MECELLE
Osmanlı Devleti zamânında, Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmî bir heyet tarafından, İslâm Hukûkuna bağlı kalınarak hazırlanan ve asıl ismi Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan meşhur kânun. Mecelle, lügatte; içinde hikmet bulunan sahife, ciltlenmiş kitap, dergi vs. mânâlarına gelir. 1877 yılında Abdülhamîd Han zamânında tatbik edilmeye başlanmış. 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır.
Mecelle, 1851 maddeden meydana gelmiş bir kânun olup, İslâm devletlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış, bugünkü mânâsıyla medenî hukûkun ve hukuk usûlünün birçok bölümünü ihtivâ etmektedir. Osmanlı Devleti, kurulduğu târihten îtibâren İslâm Hukûku esaslarına bağlı kalınarak idâre olunmuştur. Gerek amme hukûku ve gerekse özel hukuk sahalarında, bunun dışına çıkılmamıştır. İslâmiyetin bildirdiği ilâhî kurallardan hiç ayrılınmamıştır. Osmanlı Devleti, asırlarca süren idarî, askerî ve iktisâdî üstünlüğünü, İslâmiyete bağlı kalmasına ve tam tatbik etmesine borçludur. Bu kurallara bağlılıkta gevşeklik başgösterince, devletin yükselmesi durmuş, ilimde, fende, askerlikte daha evvel gösterilen başarılar, yok olmuş, bir duraklama ve gerileme devri başlamıştır. Devletin her bakımdan yara alması, Tanzimat hareketinden sonra daha çok olmuştur. İslâm dînine yabancı kalan, Avrupa kültürü tesiri altında yetişen ve kurtuluşu batılılaşmakta görenler (Bkz. Batılılaşma) başta M. Reşid Paşa olmak üzere, Fuad ve Âli Paşalar, Avrupaî tarzda bir takım yenilik hareketlerine giriştiler. Bu yenilik fikrini, devletin idare edildiği kânunlarda da göstermeye kalkıştılar. Bunlardan bilhassa Âli Paşa, Fransa’da Birinci Napolyon zamanında (1804) tedvin edilmiş olan Fransız Medenî Kânunu’nun tercüme edilerek, Osmanlı Devletinde de tatbik edilmesi fikrini ileri sürüyordu. Buna mukâbil Ahmed Cevdet Paşa ve bâzı ileri gelen ilim adamları İslâm hukukunun zengin ve işlenmiş bir dalı olan Hanefî fıkhının kânunlaştırılması tezini müdâfaa ediyorlardı. Bu ikinci fikir gâlip geldi ve tahakkuk ettirilmesi için, “Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı. Başına Cevdet Paşa reis yapıldı. Memleketin en kıymetli İslâm bilginlerinin (fakihlerin) iştirak ettiği bu cemiyet, Osmanlı Devletinin tanzimat devrinde en mühim içtimaî, sosyal hâdiselerinden birini teşkil eden ve Türk fikir hayâtının ölmez ve muhteşem âbidesi olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’yi meydana koydu.
Mecelle ve Ahmed Cevdet Paşa: Mecelle, bir heyet tarafından telif edilmiştir. Bu bakımdan onu sâdece Ahmed Cevdet Paşanın eseri olarak göstermek yanlıştır. Cevdet Paşa zamânında, medenî hukuk sahasında iki zıt fikir vardı: 1) İslâm Hukuk (fıkıh) kâidelerinin bir kânun metin hâline getirilmesi, 2) Fransız medenî kânununun tercüme edilerek kabul edilmesi.
O zamanlar İstanbul’da en tesirli ve nüfuzlu elçi, Fransa elçisiydi. O ve onun entrikalarına kapılanlar ikinci fikrin tatbikat sahasına konulmasını temin etmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Fakat, birinci teze taraftar olanların başında bulunan Ahmed Cevdet Paşanın ve diğerlerinin gayretleriyle, İslâm fıkıh kitaplarından, zamânın icaplarına uyan meselelerin Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye adıyla asrî bir kânun şeklinde yazılması fikri kabul edildi. Ahmed Cevdet Paşa, bu işi yapacak ilmî cemiyete reis seçildi. Paşa’nın yazdığına göre, frenk hayranları, câhil softalar, ecnebî kışkırtmalarına âlet olanlar, bu hayırlı işi baltalamak için çok dalevereler çevirmişlerdir. Nihâyet Mecelle, 1868’de neşrolundu. Ahmed Cevdet Paşa çetin bir mücâdeleden gâlip çıkmıştı. Aşağıdaki satırlar onun bu esnâdaki hissiyatını ifâde etmektedir:
“Avrupa kıtasında en evvel tedvin olunan kânunnâme, Roma Kânunnâmesi’dir ki, Kostantiniye (İstanbul) şehrinde ilmî bir cemiyet tarafından tertip ve tedvin olunmuştu. Avrupa kânunnâmelerinin esasıdır ve her tarafta meşhur ve mûteberdir. Fakat Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ye benzemez. Aralarında pekçok fark vardır. Çünkü o, beş altı kânun bilen zat tarafından yapılmıştı, bu ise beş altı fakih (İslâm Hukûkunu bilen) zat tarafından, Allahü teâlânın koymuş olduğu yüce İslâm dîninden alınmıştır. Avrupa hukukçularından olan ve bu defâ Mecelle’yi mütâlaa ve Roma kânunlarıyla mukâyese eden ve her ikisine de sâdece birer insan eseri nazarıyla bakan bir zat dedi ki: “Dünyâda, ilmî bir cemiyet vasıtasıyla iki defâ kânun yapıldı. İkisi de İstanbul’da oldu. İkincisi; tertibi, düzeni ve içindeki meselelerin hüsn-i temsil ve irtibatı dolayısıyla evvelkinden çok üstün ve müreccahtır. Aralarındaki fark da, insanın o asırdan bu asra kadar medeniyet âleminde kaç adım atmış olduğuna bir ölçüdür.” (Târih-i Osmanî Mec. No. 47, s. 284)
Mecelle’nin hazırlanmasında hizmeti olan kimseler: 1) Filibeli Halil Efendi, 2) Seyfeddin İsmail Efendi, 3) Şirvanizâde Seyyid Ahmed Hulûsi Efendi, 4) Ahmed Hilmi Efendi, 5) Bağdatlı Muhammed Emin Efendi, 6) İbn-i Âbidinzâde Alâeddin Efendi, 7) Gerdankıran Ömer Hulûsi Efendi, 8) Şeyhülislâm Kara Halil Efendi, 9) İsa Ruhî Efendi, 10) Yunus Vehbi Efendi, 11) Abdüllatif Şükrü Efendi, 12) Ahmed Hâlid Efendi, 13) Karinâbadlı Ömer Hilmi Efendi, 14) Abdüssettar Efendidir. Bu zevatın bâzıları Ahmed Cevdet Paşa ile birlikte bugünkü Mecelle’nin hazırlanmasında cidden değerli mesâi sarfetmiş, bâzılarıysa daha az çalışmışlardır.
