MEDENİYET

Alm. Zivilization, Fr. Civilisation, İng. Civilisation. Memleketleri îmâr ederek, insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzûra kavuşturmak. Medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir. Medîne, “şehir” demektir. Medeniyetin çok çeşitli târif ve îzâhları yapılmıştır.

İnsanlık târihi boyunca yeryüzünde iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının medeniyetleridir. Günümüzde meşhur olarak bilinen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünyâ hayat anlayışlarının bir görünüşüdür. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır, bâzı insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) hulûl ettiklerinden bu krallar yarı tanrı kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar: Asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dînî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür ve bâzılarında orta malı şeklinde düşünülürdü.

Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsâbakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “glatyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliği olarak tezâhür etmiştir. Böyle cemiyetlere medenî denilemeyeceği meydandadır.

İlâhî dinlerden olan ve Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyânın çeşitli yerlerine yayılan Hıristiyanlık dînine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise Hıristiyan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i Îsâ’nın göğe çekilmesinden çok kısa bir zaman sonra Yahûdîlerin tertip ve teşvikiyle bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve Avrupa krallarının müdâhaleleriyle daha çok bozulmuş, anlaşılmaz, karmakarışık merâsimlerden ibâret bir din hâline gelmiştir. Bu hâliyle papaların elindeki Hıristiyanlık, mensuplarını dâimâ ilerletecek bir dinamizmden mahrum, sosyal hayâtı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı olgunlaşıp yükseltici yol ve usûllerden habersiz olarak cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sınâî, sıhhî, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Ortaçağ Avrupası; puthâneye döndürülmüş kiliselerle zâlim derebey ve kralların şatoları ve sarayları etrafında binbir çeşit hurâfeyle doldurulmuş kafalar; adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardımseverlikten mahrum katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşî insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı, hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil; ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü; kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Müslümanlar İspanya’yı fethederek burada bir İslâm medeniyeti kurdular. Haçlı Seferleri sonunda Avrupalılar, önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocaladılar. Sonra yavaş yavaş uyanarak çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye; İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerini eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmağa çalıştılar. Bu hal, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defâ eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre tekrar yazıp yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara “rönesans”, Hıristiyanlık dîninde yaptıkları yeni değişikliklere de “reform” adını verdiler.

Böylece Avrupa’da; gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru hâline gelen bir kilise hayâtı ortaya çıkarken, öte yandan, rûhî açıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışlarıyla maddî refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanâyileşme başladı. Fransızların dünyâya övündükleri Versay (Versailles) Sarayında bir hamam bile yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan sonra, krallarda, asillerde ve halkta da yaygındı. Hattâ papazlar yıkanmaya karşı gelerek sırtlarındaki kir kalınlığına göre birbirlerini derecelendirirlerdi. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar.

Günümüz dünyâsında bir Hıristiyan medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın, Hıristiyan denilen milletlerde bir fantazi ve tesellî kaynağı olarak kabul ettikleri üç tanrı inancı (teslis), bir süs eşyâsı olarak taşıdıkları haçlarla her türlü eğlencelerinin sembolü hâline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak hergün süratle artan ahlâkî çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?

Medeniyet tasnifleri içinde, her bakımdan mükemmelliğe erişmiş, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran hiç kusursuz olan İslâm medeniyetidir. İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vâzettiği îmân, îtikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayâtı, idâre prensipleri ve dünyâ nîmetlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyâya hitâbeden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamânı (çağları) peşinde sürükleyen, insanlık târihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için İslâmiyeti doğru bilgilerle iyi öğrenmek ve tanımak şarttır.

İslâm âlimleri medeniyeti “tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde târif etmişlerdir. Bu târif kısaca: “Beldelerin îmâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması; insanların da rûh, madde, fikir ve ahlâk bakımından yükselmesidir.”

İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sâhibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullah’ın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi onların içinde mevcuttur.

Müslümanların târih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saâdettir. O devirdeki İslâm medeniyeti sonra gelen Müslüman milletlerin daha çok benzemek için çırpındıkları ötelerin ötesindeki bir nurlu idealleri olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya’da Gürgâniye, Harezmşahlar gibi meşhur Müslüman milletler ve Müslüman Türkler, bugün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan İslâm medeniyeti cihânşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, İslâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve İslâmiyete tam uyma derecelerine göre farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türklerinin bâzı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyâya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümûnesi göstermişler, buna da Türk-İslâm Medeniyeti adı verilmiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul’da yaşayanlar da, sembol insanı olmuştur.

Günümüzde bütün dünyâ milletleri bu medeniyetin hayranlığını dile getirmekte, dünyâdaki pekçok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları insanlığın günlük hayâtından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için, bu medeniyeti incelemektedir. Anlayabildiklerini başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sâdece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabul etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sâhip cemiyetler vardır. Medeniyet için her iki unsurun gerektiği kadar ve ölçülü bir şekilde mevcudiyeti şarttır. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmak olur. Halbuki bunlara sâhip olan eşkiyâlık da yapabilir.

