MEDRESE
Alm. Medrese (n), (f.pl.), Fr. Medersa (s) (f.pl.), İng. Medresse (s). İslâm ilimlerinin ve fen bilgilerinin öğretildiği yüksek öğrenim müessesesi. Arapça “Derase” kökünden gelen medrese kelimesi; talebenin ders alıp ilim öğrendiği yer mânâsına yer ismidir. Umûmî olarak sıbyan mektebinin (ilkokulun) üstünde eğitim ve öğretim yapan orta ve yüksek tahsil müesseselerine medrese denilmiştir. Medrese tâbiri ilk olarak Nişâbûr havâlisinde kurulan eğitim ve öğretim müesseseleri için kullanılmıştır. Bundan önceki devirlerde bu seviyede eğitim ve öğretim müesseseleri varsa da, bunlar için medrese tâbiri kullanılmamıştır.
Medreselerin târihî gelişmesi:
Bi’setten, yâni Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk vahy geldikten sonra, İslâmiyeti kabul eden ilk müminler, Sahâbe-i kirâmdan hazret-i Erkam’ın evinde gizlice toplanır ve Peygamber efendimizin rehberliğinde İslâmiyeti ve Kur’ân-ı kerîmi tâlim edip, gelişmeleri değerlendirirlerdi. İslâmiyette mektep ve medresenin bu şekilde doğduğu söylenebilir. İslâmiyetin ilk medresesi olmakla şereflenen Dâr-ül-Erkam (Erkam’ın evi), şimdi o günleri hatırlatmak üzere aynen muhâfaza edilmektedir.
Hicretten sonra, Medîne-i münevverede Peygamber efendimiz tarafından İslâm Devletinin temelleri atılınca, orada yapılan Mescid-i Nebevî, İslâmî eğitim ve öğretimin merkezi hâline getirildi. Müslümanlar, orada toplanır, İslâmiyeti öğrenir, Kur’ân-ı kerîm tâlim eder, bir dünyâ ve âhiret nizâmı olarak İslâmın muzaffer olması için plân ve programlar hazırlamaya çalışırlardı. Peygamber efendimiz mescidlerinin sofasını bu işe tahsîs etmişler ve İslâmı, âyet âyet burada kafalara ve gönüllere yerleştirmişlerdir. O zaman Sahâbe-i kirâmın hem peygamberi, hem imâmı, hem de muallimi olan Peygamber efendimizin etrâfında, bütün ömrünü ve varlığını bu işe vakfeden, ayrı bir halka teşekkül etti. Peygamberimiz bunlara Eshâb-ı Suffa (Mescidin sofasında toplanan dostlar) adını verdi. Bunlar, yetişkin, genç müminlerden ibâretti ve bütün işleri, Sevgili Peygamberimizden öğrendiklerini aynen tesbit etmek, yazmak, yaşamak ve yaymaktı. Selmân-ı Fârisî, Ebû Hüreyre gibi İslâm büyükleri hep burada yetiştiler. Burada eğitim görenlerin türlü masrafları, zengin Müslümanlarca karşılanıyordu. Bu örnek, daha sonra eğitim ve öğretimle ilgili vakıfların kurulmasına başlangıç teşkil etti. Diğer taraftan Medîne’de örnek olarak kurulan ve geliştirilen bu eğitim sistemi ve teşkilâtı, bundan sonra kurulan câmi içi ve dışı eğitim müesseselerine model oldu.
Zamanla Suffa’nın ihtiyaca kâfi gelmemesi üzerine Peygamberimiz Medîne’nin muhtelif yerlerindeki mescidlerle bunlar dışındaki bâzı mahalleri tedris yeri hâline getirdi. Medîne’de dokuz adet mescidin bu gâye ile kullanıldığı bilinmektedir.
Câmilerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri, câmi dışı müesseseler kurulduktan sonra da devam etti. Ancak küçük çocukların eğitim ve öğretimi, onların câmi ve mescidleri temiz tutamayacakları düşüncesiyle, ilk devirden beri, daha çok mâbetlerin dışında yürütüldü.
