MAŞA
Alm. Feuerzange (f); Klammer (f); (Haar-) spange (f), Fr. Pincettes (f.pl.); pince (f); barrette (f), İng. Tongs; pincers. Kor hâlindeki ateşleri karıştırmak, kızgın şeyler ve ufak tefek parçaları tutmaya yarayan âlet. Berberlerin ve hanımların saçlara bir düzen ve şekil vermek için kullandıkları elektrik iletkenli metal âletlere de maşa denir.
Herhangi bir işi, usûlüne göre yapmak veya bu işten gelebilecek tehlike ve zararların kendisine bırakılmak üzere araya konulan kimse, yardımcı veya vasıtaya da bu isim verilmektedir.
Maşa, bir ucu birbirine birleştirilmiş, diğer uçları ise birbirine, kullanış gâyesine uygun bir mesâfede ayrılmış (V) biçiminde îmâl edilir. Uzun kollar, umûmiyetle yassı metal parçalardır. Uzun yassı metal parçaların ortasından uygun şekilde ikiye katlanmasıyla da maşa îmâl edilmesi yaygındır. Birleşik ucundan tutulup sıkılması ile istenilen parçalar, açık kısmının kolları arasında sıkışırlar. Bu usûlle çalışan ve şekil olarak benzemesine rağmen pekçok farklı yönleri bulunan maşalar mevcuttur.
Maşa; Türkçeden Arapçaya “mahşe” biçiminde geçmiş bir kelimedir. Maşaların demirden, çelikten, pirinçten, bakırdan, gümüşten ve altından yapılanları da vardır. Dibcik, baston, büyük bıçak sapları içerisinde yuvarlak biçimde olan nargile maşalarının antika değerleri olup, günümüzde bunlara müzelerde rastlamak mümkündür.
Camcılık sanâyiinde kıvama gelmiş cam humurlarını, üfleme borusundan ayırmada, derilerin işlenmesi esnâsındaki gerilmelerinde, kâğıt, karton, levha hâlinde olan kâğıtların masa üzerine tutturulmasında geniş ağızlı demir ve metal maşalar kullanılır. Son zamanlarda bütün kol saatlerinin ayarlanması, çapa biçiminde maşa ismi verilen küçük parça ile yapılmaktadır.
Kuyumcular, yazıcılık sanatıyla uğraşanlar, işlerinde devamlı maşa denilen küçük bir âlet kullanırlar.
Maşa âleti, otomatik dokuma tezgâhlarında ipliklerin koptuğu veya azaldığı zaman tezgâhı durdurmaya da yarar. Bunun yanında; tıpta, saatçilik mesleği ve buna benzer birçok yerlerde de maşa adı verilen çeşitli âletler kullanılmaktadır.
Müslüman olmayan kişilerin öldükten sonra gömüldükleri mezarlıklara verilen isim. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra, İslâm dîni inancının dışındaki yabancılara kendi din ve inançlarına göre ibâdet etmelerini serbest bıraktı. İzinle yaşadıkları şehirlerde ölen Yahûdî, Hıristiyan ve diğer yabancılara ayrı bir mezarlık kurma ruhsatı da verildi. Bunun neticesinde mevcut gayri müslim mezarlıkları “maşatlıkları” meydana geldi. Daha sonraki yıllarda İstanbul’da ve diğer şehirlerde gayri müslim sayısının artması üzerine maşatlık sayısı da arttı.
Bütün maşatlıkların en belirgin özelliği mezar taşlarının düz olması ve üzerinde altı köşeli yıldız işâretinin bulunmasıdır. İlk zamanlarda, maşatlıklardaki mezarlara taş dikilmezdi. Daha sonraki yüzyıllarda taş dikme geleneği ortaya çıktı.
İstanbul’dan başka Edirne, Erdek vs. gibi yerlerde de maşatlıklar meydana geldi.
Dünyâca ünlü kadın câsus. Birinci Dünyâ Harbi yıllarında Almanlar hesabına çalıştı. Hollandalı olan Mata Hari’nin asıl ismi Margaretha Geetruide Zelle’dir. Hollandalı bir işadamının kızı olup, okul çağında bir manastırda eğitim gördü. 18 yaşındayken Hollanda ordusunda görevli İskoç asıllı bir subay ile evlendi. Kocasının vazifesi sebebiyle bir müddet Amsterdam’da, bir süre de Java Adasında kaldı. Hollanda’ya dönüşünde kocasından ayrılarak Paris’e yerleşti. Burada dansözlüğe başladı ve kısa bir süre içerisinde meşhur oldu. Şöhreti Paris, Londra, Viyana, Berlin ve Roma gibi Avrupa’nın önemli şehirlerine yayıldı. Buralarda ilgili devletlerin hükümetlerinde görev yapan önemli kişilerle yakınlık kurdu.
Mata Hari’nin bu durumundan istifâde eden Almanlar, onu Almanya’ya çağırarak, Alman Gizli Servisine aldılar. Birinci Dünyâ Harbinden birkaç sene önce Almanya’nın Lörrach şehrindeki Alman Espionaj Okulunda câsusluk üzerine eğitim gördü. Bu arada Berlin polis şefiyle de yakınlık kurdu. Alman Gizli Servisindeki kod numarası H21 olan Mata Hari, 1915 senesinde tekrar Fransa’ya döndü. Fransız Gizli Servisi, Mata Hari’nin Almanlar hesâbına çalışan bir câsus olduğunu bilmelerine rağmen, herhangi bir müdâhalede bulunamıyorlardı. Mata Hari’nin, gerek Fransız ve gerekse Hollanda hükümetlerinde nüfûz sâhibi kişilerle çok yakın temâsı vardı. Ancak o, kendisi için hazırlanan tuzaklardan ustalıkla kurtulmayı başarıyordu.
Fransız, İngiliz, Rus subay ve devlet adamlarından topladığı çok gizli askerî bilgileri kızına yazılmış masum mektuplar hâlinde özel diplomatik kurye ile Paris’ten Almanlar’a ulaştırıyordu. Alman askerî ve denizcilik istihbârât başkanlarıyla berâber toplantılara katıldığı Madrid’den Paris’e döndükten sonra 13 Şubat 1917’de tevkif edildi. Yıllardır hakkında toplanan belgelerin en önemlisi, son Madrid seyâhatinde, Madrid elçiliğinden Alman askerî merkezine kendi kodu (H21) ile gönderdiği ve yolda ele geçirilen telgraftı. Madrid dönüşü alacağı 15.000 İspanyol Pezosu tutarındaki çek, tevkifinde üzerinde bulundu. Bir diğer delil de, 1915’te Fransa’ya dönmesinden önce, Alman Gizli Servisinden aldığı 30.000 Mark’lık senetti. Mahkemenin söz konusu paralarla ilgili suçlamasını; “Hediye aldım.” şeklinde reddeden Mata Hari, mahkeme heyetinin kuvvetli delil bulamamasına rağmen, îdâma mahkûm edildi ve 15 Ekim 1917’de kurşuna dizildi.