İnsanoğlu giderek dünyâyı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refahı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyânın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bütün dünyâda inançların giderek unutulmaya yüz tutması sebebiyle, mânevî değerlerin zayıflaması, çeşitli buhranlara ve sıkıntılara sebep olmaktadır. Medeniyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması teknolojiyle inancın birbiriyle çok iyi bir şekilde telif edilmesine bağlıdır. Maddî sahadaki gelişmeler gibi sâdece mânevî sahadaki gelişmeler de kâfi değildir. Astek medeniyeti, İspanyolların silâhlarına tahta kılıçla mukâbele etmesi sebebiyle çökmüştür. Kezâ “hamam medeniyeti” diye de tâbir edilen Roma medeniyetinin yıkılışı da ahlâksızlığı sebebiyle olmuştur. Müslümanlar, İslâmiyeti götürdükleri yerlere, İslâmiyetin gereği olan medeniyeti de berâber taşımışlar, insanlarının refah, huzur içerisinde kardeşçe yaşamasını sağlamışlardır. Bu medeniyetin bir parçası olan sanat dalında o bölgelere yollar, köprüler, hamamlar, kervansaraylar, ibâdethâneler, çeşmeler, su kanalları yapmışlardır. İslâm sanatı, Müslüman milletlerin ortaya koyduğu ortak bir sanattır. İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhirette huzur içinde yaşamasını isterken ondaki güzellik duygularını ve sanat merâkını da ortaya çıkarır. İslâm sanatları içerisinde mîmârî, edebiyat, minyatür, kitap süsleme, tezhip, el sanatları, hüsn-i hat, ağaç ve mâden sanatları, çinicilik, kakma, oyma çok ileri gitmiştir. Müslümanlar her gittikleri yerlerde mîmârî eserler yaptırmışlardır. İspanya’daki Kurtuba Câmii, işgal altında bulunan Mescid-i Aksa Câmii, İstanbul’daki Süleymâniye, Edirne’deki Selimiye câmileri İslâm mîmârî sanatının bir şâheseridir. İslâm sanatı Emevîler zamânında başlamış, Abbâsî, Fâtimî, Eyyûbî, Memlûk, Selçuklu şeklinde gelişerek nihâyet Osmanlılın doğu sanatlarıyle batı sanatlarını sentez etmesiyle yüksek ve geniş kubbeli direksiz câmiler, yüksek kemerli köprülerle zirveye ulaşmıştır. Bugünkü modern mîmârî sanatı, Osmanlı mîmârî sanatını örnek almıştır. Osmanlı mîmârî sanatına paralel olarak Hindistan-Türk mîmârî sanatları da çok ileri gitmiştir. Şah Cihan’ın yaptırdığı Taç Mahal, bu eserlerin en muhteşemidir. İslâm dünyâsında yetişen âlimler de, birçok ilmin kurulmasına önderlik yapmışlardır. İmâm-ı Şâfiî hukuk usûlünün, İmâm-ı Muhammed devletler hukûkunun, İbn-i Haldûn târih sosyolojisinin, İbn-i Heysem fizik ve optik kısmının, Harezmî cebirin, Cezeri sibernetiğin temellerini atmışlardır. Yine yetişen binlerce âlimin yazdığı sayısız kitaplar, asırlarca ilim âlemine ışık tutmuş medeniyetin yükselmesine yardımcı olmuş hattâ Avrupa bunlara sâhip çıkmış ve kendi adamlarına mâletmiştir.

Bugün de dînimizi iyi öğrenip, onu doğru anlamaya, ona uymaya çalışırsak maddî ve manevî sahada en yüksek bir medineyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır.  Yüce milletimizin bu konudaki târihî mirasından doğan tâlihi, hiçbir millette yoktur.

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE

Arabistan Yarımadasında, Hicaz bölgesinde bulunan meşhur iki mübârek şehirden biri; İslâm Devletinin ilk başşehri. Hicaz’da bulunan ikinci mübârek şehir Mekke’dir. İkisine berâber “Haremeyn” ve “Hicaz”da denir. Son Peygamber hazret-i Muhammed Mekke’den çıkarak Medîne’ye hicret etmiş, burada ilk İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimizin kabr-i şerîfleri ve Mescid-i Nebî de bu şehirde bulunmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Medîne-i münevvere yâni nurlanmış şehir ismiyle anılır. İlk halîfeler zamânında İslâm devletinin idâre merkeziydi.

Medîne yeryüzünün 25° 20’ kuzeyi ile 37° 03’ doğu meridyeni arasında olup, Mekke’nin dört yüz kilometre batısında ve Kızıldeniz’in yüz kilometre güneyinde bulunan çölün bittiği yerde, güneye doğru uzanan az dalgalı, bir ovanın eteğindedir. Medîne’nin kuzeyinde ve dört beş kilometre uzağında Uhud; doğusunda Taberiye; güney doğusunda Ayr Dağı bulunmaktadır.

Medîne; Hicaz’da, Akik, Batıhan, Mehzur, Müzeynip, Kanat gibi vâdilerin güzelliği, tatlı sulu kuyu kaynaklarının bolluğu ile tanınır. Medîne’nin suları, güneyden ve Harre mevkilerinden çıkar. Medîne’ye çok yağmur yağar yağmurların sellere sebebiyet verdiği çok olur. Medîne arâzisi çok verimli ve zirâata elverişlidir. Medîne’de lahana, karnıbahar, pırasa ve enginardan başka, her çeşit sebzeyle karpuz, kavun, şeftâli, incir, limon, turunç, acur, üzüm, elma, nar, muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Hava raporlarına göre Medîne’nin en soğuk ayı aralık olup, bu ayda ısı ortalaması (10-11) derecedir. En sıcak ay ise, temmuz ayı olup bu ayda ısı ortalaması (32) derecedir.

Medîne’nin isimleri: Târihî kayıtlara göre Amâlika kavminden, Medîne’ye ilk önce gelip yerleşen kimsenin ismi Yesrib olduğundan, Medîne, o zamandan îtibâren bu isimle anılmıştır. Yesrib, lügatta “fesad, ayıplanmış, cimri” mânâlarına geldiğinden, peygamberimiz, halkın Medîne’ye Yesrib demelerini hoş görmemiş, O, “Medîne’dir.”demiştir. Peygamberimiz; “Medîne’ye bir defâ Yesrib diyen kimse, on defâ Medîne desin!”, “Medîne’ye Yesrib diyen kimse, Allah’tan af dilesin! O, Tâbe’dir.” demiş ve “Allah’tan af dilesin!” sözünü de üç defâ tekrarlamıştır.

