve başladı.

Aynı fakültede 22.1.1980-9.12.1982 târihleri arasında Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü başkanlığı yaptı. 5.8.1982 târihinde profesörlüğe yükseltildi. 19 Temmuz 1984 târihinde Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesine profesör olarak atandı.

1982 târihi ile Haziran 1991 târihleri arasında Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü başkanlığı yaptı. Ayrıca Türk Dil Kurumu, Bilim ve Yürütme Kurulu üyesiydi. Haziran 1991 târihinde İstanbul’da vefât etti. Karacaahmed Mezarlığına defnedildi. Çalışkan dürüst vatansever bir dil âlimiydi.

Kitap ve makâle olarak belli başlı yayınları şunlardır.

Târihî Türk Şiveleri (1988), Eski Türkçenin Grameri, Modern Lengüistiğe Giriş-İletişim ve Dil, Ahmedî, Cemşîd ü Hurşîdi, İnceleme-Metin-İndeks, Ahmedî’nin Eserleri Üzerinde Bir Gramer Denemesi kitapları; Köktürk Kitabelerinde Bir Kelime: “Öyür”, Tabii Bilimler ve Dil Bilimi, Böğrüdelik Tatar Ağzı, Özbekçe, Kaygusuz Abdal’ın Gevher-nâmesi, Özbek Edebiyatı, ise makâlelerinin belli başlılarıdır.

Ayrıca çeşitli kongrelerde bildiriler sunmuş ve konferanslar vermiştir.

MEHMED ÂKİF

İstiklâl Marşı şâiri. 1877 yılında İstanbul’da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.

Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif’in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn’da edebiyat dersleri veriyordu.

1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı ismet Hanımla evlendi.

Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908’de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm’de neşretmeye başladı.

Âkif, yazı ve şiirlerini hiçbir zaman geçim kaynağı olarak görmedi. Buna rağmen onu memlekete tanıtan, halka sevdiren asıl vasfı şâirliğidir.

Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Necid’e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana gelmiş, şâir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştır. Şâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid Çöllerinden Medîne’ye adlı eserlerini yazmıştır. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan’a gitti. (Bkz. İsmail Hakkı İzmirli)

Cihan Harbi 1918’de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmağa başlamışlardı. Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halkı, istiklâlini muhâfaza etmek için savaşmaya çağırdı. Anadolu’da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu’ya iltihâka karar verdi.

İstanbul’dan deniz yoluyla İnebolu’ya çıktı. Oradan Ankara’ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya’ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara’ya döndü. Ankara’dan Kastamonu’ya giderek Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara’ya döndü.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı’nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti. (Bkz. İstiklâl Marşı)

Zaferden sonra İstanbul’a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923’te Mısır’a gitti. O kışı Mısır’da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır’da, yazı İstanbul’da geçiriyordu. Halîm Paşa geçimini karşılamayı taahhüt etti. Ertesi yaz İstanbul’a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur’ân-ı kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizliğini anlayarak vazgeçti.

1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur’ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan’a gitti. Ağustos 1936’da Antakya’ya geldi. Mısır’a hasta olarak döndü.

Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul’a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.

Şahsiyeti: Mehmed Âkif’in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır.

Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tenbellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.

Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensib edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.

Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.

Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.

Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.

Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır.

Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa’dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da “Millî Şâir” ismini almıştır. Ancak rastgele edindiği din bilgileriyle, zamânının ve çağın dertlerine şahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkışması bâzı hatâlara düşmesine sebep olmuştur.

Bunun yanında Sultan İknci Abdülhamîd Hanın memleket için yaptıklarını anlamayıp onun şanına yakışmayacak iftiralarda bulunması; sicilli mason Mısır Müftüsü Muhammed Abduh’u övmesi; bir çalgıcının seslerini nidâ-yı ilâhîye benzetmesi beğenilmiyen belli başlı hususlarıdır.

Ahmed Dâvudoğlu, “Dîni Tâmir Dâvâsında Din Tahribcileri” kitabında diğer reformcular gibi, ilhâmını doğrudan doğruya Kur’ân-ı kerîmden almak istediğini bildirmektedir.