Îdâma giderken gâyet soğukkanlı olan Mata Hari; “Bu Fransızlar beni öldürmekle ne kazanacaklar, savaşı mı kazanacaklar?” diye yanındakilere dert yanmıştır. Kurşuna dizilirken gözlerini bağlatmayarak, kendisinden beklenmeyen bir cesâret ve soğukkanlılık göstermiştir.
Alm. Druckerei, Fr. İmprimerie, İng. Printing office. Yazı, resim veya şekilleri, kâğıt, deri, kumaş gibi malzemeler üzerine özel bir sûrette basarak çıkaran ve birden çok nüsha hâline getirilmesini sağlayan makine veya sistem. Baskı makinesi diye de bilinen matbaa, Arapça asıllı bir kelimedir. Basım evi, basım yeri, baskı âleti gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Allahü teâlâ ilk insan olan Âdem aleyhisselâma peygamberlik verdi. Emir ve yasaklarını bildirmek için de kitap gönderdi. Fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık ve matematik bilgileri hazret-i Âdem’e öğretildi. Âdem aleyhisselâm ve onun neslinden gelen insanlar, kerpiç üstüne çeşitli dillerde yazılar yazdılar. Diğer peygamberlere gönderilen kitaplar da insanlar tarafından okunup yazıldı. Ayrıca çeşitli ilimlerle ilgili kitaplar yazıldı. Bu kitaplar ilk zamanlar elle yazıldıysa da, zamanla daha çok kimsenin faydalanabilmesi için çoğaltma yolları araştırıldı. Taş ve ağaç üzerine oyulan çeşitli damgalar ve kalıplar geliştirildi. Böylece baskı tekniği ve matbaa ortaya çıktı. Eski devirlerden beri bilinen ve kullanılan matbaa bal mumu veya kil üzerine silindir biçimindeki damgalar ve kalıplarla elde edildi. Tahta ve metal kalıplarla oyulmuş tuğlalardan da faydalanıldı. M.S. 2. yüzyılın sonlarında Çinliler tarafından geliştirilen matbaada klâsik budist metinler basıldı. Mermer levhalara oyulan yazı ve şekiller üzerine ıslak kâğıt basıldı, kâğıt üzerine çıkan kabartma yazı ve şekiller mürekkeple boyandı. Böylece tek tek yazmak veya çizmek gibi zorluklar bir kenara bırakılarak aynı yazı ve şekiller pekçok sayıda çoğaltılabildi. Zamanla mermer levhaların yerini ağaç baskı blokları aldı. Ağaç blok üzerine harfler ve şekiller kabartmalar hâlinde oyuldu. Basım için ağaç blok fırçayla mürekkeplendi. Mürekkepli kısmın üzerine kâğıt basılarak yazı ve şekiller kâğıt üzerine aktarıldı. Bu usulle Çin ve Japonya’da M.S. 8 ve 9. yüzyılarda çeşitli kutsal metinler basıldı. On birinci yüzyılda Çinli bir bilim adamı olan Sheng, metni meydana getiren harfleri, kil ve tutkalı karıştırıp pişirerek tek tek hazırlama usulünü buldu. Özel hazırlanmış ve pişirilmiş olan harfleri bir demir levhanın üzerine yan yana dizdi. Üzerlerini reçine, mum ve kâğıt külüyle sıvadı. Daha sonra levhayı hafif ateşte ısıtarak harflerin katılaşmasını sağladı. Katılaşmış harflerle kaplı levhanın üzerini mürekkepleyerek üzerine kâğıdı bastı ve basılmasını istediği metinden istediği kadar nüsha çoğalttı. Basım işlemi bittikten sonra da kalıbı yeniden ısıtarak harfleri tek tek söktü. Bu harfleri sonraki seferlerde tekrar tekrar kullanabilme usûlünü geliştirdi. Böylece tipo baskı tekniğinin ilk örneği elde edilmiş oldu.
Çinlilerle komşu olan ve münâsebette bulunan Türkler de matbaayı kullanmaya başladılar.
Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu Tübitak’ın aylık olarak yayınladığı Bilim ve Teknik Dergisinin Ağustos 1993 târihli 309. sayısında Türklerin M.S. 8. yüzyılda matbaayı bildikleri ve baskı tekniğini kullandıkları şöyle bildiriliyor; “Basım işinin bulunması Çinliler ve Türklere âittir. Berlin-Brandenburg Bilimler Akademisince yapılan araştırmalarda Doğu Türkistan’da yaşamış Türk halklarının dilleri ve kültürleri inceleniyor. Turfan yöresinde yapılan kazılar ve elde edilen ip uçları basım işinin Türkiye’de sanıldığı gibi, ilk defâ Mainz’li Alman Johannes Gutenberg tarafından bulunmadığını buna karşılık M.S. 8. yüzyılda Doğu Türkistan’da bulunduğunu ortaya çıkarıyor.
Bilimler Akademisi’nden Annamarie von Gabain’in incelemeleriyle Berlin’de değerlendirilen Doğu Türkistan baskı kitapları, Uygur ve eski Türk kültürünün örneklerini oluşturuyor ve “Turfan Araştırmaları” olarak anılıyor. Sekizinci yüzyılın ortalarında Kore ve Japonya’daki örnekleriyle benzerlik gösteren Turfan tahta baskılar 100.000’den çok örneği basılmış olan budist sutra resim ve metinleri gösteriyor. Eski Türkçe olan bu eşsiz güzellikteki baskılar Doğu Türkistan’ın Taklamakan Çölü çevresinde Tarım Irmağı, Aksu-Turfan şehirleri yörelerinde bulunuyor. Dînî belgelerin, resmî evrakların, yıllık takvimlerin çoğunlukta olduğu binlerce kitap tahta oyma harf ve klişelerle basılarak geniş bir alana dağıtılmış bulunuyor. Berlin Brandenburg Bilimler Akademisi ilk baskı örneklerini topluyor ve araştırmaları yoğun olarak sürdürüyor.
Ticâret yapmak ve İslâmiyeti yaymak gâyesiyle Semerkand ve diğer Orta Asya şehirlerine giden Müslüman-Arap tüccarlar kâğıt kullanımını ve baskı tekniğini görerek memleketlerinde uygulamaya başladılar. Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya geçen ve devlet kuran Endülüs Emevileri de matbaa ve baskı tekniğini kullandılar. Bunlardan da ticâret ve ilim öğrenmek için Endülüs’e giden Avrupalılar öğrendiler. On dördüncü yüzyıldan îtibâren Avrupa’da matbaa kullanılmaya başlandı. İlk zamanlar daha çok dînî mâhiyetteki resimler basıldı. 15. yüzyılın başlarında ise birkaç sayfalık küçük kitapçıklar basılmaya başlandı. 1423-37 seneleri arasında harflerin tek tek ağaçtan oyularak hazırlanmasına geçildi. Daha sonra metalden hazırlanan harflerle baskı yapıldı. Önce pirinç veya tunçtan bir dizi harf kalıbı hazırlandı. Sonra bu kalıplar, basılacak metni meydana getirecek şekilde kil veya kurşun gibi yumuşak bir metal matris üzerine tek tek vuruldu. Arkasından matrisin yüzeyine kurşun dökülerek klişe levha hazırlandı. Böylece Tipo baskı tekniğinde matbaa geliştirilmiş oldu.