Medîne’nin; Tâbe, Tayyibe, Âsıme, Dârul-Îmân, Dârüs-Sünnet, Bârreh, Beytür-Resûl, Habîbe, Mahbûbe, Dârül-Ebrâr, Dârül-Hicre, Dârüs-Selâm, Dârül-Feth, Mehfûza, Harem-i Resûl, Medînet-ür-Resûl (Peygamber Şehri) gibi birçok isimleri vardır. İslâm târihi yazarlarından Semhûdî, Vefâ adıyla yazdığı kitabında; “İsim çokluğu, isim sâhibinin şerefliliğine delâlet eder.” dedikten sonra, çeşitli kaynaklara dayanarak, Medîne’nin doksan dört ismini sayar ve bunlar hakkında geniş açıklama yapar. Ayrıca, Medîne’nin Tevrât’ta kırk isminin bulunduğunu da bildirir.

Peygamberimiz, Tebük Gazâsından dönerken Medîne görününce; “İşte Tâbe!” demiş, Tâb ve Tayyibe isminin, Medîne’ye Allahü teâlâ tarafından verildiğini açıklamıştır. Peygamberimiz, İsrâ ve Mi’rac hâdisesini anlatırken de şöyle buyurmuştur: “Burak’a bindim. Yanımda Cebrâil de bulunuyordu, gittim. Cebrâil, in ve namaz kıl! dedi. Kıldım. Nerede namaz kıldın biliyor musun? Tayyibe’de kıldın ve oraya hicret edeceksin!” Medîne’nin haremliği ve dokunulmazlığı hakkında Peygamber efendimiz; “Her peygamber için, bir Harem, dokunulmaz bir yer vardır. İbrâhim aleyhisselâm Mekke’yi haremleştirdiği gibi, ben de Medîne’nin iki kara taşlığı (Ayr ve Sevr tepeleri) arasını haremleştirdim. Onun otları biçilmez, ağaçları kesilmez, orada çarpışmak için silâh taşınmaz. Orada kötü bir âdet çıkarana veya o âdeti çıkaranı evinde barındırana Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun! Onun, ne tövbesi, ne de fidyesi kabûl olunur!” buyurmuşlardır. Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî; Mekke-i mükerremede Mescidil-Harâmdan sonra dünyânın en kıymetli yeridir. Mekke-i mükerreme ayrıca Müslüman devletin ilk başşehridir.

Medîne târihi: Tufan olayından sonra, hazret-i Nûh neslinden Amâlika kavmi; Hicaz’da, Mekke’de ve Medîne’de yerleşmişler, ilk önce ev bark yapmak, hurma yetiştirmek sûretiyle Medîne’yi de onlar kurmuş ve îmar etmişlerdir.

Buhtunnasar, Beytül-makdis’i (Kudüs’ü) yıkıp ahâlisini sürüp İsrâiloğullarını esir ettikten sonra, İsrâiloğullarından bir topluluk, Hicaz’a giderek Vâdilkurâ’da, Teymâ’da ve Medîne’de yerleştiler. O zaman, Medîne’de Amâlika’nın kalıntıları ile Cürhümîlerden bir kavim yaşamaktaydı. Bunlar, Medîne’de hurmalıklar ve tarlalar meydana getirmişlerdi. Yahûdîler de orada yerleşmeye ve gittikçe çoğalmaya başladılar. Yahûdîler, günden güne azalan Cürhümîlerle Amâlikalıları zamanla Medîne’den sürüp çıkardılar; onların mallarını, mülklerini ele geçirdiler.

Yemen’deki Me’rib Seddini (Barajını) ilk önce, fâreler oymaya başlamış, sonra da Allahü teâlâ, dehşetli bir sel gönderip bu seddi yıkmıştır. Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 15-17. âyetleri bu seddin yıkılış sebebini îzâh etmektedir.

Evs ve Hazreclilerin ataları, Me’rib Seddi yıkılıp yurtları seller altında kaldıktan sonra Medîne’ye gelip yerleştiler. Medîne’ye gelen ve önceleri, Medîne’nin dış kısımlarında yerleşen Evs ve Hazrec kabîlelerinden Hazrec’in büyük babası Sa’lebe bin Amr, sayıca çoğalıp kuvvetlenince, Yahûdîleri Medîne’den çıkardı. Şehre kendi kavmini yerleştirdi. Bu defâ da Yahûdîler, Medîne’nin dış kısmında yaşadılar.

Evs ve Hazrec adlı bu iki büyük kabîle, Hârise bin Sa’lebe’nin oğulları idi. Annelerinin ismi Kayle olduğu için, Kayleoğulları diye de anılırlardı. Târihî silsile cetvelinde görüleceği üzere Medîne’de ikâmet eden Hazrecliler kavmi Resûlullah efendimize, dedesi cihetinden Abdülmuttalib’in annesi “Selmâ, Âmir bin Zeyd’in kızı olduğundan, Hazreclilerle Resûlullah efendimizin akrabâlıkları târihen sâbittir. Ayrıca, “Neccârîler” Peygamber efendimizin dayıları olmaları sebebiyle şerefleri daha fazladır. Peygamber efendimiz, babası hazret-i Abdullah cihetinden mekkeli ise de, annesi hazret-i Âmine tarafından Medînelidir. Bununla berâber gerek annesi hazret-i Âmine’nin nesebi, gerek babası hazret-i Abdullah’ın nesebi Kusay bin Kilâb’ta birleşmektedir. Ayrıca Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret buyurduklarında evlerinde misâfir kaldıkları hazret-i Hâlid Ebû Eyyûbel Ensârî de Hazrec kabîlesinden olup, o da Resûlullah efendimizin akrabâsıdır.