Mecelle’nin yazılması esnâsında pekçok fıkıh kitaplarına ve fetvâ mecmualarına mürâcaat olunmuştur. Bu kitapların adları, merhûm Ebü’l-Ulâ Mardin’in Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşaünvanlı eserinin 167’nci sayfasında ve Kayseri eski müftüsü Mes’ûd Efendinin Mir’at-ı Mecellekitabında yazılıdır.
İslâm Hukûku denilince birçok kimsenin hatırına Mecelle gelirse de, İslâm Hukûkunun tamâmı Mecelle’den ibâret değildir. Mecelle, yalnız Hanefî mezhebinin muâmelâta âit hükümlerini ihtivâ etmektedir. İslâm Hukûku denilince, Hanefî mezhebi ile birlikte diğer üç mezhebin hükümleri de anlaşılır. Bu hâliyle İslâm Hukûku, dünyâda benzeri hiç bulunmayan bir hukuk deryâsıdır. Bilâhare Mecelle’nin eksik bahislerinin tamamlandığı söylenmişse de şu ana kadar ortaya çıkmamıştır.
Mecelle yazılmadan önce, asırlar boyunca bütün İslâm memleketlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış olan İslâm Hukûkunun bâzı hükümleri, Mecelle ile her an herkesin mürâcaat edip, kolaylıkla anlayıp tatbik edebileceği sâde maddeler hâline getirilmiş ve bu durum büyük bir hizmet olmuştur.
Mecelle’nin içindeki konular: Mecelle, İslâm medenî kânununun akitler ve borçlar kânunu ile sivil muhâkeme usûlünü içine alan bir kânunnâmedir. (Bkz. Kânunnâme). Bu, Osmanlı Medenî Kânunu olmak üzere 17 Eylül 1876 (26 Şâban 1293) târihinde îlân olunmuştur.
Mecelle kitâbında, bir başlangıç ile on altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. Başlangıç, Fıkıh Temel bilgileri olup, yüz birden dört yüz üçüncü maddeye kadardır. İkinci kısım, Kirâ bilgileri olup, altı yüz on birinci maddeye kadardır. Üçüncü kısım, Kefil Olmak bilgileridir. Altı yüz yetmiş ikinci maddeye kadardır. Dördüncü kısım Havâle bilgisi, yedi yüzüncü maddeye kadardır. Beşinci kısım, Rehin olup, yedi yüz altmış birinci maddeye kadardır. Altıncı kısım, Emânet’tir. Sekiz yüz otuz ikinci maddeye kadardır. Yedinci kısım, Hibe bağışlamaktır. Sekiz yüz sekseninci maddeye kadardır. Sekizinci kısım, Gasb ve Zarar’dır. Dokuz yüz kırkıncı maddeye kadardır. Dokuzuncu kısım, Hicr ve İkrâh’dır. Bin kırk dördüncü maddeye kadardır. Onuncu kısım, Şirketler ve Sosyal Bilgiler’dir. Bin dört yüz kırk sekizinci maddeye kadardır. On birinci kısım, Vekâlet’tir. Bin beş yüz otuzuncu maddeye kadardır. On ikinci kısım, Sulh ve Afv’dır. Bin beş yüz yetmiş birinci maddeye kadardır. On üçüncü kısım, İkrâr’dır. Bin altı yüz on ikinci maddeye kadardır. On dördüncü kısım, Da’va’dır. Bin altı yüz yetmiş beşinci maddeye kadardır. On beşinci kısım, İsbât ve Yemin’dir. Bin yedi yüz seksen üçüncü maddeye kadardır. On altıncı kısım, Hâkimlik’tir. Bin sekiz yüz elli birinci maddeye kadardır.
İktisâdî ve Ticârî İlimler Dergisinin 1969 da basılmış, yirmi üçüncü sayısında, profesör Dr. Yılmaz Altuğ diyor ki: “İsrail Devletinin hukûku, memleketin târihi gelişimini aksettirir hâldedir. Temel medenî kânun, Osmanlı Devleti zamânından kalma Mecelle’dir. Mecelle, Filistin’in İngiliz idâresine geçtiğinde, aynen bırakılmış, sonra 1948’de İsrail Devleti kurulunca değiştirilmemiştir.”
Mecelle, Osmanlı Devletinin resmî kânunnâmelerinden biriydi. 1918’den sonra Osmanlı Devletinden ayrılan memleketlerde, daha sonra buralarda kurulmuş olan devletlerde (yeni kânuna tâbi olarak) Mecelle hükümleri cârî kalmıştır. Bu ülkelerde Mecelle, modern lâik mahkemelerce medenî kânun olarak tatbik edilegelmiştir. Nihâyet Lübnan’da (1932), Suriye’de (1949) ve Irak’ta (1953) Mecelle’nin yerini yeni medenî kânunnâmeler almıştır. Daha önce 1878’de Osmanlı Devletinden ayrılmış olan Kıbrıs’ta ve İsrail ile Ürdün’de hâlâ medenî hukûkun esâsını, Mecelle teşkil etmektedir.
