MARXİZM
Alm. Marxismus (m), Fr. Marxisme (m), İng. Marxism. Târihî maddeciliğin on dokuzuncu yüzyıldan îtibâren yeniden düzenlenmiş şekli. Karl Marx ve Friedrich Engels’in “diyalektik metodu”, iktisat târih, insan, cemiyet, ilim ve sosyal hâdiselere tatbik ederek meydana getirdikleri felsefî görüşlerin, ideolojik dünyâ görüşü.
Marx ve Engels, Alman felsefecilerinden hegel’in diyalektiğini, İngiliz iktisatçılarından Adam Smith ve Ricardo’nun ekonomi-politiğini, Fransız sosyalistlerinden Saint Simon, Forrier ve Prudhon’un fikirlerini, Ağustino Thirry ve Guizot’un târihle alâkalı görüşlerini kullanarak Marxist felsefenin temellerini ortaya koydular.
Engels’e göre diyalektik, “tabiata, insana, cemiyete ve umûmî düşünceye âit hareket ve tekâmülün mantığıdır.” Diyalektik, Marxizmin metodu olup, Hegel’in felsefesinden alınmıştır. Buna göre her varlık, kendi içinde zıddını taşımakta, bir arada bulunan iki zıddın birbiriyle mücâdelesinin belli bir safhasından sonra, ortaya yeni bir varlık çıkmaktadır. Yâni tez-anti tez mücâdelesinden sentez doğmakta, o da anti tezi ile mücâdele ederek, bir senteze varılmaktadır. Bu tez-anti tez mücâdelesi sürüp gitmekte, hareketin gelişme ve değişmesinin motoru sayılmaktadır. Diyalektik metoda göre bu mücâdele sırasında kemmiyet birikimleri belirsiz bir şekilde meydana gelirken, belli bir safhadan sonra “sıçrama”, “patlama” ve “ihtilâller” netîcesinde keyfiyet değişikliklerine yol açmaktadır. Ancak Hegel’in diyalektiğinde vetire (süreç) “idea”dan (ruh) kaynaklanırken Marxizmde maddeden doğduğu öne sürülür. Maddenin diyalektik mantığa göre gösterdiği değişmeler netîcesinde varlıklar meydana gelmektedir. Buna göre maddenin gelişimi ve değişimi atomdan moleküle, ondan canlı hücreye, bitkiye, hayvana, insana ve cemiyete doğru olmaktadır. Bu noktada Darwinizm’i (evrimi) aynen benimseyen Marxizmin meşhur ideoloğu Marx, Sermâye (Das Kapital) isimli eserini Darwin’e ithâf etmiştir.
Marxizm’e göre her şey maddeden kaynaklanmakta, madde spontane bir kuvvete sâhip temel belirleyici olarak görülmektedir. Hegel’in diyalektik metodu ile hâdiseler buna göre yorumlanarak, diyalektik materyalist felsefe meydana getirilmiştir. Engels, Hegel’den aldıkları diyalektik metodu kendi görüşleri istikâmetinde nasıl kullandıklarını; “Hegel’in diyalektiği başı üzerinde duruyordu, biz onu ayakları üzerine oturttuk.” sözleriyle îzâh etmeye kalkmışsa da, bu aynı zamanda Marxizmin temelindeki kaosu gösteren bir îtirâftır.