Evs ve Hazrec kabîleleri, iki kardeşten üreyip, çoğalmış oldukları halde aralarında sık sık anlaşmazlıklar çıkar, kılıçlara sarılırlar, birbirleriyle çarpışırlardı. Yahûdîler de, bunları birbirine düşürmek için, aralarına fitne sokmaktan geri durmazlardı. Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki çarpışmaların sonuncusu Buâs çarpışması idi ki, hicretten beş altı yıl önce olmuştu. Hazret-i Âişe’nin buyurduğu gibi, hicret sırasında Evs ve Hazrec kabîlelerinin toplulukları dağılmış, en asil ve şerefli adamları öldürülmüş veya yaralanmış bulunuyordu.

Medînelilerden altı kişilik bir kâfile, Mekke’de Akabe denilen yerde Peygamberimizle buluşup Müslüman oldukları zaman, Peygamberimize şöyle demişlerdi: “Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahûdîlere) karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde, geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allahü teâlâ, onları da senin sâyende bir araya toplar. Biz, hemen Medîne’ye dönüp onları da senin buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri, onlara da anlatacağız. Eğer Allahü teâlâ, onları bu din üzerinde toplar, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz!”

Bundan sonra Medînelilerden on iki kişilik ikinci kâfile, Mekke’ye gelip Akabe’de Peygamberimize îmân ve bîat etti. Peygamberimiz, Mus’ab bin Umeyr’i, Kur’ân-ı kerîm ve din muallimi (öğretmeni) olmak üzere onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Ayrıca Abdullah bin Ümmül Mektûm’u da gönderdi.

Nübüvvetin 13. yılında Akabe’de Peygamberimize îmân ve bîat eden Medîneliler 73 erkek ve 2 kadındı. Bu zamanda Medîne’de hemen hemen Peygamberimizin ismi anılmayan ev kalmamış gibiydi.

“Hiçbir şehir, kolay kolay fetholunmamıştır. Medîne ise, Kur’ânla kolayca fetholunmuştur” sözü bir vâkıayı, bir gerçeği ifâde etmektedir. Bununla berâber, hicret gerçekleşmeden önce Medîne’de Peygamberimize henüz îmân ve bîat etmemiş olanlar da vardı. Medîneli Müslümanlara “Ensâr” denir. Ensâr, Evs ve Hazrec kabîlelerine mensup Müslümanların herbirine verilen bir isimdir. Gaylan bin Cerir’in “Siz, öteden beri mi Ensâr ismiyle anılırdınız, yoksa bu ismi size Allahü teâlâ mı koydu?” sorusuna, Enes bin Mâlik; “Evet, bize bu ismi Allahü teâlâ koydu.” demiştir. Kur’ân-ı kerîmde Ensâr hakkında meâlen şöyle buyurulur: “Muhâcirlerle Ensârdan ilk önce, İslâmiyeti kabul ile başkalarını geçenler ve onlara ihsân ile tâbi olanlar var ya, Allah, onlardan râzı oldu. Onlar da Allah’tan râzı oldular. Onlar için, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe sûresi: 100)

Hicret olayı ve Medîne: Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri üzerine yol arkadaşı hazret-i Ebû Bekir ile Mîlâdî 622’de Mekke’den Medîne’ye hicret etmek üzere yola çıktılar. Rebî’ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü, Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. Peygamber efendimiz burada üç gün kaldılar ve Kubâ Mescidini yaptılar. Bu mescitte ilk Cumâ namazını kıldılar ve hutbe okudular. Bu mescid günümüze kadar gelmiştir. Hicrî 655, 671, 733, 840, 877, 881 yıllarında ve son olarak Hicrî 1244’te Osmanlı pâdişâhlarından İkinci Sultan Mahmud tarafından yıktırılıp yeniden yaptırılmıştır. Mihrap, kubbe, tak ve kuyu üzerindeki kitâbeler de o zaman yazdırılmıştır.

Peygamberimiz, Kubâ’dan Medîne’ye hareket etmek istediği zaman, dedesi Abdülmuttalib’in dayıları olan Neccaroğullarına haber gönderdi. Onlar da silâhlanıp geldiler. Peygamberimizle hazret-i Ebû Bekir’e selâm verdiler ve; “Emniyetiniz sağlanmıştır. Sizlere yardımcı olarak geldik, develerinize bininiz!” dediler.

Cumâ günü, güneş yükselince, Peygamberimiz, devesi Kusvâ’ya bindi. Hazret-i Ebû Bekir arkasında, Neccaroğullarının yiğitleri de sağ ve sollarında olduğu halde Kubâ’dan yola çıktılar.

Peygamberimiz, Kubâ’dan çıkıp Ensâr (Medîneli Müslümanlar) ın evlerinin önlerinden geçerken onlar, Kusvâ’nın önüne geriliyorlar: “Yâ Nebiyyallah! Yâ Resûlallah! bizde kuvvet, cemâat ve servet var! Bize buyur bize!” diyerek yardım ve himâye vâdinde bulunuyorlar. Peygamberimiz de gülümsüyor: “Allah, onları size hayırlı ve mübârek kılsın!” diyerek duâ ediyor ve; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur!” diyordu.