Yanlış olarak matbaayı keşfeden Avrupalı bilgin diye tanıtılan Johannes Gutenberg daha önceden bilinen baskı tekniğini biraz daha geliştirdi. Harfleri ve karakterleri tek tek dökerek hazırladı. Önce karakterin pirinç veya tunçtan kalıbını hazırladı. Kalıpların çevresine kurşun dökerek bir matris elde etti ve bunun üzerine kurşun kalay ve antimon karışımı bir alaşım dökerek karakterler elde etti.
Altta sâbit bir yatak ile üstte vidalı bir kol yardımıyla düşey olarak hareket eden bir kapaktan meydana gelen bir matbaa makinesi geliştirdi. Bu sistemde baskısı yapılacak klişe yataktaki metal bir çerçeveye tesbit ediliyor, mürekkepleniyor ve üstüne kâğıt konuluyordu. Daha sonra kapak kâğıdın üzerinden, merdâne belli bir basınçla bastırılarak kâğıt üzerine baskı gerçekleştiriliyordu. Bunu tâkiben Peter Schöffer 1475’te yumuşak metal kalıplar yerine çelik kalıpların kullanılması uygulamasını başlattı. Satırların düzgün bir biçimde dizilebildiği bakır klişelerin hazırlanmasını elverişli hâle getirdi. Baskı makinesinin yatak bölümü de hareketli duruma getirilerek kâğıt değiştirme, klişe mürekkepleme ve üst kapağa basınç uygulama işlemleri de kolaylaştırıldı.
Matbaa ve baskı sistemlerinde zaman içinde yeni değişiklikler oldu. 1790’da İngiliz William Nicholson mürekkepleme işleminde deriyle kaplı merdane kullanımını başlattı. 1795’te ABD’li Samuel Rust tamâmen çelikten yapılmış ve üstten vidayla sıkıştırılan matbaa makinesini geliştirdi. 1803’te Alman Friedrich Koenig buhar gücünden ve dişli çark sisteminden faydalanarak baskı kapağının inip kalkmasını, yatağın ileri geri hareketini ve klişenin merdânelerle mürekkeplenmesini tek bir mekanik hareket olarak birleştirdi. 1811’de yardımcısı Andreas Bauer ile birlikte baskı kapağının yerine, üzerine kâğıt sarılı bobinlerin kullanımını başlatarak rotatif baskı sisteminin gelişmesinin ilk adımlarını attı. 1865’te ABD’li William Bullock tabaka yerine bobin kâğıtlar kullanarak kâğıt besleme işlerini devamlı kıldı. Daha sonra da otomatik katlama makinelerini geliştirerek basım işini hızlandırdı.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılda matbaa makineleri ve baskı teknikleri husûsunda büyük gelişmeler oldu. Tipo baskı sisteminin yanında tifdruk, rotogravür ve ofset teknikleri kullanıldı. Basımı yapılacak yazıların harf klişelerini tek tek dökerek dizen sıcak metal kullanan dizgi makinelerinin yerini çok hızlı optik usullerin kullanıldığı bilgisayarlı dizgi makineleri aldı. Bu sâyede büyük okuyucu kitleleri olan gazeteler çoğaldı.
Türkiye’de ilk matbaayı 1493’te İstanbul’da İspanya’dan göç eden Mûsevîler kurdu. 1567’de Ermeniler, 1627’de Rumlar tarafından İstanbul’da matbaa açıldı. İlk Türk matbaası ise İbrâhim Müteferrika tarafından 1727’de kuruldu. Geçimlerini kitap yazmakla kazanan bâzı hattatlar, çıkarlarına ters düştüğü için matbaanın kurulmasına karşı çıktılar. Ancak Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi verdiği fetva ile matbaa kurmanın İslâm dîni açısından bir mâni olmadığını bildirdi. Bununla ilgili olarak; Yenişehirli Abdullah Efendiye matbaa açmak kitap basmak husûsunda şöyle soruldu: “Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri, âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp buradan kâğıtların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim dese bu kimsenin böyle kitap basmasına dînimiz izin verir mi?” Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi cevâbında; “Kitap basma sanatını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda kitap elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Faydalı bir iş olduğundan dînimiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi önce kitabı tashih etmelidir. Tashih ettikten sonra basılırsa güzel bir iş olur.” buyurdu.
Yenişehirli Abdullah Efendinin bu fetvâsı İslâm dîninin ilme, tekniğe, fenne ve yeni teknolojik gelişmelere verdiği önemi ortaya koyduğu gibi“İslâmiyet bizi geri bıraktı ilmî ve teknik gelişmelere mâni oldu” diyerek gençliği târihinden, dîninden ve îmânından soğutmak isteyenlerin çirkin iftirâlarına cevap teşkil etmektedir.
İbrâhim Müteferrika tarafından kurulan ve “basmahâne” diye anılan bu matbaada ilk olarak Vankulu Lügatı basıldı. Toplam 23 kitabın basıldığı bu matbaa 1794’te kapandı. 1795’te Hasköy’deki Mühendishânede ikinci bir matbaa kuruldu. Sultan Üçüncü Selim Han tarafından 1802’de Dârü’t-tıbaati’l-Cedîde adıyla üçüncü bir matbaa kuruldu. Bu matbaa daha sonra Sultan İkinci Mahmûd Han zamanında 1831’de Takvim-i Vekâyî adlı resmî gazetesinin basılması için kurulan Takvimhâne-i Âmire matbaasıyla birleşerek Matbaa-i Âmire adını aldı. Mısır’da kurulan Bulak Matbaası ve İstanbul’da kurulan Matbaa-i Bab-ı Hazret-i Seraskeriyye Matbaası, Maçka Mekteb-i Harbiye Matbaası, Ceridehane Matbaası, Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliye Matbaasından başka yeni matbaalar da kuruldu.
1860’tan sonra basım ve yayın çalışmaları daha da hız kazandığından 100’den fazla matbaa kuruldu. Bunu tâkip eden senelerde de matbaa kurma çalışmaları artarak devâm etti. Dönemlere göre kurulan matbaa sayısı ise şöyledir; 1729-1875 arasında 151, 1876-1892 arasında 172, 1893-1907 arasında 199, 1908-1917 arasında 368.