Diyalektik, materyalizmi târihe tatbik eden Marxizme göre târih, sınıflar mücâdelesinden ibârettir. Bu mücâdelede, maddenin hâkim olduğu üretim ilişkileri (ekonomi) temel belirleyici unsurdur. Üretim ilişkileri, cemiyetin ekonomik yapısını tâyin etmekte, sınıflar arasındaki mücâdelede cemiyetin ekonomik gelişmişlik seviyesine göre olmaktadır. Üretim ilişkileri “alt yapı”yı; bunun dışında kalan din, hukuk, düşünce, ahlâk, devlet gibi müesseseler “üst yapı”yı teşkil etmektedir. “Üst yapı”yı “alt yapı” belirlemekte, “alt yapı”daki değişiklikler “üst yapı”da da bağlılık ilişkisi sebebiyle değişikliğe sebeb olmaktadır. Üretim ilişkilerine göre belirlenen sistem en gelişmiş seviyesine ulaştıktan sonra, diyalektik metodun öngördüğü kuralları sebebiyle yıkılıp, yeni bir cemiyet nizâmı ve üretim ilişkileri ortaya çıkacaktır. Bunda tez-anti tez mâhiyetindeki temel mücâdele, sınıflar arasındadır. Kapitalizmin teşekkülü ve tekâmülünden hareketle târihi îzâha çalışan Marxizme göre sınıflar, üretim vâsıtalarına sâhib olanlarla olmayanlardan müteşekkildir. Cemiyetler ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist safhalardan geçerek sosyalist ve komünist bir nizâma doğru gitmektedirler. Hür olmak, diyalektik materyalist felsefeyi benimseyerek bu vetirenin (usulün) idrâkine varmaktır. Bu yolda hareketi hızlandırıp, her türlü vâsıtaya mürâcaat ederek, makyavelist metodu da kullanmak esastır (Hedefe ulaşmak için her yolu mubah görmek). Marxizmin üzerinde durduğu kânunların hemen hepsi daha önceleri, on sekizinci yüzyıldan başlayarak, o çağın ileri sanâyi ülkesi olan İngiltere’de Ricardo, Smiht ve Petty gibi iktisatçılar tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. Fakat Marxizm düşüncesini, sistemli bir şekilde açıklayan, bir Alman Yahûdîsi olan Marx’tır (1818-1883). Marx, bu görüşünü bir İngiliz fabrikatörünün oğlu olan Frederik Engels (1820-1895) ile birlikte geliştirmiştir.
Marxizm görünüşte kapitalizmle libaralizmin îzâh ve tenkidine yönelik bir felsefe olarak doğdu. Kapitalizmi inceleyerek geçmişe yönelen Marx, kendi devrini ele alarak, buradan hareketle geçmişe dâir iddialar ileri sürmüştür. Buna göre serbest emeğin piyasaya arz edilmesi ve sermâyenin belli ellerde toplanması netîcesinde teşekkül eden kapitalist nizamda, üretim vâsıtalarına sâhib olan burjuva sınıfı ile buna sâhib olmayan proleterya sınıfı arasındaki farklılıklar tedricen artmaktadır. Kâr hadleri, sistemin işleyişinden ileri gelen bir mecbûriyetle düşmekte, proleterya sınıfının satın alma kapasitesinin azalması da noksan tüketime yol açmaktadır. Marx bunu îzâh ederken, İngiliz iktisatçılarından, husûsiyetle Adam Smith ve Ricardo’nun görüşlerinden faydalanmıştır. Bu görüşleri geliştirip kendisine âit artı değer teorisini ortaya koyarak kapitalist sömürüyü açıklamaya çalışmıştır. Yeni bir sistemin doğması için, eski sistemin son haddine kadar gelişip olgunlaşması gerekmektedir. Kapitalizmin en ileri safhasında ortaya çıkan bu buhran, Marxizme göre üretim araçlarına sâhip olmayan sınıfın siyâsî iktidârı ele geçirmesiyle çözülecektir. Köleci ve feodal toplumlarda da benzer usul işlemiştir. Proleterya sınıfı iktidârı ele geçirdikten sonra, sınıfsız bir cemiyet nizâmı olan komünizme varmak için önce proleterya diktatörlüğüne dayanan bir devlet kurularak, eski sömürücü sınıfı ve “kalıntıları”nı tasfiye ederek özel mülkiyete son verecektir. Böylece siyâsî literatürde “ihtilâl” denilen hâdise ile yeni bir senteze varılmış olunacaktır. Sosyalizmin en yüksek safhası olan komünizmde ise “Devlet de ortadan kalkacak, zıt ideoloji ve menfaatler, sınıflar, bunların mücâdelesi kaybolup her türlü üretim ve değer kendiliğinden dağılacaktır.” görüşüyle Marxist felsefenin son sözünü söylemiş olurlar.
Marxizmde son gâye ise, devletsiz bir toplum meydana getirmektir. Zîrâ bu anlayışa göre gerçek hürriyet, ancak devletsiz bir toplumda gerçekleşebilir. Devletsiz bir toplum düşünülemiyeceğine göre, Marxizmin bu görüşü hayalden öteye geçememiştir.