Nitekim Emevîler devrinde, çocuklar için müstakil ve mükellef mektepler açıldığı bilinmektedir. Sekizinci asırda üç bin talebeyi barındıran Belhli Ebü’l Kâsım Dehhâk’ın mektebi, ilköğretimde önemli bir merhale kabul edilebilir. Bu nevi mekteplere “küttap” veya “mektep” ve öğretmenlerine de “muallim” denirdi. Buralarda yazı tahtası ve silgi kullanılmıştır.
Yetişkinlerin eğitim ve öğretiminin câmilerde yürütülmesi, dört halife devrinde aynen devam etti. Belki de yeni teşekkül eden ve henüz tedvin edilmeyen (bir araya toplanmamış olan) kıraat, tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin karakterleri icabı câmi dışına taşıma ihtiyacı duyulmamış, hattâ câmi dışı eğitim ve öğretim müesseselerinin kurulmalarından sonra da yüksek tahsil, câmilerde ve onların etrafında teşekkül eden müesseselerde (medrese, dârülhadis, dârülkurrâ, darüttıb) yürütülmüştür.
Müslüman Türklerde Medrese:Câmilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine; Emevîler devrinde “Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”, “Darülilim”, Türkler (Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir.
İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce, Nişabur’da Beyhakiye Medresesinin varlığından bahsedilir. Gerçekte Nizamülmülk’ten önce Gazneli Mahmûd (M. 999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M. 1033 yılında Nişabur’da medrese yaptırmışlardır. Ancak bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd olduğu bilinmektedir. Ebû Hâtimü’l-Bustî (v. 965) kendi kütüphânesini medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis kurmuştu. Nişabur’da Şâfiî fakîhi En- Nîşâbûrî (v. 960) için medrese yapılmıştı. Diğer taraftan Ebû Aliyyü’l- Hüseynî (v. 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında sayılabilir. “El-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi.
İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti. Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti, Selçukluların eseridir. Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak, hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak gâyesiyle kurmuşlardır.
Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı Nizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi adı ile Bağdat şehrinde kurdu. Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı. Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan Ebû İshak Şirazî tâyin edildi. Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye Medreseleri açılmaya başlandı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı biçiminde yayıldı. Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler. Medreselerde yalnız din ilimleri tahsil edilmezdi. Yerine göre, zamanın hey’et (astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine de mühim yer verilirdi.
Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu. Bunlar hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs, Dârülkurrâ ve Dârüttıb diye üçe ayrılırdı:
1. Dârülhadîs medreseleri; hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen medreselerdir. Bu medreselerin ilki, Haleb Atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye Medresesidir. İkincisi, Musul’da açıldı. Daha sonra pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri açılmıştır. Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır.
2. Dârülkurrâ medreseleri,Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği medreselerdir. Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara; Dârulhuffâz denmiştir. Bu medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye, Sa’deddîn Ömer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca Selmân ve Hacı Şemseddîn gibi çeşitli Dârulhuffâz medreseleri açılmış ve diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır.
3. Dârüttıb medreseleri ise, tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı medreselerdir. Bunlara; Dârüttıb, Dârüşşifâ, Dârussıhha, Dârulmerza, Dârulâfiye, Mâristân, Bîmâristân gibi adlar verilmiştir. Bilhassa Anadolu’da birçok Dârüşşifâ kurulmuştur. Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır. Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî ve Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin (1108 ve 1122) Mâristân adlı dârüşşifâsı hizmet veriyordu. Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultan dârüşşifâları kuruldu. Hele Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir. Bu dârüşşifâlar aynı zamanda hastahâne olarak faaliyet göstermiştir.
Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır. Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşında sıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma, Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa” denilen dörtişlem problemleri öğretilirdi. Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştı. On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi vardı. Koskoca Osmanlı Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. Buralara câmi ve mescidlerde yapılan ilköğretim ve eğitim faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin varlığı anlaşılır.
Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi. Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı. İstanbul’da: Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya, Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid, Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç Baş Medreseleri; Edirne’de: Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri; Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed medreseleri; Şam’da: Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye, İkinci Bâyezîd medreseleri; Manisa’da: Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da: Hâtuniye Medresesi; Mekke’de: Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi; Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı, Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te: Hüsrev Paşa Medresesi; Üsküp’te: İshak Paşa Medresesi; Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı.
Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma: Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılır.
Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardır. Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili, Altmışlı ve Altmış Üstümedreseleri olarak isimlendirilmişlerdir.
İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılırdı:
1. Dârülhadîsler: Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir. Osmanlılarda Dârülhadîs, ilk defâ Birinci Murâd devrinde Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli Dârülhadîsler tesis edilmiştir. Kurulan Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki Süleymâniye Dârülhadîsiydi. Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak hadis’ten; Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris” denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi.
2. Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar): Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi. Tedrisâtta ders kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu. Eğitim ve öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı. Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu. İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen Süleymâniye Tıp Medresesidir.
3. Dârülkurrâlar: Bu medreselerden câmi görevlileri yetişirdi. Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki darülkurrâlara devâm ederdi. Buralarda ilm-i kırâat ve ilm-i meharici’l-hurûf (tecvit ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve müezzin olurdu. Bu medreselerde; ilm-i kırâattan Ebû Muhammed Şâtıbî’nin Şâtıbî diye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si ve Cezerî’nin ona yazdığı Fethü’l-Vâhid adlı şerhi okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrayı Yıldırım Bâyezîd Bursa’da açmıştır. İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer dârülkurrâ bulunurdu. Bunlardan en önemlisi de Süleymâniye Dârülkurrâsı idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı.
Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de vardı. Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı.
Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:
Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri): Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid’in okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti iki yıldır. Okunan ders ve kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan: Şerh-i Ferâiz. Bu eserlerden Mutavvel ve Şerh-i Ferâiz’i tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i, başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı. Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merâh;Nahv’den Avamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitaplarını; Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâlî, Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvih gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu.
Otuzlu Medreseler (Miftah Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i Miftâh’ın okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan bir seneden daha aza düşürülmüştür. Bu medreselerde okutulan ders kitapları: Fıkıh’tan: Tenkîh ve Tavzîh; Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrîd;Hadis’ten: Mesâbih kitaplarıydı. Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrid’i, Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar; Sadr-us-Şeria’yı, Kitab-ı Bûyu’a kadar; Şerh-i Miftah’ı, Mebâhîs-i İcâb ve İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i iki kere okuturlardı.
Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl arasında değişirdi. Sonradan bu müddet azaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm; Usûl-i Fıkıh’tan; Tavzîh (Teftezânî); Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria, Meşarik; Hadis’ten; Mesâbih (Begâvî) okutulurdu. Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’den Şerh-i Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan Hidâye ile İbn-i Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Bu eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından Kitâb-ı Büyu’a kadar; Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf’ın, Vücud ve İmkân bahsinden İrâz bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın bir kısmı ve Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri okutulurdu.
Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Hâriç Medreseleri:Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye; Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten, Mesâbih (Begâvî) okutuluyordu. Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri bir yılken sonra altı aya indirildi. Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar: Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh; Hadis’ten, Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Buhârî’nin birinci cildi; Hidâye’nin “Kitab-ı Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a kadar olan bölümü ve Telvîh baştan Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu.
Sahn-ı Seman Medreseleri: Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu medreselerde şu ders kitapları okutuldu. Fıkıhtan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten; Sahih-i Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Sahih-i Buhârî’yi baştan sonuna kadar; Hidâye’nin Kitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmını ve Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu.
Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin tahsil müddeti bir senedir. Fıkıhtan, Hidâye ve Şerh-i Ferâiz;Kelâm’dan; Şerh-i Mevâkıf; Hadisten, Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh okutulan belli başlı eserlerdir. Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini; Hidâye’nin, Kitâb-ı Büyû’dan Kitab-ı Şufaya kadar olan kısmını; Telvîh’ten Mebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi.
Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: Allame Şemseddin Semerkandî’nin Eşkâlü’t-Te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri; Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefin Muhtasar fi’l-Hisâb isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye) adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali Kuşçu’nun Risâle-i Muhammediye adlı eseri; Hey’et (Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i Fethiyesi okutulurdu. Ayrıca Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına yazdığı şerhler okutulurdu. Kadızâde-i Rûmî, Hocası Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi İstihraci’l-Ceyb Derece Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır. Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve İlm-i Hikmet de okutulurdu. Osmanlılarda tıbba dair ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe yazılmıştır. Bundan sonra 1397’de Ahmed-i Dâî’nin Kitab-ı Tıb eseri ile aynı tarihlerde Ahmedî’nin Müntehabât-ı Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin Mukbil’in Kitab-ı Tıbb’ı, Dâvûd-i Antakî’nin Tezkire-i Antâkî’si ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb isimli eseri yazılmıştır. Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir.