Osmanlı Devleti döneminde uzun yıllar hizmet vermiş olan Matbaa-i Âmire Cumhûriyetin kuruluşundan sonra Milli Matbaa ve Devlet Matbaası adını alarak faaliyetini sürdürdü. 1 Kasım 1928’de yapılan harf inkılabından sonra matbaacılık bir bunalım dönemine girdi. Bazı matbaalar kapandı. Daha sonra İstanbul dışında Ankara, İzmir, Bursa ve Adana gibi şehirlerde çeşitli matbaalar açıldı. İlk zamanlar linotip, rotatif baskı tekniklerinin kullanıldığı matbaalarda 1950’li yılların sonunda tifdruk, 1960’lı yılların sonunda ise ofset baskı tekniğine geçildi. Çeşitli il ve ilçelerde kurulan matbaaların sayısı giderek arttı. Bugün ülkemizde pekçoğu en son teknik gelişmelere göre faaliyet gösteren 3000-4000 civârında matbaa bulunmaktadır (1993).
MATBAH-I ÂMİRE (Matbah-ı Hümâyûn)
Osmanlı Devletinde saray mutfağı. Matbah-ı Hümâyûn. Topkapı Sarayında, orta kapıdan içeriye girildiği zaman, Alay Meydanının sağ tarafında baştan aşağı Matbah-ı Âmire binâları mevcuttur. Matbahın Alay Meydanına açılan üç kapısı vardır. Kapılardan içeriye girilince ikişer ikişer yirmi bacalı büyük mutfaklarla karşılaşılır. Mutfak binâlarının önünde Matbah-ı Âmire görevlilerinin, aşçı ve tablakârlarının koğuşları ile mescidleri bulunur.
Matbah-ı Âmire büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdı. Büyük mutfakta saray halkı, dîvân günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı. Hergün yaklaşık dört-beş bin kişiyi doyuracak yemek çıkarılan bu mutfakta Vâlide Sultan, Kızlarağası, Kapıağası ve Kilercibaşı Matbahı gibi bölümler vardı. Küçük mutfak ise, pâdişâhın özel yemeklerinin pişirildiği yerdi ve “Matbah-ı Hümâyûn, Matbah-ı Has” ve “Kuşhâne” gibi isimlerle anılırdı. Matbah-ı Âmirede hergün mûtâd olarak verilen yemeklerden başka, ulûfe (maaş) dağıtıldığı günlerde 10-15 bin askere yemek verilirdi. Ramazan ayının on beşinci gecesi on bin Yeniçeriye baklava; dîvân günlerinde ise 600 sahan çorba, zerde, pilav hazırlanırdı. Matbah-ı Âmirenin bir kısmına “Helvahâne” denirdi. Her türlü tatlılar, reçeller, şuruplar ve mâcunlar ile kokulu sabunlar burada yapılırdı.
Matbah-ı Âmire aşçılarıyla pâdişâh, şehzâde, vâlide sultan ve sâirenin yemeklerini pişiren aşçıların pişirdikleri yemek îtibâriyle miktarları çeşitliydi. Bunlar arasında aşçıbaşı, ocakbaşı, kebâpçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı ve balıkçı başlıcalarıdır.
Kuşhâne matbahına zülüflü baltacılar arasından kâbiliyetli ve îtimâd edilir iki kişi seçilirdi. Birincisine Kuşçubaşı, diğerine İkinci denirdi. Her matbahta mesleğinin ehli aşçı, usta, kalfa ve şâkirtleri, bunların maiyetlerinde de yamaklar bulunurdu. Her matbahın bir aşçı başısı mevcut olup, âmirlerine “Baş aşçı” denilirdi.
Sarayda mutfak işlerine bakan memura “Matbah-ı Âmire Emini” adı verilirdi. Matbah-ı Âmire Emini, “Hâcegân” rütbesindeydi. Matbah-ı Âmire Emini mutfak ihtiyâçlarını karşılayan, masraf ve gider defterlerini tutan ve baş muhâsebeye karşı sorumlu bulunan levâzım müdürü hüviyetindeydi. Başlıca vazîfeleri; saray mutfağının bütün ihtiyâçlarını karşılamak, hesaplarını tutmak ve emri altında bulunan memurları idâre etmekti. Memurların tâyin ve azilleri Enderun Kilercibaşısı tarafından yapılırdı. Kiler emini, çâşnigir, matbah-ı âmire kâtibi ve kethüdâsı kendisine yardım ederdi. Bunların dışında Matbah-ı Âmirenin diğer hizmetlileri olarak yoğurtçular, sütçüler, sebzeciler, tavukçular, simitçiler, buzcular, karcılar, sakalar, mumcular, fırıncılar, buğday döğücüler, helvacılar, bozacılar, kasaplar çoğunlukla acemi ocağındaki asker adayları arasından seçilirdi.
Matbah-ı Âmirenin ihtiyâçları Mısır ile Eflâk voyvodalığından; Koçhisar, Atranos, Harmancık, Keşan, Eğriboz, İzmit, İstanköy ve Sakız mukâtaalarından para veya mal olarak karşılanırdı. Matbah-ı Âmirenin her yıl devir muhâsebesi yapılır, bu münâsebetle memurlara devriye adı ile ayrı bir ikrâmiye verilirdi. Matbah-ı Âmire emirleri de görevlerinden ayrıldıkları zaman yine devir işlemleri yaparak hesapları kapatırlardı.
Matbah-ı Âmire Eminliği, İkinci Mahmûd’un son yıllarında Gümrük Eminliğine katılarak “Matbah-ı Âmire İdâresi” adını aldı. 1838’de de Darphâne Nezâretine bağlanarak ortadan kaldırıldı. Matbah-ı Âmire, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında saltanatın sonuna kadar devâm etti.
Alm. Trauer, Fr. denil, İng. Mourning. Ölen bir kimse için yas tutmak, döğünmek. İslâmiyette mâtem tutmak yoktur. Bid’attir. Dinde sonradan ortaya çıkmıştır. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etmiştir. Eğer bu iş câiz olsaydı Resûlullah efendimizin Tâif’te mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud’da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Mâtem tutan kimse ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azap görecektir.”
“İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek; ikincisi, ölü için mâtem tutmak.”
Alm. Mathematik (f), Fr. Mathematiques (f.pl.), İng. Mathematics. Tabiatta rastlanan problemleri, sayılar ve şekillerle ifâde ederek, bunları çözmeye çalışan bilim dalı. Matematiğin ilk başlangıcı, rastlanan problemleri çözüp, bunlardan fayda temin etmek şeklinde olmuştur. Meselâ, târihte Nil Vâdisindeki her sene ortaya çıkan taşmalarda kaybolan arâzi sınırlarını belirlemek için, eski Mısırlılar metod geliştirmeye çalışmışlardır. Böylece matematiğin bir dalı olan geometri ortaya çıkmıştır. Gerçekte de, geometri kelimesi “arâzi ölçümü” anlamına gelmektedir. Bâbillilerin de, Fırat ve Dicle nehirlerindeki sulama, kurutma ve taşıma kontrolü için matematiğe ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Benzer projeler, Asya’da İndus ve Ganj nehirlerinde tatbik edilmiştir. Tekniğin ilerlemesiyle daha ileri matematiğe, bunun yanında ayrıca tabiî olayları gösteren bir takvime ihtiyaç duyulmuştur.