Marxizme göre sosyalizm ve komünizm ulaşılması mecbûrî olan bir safhadır. Marx ve Engels, sosyalist safhayı, mutlaka gerçekleşecek bir nizam olarak görmüş, bu bakımdan “ütopik sosyalistler”den ayrılmıştır.
Marxizmde iki tür devlet anlayışı mevcuttur: Birincisi sınıf ayrılıklarını ortadan kaldıracak, burjuvaziyi “tasfiye” ederek sınıf mücâdelesine son verecek, proleterya diktatörlüğüne dayanan devlettir. İkincisi de “hâkim güçler”in baskı vâsıtası, siyâsî gücü olan, tahakküm unsuru devlet anlayışıdır. Ordu, polis, hukuk, kânunlar, hapishâneler, onun baskı vâsıtasıdır. Marxizmin siyâset anlayışı, bu devleti ele geçirmektir. Diyalektik usul, devletin ele geçirilip, sınıfsız, eşitlikçi bir yapıya sâhip, üretim ilişkilerinin teşekkül ettiği komünist nizâmın kurulmasıyla sona erecekti. Bundan sonra komünist cemiyet târihî bir durgunluk içine girecektir. Târihî durgunluğa ermiş cemiyette sâdece proleterya sınıfı kalacağı için, tez-anti tez mâhiyetindeki mücâdelenin yerini neyin alacağı ise, meçhuldür.
Marxizme göre, nihâî safha olan komünizmle ilkel-komünel toplumun sınıfsız, eşitlikçi yapısına geri dönülmüş olacaktır. Bâzı târih yorumcularının hayâlî sözlerine dayanılarak, yeryüzünde ilk önce mevcut olduğu iddiâ edilen bu toplumda herkes ihtiyâcına göre ürettiği için sömürü ve artı-eksi değere el koymak söz konusu değildi. Özel mülkiyetin doğuşu, birbirleriyle mücâdele eden iki sınıfın teşekkülüne sebeb olmuştur. Köleci, feodal ve kapitalist üretim ilişkileri meydana çıkarken, üretim vâsıtalarına mâlik olanlar aynı zamanda siyâsî iktidâra ve devlete de sâhiptirler. Marxizmde, böyle bir farklılığın mevcûdiyeti ve komünist safhada bunların ortadan kalkacağı iddiâ edilmektedir.
Marxizmde dînin yeri yoktur. Marxizme göre din, insanın kendi gücünü anlamaya başladığı sırada, kendi gücünü tabiatta görmesi sonucu doğmuştur. Marxizme göre, insanın kendi dışında gördüğü ideali hâline gelmiş hayâli Allah olmuş ve insan, kendi kafasından meydana getirdiği hayâle tapmaya başlamıştır.
Diyalektik metod, yaratma fikrini reddettiği, her şeyi maddedeki gelişmelere bağladığı için Marxizm dîne karşıdır. Marx, “Din afyondur!” ve “Bütün tanrılara kinim var!” diyerek bu tavrı açıkça belirtmektedir. “Doğru” ve “yanlış” diye iki değeri kabul etmeyip, her şeyin izâfî olduğunu iddiâ etmektedir. Mânevî ve mukaddes kavramlar reddedilmektedir. Ancak Marksizmde, bunların yerine konulmaya çalışılan bâzı mistik husûsiyetler mevcut olup gücünü ve taraftarlarını bu sağlamaktadır. Diyalektik materyalizm her hâdiseyi mücâdele, çatışma ve çoğu kere de tesâdüflerle açıklamaktadır. Hegel’in diyâlektiğinde tez-anti tez arasında bir uzlaşma söz konusu olduğu için, Marxizm bunun “burjuva karakterli” olduğunu söylemektedir. Marxizm, hareketin kaynağını maddeye bağlarken, modern fizik, bunun dışarıdan geldiğini söylemektedir. Kuvvetin tanımı, diyalektiğe ters düşmektedir. Hegel’de ve Marxizmde “idea” ile “madde” ne olduğu meçhul bir “veri” olarak kabûl edilmektedir. Günümüzde maddenin enerjiye dönüşüp yok olabildiği kesin olarak ispatlanmış, maddenin asıl gerçek ve kalıcı olduğu iddiaları haklılık kazanamamıştır. Marxizmde maddenin devamlı değiştiği kabul edilmekte, ancak bu değişiklikleri yaratan ve hiç değişmeyen bir mutlak varlığın mevcudiyeti inkâr edilmektedir. Hegel’in ve Marxizmin diyalektik metodu her türlü kullanışa müsâittir, tezi ele alarak istenilen senteze varmak mümkündür. Îzâh edilemeyen hususlar tesâdüflerle açıklanmakta, yaratılış inkâr edilmektedir.