Medreselerdeki eğitim tarzı:Medreseler, umumiyetle, bir dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi. Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam vs. ilâve edilirdi. Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum tarafından yazdırılırdı. Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar gösterilirdi.
Medreselerde, bütün talebenin ortak ders yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı. Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dersânede işler, daha sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Medresede ders veren öğretim görevlisine “müderris” denirdi. Müderrisler, imtihânla seçilirdi. Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci” veya “muid” denirdi. Medresede ders gören talebelere de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”, “mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi. Medreseden imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi. İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı. Henüz muîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı.
Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri: İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye müesseseleri olduğu görülür. Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir. O devirde Osmanlı Devletine bu mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir. Bunun da sebebi; medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır.
İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi. Medreseler, bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi, modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu metod tatbik edilmiştir. Bu metoda göre medreseler, bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıf geçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı. Bu bakımdan medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp kısalırdı.
Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi. Ancak devlet memuru olabilmesi için belli bir yaş aranırdı. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmezdi. Bu durum, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı. Bu husus günümüzde de çok önemli kabul edilir. Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı yirmiyi geçmez. Medreselerde, günde beş saat, haftada dört gün ders yapılırdı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar devam ederdi. Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı. Haftanın Salı, Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı. Fâtih Kanunnâmesi’ne göre, medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı. Bu durum, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına, medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi.
Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu.
Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine; hüsn-i hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir. Bizim kültür ve medeniyet târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs. hep medreselerden yetişmişlerdir.
Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi. Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların da kurduğu pekçok medrese vardı. Bu durum, günümüz devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur.
Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi. Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir. Enderun-i Hümâyûn’a önceleri devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alındı. Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden geçirilerek seçilirdi. Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi. Bunlara önce sağlam bir İslâm terbiyesi verilir. Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi. Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl sürerdi. Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı. Daha sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir teşkilâta kavuşturuldu. Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler. Bu okullarda ders olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz, şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet dersleri okutulurdu.
Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir.
Osmanlı medreselerinin son zamanları ve kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir. Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı. Bilhassa Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı. Bu durum karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı. Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi demekti. Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı. Bu karar sonrası Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu yıkmağa uğraşmışlardır. Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği, medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile, yıkılmıyordu. Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar.
Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti. Elçi şifresinde; “Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır.”
İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı bulmuştur. Jöntürk adı verilen bu kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz. Jön Türkler). Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı. Medreseler 3 Mart 1924 târihli Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla tamâmen kaldırıldı.
(Bkz. Denizanası)
Alm. Sprachrohr (f), Fr. Mégaphone, İng. Megaphone. Sesi uzağa iletmeye yarayan bir âlet. İki ucu açık fakat bir tarafı gittikçe genişleyen konik şekildeki trampet gibidir. Küçük ağızdan konuşulan kelimelerdeki ses dalgaları, daha yüksek şiddette geniş ağızdan çıkar. Ayrıca, ses dalgalarının daha büyük enerji ile bir yönde yayılması için boynuzda bir kiriş vardır. Çeşitli ses frekanslarında iletim verimi, boynuz şekline (biçimine) bağlıdır. Akustik özellik bakımından hoparlöre benzer. Fakat hoparlörlerde insan sesi, bir titreşen diyaframla yer değiştirir.