Türkiye’de 1926 yılında, Mecelle ile birlikte bütün İslâm Hukuku ve şer’i mahkemeler kaldırılmıştır. Aynı şey, 1928’de de Arnavutluk’ta yapılmıştır. Bosna ve Hersek’te de yalnız şuf’a müessesesi muhâfaza edilmiş olmakla birlikte Mecelle kaldırılmış, İslâm Hukûku bâzı bakımlardan ahvâl-i şahsiyye (statut personnel) vasiyet ve vakıf gibi konularda Müslümanlara uygulanmaya devâm etmiştir. Bütün bunlara normal mahkemelerde bakılmıştır.
Mecelle cemiyeti, vakitsiz kapatılmış olduğundan, bu mühim eser de tamamlanamamıştır. Medenî kânunun mühim konularından olan evlenme, boşanma, gaib, mefkud, vakıf, vasiyet, miras mevzuları Mecelle’de eksik kalmıştır. Yalnız bu konular fıkıh kitablarında geniş olarak yazılmıştır. Her meselenin dindeki hükümleri açıklanmıştır.
Mecelle’nin yazılış tarzı: Mecelle’nin üslûbu bir kânun kitabı olarak şâheserdir. Fesâhet ve belâgatla yazılmıştır. Bilhassa başındaki 99 fıkıh kâidesinin çoğu, dilimize ezberlenmesi kolay cümleler hâlinde girmiştir. Bunlarda Ahmed Cevdet Paşanın akıcı ve düzgün ifâdesi hissedilmektedir. Fakat o devrin Türkçesi hakkında ve o konularda bilgisi olmayanlar Mecelle’yi kolayca anlayamazlar.
Mecelle’nin başındaki küllî (genel) kâidelerin çoğu, İslâm fakihlerinden İbn-i Nüceym’in Eşbah ve’n-Nezâir adlı eseriyle Mecâmı Şerhi’nden alınmıştır.
Mecelle’nin şerhleri: Mecelle’nin çeşitli lisanlarda şerhleri, açıklamaları kaleme alınmıştır. Bunlardan, Osmanlıca olarak yazılmış Ali Haydar Efendinin Dürerül-Hukkâm ve Hacı Reşid Paşanın Rûhul-Mecelle, Kayseri Müftüsü Mes’ud Efendinin Arapça olarak yazdığı Mir’atül-Mecelle ve Fransız G. Snopian’ın Code Civil Ottoman adındaki eserler meşhur olanlarındandır. Bunları okuyan garp bilginleri, İslâm Hukûkuna ve İslâmiyetteki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar.
Mecelle’den seçme maddeler: Mecelle’nin çeşitli maddelerinden alınmış “sosyal” nitelik taşıyan hükümlerinden bâzıları şunlardır:
Madde 912- Birinin ayağı kayıp da düşerek başkasının malını telef etse öder.
Madde 914- Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder.
Madde 915- Başkasının elbisesini çekip de yırtan, tamâmen kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sahibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder.
Madde 916- Çocuk, birinin malını telef etse, çocuğun malından ödenir. Malı yoksa, malı oluncaya kadar beklenir. Velisi ödemez.
Madde 918- Birinin binâsını yıksa, sâhibi dilerse, enkâzı ona bırakıp binânın kıymetini alır. Yâhut enkâzı ve değer farkını birlikte alır. Ağaçlarını kesmek de böyledir.
Madde 919- Yangını durdurmak için bir evi, Hükümetin emri ile yıkan ödemez. Kendiliğinden yıkan öder.
Madde 921- Mazlum olanın, başkasına zulm etmeye hakkı yoktur. Her ikisi de öder. Meselâ sahte para alan, bunu başkasına veremez.
Madde 922- Birinin malının telef olmasına sebep olan, öder. Ahırın kapısını açıp hayvan kaçarak zâyi olsa, öder. Hayvanı ürkütüp kaçıran da böyledir.
Madde 926- Yoldan geçene zarar veren, öder.
Madde 927- Hükümetin izni olmadan yolda oturup satış yapılamaz.
Madde 928- Duvarı yıkılıp, birinin malına zarar verirse, önceden, duvarın yıkılacak, tâmir et gibi ikâz yapılmışsa öder.
Madde 929- Başı boş bırakılmamış bir hayvanın kendiliğinden yaptığı zararı sâhibi ödemez. Sâhibi görüp, men’ etmezse veya hayvanın, tehlikelidir, çâresine bak, denilmişse, öder.
Madde 934- Yolda hayvanı bağlamaya, aracını park yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Park yerlerinde durdurabilirler.
Madde 1013- Bir binâya ortak olarak mâlik olan kimselere (Hisse-i şâyı’a sâhibi) denir. Bir binânın yarısı Ahmed’in, üçte biri Ömer’in, altıda biri Ali’nin olsa, Ahmed hisse-i şâyı’asını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır. Ömer, hissesine göre iki misli alamaz.
Madde 1023- Karşılıksız hediye ve vasıyet gibi temliklerde şüf’a hakkı olmaz.
Madde 1031- Şüf’a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrar söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır.
Madde 1036- Müşterinin teslim etmesiyle veya hâkimin karar vermesiyle, şüf’a sâhibi satılan binâya mâlik olur.
Madde 1198- Komşusuna (zarar-ı fâhiş) yapamaz. Kullanmaya mâni olan şeyler, zarar-ı fâhiştir. Demirci dükkânı, değirmen, bitişik binâyı sallarsa veya fırın dumânı, yağhânenin pis kokusu, harman tozları, bitişik evde oturulamayacak kadar sıkıntı verirse, değirmenin, bostanın su yolu, evin temelini, duvarını gevşetirse, çöplük bitişik evin duvarını çürütürse, harman yerine bitişik yapılan yüksek binâ, harmanın rüzgârını keserse, manifaturacı dükkânı yanında yapılan aşcı dükkânının dumanları kumaşlara zarar verirse, lâğım, kanalizasyon yollarının sızıntılarından komşu duvarı zarar görürse, sonra yapılanlar zarar-ı fâhiş olup, men’ edilirler.