Eski Mısırlılar, matematik çalışmalarını taş ve papirus; Bâbilliler ise kil plaklar üzerine kaydetmişlerdir. Bu iki kayıt da mevcut iklimin veya yapılan muâmelenin türünden dolayı dayanıklı olmuştur. Buna karşılık Hindistan’da ve Çin’de; bilgiler, dayanıksız malzeme üzerine yazılmıştır. Bu sebepten Mısır ve Bâbil’den günümüze belirli bilgiler geldiği hâlde, Hindistan ve Çin’dekiler hakkında pek az şey bilmekteyiz.
Mısır ve Bâbillilerden gelen matematik kâideler, daha çok deneme-yanılma metoduna dayanmaktadır. Helenistik çağda ise, Ön Asya kavimlerinde matematiğin mantıkî gelişmesi görülmektedir.
Daha sonra matematikte ismi duyulanlar eski Yunanlılardır. Bunların başlangıcı da M.Ö. 300 yıllarında Euclid (Öklit) tarafından yazılan Elemanlar kitabı olmuştur. Ancak bu eserin meydana gelmesinde, daha önceki doğu matematiğinin önemi çok büyüktür. Burada önemli olan eski Yunanlıların matematiği bir takım yaklaşık metodlardan kurtararak, mantıkî temellere oturtmalarıdır. Ancak bu devirden günümüze kadar gelen orijinal bir eser yoktur. Bunlar hakkında, daha sonra yazılan eserlerden bilgi edinilebilmektedir. Eski Yunan matematiği, M.Ö. 6. yüzyılda Miletli Thales’in eserleri ile başlamıştır. Daha sonra Pythagoras (Pitagor) tarafından geliştirilmiştir. M.Ö. 600’de Thales ile M.Ö. 300’de Euclid arasında, mantıkî metodun geliştiği ve sistematik hâle geldiği görülmektedir. Bu metod şöyle özetlenebilir: Önce, konu ile ilgili bâzı ilk terimler açıklanır ve bunlardan ne kast edildiği ifâde edilir. Daha sonra bu terimlerle ilgili ve hemen kabul edilebilecek belirli ilk teklifler verilir. Bunlar konu ile ilgili “aksiyom” veya “postulat”lardır. Diğer bütün terimler ilk târif edilen terimlerle açıklanırken, bundan sonraki teklifler mantıkî olarak daha önceki aksiyom ve postulatlardan çıkarılır. M.Ö. 4. yüzyılda, bu metod, oldukça etraflı olarak Aristo (M.Ö. 384-322) tarafından geliştirilmiştir. Daha sonra yüzyılın sonunda Euclid, eserlerini yayınlamıştır. Bu devirde daha çok geometriyle meşgul olunmuştur.
Bu şekilde başlayan ve belirli bir olgunluğa erişen matematik, Euclid, Arşimet, Pergalı Apollonius’tan sonra M.Ö. 3. yüzyılda bir gerileme devrine girmiş ve daha sonra da kaybolmuştur. Bundan sonra Avrupa karanlık bir devre içindedir. Bu duruma sebep, Hıristiyanlık, Mûsevîlik dinlerinin bozulup, bunlarda söz sâhibi olan kişilerin, yersiz görüşlerinden dolayı inananların koyu bir taassuba düşmeleriydi. Avrupa bu durumdayken matematik ilmi Müslüman Araplar tarafından devâm ettirilmiş ve geliştirilmiştir. Hindistan’da da benzer bir hareket ortaya çıkmıştır. Ancak Hind matematiğinin hesaplama kısmında bir gelişme görülmüşse de, metodoloji bakımından hemen hemen yeni bir şey ortaya koyamamışlardır.
Günümüzde kullanılan rakamlar, Araplardan alınmadır. Bu rakamlarla dört işlem yapmak kolaydır. Yoksa Romen rakamlarıyla pratik bir işlem yapmak imkânsızdır. Tamın altmışa ayrılarak kullanılması da Avrupa’ya Araplardan geçmiştir. Hattâ bu tür hesaplama sistemini “Hisâb-ul Müneccimin-Astronomi Âlimlerinin Aritmetiği” olarak isimlendirmişlerdir.
Mekke’de doğan İslâm güneşinin, her yönden karanlık bir döneme düşen dünyâyı aydınlatmaya başlaması, insanların her yönden kurtulmasına sebep olmuştur. İslâmiyetin emirlerinden biri olan ilim öğrenmek ve öğretmek, Müslümanlar tarafından büyük bir gayretle yerine getirilmeye çalışılmaktaydı. Bu hususta Peygamber efendimizin; “Hikmet (yâni fen ve sanat) Müslümanın kaybedilmiş malıdır. Nerede bulursa alsın.”hadîs-i şerîfi meşhurdur. Bu emirler, bütün ilimlerde olduğu gibi matematikte de Müslümanların üstün çalışmalar yapmalarına, zamanımızın teknolojisine kaynak hazırlamalarına, aslı bozulan Hıristiyanlık, Mûsevîlik dinleri ve muhtelif bâtıl inançların taassubuyla kaybolmaya yüz tutan matematiğin, zamânımıza kadar ulaşan temellerinin kurulmasına sebep teşkil etmiştir.
İslâm âlimleri, ilk olarak kendilerinden önceki bütün matematikçilerin eserlerini tetkik etmişlerdir. Eski Yunan matematikçilerinin kitaplarını kaybolmaktan kurtarıp, bozuk ve yanlış olan bölümlerini göstermişler, bununla da kalmayarak zamanlarının yüzyıllarca ötesinde olan keşiflerini de kitaplarında bildirmişlerdir. Ne yazık ki esef edilecek bir durumla, İslâm âlimlerinin diğer ilimlerde olduğu gibi matematikte de çok büyük gelişmeler kaydedip, güçlü eserler vermelerine rağmen, bunların birçoğu, Avrupalı mütercimler tarafından kendilerine mâledilmiştir. Bu bilgileri doğrudan batıdan alanlar da, matematikteki gelişmelerin onlara âit olduğunu sanmışlardır.