Alm. Grössenwahn (m), Fr. Mégalomanie (f), İng. Megalomania. Bir kimsenin, kendi bedenî ve zihnî yeteneklerine, kudretine aşırı değer vermesi, kendini büyük görmesi hâli ile karakterize, psikiyatrik bir bozukluk. İnsanın gerek bedenî (vücudun iriliği, gücü, cinsel kudret), gerek zihnî ve sosyal değerini, olduğundan üstün, büyük görmek eğilimidir. Bu bozukluk, ya sâdece gerçek kabiliyetlerini mübalağa etmek şeklinde sınırlı kalır veya acayip, gülünç, ilgi çekici davranışlara yol açan büyüklük budalalığına kadar varır. Megalomani, gerek düşünüp tartma ve tenkit duygusunun zayıflamasıyla (özellikle felç ve yaşlılıktan ileri gelen bunama), gerek anormal bir ruh yapısı hastalığı sonucunda belirir. Gurur, kudret, asalet ve ihtiras düşüncelerinde artma olur. Megalomanyak hezeyanları olan kişi, kendini imparator, devlet başkanı, çok meşhur bir artist vb. olarak görebilir. Bu haller, Paranoia denilen akıl hastalığının belirtileri olarak ortaya çıkabilir.
Kıyâmete yakın gelerek, İslâmiyeti yeryüzüne hâkim kılacağı, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen zât. Peygamber efendimizin kızı hazret-i Fâtıma’nın oğlu hazret-i Hüseyin’in neslinden gelecek yâni Seyyîd olacak, Medîne-i münevverede doğacak ve Mekke-i mükerremede ortaya çıkıp tanınacaktır. İsmi Muhammed babasının ismi Abdullah olacaktır. İlimde ve evliyâlıkta derecesi çok yüksek olup, müceddid ve müctehid olacaktır. Kendi ictihâdı ile bir mezheb kuracaktır. Kuracağı mezhebin hükümlerinin, Hanefî hükümlerine uygun olacağını, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri haber vermektedir. Bütün Müslümanlar, hazret-i Mehdî’ye tâbi olacak ve yeryüzünün tamâmına hâkim olacaktır.
Hazret-i Mehdî’nin geleceğini ve yapacağı işleri haber veren hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Yeryüzü zulüm ve düşmanlıkla dolduktan sonra, benim Ehl-i beytimden mutlaka birisi çıkar. Dünyâ daha önce nasıl zulüm ve düşmanlıkla dolu ise, o; dünyâyı adâletle doldurur.
Ümmetim, bal arılarının beyleri etrâfında toplanması gibi, Mehdî’ye sığınırlar. O daha önce zulümle dolu olan dünyâyı adâletle doldurur. Uykuda olan uyandırılmaz ve bir damla bile kan dökülmez.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ benim neslimden, dişleri aralıklı, alnı açık, yeryüzünü adâletle dolduracak, malı ve mülkü insanlara bol bol ikrâm edecek bir evlâdımı gönderecektir. Zulüm ve fıskla dolu olan dünyâ, o geldikten sonra adâletle dolup taşacaktır. Mehdî’nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; “Bu Mehdî’dir. Sözünü dinleyiniz!” diyecektir.
Eshâb-ı kehf, (hazret-i) Mehdî’nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamânında gökten inecektir. Îsâ (aleyhisselâm), Deccâl ile harb ederken, (hazret-i) Mehdî, onunla (Îsâ aleyhisselâmla) berâber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamânında, her zamankinin aksine ve hesâbların tersine olarak, Ramazân-ı şerîfin on dördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.
İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik olacaktır.
İbn-i Hacer-i Mekkî Heytemî hazretleri El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmet-il-Mehdî kitabında şöyle buyurdu: “Mehdî, Ehl-i beytten olacaktır. Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelecektir. İsmi, Resûlullah efendimizin ism-i şerîflerinden, yâni Muhammed olacaktır. Babasının ismi de, Resûl-i ekremin mübârek babasının ismi gibi Abdullah olacaktır. Hazret-i Mehdî’nin alnı geniş ve dişleri seyrektir.”
Mehdî’nin alâmetlerini Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirmiştir. İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Alâmât-ül-Mehdî ve İmâm-ı Süyûtî’nin El-Bürhân kitabında, bu alâmetlerden iki yüze yakını yazılıdır.