Madde 1201- Evin havasını, manzarasını, güneş görmesini kapatmak, zarar-ı fâhiş sayılmaz. Bir odanın ziyâsını (aydınlığını) tamâmen kesmek, zarar-ı fâhiş olur.
Madde 1202- Mutbah, kuyu başı, ev aralığının görünmesi zarar-ı fâhiştir. Araya duvar, perde yapması, lâzım olur.
Madde 1210- Arada müşterek olan duvarı, bir ötekinin izni olmadıkça yükseltemez ve üzerine binâ yapamaz.
Madde 1224, yol, su yolu, kanalizasyon zarar-ı fâhişi olmadıkça, eskiden kalanlarına dokunulmaz.
Madde 1226- Bir kimse, verdiği izinden vazgeçebilir. Meselâ tarlasından geçmeye izin vermişken, men edebilir.
Madde 1228- Arsasından geçmekte olan su yolunun geçmesine ve arsaya girilip tâmir olunmasına mâni olamaz. Yeniden su yolu geçirilmesine mâni olabilir.
Madde 1243- Dağlardaki ağaçlar ve otlar herkese mübahdır. Ağaçları kesen mâlik olur.
Madde 1255- Mübah şeyleri ele geçirmekte kimse kimseye mâni olamaz.
Madde 1265- Denizler, büyük göl ve nehirler, şehirlerden uzak sâhipsiz arâzi ve dağlar, herkese mübahtır. Fakat, başkasına zarar vermemek şarttır.
Madde 1281- Şehirden uzak, sahipsiz yerde kuyu kazan, bunun (harim) ine mâlik olur. Yirmi metre yarı çapındaki dâire içi, merkezindeki kuyunun harimi olur.
Madde 1291- Şehir içindeki kuyunun harimi olmaz. Herkes mülkünde kuyu kazabilir.
Madde 1313- Değirmen, hamam, apartman gibi taksim olunamayan mülk harap olup, tâmirini istemeyen ortak bulunursa, hâkimin izni ile tâmir edilip, sonra hissesine düşen para ondan alınır.
Madde 1314- Müşterek bir binâ yıkılınca, yeniden ortaklaşa yapılmasını istemeyen olursa, buna cebr olunmaz. Arsa taksim edilir.
Madde 1315- Apartman yıkılınca herkes kendi katını yaptırır. Alttaki yaptırmazsa, üstekiler, hâkimin izni ile, hepsini yaptırıp, alttaki hissesini verinceye kadar, katını kullanamaz.
Madde 1321- Sâhipsiz nehirleri, Beytülmâl ayıklar. Beytülmâlde para yoksa, masrafı oradan sulama yapanlardan alınır.
Madde 1327- Müşterek kanalizasyonu temizlemek masrafı aşağıdan başlar. Şöyle ki, en aşağıdaki evden, arsadan başlayıp bunun masrafını hepsi öder. Yukarıdaki arsalardaki kısımların masraflarına aşağıdakiler iştirak etmezler.
Yirmi kuruş değerinde gümüş para. Sultan Abdülmecid Han, 1840’ta para ayarlarının düzenlenmesiyle ilgili fermanıyla eski sikkelerin kaldırılmasını buyurdu. 1840’ta yeni sikkelerin (paraların) basılmasına başlandı. 500 kuruşluk (beşibirlik), 100 kuruşluk (yüzlük), 50 kuruşluk (ellilik) altın mecidiye, gümüş mecidiye basıldı. 1848’de 250 kuruşluk altın mecidiyeler çıkarıldı.
Altın ve gümüş mecidiyelerin bir tarafında pâdişahın tuğrası ve cülusunun kaçıncı yılında basıldığını gösteren bir rakam; diğer tarafında da İstanbul’da basıldığını gösteren bir ibâre ile 1255 (1839) rakamı vardır.
Bakır karışımıyla yapılan altın mecidiyeler % 0,9165 ayarında, 7,2 gr ağırlığındaydı. Gümüş mecidiyelerse % 0,830 ayarındaydı. Mecidiye ve küçükleri olan gümüş sikkeler cumhûriyet devrine kadar tedâvülde kaldı.
Umûmiyetle mecidiye denilen gümüş paraya “sim mecidiye” veya “beyaz mecidiye” de denirdi.
(Bkz. Galata Köprüsü)
Sultan Abdülmecîd Hanın (1823-1861) 1851’de çıkardığı nişan, mecîdî nişânı. Asıl adı “mecîdî nişanı” olmasına rağmen halk arasında mecidiye nişanı adıyla anılmaktadır. Mecidiye nişanının beş rütbesi vardı. Birinci rütbesinden 50, ikinci rütbesinden 150, üçüncü rütbesinden 800, dördüncü rütbesinden 3000 ve beşinci rütbesinden 6000 adet basıldı. Yalnız birinci rütbenin murassaı (değerli taşlarla süslemesi) bulunmaktadır. Mecidiye nişanının ortasında çemberle çevrili kabarık kısımda bir tuğra yer alır. Bu kısmın etrâfında kırmızı mineli bir fon üzerinde “gayret, hamiyyet, sadâkat” kelimeleri; altındaysa, 1268 (1851) târihi yazılıdır. Kordon ucuna asılan birinciyle, boyuna asılan ikinci ve üçüncü rütbeli nişanlar, hemen hemen aynı büyüklüktedir. Dördüncü rütbe daha küçük, beşinci rütbeyse en küçük olanıdır. Beşinci rütbe gümüş olup, diğerleri altındandır.
Mecidiye nişanı ilmiye ve askeriye mensuplarından üstün hizmet ve muvaffakiyet gösterenlere verilirdi. Birinci ve ikinci rütbelerin sâhiplerine nişanları, padişahın huzurunda takılırdı.