Marx’ın görüşünün aksine, kapitalist iktisâdî düzeni ortadan kaldıracak olan ihtilâl, ileri derecede sanâyileşmiş batı Avrupa memleketlerinde değil, ekonomisi geniş ölçüde zirâata dayanan Rusya’da vukû buldu. 1917 yılında Lenin’in liderliğindeki Bolşevikler, silâhlı bir ayaklanma yaparak iktidârı ele geçirdiler. Resimlerini büyük bir terör içinde yerleştirmeye başladılar. Bu terörün sonunda 15 milyon insan öldürüldü. Bu zulüm ve îdâmlar, Stalin’in 1924 yılında Rusya’nın başına geçmesinden sonra daha da şiddetlendi.
Marxizm, Rusya’dakinden biraz farklı şekilde Çin’de de Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kezâ, 1944’ten îtibâren Halk Demokrasileri adı altında orta ve doğu Avrupa’da Marxizm tatbik edilmeye başlanmıştır. Bu devletler arasında Yugoslavya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Küba Arnavutluk, Romanya ve eski Doğu Almanya sayılabilir. (Bkz. Komünizm)
1990’da başta Rusya olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri Marxizmi ve Sosyalizmi terk etmişlerdir. Marxizm, ideoloji ve pratikte iflâs ederek, câzibesini ve inandırıcılığını kaybetmiş bir doktrindir.
Alm. Tischtennis Ping-pong (n), Fr. Tennis (m) de table, ping-pong (m), İng. Table-tennis ping-pong. İki veya dört kişi tarafından küçük ahşap raket ve boş selüloit topla oynanan kapalı salon oyunu.
Târihçesi: On dokuzuncu asırda ping-pong adıyla ilk defâ İngiltere’de yemek masaları üzerinde oynanmaya başladı. Aynı yüzyılda bilhassa İngiltere’nin sömürgesi durumundaki Hindistan ve Uzakdoğu’da da oynandığı görüldü. Bu dönemde değişik kuralların uygulandığı oyun, standart masallarda oynanmıyordu. 1926 yılından sonra masa tenisinde kullanılan raketlere pütürlü lastik takılmasıyla ikinci dönem başlamış oldu. Aynı yıl kurulan Milletlerarası Tenis Federasyonu (ITTF) oyunun belli kâidelerini tesbit etti. Federasyon net yüksekliği 15,25 cm, bir setin süresini 15 dakika olarak sınırladı. Masa tenisinin üçüncü dönemi ise 1952 yılında Bombay’da yapılan Dünyâ Şampiyonasında başladığı kabul edilir. 1956’da Tokyo’da yapılan kongrede Dünyâ Şampiyonalarının iki yılda bir yapılması; ara yıllarda ise Kıta Şampiyonalarının yapılması kararlaştırıldı. 1959 yılından sonraki zamanda bu spor dalı son şeklini aldı.
Oldukça yaygın olarak hemen hemen dünyânın her yerinde oynanır. İlk zamanlar ping-pong adı ile Avrupa ve ABD’de yayılmıştı. Ancak Birinci Dünyâ Savaşından sonra bu isim masa tenisi olarak değiştirildi ve milletlerarası standart bir oyun hâline getirildi. Öncelikle bu sporda Avrupalılar liderliği yürütürken 1952’de Bombay Dünyâ Şampiyonasında Japonlar liderliği aldılar. Her ne kadar 1959’da Dortmund’da Batı Almanya ve Çin başa geçmişlerse de 1961’de Japonlar tekrar liderliği kazanmışlardır.