Ali Müttakî Hindî hazretleri de Mehdî’yi Ahir Zaman adlı kıymetli eserinde, âhir zamanda hazret-i Mehdî’nin geleceğini uzun olarak anlatmaktadır. Bu kitapta, hazret-i Mehdî’nin birçok alâmetleri yazılmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1. Kıyâmet kopmadan önce, Mehdî muhakkak gelecektir. Ebû Sa’îd-i Hudrî’den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Benim ümmetimden Mehdî gelecektir. Ömrü uzasa da kısalsa da, altı, yedi, sekiz veya dokuz yıl saltanat sürecektir. Daha önce zulümle dolu olan dünyâyı, adâletle dolduracaktır...”
2. Hazret-i Mehdî, yeryüzünün zulüm ve fitnelerle dolu olduğu bir zamanda gelip, dünyâyı adâletle dolduracaktır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âhir zamanda, ümmetimin başına sultanlardan şiddetli belâlar gelir. Öyle ki, yerler Müslümanlara dar gelir. O zaman Allahü teâlâ, daha önce zulümle dolu olan dünyâyı adâletle dolduran, benim neslimden birisini gönderecektir. O zaman gökyüzü yağmur damlasını esirgemeyecek, yer de bereketlenecektir. O, dünyâda altı, yedi, sekiz veya dokuz yıl hüküm sürecektir.”
3. Hazret-i Mehdî’nin ismi Muhammed olup, hazret-i Fâtıma evlâdından olacaktır. Hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Mehdî’nin adı Muhammed’dir. Mehdî benim neslimdendir ve Fâtıma’nın evlâdındandır.”
4. Hazret-i Mehdî’nin özellikleri hakkında hadîs-i şerîfte, “Mehdî benim evlâdımdandır. Yüzü nûrlu, alnı açıktır. Burnunun üst tarafı yüksekçedir. Yeryüzünü adâlet ve doğrulukla doldurur. Nitekim ondan önce dünyâ, zulüm ve cefâ ile dolu olur...” buyruldu.
5. Hazret-i Mehdî gelmeden önce, fitne fesâd çok olacaktır. Hakem bin Uyeyne’den rivâyet edilir: O dedi ki: Ben Seyyid Muhammed bin Ali’ye dedim ki: “İşittiğimize göre sizden (Peygamberimizin soyundan) bir zât çıkıp, bu ümmet arasında adâlet yapacak.” O dedi ki: “Biz de insanların umduğunu ummaktayız ve ümid ediyoruz ki, dünyâda bir gün bile kalsa, Allahü teâlâ o günü uzatır, tâ ki bu ümmetin umduğu olsun. Ancak, ondan önce fitneler görülecektir. Bu fitnelerin içinde en şerlisi; bir kişinin mümin olarak akşama ermesi, ama sabah kâfir olarak kalkması, mümin olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşama ulaşmasıdır.”
6. O zaman açıkça Allahü teâlâyı inkâr eden kişiler çok olacaktır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Açıkça Allahü teâlâ inkâr edilmedikçe, Mehdî’ye bîat edilmez.”
7. Hazret-i Mehdî çıkacağı zaman, sünnetler unutulup, bid’atler yaygınlaşmış olacaktır.
Hadîs-i şerîfte; “Kıyâmete yakın müminlerin kalbi; ölüm, açlık, fitneler, sünnetlerin kaybolması, bid’atlerin yaygınlaşması, emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil-münkerin terkedilmesi gibi sebeplerle zayıfladığı zaman, benim evlâdımdan Muhammed bin Abdullah’la (Mehdî), cenâb-ı Hak, sünnetleri ihyâ eder. Onun adâlet ve bereketiyle, müminlerin kalbi ferahlar. Acem ve Arab milletleri arasında ülfet ve muhabbet yerleşir. Bu durum bir müddet devâm ettikten sonra, o vefât eder.” buyruldu.
Hazret-i Mehdî, Îsâ aleyhisselâmla buluşacak; Îsâ aleyhisselâm onun arkasında namaz kılacaktır.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Mehdî, bu ümmettendir ve Îsâ’ya imâm olacaktır.”