Beratla verilen ve kullanılan mecidiye nişanı, kayd-ı hayat şartıyle verilir, nişan sâhibinin ölümünde hazineye iâde edilirdi.
İki meclisten meydana gelen Osmanlı parlamentosunun halk tarafından seçilen kanadı. Meclis-i Umûmî adı verilen Osmanlı parlamentosunun birinci kısmını Meclis-i Âyân teşkil ederdi. İkinci kısmını teşkil eden ve Hey’et-i Meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri, halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsân meclisi, kânun tasarılarını görüşür, sonra Âyân Meclisinin ve pâdişâhın yetkisine sunardı. Hükûmete güven veya güvensizlik oyu vermesi de söz konusu değildi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı. Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da îtibârı henüz iâde edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hâcir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hâcir altında bulunan, medenî haklardan mahrûm olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddiâ eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi. Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu.
Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır, seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi. Hey’et-i Meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekîli olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i Meb’ûsânın başkanlığına heyet tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın irâdesiyle tercih ve tâyin olunurlardı. Meb’ûslar Meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi.
Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i Meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı. Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı. Üyeliklerde herhangi bir sebeple (ölüm, meclise devâmsızlık, istifâ ve mahkûmiyet veya bir memuriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun şekilde tâyin olunurdu. Boşalan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti, bir sonraki genel seçime kadar sürerdi. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20.000 kuruş, aylık olarak da 5000 kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa ek olarak seyâhatler için harcırâh da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân, hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı.
18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk meclisin üyeleri, geçici bir tâlimâtla vilâyet, livâ ve kazâların idâre meclisi üyeleri arasından seçildiler. İstanbul için ayrı bir seçim yapıldı. Bu mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayri müslim olmak üzere 115 üye vardı. Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmasını tamamlayarak dağıldı. Aynı seçim usûlüyle teşkil edilen ikinci dönem meclis, 13 Aralık 1877’de toplandı. Bu meclis, kânun tasarılarından çok hükûmetin icrâatını ve 93 Harbinin (1877-1878) idâresini tartışmaya başladı. Meb’ûslardan Müslüman olanlar bile kendi bölgeleriyle ilgili bölücü fikirleri savundular. Memleketi düşünen üye sayısının azınlıkta kaldığı görüldü. Bu sebeple Meclis-i Meb’ûsân, 14 Şubat 1878’de tâtil edildi. Abdülhamîd Hanın îktidârının sonlarına doğru, içerden ve dışardan yapılan kışkırtmalarla, orduda ve halk arasında kıpırdanmalar başladı. Sultan Abdülhamîd Han, 30 sene 5 ay 9 gün aradan sonra 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında meb’ûs seçimi yapıldı. Ahrâr ile İttihât ve Terakkî fırkalarının katıldığı seçimlerde, İttihât ve Terakkî çoğunluğu sağladı. 4 Aralık 1908’de meclis açıldı. 31 Mart Vak’ası bahâne edilerek, Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Meclis-i Meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i Esâsî üzerinde değişiklik yaptı. Bu değişiklikler, Âyân meclisi ve pâdişâh tarafından tasdîk edildi. Pâdişâh ve Âyân Meclisinin yetkisi daraltıldı. Meb’ûsân Meclisinin yetkisi çoğaltıldı. 1911’de ara seçim yapıldı. 18 Ocak 1912’de Pâdişâh, Meclis-i Meb’ûsânı fethetti. Yapılan seçimden sonra, 18 Nisan 1912’de meclis yeniden toplandı. Meclis, 5 Ağustos 1912’de Ahmed Muhtar Paşanın teklifi ile tekrar feshedildi. Balkan Savaşı sebebiyle seçime gidilemedi. Sıkıyönetim îlân edildi. İttihât ve Terakkî Fırkası, 23 Ocak 1913’te Bâbıâlî Baskını ile, iktidârı ele geçirdi. 1914’te tek başına seçime girip, Meclis-i Meb’ûsân üyeliklerinin tamâmını elde etti. Birinci Dünyâ Savaşı boyunca bu hâliyle faaliyetini devâm ettiren Meclis-i Meb’ûsân, Mondros mütârekesini müteâkib 21 Aralık 1918’de Sultan Vahideddîn tarafından seçim yapılmak üzere feshedildi. Yapılan seçim sonunda Meclis, ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı. 16 Mart 1920’de İstanbul’un îtilâf devletlerince işgâl edilmesi üzerine, Meclis-i Meb’ûsân, yeniden seçilmek üzere pâdişâh irâdesiyle 11 Nisan 1920’de feshedildi. Bir daha da seçilmeyip, târihe karıştı.
Osmanlı Devletinde Sadrâzamın başkanlığındaki Şeyhülislâmla diğer nâzırlardan meydana gelen meclisin adı; vekiller meclisi. Bu meclis, devletin iç ve dış siyâsetiyle ilgili mühim hususlarda kararlar alırdı. Buna “Meclis-i Has” “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” da denirdi ki Kabîne, yâni Bakanlar kurulu demektir.
Meclis-i Vükelâyı meydana getiren heyette zaman zaman değişiklikler olmuştur. 1908’den önceki mecliste, Sadrâzam, Şeyhül İslâm, Adliye Nâzırı, Serasker, Şura-yı Devlet Reisi, Hâriciye, Dâhiliye, Bahriye, Mâliye, Maarif, Evkaf-ı Hümâyun, Ticâret ve Nâfia Nazırlıkları, Tophâne Müşiri, Müsteşar-ı Sadr-ı Âli bulunurdu. Bunlardan Seraskerle, Tophane Müşiri, müşir (mareşal); diğerleri vezirdi. 1908’den sonraki meclislerde bunlardan bâzıları bulunmazdı. Meclis-i Vükelâ, Osmanlı Devletinin yıkılmasına kadar devâm etti.