Peygamberimiz, Medîne’nin içine doğru ilerlediği zaman, Medîne sevinçten çalkalanıyordu. Erkekler, kadınlar, evlerin üzerlerine çıkmışlar; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş, “Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!” diyerek bağırıyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda, “Resûlullah geldi! Allahü ekber! Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi!” diyorlardı. Habeşîler de sevinçlerinden, harbelerle kılıç kalkan oyunları oynuyorlardı. Kadınlar ve çocuklar, bir ağızdan:

“Vedâ yokuşundan doğdu dolunay bize! Allahü teâlâya yalvaran oldukça şükretmek gerekir hâlimize.

Ey bize gönderilen Peygamber! Sen

Boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize!” diye şiirler okuyorlardı. Bu günün kıymetini anlatmak bakımından Enes bin Mâlik; “Ben, Resûlullah’ın Medîne’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim!” demiştir. Peygamberimiz, hazret-i Ebû Eyyûbel Ensârî’nin evinde altı ay kaldılar. (Bkz. Hicret)

Peygamberimizin Medîne’de icraatları: Peygamberimiz Medîne’de önce “Mescid-i Nebevî”yi yapmıştır. Bu mescid, dörtgen şeklinde yükseltilen dört duvarla bir mihrap ve üç kapıdan ibâretti. Peygamberimizin âileleri için mescidin yanına kerpiçten iki oda yapıldı ve bu odaların üzerleri hurma kütüğü ve dallarıyla tavanlandı. Âişe’nin (radıyallahü anhâ) odasının kapısı mescide giden yola doğru idi. Peygamberimiz, başka hanımlar ile evlenince oda sayısı arttırıldı. Peygamberimizin odasının örtüsü, servi ve ardıç kütüğü üzerine gerilmiş bir kıl dokumadan ibâretti. Oturduğu sedir, kuru ağaçlar, hurma lifi ile birbirlerine sıkıca bağlanmak sûretiyle yapılmıştır. Bütün eşyâsı çok sâdeydi. Gösterişten uzaktı.

Mescidin kuzey duvarında, hurma dalları ile bir gölgelik ve sundurma da yapılmıştı ki, buna Suffa denirdi. Burada “Ehl-i Suffa”, yâni Medîne’de kavim ve kabîleleri, evleri barkları bulunmayan, mescidin sofasında yatıp kalkan fakir sahâbiler kalırlardı. Ehl-i Suffa, geceleri namazla, Kur’ân-ı kerîm okumakla ve ders görüp ilim öğrenmekle geçirirler, gündüzleri de su taşır, odun toplayıp satarlar ve bunun parası ile yiyecek alırlardı. Suffa, ilim öğrenme yeriydi. Peygamber efendimiz mescidde vaaz eder, namazı Ehl-i Suffa ile kılardı. Kur’ân-ı kerîm öğreten hâfızlar, Ehl-i Suffa’ya Kur’ân-ı kerîmi tecvit ile kırâat ve tâlim ettirirlerdi. Burası sonradan medreselere model, olmuştur. Ehl-i Suffa’dan Ebû Hüreyre ve Selmân-ı Fârisî gibi yüksek ilim sâhibi sahâbîler yetişmiştir.

Peygamberimiz, Medîne’de Müslümanlar arasında selâmlaşmayı, aralarında müsâfehalaşmayı teşvik etmiş, Mekkeli Muhâcirlerle Medîneli Müslümanlar (Ensâr) arasında kardeşlik bağları kurmuştur. Peygamberimizin ikişer ikişer birbirleriyle kardeş yaptığı Müslümanların sayısı, ellisi Muhâcirlerden, ellisi Ensârdan olmak üzere yüz kişiydi. Bunların arasında kurulan kardeşlik, maddî mânevî yardımlaşma ve birbirlerine çoluk çocuklarından önce vâris olma esâsına dayanıyordu. Sonradan gelen bir âyetle bu şekilde vâris olma durumu ortadan kaldırılmıştır. Bunun sebebi, yurttan, yuvadan, kavim ve kabîleden ayrı düşmenin Muhâcirlere verdiği garipliği, mahzunluğu gidermek; Mekkelileri Medîne’ye ve Medînelilere ısındırmak, kendilerine destek ve kuvvet kazandırmak gâyesini güdüyordu. Muhâcirlerle Ensâr arasında sıkı bağlarla kurulmuş olan bu kardeşlik daha sonra, gelişmiş, kaynaşmış ve ilk İslâm devletinin temellerinin atılmasına sebep olmuştur. Netîce olarak da, bundan sonra Peygamber efendimiz Medîne İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimiz, Medîne İslâm Devleti için dünyâda ilk defâ olmak üzere elli beş maddelik bir Anayasa hazırlamıştır. Yabancı devletlere elçiler gönderip onları Müslüman olmağa dâvet etmiştir. Bu Anayasa, Medîne’nin bütünleşmesini temin etmiş ve Peygamberimizin son zamanlarında bütün Arabistan’ı kuşatan bir yayılmaya zemin hazırlamıştır.

Peygamberimiz Medîne’de ayrıca çarşı pazar işlerini düzene koymuş, ticârî hayâtı Yahûdîlerin tekelinden alarak, Medîneli Müslümanların zenginleşmesine yardımcı olmuştur. Alım-satımda fâizi önlemiş, ticâretin bereketli olmasını sağlamıştır. Medîne’de, Müslümanların ilim öğrenmelerini emretmiş, ilim öğrenenlerden en ehliyetlilerini devlet işlerinde çalıştırmıştır. Medîne’de zirâatı geliştirmiş, hastalıkların önlenmesine çalışmıştır. Medîne ve civârında bulunan Yahûdîleri İslâmiyete dâvet etmiş, bunlardan bâzıları İslâmiyetle şereflenmiştir. Çokları da inatlarından ve fesatlıklarından Müslüman olmamışlardır.