Eserleri:

Eserlerinin umûmî ünvanı Safahât’tır ve ilk eseri yalnız bu adı taşır. İkinci kitabının adı Süleymaniye Kürsüsünde’dir. Hakkın Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtıralar beşinci, Âsımaltıncı, Gölgeler yedinci kitabının adıdır. Bunlar, değişik târihlerde çeşitli kereler basılmış olup, hepsi birlikte Safahât adı altında da basılmıştır. Safahât’taki mısraların tamamı 12 bini bulur. Şiirlerinden İstiklâl Marşı, Bülbül, Ordunun Duası, Çanakkale gibileri bestelenmiştir.

Âkif, İstiklâl Marşı şiirini millet için yazdığını ifâde ederek Safahâtına almamıştır.

BERLİN HÂTIRALARI’ndan

Otel meğer o değilmiş, şimendüfer de kezâ...

Sokak mı benziyen az çok? Aman canım, hâşâ!

 

Meğer oteller olurmuş saray kadar mâmûr.

Adam girer de yaşarmış içinde, mestü huzûr.

 

Beş altı yüz odanın herbirinde pufla yatak...

Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!

 

Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr,

Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr!

 

Hiyât-ı nûrunu temdîd edip her âvize,

Fezâda nescediyor bir sabah-ı pâkize,

 

Havayı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;

Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.

 

Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;

Soğuk da isterseniz var, sıcak da isterseniz.

 

Gıcır gıcır ötüyor ortalık temizlikten,

Sanırsınız ki zemininde olmamış gezinen.

 

Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;

Kaşınma hissi muattal bu itibâra göre!..

 

Unuttum ismini... Bir sırnaşık böcek vardı...

Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.

 

Ezince bir koku peyda olurdu çokça, iti...

Bilirsiniz a canım... Neyde? Neydi? Tahtabiti!

 

O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,

Bucak bucak aradım, olsa rasgelirdim ya!

 

...................................

....................................

 

Muhitin üstüne meyhâneler kusan bu gedik,

Kapanmak üzere iken başka rahneler çıktı;

Ayakta kalması lâzım ne varsa hep yıktı.

“Değil mi bir tükürük alna çarpacak tedib,

Ne hükmü var?” diye üç beş hâyâ züğürdü edib,

Bitirmek istedi ahlâkı, ârı nâmûsu;

Çıkardı ortaya, gezdirdi saksılar dolusu,

Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli “Zambak”lar!

....................................

....................................

HÜRRİYET TAŞKINLIĞI Şiirinden

(İkinci Meşrutiyetin îlânı üzerine İstanbul’un manzarasını tasvir eder.)

Bir de İstanbul’a geldim ki bütün çarşı pazar

Nar’adan çalkalanıyor, öyle ya: Hürriyet var!..

Galeyân geldi mi, mantık savuşurmuş. Doğru:

Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.

Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;

Kafalar tütsülü hulyâ ile, gözler kızgın.

Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,

Yakıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden!

Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine;

Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!

Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;

En ağır başlısının bir zili eksik, belli!

Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.

Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!

Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak...

–Yaşasın!

–Kim Yaşasın

–Ömrü olan.

–Şak! şak! şak!

Ne devâirde hükümet, ne ahâlide bir iş!

Ne sanâyi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş.

Çamlıbel sanki şehir: Zâbıta yok, râbıta yok;

Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok;

“Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı...”

Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı!

İlmi tazyik ile tâlim, o da bir istibdâd..

Haydi öyleyse çocuklar, ebediyen âzâd!

Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan...

Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdân,

Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,

ep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,

Saçıyor ortaya, ister, temiz, ister kirli;

Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.

Dalkavuk devri değil eski kasâid yerine,

Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!

...................................

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE Şiirinden

Şu Boğaz harbi nedir? Varmı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü, beşi.

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

.......................

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Top, tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îmân?

..................

Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar...

O rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar.

....................

Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

BÜLBÜL

Eşin var, âşiyânın var, baharın var, ki beklerdin;

Kıyâmetler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?

O zümrüt tahta kondun bir semâvî saltanat kurdun;

Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.

Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,

Gezersin, hânümânın şen, için şen kâinâtın şen.

...................

Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perişândır?

Niçin bir damlacık göğsünde bir ummân hurûşândır.

Hayır... Mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım...

Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!

Tesellîden nasibim yok, hazan ağlar bahârımda;

Bugün bir hânümânsız serseriyim öz diyârımda!