Bir böcek takımı. Orta büyüklükte (1-2 cm) silindir vücutlu böceklerdir. Başları hortum şeklinde uzamış olup, ağız parçaları çiğneyicidir. Tüylerin çoğunda çok damarlı ve uzunca yapılı dört adet kanat mevcuttur. Kanatların her iki çiftinin de yapısı birbirine benzer. Bu takımın adı Panorpidae familyası erkeklerinden gelmiştir. Erkeklerde abdomenin (karın) son segmenleri akreplerde olduğu gibi yukarı doğru kıvrık bir vaziyette durur. Hayat devrelerinde tam başkalaşım (Holometaboli) geçirirler. Larvaları ilk bakışta dikenli tırtılı andırırlar. Bu böceklerin larvaları, genellikle ölü böcekler ve diğer hayvânî maddeler üzerinde beslenirse de bunları çoğunlukla sık bitkili yerlerde bulmak mümkündür. 350 türü vardır.
Alm. Mazdaismus (m), Fr. Parsisme (m), İng. Magianism, Zoroastrianism. Ateşe tapmak. İran ve Hindistan halkından bir kısmının mensub olduğu bozuk inanışlardan biri. Bu inancı kabul edenlere “Mecûsî”, râhiplerine de “Muz” denir. Hindistan ve civârında yaygın bulunan Brahmanların bir şûbesi olan Mecûsîler, ateşe, ineğe, timsaha taparlar. Bunlar M.Ö. yaklaşık 551 yıllarında Zerdüşt (Zarathoustra) denilen ve yaşayıp yaşamadığı tam bilinmeyen bir kimsenin kurduğu bir çeşit inanışa bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini gömmezler, husûsî yaptırılan kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Bkz. Brahmanizm ve Zerdüşt)
İranlılar, İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği doğru dîne inanıyorlardı. Âsurluların bu ülkeye hâkim olmasından sonra, “Sâbiîlik” adı verilen bozuk inanışlarını İran’da yaymaya başladılar. Sâbiîler, güneşi, ayı ve yıldızları kutsal birer varlık kabûl edip, çeşitli putlara tapınıyorlardı. Tek Allah’a inanmayı emreden ilâhî dînin tamâmen unutulmasından sonra, İranlılar Sâbiîlik inancına bağlandılar. Bunlar, zamanla ateşe de kutsallık tanıdılar. Bir kısmı ateşi doğrudan doğruya tanrı kabul edecek kadar ileri gitti. Bundan sonra ateşe tapma âyinleri uydurdular ve hiç sönmemek üzere içinde ateş yakılan “ateşgede”ler yaptılar.
Mecûsîlik inancında, ateşe tapma âyinini ortaya çıkararak, insanları ona tapmaya çağıran “Mecus” adında bir kimsedir. Bu âyinin kurucusuna nisbetle, bu inanışta olanlara “Mecûsî” denilmiştir. Mecûsîlik, Sâbiîliğin daha da bozularak devâm eden değişik bir şeklidir.
Mecûsîler, eski filozofların yaratılış, hayır ve şer hakkındaki görüşlerini incelerken, ateşin harâretinin (ısısının) hayat ve varlıklar üzerinde nasıl etki yaptığını görmüşler ve hayâtı meydana getiren bir kuvvet olarak, onu ilâhî kudret saymışlardır. Önceleri ateş, Allahü teâlânın bir eseri olup, kendinde yaratma sıfatı bulunması bakımından mâbudun varlığına işâret, delil olan bir şey olarak kabûl edilmişken sonradan dînî liderleri, bu esas üzerinde bâzı değişiklikler yapmışlardır.
Bunlardan bir kısmı, ateşi tanrı kabûl etmişlerdir. Bunun yanında, yine eski filozofların; “Birden ancak bir doğar.” sözleri sebebiyle, “düalist=iki tanrılı” bir inanışa saplanmışlardır. Şöyle ki; bu felsefî görüşün îcâbı, bir olan mâbuddan (ilâhtan) birbirine zıt olan hayır ile şer doğmaz. Bunların ikisi de ezelî birer ilâhtırlar. Hayır ilâhı, bir nûrdur ve iyiliğin kaynağıdır. Şer ilâhı, karanlıktır ve kötülüğün kaynağıdır. Hayır ilâhı “Hürmüz”, Şer ilâhı ise “Ehriman” adı ile anılmıştır. Bunlar birbiriyle devamlı savaş hâlinde bulunurlar. İyilik çoğaldığı zaman Hürmüz, kötülük çoğaldığı zaman Ehriman gâlip gelmiştir, derler. Bu ikili tanrı inanışına, dinler târihinde “Seneviyye-Düalizm” adı verilir.
Sonra gelen mecûsîler, bir omuzunda hayır, diğer omuzunda şer (kötülük) bulunan ilâhlar tasvir etmişler, resmini yapmışlardır. Mecûsîler, ateşi hayır ilâhı Hürmüz’ün bir sembolü kabûl ettiklerinden, her tapınakta (Ateşgede) denilen ve devamlı ateş yanan yer yapmışlardır. Bu ateş hiç sönmemek üzere yanardı. Hiç kimse, buna dokunamaz, hattâ soluğu ile dahi kirletemez. Onun için ateş yakan râhibin ellerinde eldiven ve ağzında peçe bulunurdu. Mecûsîler, ateş yandığı müddetçe hayır ilâhının şer ilâhına gâlip geleceğine inandıkları için, ateşin hiç sönmeden yakılmasının lâzım olduğuna inanırlardı. Peygamber efendimizin doğum gecesinde meydana gelen hârikûlâde hâdiselerden biri de mecûsîlerin bin seneden beri yanmakta olan kocaman ateş yığınlarının âniden sönüvermiş olmasıdır.