Medîne’de, Peygamberimizin hicretinden sonra bir şehir devleti kurulacak çapta siyâsî ve dînî gelişmeler, Mekkeliler tarafından dikkatle tâkip ediliyordu. Gelişmelere mâni olmak maksadıyla Mekkeliler, Medîneli Müslümanlara tehdit dolu ültimatom gönderiyorlardı. Bu arada hicret dolayısıyle Medîne’ye göç eden Müslümanların geride kalan mallarına da Mekkeliler el koymuşlar, göç etmeyenlere de İslâmiyeti kabul ettiklerinden dolayı çok çeşitli işkenceler yapmışlardı. Bütün bunlarda ulaşılmak istenen hedef İslâmiyetin yayılmasını engellemekti.

Mekkelilerin bu davranışlarına karşı Peygamber efendimiz bâzı tedbirlere başvurdu. Aynı zamanda hasım tarafı iktisâden güçsüz düşürmek için, Medîne havâlisinden, Mekkelilere âit kervanların geçmesini yasakladı. Zîrâ Mekkeliler, Suriye ve Mısır’a gitmek istedikleri takdirde, Medîne yakınlarından geçmek mecbûriyetindeydiler. Nihâyet Mekkeliler bu yasağa uymayıp yasak edilen yerden geçmek istediklerinde Medîne’den, Mekkelilere âit kervanlara zarar vermek, onları müşkülâta uğratmak üzere askerî müfrezeler gönderilmeye başlandı. Bu duruma Mekkelilerin tepkisi, kuvvet kullanarak kervan yolunu açık tutmak isteyişleri olmuştur. Taraflar arasında bu mücâdele zamanla harplere dönüşmüştür.

Hicretten sonra 624 yılında Bedir Muhârebesi oldu (Bkz. Bedir). 627’de Uhud (Bkz. Uhud), yine 627’de Hendek Muhârebeleri yapıldı. Hendek Muhârebesinde Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle şehrin etrâfına hendek kazıldı (Bkz. Hendek). 628’de yapılan Hudeybiye Muâhedesiyle Medîne’nin önemi arttı (Bkz. Hudeybiye). 630’da Mekke kan dökülmeden fetholundu (Bkz. Mekkenin Fethi). Huneyn ve Tebük seferleri yapıldı.

Peygamberimizin vefâtından sonra sırasıyla hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali Müslümanların başına halîfe seçildiler. Bu halîfelerden ilk üçü zamânında Medîne şehri devlet merkezi olarak kaldı. Hazret-i Ali zamânında devlet merkezi Kûfe’ye taşındı. Bu târihten sonra sâkin bir hayat geçirmek isteyenler, kutsal hâtıralarla dolu olan bu şehre gelip yerleştiler. Medîne, bundan sonra da bâzı olaylara şâhit oldu. Halîfe Yezîd zamanında Medîne halkı isyân etti (M. 683), fakat halîfenin orduları, Harra Savaşında onları yendi. Emevîlerin son zamanlarında Hâricîler, Kubayd yakınında Medînelileri yendiler. Fakat Emevî halîfelerinden İkinci Mervan, bunların isyânını bastırdı. Hâricîlerin elebaşlarını cezâlandırdı (M. 745). Abbasîler zamânında da sözde hazret-i Ali taraftarı görünen bâzı kimseler (M. 762’de) iktidarı (hilâfeti) ele geçirmek için teşebbüste bulundular, fakat sonuç alınamadı. Hazret-i Ali’nin torun ve akrabâlarının bunlarla ilgisi yoktu. Mısır’daki Abbâsi halîfesi Vâsık’ın halîfeliği zamânında, Süleym ve Benî Hilâl kabîlelerinin saldırıları, şehir halkına (Medînelilere) çok zarar verdi. Fâtımîler, Mısır’a hâkim olunca Hicaz’ın kutsal olan Mekke ve Medîne şehirlerini tehdide başladılar. Büveyhoğullarından Adudüddevle, Medîne’nin iç kısmını tehlikelerden emin olmak için bir surla çevirtti (M. 974). Medînelilerin büyük bir kısmı sur dışında oturduğundan, göçebelerin saldırılarına uğruyordu. Suriye Atabeki Nûreddîn Mahmûd bin Zengi, şehrin daha büyük bir kısmını içine alan, kapı ve burçları bulunan ikinci bir sur yaptırdı (1162). Medîne’nin etrâfını kuşatan ve 35-40 ayak yükseklikte olan bugünkü suru yaptıran da Osmanlı Devleti Sultanlarından Kânûnî Sultan Süleymân Handır. Sultan Abdülazîz Han ise, sur yüksekliğini yirmi beş metreye çıkartmıştır.

Osmanlı Devleti, Mısır’ı aldığı sırada, Memlûklerin nüfûzu altında bulunan Hicaz emîri Şerif Ebü’l-Berekât, oğlu Ebû Numey’i göndererek Yavuz Sultan Selim’e bağlılığını bildirdi. Bu sûretle Medîne Türk hâkimiyeti altına girdi (1517). Yavuz Sultan Selim Han 1517’de Hicâz’ı fethettiği zaman hutbede kendi ismini “Hâkim-ül Haremeyn” olarak okuyan hatîbe îtirâz etmiş, “Biz bu mübârek şehirlerin hâkimi olamayız! Ancak hâdimi, yâni hizmetçisi oluruz” demiş, Kâbe’nin içini süpürmeye mahsus olan süpürgelerden birisi getirildikte, süpürgeyi bir taç gibi kaldırarak başına koymuştur. Kendinden sonra gelen sultanların taçlarına koydukları süpürge işâreti buradan gelmektedir. O zaman Mekke ve Medîne’nin güvenliği için, her yıl sıra ile Mısır’daki yedi ocaktan Pâdişâhın buyruğuyla Mekke ve Medîne’ye koruma ve kollama görevlisi olarak muhâfız askerler gönderilir, bu iki şehrin kâdıları tâyin edilirdi.