Ne hüsrandır ki; Şarkın ben vefâsız kansız evlâdı,

Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım, hâk-i ecdâdı!

Hayalimden geçerken şimdi fikrim herc ü merc oldu.

Selâhaddin-i Eyyûbî’lerin, Fâtihlerin yurdu...

Ne zillettir ki, nâkûs inlesin beyninde Osmân’ın;

Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı Mevlâ’nın;

Çökük bir kubbe kalsın mâbedinden Yıldırım Hânın;

Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın

Ne heybettir ki; vahdetgâhı, dînin, devrilip taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş.

Dolaşsın sonra İslâmın haremgâhında nâmahrem...

Benim hakkım, sus eybülbül, senin hakkın değil mâtem!

MEHMED ÇAVUŞOĞLU

Edebiyat tarihçisi, şâir. Prof. Dr. 15 Ocak 1936 yılında Perşembe kazâsının Saray köyünde doğdu. İlk öğrenimini Saray’da bitirdi. Ordu Ortaokulundan mezûn oldu. Afyon’da liseye başlayıp İstanbul Haydarpaşa Lisesini bitirdi. 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine devâm etti. Fakat tabiatı îcâbı Edebiyat Fakültesine geçti ve 1962 yılında mezun oldu. Aynı yıl, Eski Türk Edebiyatı Kürsüsünde Prof. Dr. Ali Nihâd Tarlan’ın yanına asistan girdi. 1966 yılında doktor, 1973’te doçent oldu. 1984 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne profesör tâyin edildi.

Çalışkan, hayat dolu ve cevvâl bir hoca olan Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu, çalışmalarının büyük kısmını İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde gerçekleştirdi. Buradaki meslek hayatını yurt dışına yansıttı ve Yugoslavya’nın Belgrad, Saraybosna, Piriştine, Üsküb ile Sovyetler Birliği’nin Moskova, Leningrad (Petersburg) ve Bakü gibi şehirlerinde konferanslar verdi; seminerlere katıldı. Prof. Valter Audreus ile çalışmalar yapmak üzere, 3 Eylül 1986 târihinde Fulbright bursuyla ABD’ye gitti. Bir sene kaldığı bu müddet içinde Washington Üniversitesinde Dîvân Edebiyatı metinlerinin kompütüre uygulanması için çalışmalar yaptı. 1987 yılında yurda döndü. 11 Temmuz 1987 târihinde, Balıkesir-İzmir yolunda geçirdiği bir trafik kazasında vefat etti.

Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu sâhası ile ilgili pekçok makale ve eser neşretti. Aynı zamanda şâirdi. Şiirlerinde hayâtı, köyü, mühim yer tutar. O, daha çok özlediği bir hayâtı yakalamaya çalışır ve bunu bir gerçekmiş gibi anlatır. Az çok Tanpınar tesiri görülür. Vezin olarak; serbest, hece ve aruz’u kullanır. Şâirliği tabiatında çocukluk yıllarından beri vardır. Dili en iyi şekilde kullanmıştır. Aldığı tahsil ile birlikte şiirine bir genişlik ve güzellik gelmiştir. O daha çok ebced hesâbı ile düşürdüğü târihleriyle tanınmıştır. Çoğu divan olmak üzere klâsik edebiyatımızla ilgili eserler yayınlamıştır. Makâleleri ile birlikte araştırma ve yayınlarının sayısı elliye yaklaşır. Ayrıca baskıya hazırladığı eserler de bulunmaktadır. Bir rubâîsi,

Her insanın ömründe bu günler vardır,

Mâzîye yerinmeler, hüzünler vardır.

Bir öyle bahâr gelir ki değme gitsin;

Ardınca, nesillerce düğünler vardır.

Eserleri:

Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlîli (Ankara, 1971), Necâti Bey Dîvânı’ndan Seçmeler (İst., 1973), Yahyâ Bey Dîvânı (İst., 1977), Amrî Dîvânı (İst. 1979), Vasfî Dîvanı (İst., 1980), Yusuf ve Zelîha (Yahya Bey, İst., 1979), Hayretî Dîvânı (İst, 1981), Dîvânlar Arasında (Ankara, 1981), Helâkî Dîvanı (İst., 1982), Yahya Bey ve Dîvân’ından Örnekler (Ankara, 1983), Hayâlî Bey ve Dîvân’ından Seçmeler (Ankara, 1987); çeşitli makale ve ansiklopedi maddeleri.