Kendisinde bu alâmetlerin hiçbiri bulunmadığı hâlde, târihte değişik zamanlarda Mehdî olduğunu iddiâ eden birçok kimse, çeşitli maksadlarla ortaya çıkmıştır. Bunlar bâzı câhilleri etraflarında toplamışlarsa da, İslâm âlimleri ve sâlih Müslümanlar tarafından bunlara lüzumlu cevaplar verilmiş, fitneleri önlenmiş ve isimleri unutulmuştur. Geleceği bildirilen Mehdî’nin alâmetleri meydandadır ve bunlar açıkça bildirilmiştir. Bu ölçülere göre ve alâmetleri belliyken hiç alâkası bulunmayan çeşitli kimseleri Mehdî sanmak ve Mehdî demek, doğru yoldan ayrılmak olur.
İslâmiyette evlenme esnâsında, erkek tarafından nikâhlandığı kadına verilen nikâh bedeli. Nikâh sözleşmesi ile kadının hak ettiği mal, ücret. Mehir, evlenecek erkeğin, hanımı olacak kadına vereceği altın, gümüş veya herhangi bir mal yahut bir menfaat demektir. Lügatta, “aşk, sevgi, şefkat, ücret” mânâlarına kullanılmaktadır. Mehir yerine, “fariza, sadaka, atiyye (ihsan), ecir (ücret), nıhle ve sadak” tâbirleri de kullanılmaktadır. Mehir, İslâmiyette kadın ve kadın haklarına verilen önemin misallerinden biridir. Başka inançlarda hakir-hor görülen kadın, çok defâ hiçbir sosyal hakkı olmadan ve kocasının dilediği her türlü fenalığı yapabileceği bir zavallı olarak telakkî edilip, bâzı din ve milletlerde de ancak zengin ve çeyizi (drohama gibi) olursa koca bulabilirken İslâmiyette, İslâm Hukûkunun teminâtı altında kendine tanınan bütün haklarına sâhip olarak kocasından ayrıca mehir de almaktadır. Allahü teâlânın kadına, nikâhtan dolayı verdiği bu mehir hakkı, kadının iktisâdî gücünü arttırdığı gibi dilediği kimseyi koca olarak seçme imkânını da kuvvetlendirir. Mehir, “başlık parası”, “rüşvet”, “haraç” vs. değildir. Mehir, nikâhlanan kadının şahsının hakkı ve malıdır. Bunun tasarrufu, yalnız kendisine ve kendisinin izin verdiklerine mahsustur. Kızın babasının veya diğer yakınlarının dâmattan, nikâhtan dolayı kendi şahısları için, herhangi bir mal, para, menfaat istemeleri ve almaları İslâmiyette kesinlikle yasaktır. Mehiri, kız babası alıp kullanamaz. Ancak kızının çeyizine harcayabilir.
İslâmiyette evlenecek erkek ile kadın arasında yapılan nikâh sözleşmesinde üç şartı yerine getirmek farzdır. Yâni, Allahü teâlânın kesin emridir. Bunları da, evlenecek erkek veya kadından birinin önce teklif etmesi (îcab), karşı tarafın da bu teklifi (kabûl) etmesi ve bu sözleşmenin Müslüman (iki şahit) huzurunda yapılmasıdır (Bkz. Evlenme). Mehir, nikâhın şartı değildir. Mehir söylenmeden ve hattâ mehir vermemek şartı ile nikâh yapmak sahihtir, geçerlidir. Şart, geçersiz olur. Fakat erkeğin, kadına mehir vermesi, mutlaka lâzımdır. Bir kul borcudur. Bu borcu Allahü teâlâ tâyin etmektedir. Kur’ân-ı kerîmde Nisâ sûresi 24. âyetinde meâlen; “Onlardan (kadınlardan) hangisiyle evlenip temas ettiyseniz mehirlerini takdir edildiği şekilde veriniz!” buyruldu. Bakara sûresi 236. âyetinde meâlen; “(Evlendiğiniz) kadınları (zengin olanlarınız kudretleri miktarınca, fakirleriniz de hâlince olmak üzere, aranızda veya beldenizde) bilinen, takdîr olunan bir mehir ile faydalandırınız!” buyruldu. Diğer başka âyet-i kerîmelerde de meâlen buyruldu ki:
“... Onları (kadınları) sâhiplerinin izniyle kendinize nikâhlayın. Mehirlerini de güzelce verin...!” (Nisâ sûresi: 25)
“Ey peygamber, mehirlerini verdiğin zevceleri (evlendiğin hanımları)... sana helâl kıldık.” (Ahzâb sûresi: 50)
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Mehir vermemek niyetiyle nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr olunacaktır.”buyurdu.