Osmanlılar zamânında şehirde on mescid, on yedi medrese, bir orta, bir ilk mektep, on iki kütüphâne, sekiz tekke, 932 dükkân ve mağaza, dört han, iki hamam, yüz sekiz misâfirhâne vardı. Nüfusu da yirmi bin kadardı. Son asırlardaki Osmanlı Sultanlarından, Sultan İkinci Mahmud-ı Adlî, Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanlarında sayılamayacak kadar kıymetli hizmetler bu şehrin halkına ve bilhassa Mescid-i Nebî ve Harem-i Şerîfe yapılmıştır.

Sultan İkinci Mahmûd Han, yıkılan ve harâb edilen bütün İslâmî eserleri yeniden inşâ ve ihyâ eyledi. Hücre-i Saâdete hediyye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği şiiri kendisinin ve bütün Osmanlı Sultanlarının Resûlullah’a olan hürmet ve sevgisinin bir vesîkasıdır. Bu şiir:

Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!

Murâdımdır -Ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!

 

Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,

Kabûlünde kıl ihsân ve inâyet, yâ Resûlallah!

 

Kimim var hazretinden gayri hâlimi eyleyem i’lâm,

Cenâbındandır ihsân ve mürüvvet, yâ Resûlallah!

 

Dahilek-el-emân, sad-el-emân, dergâhına düştüm,

Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah!

 

Dû-âlemde kıl istishâb Hân-ı Mahmûd-i Adlîyi,

Senindir evvel ve âhırda devlet yâ Resûlallah!

Kendisinden sonra oğulları Abdülmecîd ve Abdülazîz Hanlar da, yapılan hizmetleri tezyin için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir. Yaptıkları hizmetleri şan ve şöhret için değil, bu beldelerin hâdimi (hizmetçisi) olarak yaptıklarını da ayrıca tekrar tekrar zikretmişlerdir.

Abdülmecîd Han, Medîne’deki Ayn-ı Zerka adındaki çeşmeyi tâmir edip genişletti. Sultan Abdülazîz Han da Medîne çevresindeki sur duvarlarını sağlamlaştırdı. Ayrıca büyük bir tophâne, hükûmet konağı, hapishâne ve bir de cephânelik (silah deposu) yaptırdı.

İkinci Abdülhamîd Hanın yaptıkları daha öncekilerin yaptıklarını geride bıraktı. Medîne-i münevvereye 1900’de telgraf hattı döşetti. 1902’de Hamidiye-Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işletildi. Mescid-i Nebevî’yi ve Mekke’de bulunan Mescid-i Haram’ı gözleri kamaştıracak derecede tâmir ve tezyin ettirdi. Peygamberimizin ilk hanımı Hadîcetül-Kübrâ’nın türbesini, Fâtımatüz-Zehrâ’nın doğum yerlerini de târifsiz güzellikte ihyâ ettirdi. Minâ şehrini su şebekeleriyle donattı. Eshâb-ı kirâmın, Seyyid Ahmed Rufâî hazretlerinin ve birçok velînin kabir ve türbelerini de tâmir ve ihyâ ettirdi. Daha sayılamıyacak hizmetleri târihe mâl oldu.

Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere, Osmanlılar tarafından adâlet ve hürmetle idâre edilip, milyonlar sarfedilerek, mukaddes makamlar Vehhâbilerin yıkımından sonra tekrar tâmir ve tezyin edildi. Haremeynin mübârek ahâlisi, rahat ve refah içinde yaşadı. Bu saâdet zamanı Birinci Cihân Harbine kadar devam etti. Birinci Cihan Harbi, (1914-1918) sonunda, İslâm birliğini parçalamak arzusuna kavuşan düşmanlar, Mekke emiri olan Şerîf Hüseyin bin Ali’yi ve Ehl-i sünnetten ileri gelenleri, Hicaz’dan çıkardılar. Suûdoğullarını Mekke’ye getirerek, bunları Hicâz ülkesine emir ve hâkim yaptılar. (Bkz. Vehhâbilik)

Medîne, mukaddes bir şehirdir. Çünkü burada bulunan Peygamberimizin kabri “Ravda-i Mutahhera” yeryüzünün en kıymetli üç yerinden biridir. Diğerleri Kâbe ve Mekke şehridir. Bu sebeple Hacca giden Müslümanlar, bu mübârek şehirde bulunan yerleri ziyâret etmeyi vazîfe bilirler. Nitekim Peygamberimiz; “Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak, yalnız ziyâret edene, kıyâmette şefâat etmek, bende hakkı olur.” “Bana selâm verene, ben de selâm veririm.” buyurmaktadır.

Bugünkü Medîne:Medîne, “şehir, medenî yer” demektir. Medîne sokakları temizdir. Evlerin ekserisi sağlam binâ edilmiştir. Çoğunun etrâfında bahçeleri vardır. Şehrin doğusunda Bakî Kabristanı yer alır. Burada sevgili Peygamberimizin yakınlarından birçok sahâbî, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn, hazret-i Hasan ve daha pekçok Eshâb-ı kirâmın kabirleri bulunur. Medîne şehri otuz metre yüksek bir duvarla çevrilidir. Bunun kırk kulesi, dört kapısı vardır. Harem-i şerîfin boyu yüz altmış beş, eni yüz otuz adımdır. Harem-i şerîfin güneybatı köşesinde mermerler ve altın yazılarla süslü “Bâbüsselâm” kapısı vardır. Harem-i şerîfin içinde güney doğu köşesinde “Hücre-i Nebevî” bulunur. Kıble duvarı önünde, kıbleye karşı duran kimsenin sağ tarafında Bâbüsselâm, sol tarafında da Hücre-i Seâdet yer alır. Bunun her yeri kıymetli zînetlerle süslüdür. Medîne evleri, Mekke evleri gibi kargir olup, çoğu dört beş katlıdır. Güneyde, şehre 5 km mesâfede (Kubâ) köyü bulunur. Sultan Süleymân Han, Kubâ’dan şehre su yolu yaptırmıştır. Uhud Dağı şehre iki saat mesâfede ve kuzeydedir.