Eski İran’da, tahminen M.Ö. 7. veya 6. asırda yaşadığı kabul edilen Zerdüşt, güyâ eski dîni düzeltmek için ortaya çıkmış ve İran’daki çok tanrıcılığa karşı tek ilâh inancını savunmuştur. Ona göre en yüksek Rab (ilâh), “Ahura-mazda”dır. Ahura, her şeyi bilen, kâinât nizâmını idâre eden, her şeye hayat veren ve her şeyin hâkimi olan en büyük kudrettir. Bununla berâber hayır (Hürmüz) ve şer (Ehriman) gibi iki ilâh görüşünü terk edememiş ve ateşgedelerde yine ateş yanmıştır. Zerdüşt, bir gün dünyânın sona ereceğini, kıyâmetin kopacağını, Cennet ve Cehennemin var olduğunu, ölen insanın rûhunun hesâba çekileceğini, kendinden önce gelen peygamberlerden veya getirdiği kitaplardan yâhut da onlara inananlardan öğrenerek kabul etmiştir. Bununla berâber, insanlara dünyâ ve âhiret saâdetini öğreten ve doğru yolu gösteren bir peygambere tâbi olmak saâdetine kavuşamadığı için, doğru yolu tam olarak bulamamıştır. Nitekim, daha sonraları onun tek ilâh olarak kabûl ettiği ve “Ahura-mazda” adını verdiği ilâhın yerini güneş tanrısı “Mitra” almıştır.
Bütün İran’a yayılan Zerdüşt’ün fikirleri, M.S. yedinci asırda İslâm ordularının İran’a girmesiyle Tevhid akîdesi (tek Allah inancı) yerleştiğinde son bulmuş ve Mecûsîlerin çoğu, hak din olan İslâmiyeti kabûl etmişlerdir. Bir kısmı da Hindistan’a sığınarak, Brahmanların inanışlarını da benimseyerek yeni bir inanış şekli kabul etmişlerdir. Bu bozuk inanışa sâhip olanlara, bugün Bombay şehri yakınlarında rastlanmaktadır.
Kur’ân-ı kerîmde Hac sûresi 17. âyetinde Mecûsîlerin sapık yolda olduğu bildirilmekte ve meâlen; “O îmân edenler, o Yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o Hıristiyanlar, o ateşe tapanlar, o Allah’a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki, Allah, kıyâmet günü, aralarında hükmünü verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah, her şeye şâhit bulunuyor.”buyrulmaktadır.
Peygamber efendimiz de bir hadîs-i şerîfinde; “Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları Hıristiyan, Yahûdî ve Mecûsî yapar.” buyurdu.
Alm. Ebbe und Flut (f), Fr. Maré (f), İng. Tides. Deniz suyunun, ay ve güneşin çekim kuvvetlerinin sonucu olarak yaptığı periyodik hareket. Med ve cezir, genellikle sâhillerde alçalan ve yüksek deniz seviyesi olarak belirir. Med ve cezir hareketi, özellikle deniz taşımacılığına yardımcı olmak amacıyla belirlenir. Ayrıca deniz kirlenmesi, liman bakımı ve kuvvet santrallerine yardımcı olmak için de bu bilgilerden faydalanılır.
Eğer dünyâ aysız olsaydı, med ve cezir (MC), sâdece güneşin etkisiyle ortaya çıkardı ve belirlenmesi oldukça kolay olurdu. Med ve cezir hergün, hemen hemen aynı zamanda ortaya çıkar ve med ile cezir arası oldukça kısadır. Med yüksekliğindeki değişme de oldukça azdır ve bu güneşin uzaklığında olan değişmeyle ilgilidir.
Med ve cezir tesirleri: Med ve cezir, esas olarak ayın çekim kuvvetinden ortaya çıkar ve ay günü olan 24 saat 50 dakikalık bir periyodu tâkib eder. Ay günü, ayın dünyâda belirli bir meridyene sâhip noktadan geçiş zamânının ortalama değeridir. Pekçok yerde med ve cezir görülür. Bunlar içinde med, ayın o noktaya en yakın olması ve en uzak olması durumlarında ortaya çıkar. Böylece med, yaklaşık olarak 12 saat 25 dakika ara ile görülür. Ancak dünyânın bâzı yerlerinde, meselâ Avustralya’nın güney kıyılarında, güneşin etkisi daha fazladır. Med ile cezir arasındaki deniz seviyeleri, bâzı yerlerde 30 cm’yi bulmaz. Ancak, bâzılarında ise, meselâ Kanada’da Nova Scotia kıyılarında bu fark 15 m’ye varır.
Med ve cezir çeşitleri: Yarı günlük, günlük ve karışık olarak sınıflandırılabilir.
Eğer bir ay gününde iki med ve iki cezir varsa ve birbirini tâkib eden medlerdeki ve cezirlerdeki deniz seviyesi farkı oldukça az ise bu yarı günlük olarak isimlendirilir. ABD’nin Atlantik kıyılarında bu tür med ve cezire rastlanır.
Eğer bir ay gününde tek bir med ve tek bir cezir varsa buna, günlük med ve cezir denir. Meselâ, Meksika Körfezindeki med ve cezir böyledir.
Eğer yarı günlük gibi ortaya çıkan med ve cezirlerde, birbirini tâkip eden iki med deniz seviyesi ile iki cezir deniz seviyesi arasındaki fark büyükse bu, karışık türden bir MC’dir. Meselâ ABD’nin Pasifik kıyılarında bu tür med ve cezir görülür.
Med ve cezir akımları: Med ve cezir üç boyutlu bir olay olup, hem su seviyesini ve hem de su yüzeyini etkiler. Bu sebeple med ve cezir sonucunda yatay su akımları ortaya çıkar. Boğazlarda ve nehir ağızlarında, bir yönde akış sınırlandığı için med ve cezir akımları görülür. Su birbirine ters iki yönde zaman aralıklarıyla akar. Okyanusta bâzı yerlerde su, sürekli yönünü değiştirerek med ve cezire bağlı olarak akar. Bu tür akımların belirli bir yönü olmayıp su çevrim şeklinde hareket eder.
Med ve cezirin sebebini kolayca görmek için dünyâyı, sâbit derinliğe sâhip bir su kütlesi ile kaplı kabul edelim. Kolaylık olmak üzere suyun ataleti ve sürtünme kuvveti düşünülmesin, yâni ortaya çıkan bir çekim kuvveti hemen suyu harekete geçirebilsin. Ayrıca güneş ve ayın etkileri ayrı ayrı incelenerek, etkiler daha kolay açıklanabilir.