Müslüman matematik âlimlerinin başında 780-850 yılları arasında yaşamış olan Mûsâ-el-Harezmî gelir. Harezmî, hesap metodlarını kurmuştur. Bugün matematikte “Algoritma” olarak isimlendirilen, dört işlem başta olmak üzere, bütün hesapların metodlu bir şekilde yapılmasını, ilk defâ bulmuş ve geliştirmiştir. Algoritma kelimesi, El-Harezmî isminin Lâtince yazılış ve telaffuzudur. Ayrıca bütün dünyânın kullanış bakımından benimsediği ve “Arabî sayılar” olarak bilinen sayı sistemine (0,1,2,3,4,5,6,7,8,9), kendisinin bulduğu sıfır sayısını da ilâve edip geliştirmiştir. En meşhur eserlerinden olan Kitâb-ül-Cebr vel Mukâbele ile, matematik ilminde önemli bir bölüm teşkil eden Cebir’in kurucusu olmuştur. Batılılar “El-Cebr” kelimesini Al- Gebra daha sonra “Algebra” şeklinde yazmışlar ve hâlen bu şekilde kullanılmaktadır. Harezmî’nin matematikteki keşiflerini, batılılar ancak Rönesans’tan sonra (16. yüzyıl), bu eserlerin tercüme edilmesiyle öğrenmeye başlamışlardır. Harranlı meşhur matematik âlimi Sâbit bin Kurra (?- 901), geometri ve mekanikle ilgili çalışmalar yapmıştır. Kâmus-ul-A’lâm’da, “sonsuz küçük” kavramının ve bu bilgiyle kurulan matematik analizin (Calculus), Newton’dan önce Sâbit bin Kurra’nın keşfettiğini bildirmektedir. Yazdığı pekçok kitapla, matematiği Avrupalılara öğreten kişi Ebû Kâmil Şüca’dır (?-951). Kök, kare, bir ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerini kurup, geliştirmiştir.
Müslümanlar, gerçek mânâsıyla, Yunanlılarda bulunmayan bir saha olan düz ve küresel trigonometrinin de kurucularıdır. Trigonometriyle ilgili ilk buluş yapan, Bettânî’dir (858-929). Batı âleminde Albategnius veya Albategni isimleriyle şöhret bulan Bettânî’nin “ceyb” adıyla keşfettiği “sinüs” kuralı ismi Avrupalılar tarafından, eserleri tercüme edilirken verilmiştir. 940-998 yılları arasında yaşayan meşhur âlim Ebü’l-Vefâ, Bettânî’nin trigonometri üzerine yaptığı sinüs fonksiyonu çalışmalarına cosinüs, tangent, cotangent fonksiyonlarıyla secant ve cosecant fonksiyonlarını ilâve ederek bugünkü mânâda trigonometriyi kurmuştur. Birim çemberde, üçgenlerde yaptığı çalışmalarla ilk defâ Bettânî’nin keşfettiği trigometriyi bugünkü şekliyle, düzlem ve küresel trigonometri olarak kuran ve geliştiren Ebü’l-Vefâ’dır. Cebir denklemlerinde değişken kullanma usûlünü getiren matematikçi, 9. asırda yaşamış olan İbn-i Türk’tür.
Bîrûnî (973-1051) yaşadığı çağın asırlarca ilerisinde olan Müslüman âlimlerdendir. El-Bîrûnî, eserleri ile bütün dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu bilgin, satranç tahtası problemi ile de uğraşmıştır. Bu problem, satranç oyununu keşfeden kimsenin, takdim ettiği hükümdardan bir hediye isteyebileceğinden başlar. O kimse her satranç karesine sıra ile, bir, iki, dört, sekiz,... buğday tânesi konulmasını ve bunların kendisine verilmesini ister. Hükümdar önce kabul ederse de, sonra bu kadar buğdayın ülkesinde bulunmadığını anlar. Bu toplam El-Bîrûnî tarafınan hesaplanmıştır. Modern ifâdeyle çözüm:
FORMÜL VAR...........
olarakverilebilir. El-Bîrûnî, sonucu 18 446 744 073 709 551 615 olarak hesap etmiştir.
Normal aritmetik, onluk sayı sistemine dayanmaktadır. Bilgisayarlarsa işlemleri ikili sistemde gerçekleştirmektedirler. Bu ise oldukça yeni bir gelişmedir. Halbuki onluk sistemden değişik bir sistemde sayıları ifâde etmek, ilk defâ Ebü’l-Vefâ ve muasrı (çağdaşı) Kusyar bin Lebban tarafından geliştirilmiştir. Yazdıkları eserlerinde altılı sistemin özelliklerini ele almışlar ve ilgili bilgileri açıklamışlardır. Bu bilgiler, daha sonra Semerkand’daki Uluğ Bey Rasathânesinin ilk idârecisi olan El-Kâşî tarafından geliştirilmiştir. El-Kâşî yazdığı eserde meşhur p (Pi) sayısını ondalık sistemde 16 hâneye kadar ve altılı sistemde 9 hâneye kadar hesap etmiştir. Bu hesapta dâirenin çevresine, dâirenin içine ve dışına çizilen 800.000.000 kenarlı çokgenlerle yaklaşmıştır.
Zamânımızda “Binom formülü” ve Paskal üçgeni” olarak bilinen matematik formülleri, ilk olarak Ömer Hayyam (?-1123) tarafından bulunmuştur. Batılılar bunu da kendisine mâletmektedir. 1201-1274 yılları arasında yaşamış olan Nasîrüddîn Tûsî, Euclid’in Elemanlar kitabını tercüme etmiş ve bu hususta (geometri) sistemli gelişmeler yapmıştır. Trigonometri üzerine de uzun çalışmalar yapmış olan Tûsî, hazırlamış olduğu trigonometrik tablolarda on milyonda bir mertebesinde bir hassaslığı temin etmiştir.
Müslüman matematikçi ve astronomların büyüklüğüne diğer bir işâret de, trigonometride kaydedilen ilerlemedir. Şimdi bile zor tasavvur edilecek derecede hassas “sinüs” ve tanjant” tabloları, ilk defâ o zaman hazırlanmıştır. Onbeşinci yüzyılda Sibt-el Mâridînî, Rekâik-ül-Hakâik fî Ma’rifet-id-Derece ve’d-Dekâ’ik (Derece ve Dakikalarla İlgili Bilgilerin İncelikleri) kitabını bu konuya hasretmiştir.
Gıyâsuddîn Cemşid El-Kâşî (?-1429) ise ondalık kesri keşfetmiştir. Avrupalılarsa bunun yazılış şekline sâdece virgül koymuşlardır. Cemşid bir ondalıklı sayının tam ve kesirli kısmını üzerine yazmak sûretiyle, meselâ; “-3876543 şeklinde belirtmiştir. Ayrıca İterasyonla (cebir denklemlerinde yaklaşık nümerik çözüm) hesap yapılmasını da ortaya koymuş p (pi) sayısını oldukça ileri bir hassaslıkla hesap etmiştir. İlk hesap makinasının da kendisi tarafından yapıldığı bilinmektedir. Miftah-ul-Hisâb (Aritmetiğe Anahtar) kitabında, binom formülünü sistemli olarak belirtmiştir. Bir derecelik yayın sinüsünü hesaplamıştır. Osmanlılar zamânında yetişen meşhur matematik âlimlerinden bâzılarıysa şunlardır: Bursalı Kadızâde Rûmî (1337-1430), Ali Kuşçu (?-1474), Fâtih Sultan Mehmed Han ve hocası Akşemseddin (1390-1460), Takıyüddîn-er-Râsıd (1521-1585) ve Gelenbevî İsmâil Efendidir (1730-1791).