Medîne-i münevverede ve civârında bulunan mübârek yerlerden bâzıları şunlardır: Mescid-i Nebevî: Peygamberimiz hazret-i Muhammed’in yaptırıp namaz kıldırdığı ve o zamandan beri namaz kılma ve ziyâret yeri, Kâbe ve Mescid-i haramdan sonra en kıymetli mesciddir. (Bkz. Mescid-i Nebî)

Ravda-i Mutahhera (Cennet Bahçesi): Mescid-i Nebevî içerisinde, peygamberimizin kabr-i şerîfi ile câminin o zamanki minberi arasındaki yerdir. Ravda-i Mutahhera’nın sütunları beyaz olup mescidin diğer kısımlarının (Mescid-i Nebî’ye sonradan ilâve edilen) sütunları değişik renktedir. Burası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Bkz. Ravda-i Mutahhera)

Ehl-i Suffe yeri: Peygamberimizin mübârek arkadaşlarından olup vakitlerini ilim ve ibâdetle geçiren kimsesiz Müslümanların Mescid-i Nebevî’deki yeridir. Önce Mescid-i Nebevî’ye bitişik idi. Mescid-i Nebevî genişletilirken burası Mescid-i Nebevî’ye dâhil edilmiştir.

Fedek: Hayber yakınlarında hurmalığı çok ve meşhur olan yerdir.

Cennet-ül Bakî:İçerisinde sahâbe-i kirâmın kabr-i şerîflerinin bulunduğu Medîne mezarlığıdır. Bu kabristandaki türbeler ve mezar taşları Vehhâbîler tarafından yıktırılmıştır. Şimdi bu mezarlık bir tarla gibidir (Bkz. Vehhabîlik).

Uhud Şehitliği: Uhud Dağı eteğinde, Uhud Savaşında şehit olan başta hazret-i Hamza ve diğer sahâbe-i kirâmın kabir ve türbelerinin bulunduğu yerdi. Türbe ve mezarlar Vehhâbîler tarafından yıkıldığı için şimdi yalnız hazret-i Hamza’nın mezar yeri türbesi yıkılmış hâlde mevcuttur.

Kubâ Mescidi: Medîne’ye yaya bir saat uzaklıktaki Kubâ köyündedir. Bu mescid Peygamberimizin Mekke’den Medîne’ye hicretleri sıralarında yapılmıştır. Kâbe, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ’dan sonra câmilerin en fazîletlisidir.

Medîne-i münevverenin fazîleti hakkında hadîs-i şerîflerin bâzıları şunlardır:

“Beyt-i şerîfi (Kâ’beyi) ziyâret edip de beni ziyâret etmeyen bana cefâ etmiş olur.” “Her kim benim mescidimde (Medîne-i münevvere mescidi) hiçbir vakit kaçırmayarak kırk vakit namaz kılarsa, onun için Cehennemden âzâd olmak ve azâb ve nifaktan kurtulma berâtı yazılıdır.”

“Bir kimse Haremeyn (Mekke ve Medîne) ahâlisine ezâ ederse Cenâb-ı Hak onu suyun tuzu erittiği gibi mahveder.”

“Sizden biriniz Medîne’de vefât etmeye gücü yetiyorsa, orada vefât etsin! Çünkü ben Medîne’de vefât edenlere kıyâmet gününde şefâat ederim.”

“Medîne’ye Mesih Deccâl’ın (değil kendisi) kokusu (bile) giremeyecektir. O fitne günlerinde Medine’nin yedi kapısı olacak her kapıda (muhâfız) iki melek bulunacaktır.”

“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescitlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da, sâir mescitlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”

MEDLER

İran’da devlet kuran eski bir kavim. Ârî ırkına mensup Medlerin dili, Hind- Avrupa dil âilesi içinde yer alır. Mîlâddan önce uzun yıllar Asurluların hâkimiyetinde yaşadılar. M.Ö. 7. yüzyılda Asurlar zayıflayınca, Kiyasker’i kral seçip, güçlendiler. Hemadan şehrini kendilerine merkez yaptılar. Kralları Kiyasker, 614’te Asur, 612’de de Ninova şehirlerini ele geçirdi. Bâbil Devletiyle ittifak kurup, Asur Devletini yıktılar. İskitler’in saldırılarına karşı ülkelerini korudular. Anadolu’da Kızılırmak kıyısına kadar gelen Medler, Lidyalılarla karşılaştılar. Medler ile Lidyalılar uzun zaman savaştılar. Med-Lidya mücâdelesi, 585’te güneş tutulmasıyla sona erdi. Anlaşma yapılarak Kızılırmak iki devlet arasında hudut kesildi. Kral Kiyasker’in ölümüyle oğlu Astiyağ, Med Kralı oldu. Astiyağ, ülkesinde zâlim bir idâre kurunca, Anşan prensi İkinci Kurus isyân etti. İran’da yaşayan Perslerin desteğini sağlayan Kurus, 550’de Astiyağ’ın idâresine son vererek Med ülkesine sâhip oldu. Mîladdan önce 550 târihinden sonra Medler, Perslerle birleştiler.