Mehir iki kısma ayrılır:
1. Mehr-i Muaccel: Verilmesi acele olan mehirdir. Bunun verilmesi nikâh yapılınca vâcib olur. Yarısı veya hepsi, bâzı şartların gerçekleşmemesi hâlinde sâkıt olabilir. Kadın ayrılmaya sebep olan bir şey yaparsa, meselâ irtidâd eder, İslâm dininden ayrılır veya (hurmet-i musâhere) ye sebep olursa, mehr-i muaccelin hepsi sâkıt olur, verilmez. Erkek boşarsa veya ayrılığa sebep olanı yaparsa, yarısı sâkıt olup yarısı verilir.
2. Mehr-i Müeccel:Verilmesi gecikebilen, sonra olabilen mehire denir. Bunun miktarı, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden biri hâsıl olunca vâcib olur ve hiçbir sebeple azalmaz. Mehr-i müeccelin verilmesini vâcib kılan üç şey, vaty (cinsi yakınlıkta bulunmak), halvet (bir evde yalnız olarak bir arada kalmak) ve ikisinden birinin ölmesidir. Bu üçünden biri hâsıl olunca, ödenmemiş muaccel mehr de sâkıt olmaz ve azalmaz. Vaty veya halvet hâsıl olunca, bütün mehr nikâhta kararlaştırılan vakti gelince veya ayrılık hâlinde tam olarak ödenir. Zevce ölünce, zevcenin vârislerine verir. Zevc ölünce, mirâsından zevcesine verilir.
Her iki mehir, nikâhta bildirilmedi ise, (Mehr-i misil) verilmesi lâzım olur. Mehr-i misil, kadının baba tarafından akrabasına verilen kadar olan mehire denir. Mehir vermemek şartı ile yapılan nikâh geçerli olup, kocanın mehr-i misil vermesi, lâzım olur.
Nikâhlanan kadın, mehrini kocasına, ölmüş ise vârislerine hediye edebilir. Kadının babası, kızının mehirini dâmâdına hediye edemez.
Mehrin değeri on dirhem gümüşten az olmaz. Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki: “Mehrin en az miktarı, on dirhem gümüştür.” Mehrin çoğu için sınır yoktur. Erkek ve kadının aralarında anlaşarak tâyin edilen miktar adedince olur. Bugün gümüş para kullanılmayıp altın karşılığı olan kâğıt liralar kullanılmaktadır. Bunun için on dirhem, yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal (beş gram, yâni üçte iki lira) altından az olamaz. Mehrin bir altından az olmaması, Fârisî Cevâhir-ül-Fıkhkitabında da yazılıdır. Daha az söylenirse, yine bir altın liranın üçte ikisi veya bu değerde söylemiş olduğu bir malı verilir.
Osmanlı Devletinin Dârüssâde Ağalarından (İstanbul Vâlilerinden). Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Bıraktığı eserlerle tanınır. Yaptırdığı câmi avlusunda türbesi vardır. Vefâtına; “Mehmed’in ide pür-nûr kabrin ol Hadi” beytiyle târih düşürülmüştür. Vefât târihi Hicrî 999 (M.1591)dur.
İstanbul’da Çarşamba ile Draman arasında kendi ismi ile anılan câmi, Üçüncü Murâd Han (1574-1595) zamânında 1585’te Mîmâr Dâvûd tarafından yapılmıştır. Câminin avlusu yanında bir de sebili vardır. Ayrıca câminin karşısında bir Halvetî Tekkesi, Dârülhadîs ve yanında çifte hamam bulunmaktadır. Bu eserlerden bugün, yalnız câmi ve hamam faâliyette olup, diğerleri ortadan kalkmıştır. Arsası odun deposu yapılarak, hayır sâhibi Mehmed Ağaya büyük bir saygısızlık gösterilmiştir. Mehmed Ağanın bunlardan başka, Parmakkapı karşısındaki sebil, Divanyolu’nda ve Hoca Rüstem Mescidi karşısında bir medresesi, Üsküdar’daki iki mescidi bıraktığı eserler arasında en önemlilerindendir.