MEHMED EMİN ALPKAN

Fikir adamı ve gazeteci. Âilesi Horasan taraflarından gelip Anadolu’ya yerleşenAvşar boyuna bağlı bir obaya mensuptur. Babası Alpkanlardan Koca Mehmedoğlu Âmâ Latif Hoca, annesi Hacı Velilerden Zeliha Hanımdır.

1917 senesinde Konya’nın Taşkent (Pirlerkondu) kasabasında doğdu. Küçük yaşta babasını kaybettiği için herhangi bir tahsil göremedi ve bir mesleğe giremedi. Ama annesi onun millete ve vatana faydalı bir insan olması için çırpındı. Bir müddet annesinin yanında kalan MehmedEmin Alpkan, Fethiye’ye eniştesinin yanına gitti. Mâden işinde çalıştı. Daha sonra İzmir’e giderek seyyar satıcılık yaptı. 1930’larda kitapçılığa başladı. 1938’e kadar İzmir’de kaldı. Daha sonra İstanbul’a giderek çeşitli işlerde çalıştı. Deniz Yollarının Havuzlar Fabrikasına girdi. 1940’ta asker oldu. 1943’te terhis olduktan sonra aynı fabrikadaki işine tekrar başladı. 1945’te Cumâ namazına gittiği için işten çıkarıldı. Bakkallık yaparak hayâtını kazanmaya çalıştı. 1951 yılında zarar ettiği için bakkallığı bıraktı. Bir müddet Bahâriye Mensucat Fabrikasında çalıştı. 1959’da oradan ayrılıp biriketçilik yapmaya başladı.

Bu arada Düşünen Adam adlı bir dergide idâre müdürlüğünde bulundu. Daha sonra da matbaacılığa geçti. Sabah Gazetesi’nin kuruluşunda önderlik yaptı. Mehmed Yurttutmuş’un ısrarıyla Bizim Anadolu Gazetesi’ni kurarak imtiyaz sâhipliğini yüklendi. Gazetenin yayın hayâtına son vermesi üzerine Türkiye Gazetesi’nde vazife yaptı.

Müşâvir olarak vazife yaptığı sırada hastalandı. Ağır hastalığından hiç şikâyetçi olmadı. 29 Haziran 1990 târihinde İstanbul’da vefat etti.

Sıkıntılı ve imkânsızlıklar içnide bir hayat süren Mehmed Emin Alpkan, gönül verdiği milliyetçilik dâvâsının yılmaz savunucusuydu. “Hangi târihî şahsiyetleri seversiniz?” sorusuna; “Sahte kahramanlar hâriç bütün sevdiklerimi sıralamak, meseleyi çok şumüllü tutmamı îcâb ettirir. Başta Hazret-i Muhammed aleyhisselâm olmak üzere, Allah, vatan ve millet yolunda hizmet eden, bütün büyüklerimizi hürmet ve tâzimle severim!” diye cevap vermiştir.

MEHMED EMÎN TOKÂDÎ

On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda yetişen Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mehmed Emîn bin Hasan Ömer Nakkâş Tokâdî’dir. Azîz Mahmûd Urmevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. Lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebû Mansûr’dur. 1664 (H. 1075)te Tokat’ta doğdu. 1745 (H. 1158)te İstanbul’da seksen üç yaşında vefât etti. İstanbul’da medfûn evliyânın en meşhûrlarındandır. Kabri, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu-Pîrî Paşa Medresesi Kabristanındadır. Kendisini vesîle edenlerin, yaptıkları duâların kabûl olduğu bilinmektedir.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ilim tahsîline memleketinde başladı. Sonra İstanbul’a gitti. Şeyhülislâm Mirzâzâde Şeyh Muhammed Efendiden uzun müddet ders alıp ilimde çok iyi yetişti. Yedikuleli hattât Abdullah Efendiden hat dersleri alıp, değişik hat çeşitlerinde mahâret sâhibi oldu. Reîsülküttâb makâmının yazı işlerinde, kâtiblik vazîfesi aldı. Bu arada talebelere ders verdi. Etrâfında pekçok talebe toplandı. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Mehmed Paşa gibi meşhûr zâtlar da derslerine devâm ederlerdi. Bir müddet kâtiplik yaptığı Edirne’den hacca gitmek üzere ayrıldı. Ayrılırken kendisiyle görüşmek üzere dergâhına dâvet eden Kasabzâde Şeyh Muhammed Efendi ona yaradılıştan çok yüksek bir kâbiliyete sâhib olduğunu ve büyük nimetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye varınca büyük velî Ahmed Yekdest Cüryânî’nin sohbetine gitmesini tavsiye etti.