Med cezir ve ay: Ay, dünyâdaki deniz, atmosfer ve karalara çekim kuvveti tatbik eder. Bu kuvvet mesâfenin karesi ile ters orantılı olarak ayın merkezine doğru olacaktır. Med ve ceziri bu kuvvetler değil, bu kuvvetlerin farkı doğurur, bu ise mesâfenin küpü ile ters orantılıdır. Ancak bu kuvvete merkezkaç kuvvetini de ilâve etmek gerekir. Bu kuvvet, hep aynı değerde ve ay ile dünyânın merkezlerini birleştiren doğruya paraleldir. Bu doğrunun aydan gelip yeryüzünü kestiği noktada ay çekimiyle merkazkaç kuvvetinin bileşkesi aynı doğrudur. Ancak, bu doğrunun yeryüzünü aydan uzaktan kestiği noktada bileşke kuvvet aydan uzaklaşan yöndedir. Bu bileşke kuvvetlerin yeryüzündeki düşey bileşenlerinin med ve cezire tesirleri önemsizdir. Yatay kuvvetler ise yerçekimi kuvveti ile dengelenmediği için suyu hareket ettirir ve med ve ceziri doğurur. Dikkat edilirse, med ve cezir, suyun düşey doğrultuda kuvvet tatbiki onun kaldırılması değil, med ve cezir, yatay kuvvetlerin etkisi ile ortaya çıkar.
Med ve cezirin periyotları: Sâdece ayın etkisini düşünmek kolay olur. Ay, dünyânın ekvator düzlemindeki yörüngesinde her ayda bir devir yaparken, dünyâ da kendi ekseni etrâfında 24 saatte bir döner kabul edelim. Bu sebepten dolayı dünyânın aya en yakın ve en uzak yerlerinde deniz yükselirken, her iki yan tarafta deniz alçalır. Birbirini tâkib eden med ve cezirin periyodu ay gününün yarısı olan 12 saat 25 dakikadır. Gerçekte, ayın yörüngesi dâiresel değil eliptiktir. Dünyâya yakın ve uzak noktaları mevcuttur. Ay med ve cezir kütle çekimiyle ilgili ve uzaklığın küpü ile ters orantılı olduğu için bu iki noktada med ve cezir, ortalamadan % 25 sapar. Diğer bir karmaşıklık ise ayın, dünyânın ekvator düzlemi içerisinde kalmamasıdır. Yaklaşık 27 güneş günü periyot olmak üzere, bu düzlemin altına iner ve üstüne çıkar. Bunun sonucu olarak med ve cezirin en büyük olduğu noktalar ekvatordan uzaklaşır. Meselâ, kuzey yarımkürenin aya yakın yerinde en yüksek su seviyesi varken, bunun simetriği güney yarımkürede de meydana gelir.
Med cezir ve güneş: Güneş de, ay gibi çekim kuvvetiyle etkili olur. Aya benzer şekilde güneş med ve ceziri ortaya çıkar. Bu med ve cezirin zamanları değişik olup, küçüktür. Güneşin kütlesi ayınkinin 27 milyon katı olmasına rağmen uzaklığı ayınkinin 390 katıdır. Bu sebeple periyodu yarı gün olan bu med ve cezir yaklaşık olarak ayınkinin % 46’sı civârındadır. Yeni ve dolun ayda, ay ve güneş, med ve ceziri kuvvetlendirecek şekilde bir doğru üzerinde bulunur. Buna karşılık ilk ve üçüncü devreleri birbirlerinin etkisini hafifletici yöndedir. Ayrıca dünyânın da yörüngesi eliptik olduğu için, güneş bâzan dünyâya yakın ve bâzan uzak bulunur.
Târihî gelişim: Eski Yunan ve Roma kaynaklarında med ve cezire rastlanmaktadır. Ancak teorik çalışmalar Isaac Newton’un kütle çekim kânununu kullanarak teorik bir denge med ve ceziri elde etmesiyle başlar. Bunun yanında tecrübî sonuçlar toplanarak, tablolar hazırlanmıştır. Teorik gelişmeler ayrıca John Lubbock, Pierre Laplou, Greorge Airy ve Lord Keloin tarafından yapılmıştır. Bu konuda en çok kullanılan yol, harmonik metoddur. Gözlenen med ve cezir dalgaları trigonometrik kosinüs dalgalarına ayrılır. Daha sonra bu dalgalar, elde edilen sonuçlara uydurulur. Bu metodda denge denklemleri, med ve cezirin önde gelen peryotlarını belirlemek için kullanılır. Elde edilen bilgiler tablolarla verilir.
Günümüzde med ve cezirin incelenmesi bilgisayar yardımıyla daha sıhhatli olarak yapılabilmektedir. Bu sûretle daha önce hesâba katılamayan etkilerin de tesirlerini göz önüne almak mümkün olmuştur. Otomatik olarak elde edilen su seviyeleri bilgisayara geçilerek, yapılan program sâyesinde med ve cezirle ilgili bir matematik model geliştirilmektedir. Bu analizde daha önce kullanılan harmonik analiz yanında en küçük kareler metodu tatbik edilmektedir. Dünyâda med ve cezir ölçüsü yapan 1000 civârında yer mevcuttur. Genellikle bu yerler, pratik olması sebebiyle limanlar ve nehir ağızlarıdır. Ayrıca değişik yerlerde alınan ölçülerle dünyâ med ve cezir haritası hazırlanılmasına çalışılmıştır. Bu tür haritalar hazırlanırken, daha çok en önemli etkiler gözönüne alınmıştır.
Med ve cezirden faydalanılarak elektrik enerjisi sağlıyan barajlar da yapılmıştır. Bu olaydan geniş olarak istifâde etmenin çâreleri bilim adamları tarafından devamlı araştırılmaktadır.