İslâmiyetin pekçok ilim merkezlerinden biri de bugünkü İspanya’da kurulmuş olan Endülüs Emevilerindeydi. Bozulmuş olan Hıristiyanlık taassubuyla, karanlık devir yaşayan Avrupalıların, Endülüs Müslümanları ve diğer Müslümanlarla münâsebetleri, içinde bulundukları cehâlet karanlığından kurtulmalarına vesîle oldu. Bilhassa Endülüs medreselerinde öğrenim gören Avrupalılar, on iki ve on dördüncü asırlar arasını Müslümanların eserlerini tercüme etmekle geçirmişlerdir. Bu arada batı dünyâsı İslâm âleminden aldığı ilhamla on altıncı asırda Rönesansı gerçekleştirmiştir. Roma rakamları bırakılmış, Arabî rakamlar kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca baskı tekniğinin bulunması, kitapların daha yaygın bir kitle tarafından okunabilmesini sağlamıştır. Aritmetik, cebir ve trigonometrinin gelişmesini, ticâret, denizcilik, astronomi ve topoğrafya zorlamıştır.
On yedinci yüzyılın başlamasıyla matematiğin muhtevâsı da gelişmiş ve pekçok yeni dallar araştırmaya açılmıştır. Logaritma keşfedilirken, mekaniğin hareketle uğraşan dalı olan dinamik ortaya çıkmıştır. Johannes Kepler, gezegenlerin hareketlerini açıklamış, Blaise Pascal ve Gerard Desapgues tasarı geometriyi kurmuş, Rene Descartes analitik geometrinin temellerini atmış, Pierre de Fermat modern sayılar teorisini başlatmıştır. Bunların yanında da ihtimaller hesabı; Pascal, Fermat ve Christian Huygens tarafından geliştirilmiştir. Bütün bunlardan daha önemli olarak, on yedinci yüzyılın sonuna doğru Isaac Newton ve Gottfried Wilhelm Von Leibniz diferansiyel hesabı ortaya koymuşlardır.
Diferansiyel ve integral hesap, analitik geometrinin de yardımıyla, daha önce çözümü imkânsız görünen problemlerin kolayca ele alınıp çözülmesini sağlamıştır. On sekizinci yüzyıl, hemen hemen tamâmen yeni bir metodun anlaşılması ve yeni problemlere tatbiki ile geçmiştir. Böylece modern matematik başlamıştır.
Günümüzde matematik, klasik ve modern matematik olmak üzere iki ana bölümde değerlendirilir. Kendi içerisinde de kısımlara ayrılan bu matematik bölümleri şöyledir:
Klâsik matematik: Öklit geometrisi, cebir ve analiz, klasik matematik konularındandır. Öklit geometrisi ispatlanmış teoremlerden faydalanarak yeni bir teoremi ispat esâsına dayanır. Meselâ, Öklit’in beşinci teoremi; “Bir doğruya üzerinde olmayan bir noktadan ancak bir paralel doğru çizilebilir” şeklindedir. Cebir, problemleri x,y gibi semboller yardımı ile aritmetik yollarla çözme usûlüdür. Öklit geometrisi ve cebir nokta ve doğrular gibi statik kavramlı problemlerin çözümüne müsâittir.
Öklit geometrisi konuları içerisinde analitik geometri, tasarı geometri, perspektif geometri, dâire, koni, piramit, üçgen yer alır. Trigonometri de Öklit geometrisinin bir dalı olup, yalnız üçgenlerle ilgili analitik geometridir.
Cebir konularına fonksiyon, değişken, polinom, logaritma, eşitlik gibi konular girer. Aritmetik, matematiğin en basit şekli olup, orantı, karekök, kübkök, toplama, bölme gibi konuları içine alır.
Klasik matematiğin on sekizinci yüzyılda gelişen dalı ise analizdir. Analiz, her an değişen kıymetlerin hesaplanmasını mümkün kılar. Analiz, limit, türev ve integral yardımı ile değişkenlerin zamana bağlı değerlerinin hesaplanmasını sağlar.
Geometri:Euclid, Elemanlar adlı eserini belirli postulatların, kabullerin üzerine kurmuştur. Bunlardan biri “paralellik postulatı”dır. Tamâmen çok açılı görülen bir postulat, ilk zamanlarda da diğer postulatlara dayanılarak ispat edilmeye çalışılmıştır. Matematiğin gelişmesinden sonra da bu konuya el atılmışsa da, başarılı olunamamıştır. 1733’te İtalyan matematikçisi Gırolamo Saccheri eserinde diğer postulatları kullanıp paralellik postulatını kabul etmeyerek, vardığı bâzı yeni sonuçları açıklamıştır. Ancak bu sonuçlar kabul edilmemiş ve böylece paralellik postulatının doğruluğu dolaylı yoldan gerçeklendiği sonucuna varılmıştır. Ancak 1829’da Rus Nikolai Lvanovich Labochovsky ve 1831’de Macar Johann Bolyai, birbirlerinden bağımsız olarak ilk Euclid dışı geometriyi keşfetmişlerdir. Bunlar Saccheri’nin yolunu tâkip etmişler, ancak buldukları sonuçların yanlış olduklarının gösterilemeyeceğini söylemişlerdir. Böylece 2000 yıldır Euclid geometrisinin tek mümkün geometri kabûlü sarsılmış ve benzerlerinin de bulunduğu anlaşılmıştır. (Bkz. Geometri)
Cebir: Geometride yukarıda bahsedilen olaylar cereyan ederken, cebirde de benzeri ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılın başına kadar cebir aritmetiğin sembollerle ifâdesi şeklinde alınmış ve farklı bir cebirin mümkün olabileceği düşünülmemiştir. Meselâ, çarpımda değişme özelliğinin (axb=bxa) gerçekleşemeyeceği bir cebirin ortaya konması ya hâtıra gelmemiş veya gelse bile imkânsız olduğu düşünülmüştür.
Ancak 1843’te İrlandalı matematikçi William Rowan Hamilton, kendi içinde uyumlu olan fakat çarpmada değişme özelliğinin geçerli olmadığı bir cebir ortaya koymuştur. Bundan bir yıl sonra Alman matematikçi Hermann Günther Grassmann, Hamilton’un ortaya koyduğundan daha genel bir cebir geliştirmiştir.
Euclid dışı geometrinin ve benzer cebirlerin ortaya çıkması matematiğin konularını önemli miktarda genişletmiş ve onu klasik sınırlandırmalardan kurtarmıştır. Böylece matematikçinin yapacağı kabullerin doğruluğu ve yanlışlığın söz konusu olamıyacağı, önemli olan yapılacak kabullerin birbiriyle uyumlu olmasıdır. Yapılacak kabullerin daha önce zannedildiği doğruluğunun açık olarak görülmesi şartı yoktur. Böylece daha önceki “maddesel aksiyomlar” yerine “formal aksiyomlar” konulmuş olmaktadır. Bu tür ortaya çıkan dala “teorik matematik” gözüyle de bakılabilir. Eğer başlangıçta ortaya konan postulatlara bir yorum getirebiliyorsa “tatbiki matematik” ortaya çıkar.