1702’de Mekke’ye gidince ilk günü Kâbe’yi tavâf ve ziyâretle geçirdi. Ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra mübârek bir zâtın, talebeleriyle harem-i şerîfte sohbet ettiğini görünce, oturup dinledi. Sohbetten sonra dinlediği zât; “Hoş geldin Emîn Efendi.” dedi. Bu zât Ahmed Yekdest hazretleri idi. Böylece asıl hocasına kavuşmuş oldu. Üç sene derslerine ve sohbetlerine devâm edip tasavvufta kemâle erdi. Sonra İstanbul’a döndü. İstanbul’da beş sene talebelere ders verdi. Daha sonra Ahmed Yekdest hazretlerinin kıymetli talebesi Muhammed Kumul Efendi ile birlikte vazîfeli olarak Kudüs’e gitti. Bu seyâhati sırasında hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî Mekkî’den, hadis ilminde icâzet aldı. Kudüs’te bir sene kaldıktan sonra Mekke’ye gitti. Muhammed Kumul Efendi, Mekke su yollarının tâmiri vazîfesini yürütüyor; Mehmed Emîn Efendi de kâtiblik yapıyordu. Birlikte Medîne’ye giderek, Dârüsseâde ağası Hacı Beşir Ağa ile tanıştılar.

1717 senesinde Hicaz’dan İstanbul’a dönünce, bir müddet Ebû Eyyûb-el- Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedârlık yaptı. Daha sonra Peygamber efendimizin mübârek türbesinde hizmet etme vazîfesi verildi. Bu hizmetlerinden sonra İstanbul’a dönüp ilim öğretmekle meşgûl oldu. Pekçok âlim yetiştirdi. Müstakimzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi ve Seyyid Yahyâ Efendi talebelerinin meşhûrlarındandır.

Evliyânın meşhurlarından İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir zamanda talebelerinden İvaz Mehmed Paşa, Yeğen Mehmed Paşa ve El-Hac Ahmed Paşayı, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, bunların tasavvufta yetiştirilmesini ricâ etmişti. Bu ricâyı kabul edip, gönderilen kişilerle ilgilendi. Bunlardan Sultan Birinci Mahmûd Hanın sadrâzamı olan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli devlet hizmetlerinde bulundu ve 1737 senesinde Avusturya (Nemçe) Seferine iştirâk etti.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin 1745 senesinde göğsünde ve sırtında önce sivilce olarak çıkan, daha sonra çıban hâlini alan şîrpençe çıbanının verdiği rahatsızlık neticesinde İstanbul’da vefât etti. Cenâzesini talebelerinden baklalı Câmii İmâmı El-Hâc Muhammed Efendi yıkadı, kefenledi. Cenâze namazı Fâtih Câmiinde kılındı. Tabutu kalabalık sebebiyle parmaklar üzerinde taşınarak evinin yakınında bulunan Pîrî Paşa Medresesi yanındaki kabristana defnedildi.

Buyurdu ki:

“Kişi bu dünyâya geliş sebebini ve bundan maksadın Allahü teâlâya kulluk yapmak olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret saâdetine mazhar olmalıdır.”

“Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, iksîr-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.”

Yine buyurdu ki:

“Bir nefeste iki nîmet vardır. Bunun için her nefeste iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatin her saatinde bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, “şükür şükür” diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse, yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez”.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri insanlara rehberlik edip onları İslâmın güzel ahlâkı ile süslerken, bir taraftan da kıymetli eserler yazdı. Bu eserlerinden bir kısmı şunlardır: İrşâd-üs-Sâlihîn, Risâlet-ül-Etvâr, Şerh-i Kasîde-i Askalânî, Suâl-Cevâb, Metâli-ül-Meserrât Tercümesi, Savâik-ul-Muhrika Tercümesi, Risâle-i Sülûk ve diğerleri