Diferansiyel ve İntegral hesap: Matematik kaba çerçevesiyle üç bölümde mütâlaa edilebilir: Geometri, cebir ve analiz. Ancak bunlar birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış değildir. Analizdeki gelişme 17. yüzyılda, diferansiyel hesabın keşfi ile başlar. Ancak temel prensipleri iyi anlaşılamayan bu hesap yolu, önceleri hattâ Leonhard Euler (1707-1783) gibi ünlü matematikçiler tarafından bile, yanlış tatbik edildi. Bu metodun prensiplerinin, sağlam temellere oturtulması ihtiyacı böylece doğdu. İtalyan Joseph Louis Lagrange ve Fransız Augustin Louis (Canuchy) bu işle uğraştılar. Limit teorisi, süreklilik, türetilebilirlik, integre edilebilirlik) geliştirildi. Karl Theodor Weierstrass (1815-1897) analizin temellerini daha yakından inceliyerek çok dikkat çekici sonuçlara vardı ve analizin temelinin gerçek sayılar olması gerektiğini ortaya koydu.
Modern matematik:Analizin bulunmasıyla matematik farklı yönlerde gelişti. Modern geometri, topoloji, Boolean cebiri, grup teorisi, küme teorisi, ihtimaller hesâbı, sembolik mantık, modern matematiğin konuları içinde yer alır.
Bir cisim uzayda üç boyutlu hareket yapıyorsa bu hareketin yön ve şiddeti vektör olarak gösterilir. Vektörlerin zamâna bağlı değişmelerini inceleyen modern matematiğin bu dalına vektör analizi denir.
Bu eğri boyunca zamâna bağlı olarak değişen kıymetlerin hesaplanması geometrik olarak diferansiyel geometri matematiği ile yapılır.
Matematik, kullanıldığı alana göre özel isimler de alır. Meselâ işletmecilik, sosyal ve ilmî araştırma sonuçları, hükümet işleri istatistik adı altında matematik işlemlere tâbi tutulur. Bunun gibi astronomi konularını içine alan analizin bir dalı kozmoloji; deniz ve hava hareketini yönlendiren trigonometrinin bir dalı seyir; modern teknolojide tatbik edilen matematiğin diğer dalları otomasyon, kompüter sibernetik, yöneylem araştırması gibi isimler alır.
Matematiğin felsefesi: Matematikte meydana gelen gelişmeler, ona felsefî açıdan bakılması sonucunu ortaya çıkardı. Matematiğin, mantığın bir dalı olduğu iddiâ edildi. Buna sebep analizin sayılar teorisine dayandırılması, sayılar teorisinin de cümle (küme) teorisi ile yakından ilgili olmasıydı. Çünkü cümle (küme) teorisi, mantığın ana bölümünü teşkil etmekteydi. Diğer bir görüş de matematiğin ilkel bâzı sezgilere dayandığını iddiâ etmekteydi. Değişik bir görüş de, matematiğin terimleri semboller ve cümleleri formüller olan aksiyom sistemi olduğundan hareket eder.
Matematik, bir ölçü ilmidir. Tabiatı ve tabiattaki olayları sayılarla, bunlara bağlı hesaplama sistemleri ve diğer hesabî sembollerle ölçer. Bu ölçmeyi yapan, insanın zihnidir. İnsanların kuracakları mantıkî yeni ölçü sistemleriyle matematiğin bölümleri çoğalabileceği gibi, yeni matematik ekolleri de doğabilecektir. Bir ölçü bilimi olan matematik, diğer bütün ilimler tarafından âlet olarak kullanılır. Fen bilgilerinin olağanüstü gelişmesi de yeni matematik sistemlerinin teşekkülünü zarurî kılabilecektir. Ancak, matematiğin günlük hayattaki aslî fonksiyonu hiç değişmeyecek, bir ölçü ilmi olarak kalacaktır.
Alm. Materialismus (m), Fr. Matèrialisme (m), İng. Materialism. Toplum hayâtını ve fertler arasındaki ilişkileri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı. Târihteki maddeci felsefe akımlarının, on dokuzuncu yüzyıldan başlıyarak günümüzde yeniden düzenlenmesinden ibârettir.
Materyalizm, rûhî ve zihnî kâbiliyetlerin maddî bir açıklaması olduğunu ileri sürer. Mekanik materyalizm adı verilen birinci maddeci yaklaşımda bütün biyolojik, psikolojik, târihî ve içtimâî (sosyal) olaylar basit bir mekanik süreç olarak kabûl edilir. Buna göre düşünce ve her çeşit duygular, maddenin (insan beyninin) oluş ve davranış biçimidir. Bu temelleri ile mekanik materyalizm bir tabiî determinizm şeklinde görünür.
Materyalizmin ikinci türü olan evrimci materyalizme göre madde, evrim geçirir ve insanların hissî ve rûhî davranışları da, ya daha önce bilinmeyen kâbiliyetlerin ortaya çıkması veya sonradan elde edilen nitelikler hâlinde tezâhür eder. Diyalektik materyalizmde, maddenin kendisini evrimle ilgili harekete iten zıt bir güçle karşılaştığı kabûl edilmektedir. Birbirleri arasında da tenâkuzları olan bütün materyalizm türlerinin temel ortak vasfı, rûhu inkâr ederek felsefeyi ateizm (Allah’ı inkâr) hâline getirmektedir.
Yirminci yüzyılda “Kuvantum Fiziği” ve “İzâfiyet Teorisi” (Relativite) alanlarında meydana gelen gelişmeler “Materyalizm” felsefesinin geçersizliğini, bu felsefenin doğum yeri olan batı dünyâsında da kesin bir biçimde ortaya koymuştur.
Ne var ki materyalizm hâlâ cemiyetin birçok kesimlerinde revaç bulabilmektedir. Bunun sebebi, inançsızlık ve yeterli bilgiden mahrûm olmaktır. Nitekim günümüzde bu felsefenin geçerli olduğunu savunan ülkelerde materyalizm git-gide çökmektedir.
Komünist ülkelerin anayasalarının ve dünyâ görüşlerinin nüvesini teşkil eden materyalizm, demirperde ülkelerinde birçok ilim adamanının haklı îtiraz ve isyanlarına sebep olmuşsa da; özellikle Sovyet Rusya’da “Marksist fizik olmaz!” sözü klişeleşmiştir. Kümünizmin yıkılmasından sonra getirilen liberalizm de maddeciliği teşvik etmekten ileri geçememiştir. (Bkz. Komünizm)