1926’da Milletlerarası Masa Tenisi Federasyonu (ITTF) kurulmuştur. 1970’te üyesi 100’e yaklaşan federasyon, dünyânın en büyük federasyonlarından biri sayılmaktadır. Masa tenisinde masanın boyutu 2,74 m x 1,50 metredir. Yerden yüksekliği 76,2 cm olup, masada 1,9 santimetrelik beyaz çizgi çizilmiştir. Ortada bulunan beyaz çizgi masayı boyuna ikiye ayırır. Bu parçalar oyuncu dört kişi olduğunda kullanılır. 180 cm uzunluğunda ve 15,25 cm yüksekliğindeki bir ağla, masa ikiye bölünür. Raketler ahşap olmak kaydıyla, her türlü büyüklükte, şekilde ve ağırlıkta olabilir. Raketin yüzü noktalı lâstik veya selüloz lastik kaplamalı olabilir. Beyaz top 37,2 mm çapında ve 2,40 gr ağırlığındadır.
Oyunda, ilk servis yapan kura atışı ile belirlenir. Bu kişi de topu havaya atıp raketle vurarak oyunu başlatır. Top servis kullanan tarafın masasına çarptıktan sonra, ağı atlayıp diğer tarafa düşmelidir. Topun geçtiği taraf, topu doğrudan karşı tarafın masasına raketle çevirir. Böylece karşılıklı oyun devâm eder. Bir tarafın başarısızlığı karşı tarafa bir puan kazandırır. Servis her beş puanda, bir taraftan diğer tarafa geçer. Eğer servis topu ağı aşarken ağa dokunmuşsa servis tekrarlanır. Buna net denir. Aslı “let”tir. Bir tarafın 21 puana erişmesiyle oyun sona erer. Eğer, her ikisi de 20’ye erişirse taraflar arası iki puan fark edinceye kadar oyun devâm eder. Bir maç üç veya beş oyunla olur. Eğer oyun dört kişi tarafından oynanıyorsa oyuncular birbiri ardınca topa vururlar. Servis yapılırken top sağ masa dörtte birinden, karşı tarafın sağ dörtte birine gitmelidir.
Masa tenisi oyununun çıktığı ilk zamanlarda, savunmaya yönelik ağır bir oyun tarzı benimsenmiştir. Sayı yapılmak için belirli bir süre yoktu. Bâzan bir sayı yapmak için, bir saatin geçtiği karşılaşmalar olmuştu. Günümüzde oyuna bâzı sınırlayıcı kurallar getirildi. Bir oyun başladıktan 15 dakika sonra bitmezse oyunun geri kalan bölümünde hızlandırma sistemi uygulanır. Buna göre servis atan oyuncu, servis atışı ile birlikte toplam 13 vuruşta sayı yapmalıdır. Ayrıca servis her sayıdan sonra değişmektedir. 1937’den sonra servis atarken oyuncuları parmaklarını kullanarak topu döndürmesi de yasaklanmıştır.
Masa tenisi büyük küçük herkesin yapabileceği bir spor olup, müsâbakalar erkek takım, bayan takım, tek erkek, tek bayan, çift erkek, çift bayan ve karma dallarında yapılmaktadır.
Erkek takım karşılaşmasında üç maçtan ilk beş seti, bayan takım karşılaşmalarında beş maçtan ilk üç seti kazanan takım gâlib sayılır.
Masa tenisi, sporcuların fizikî güç ve kondisyonlarının ortaya konduğu atak, devamlı çalışma isteyen bir spor dalı olarak bilhassa gençler tarafından sevilip çok oynanmaktadır.
Alm. Massage (f), Fr. Massage (m), İng. Massage. Çeşitli gâyelerle uygulanan, çok faydalı mekanik bir fizik tedâvi vâsıtası. Masaj, tıp bilgisi olan ellerde bir kat fazla değer kazanır.
Masaj şu durumlarda yapılır: Hareketsizliğe bağlı ödemler (sulu şişmeler), müzmin toplardamar iltihabı, lenfanjit, varis, felçler, müzmin iltihabî mafsal ve mafsal çevresi romatizmaları, harap edici (dejeneratif) mafsal romatizmaları, mafsal ve mafsal çevresi doku adale zedelenmeleri (had dönem geçtikten sonra), iyileşmeye yüz tutan kemik kırıkları, bâzı metabolizma hastalıkları, yağ dokusu, ağrılı şişkinliği (cellulitus), travma sonrası meydana gelen ödem ve kan artıklarının giderilmesinde adalelerin kuvvetlendirilmesinde, yorgun adalelerin dinlendirilmesinde ve yumuşatılmasında oldukça faydalıdır. Adalelere olan tesirlerinden dolayı masaj, sporcular tarafından çok sevilir.
Çeşitli masaj manevraları vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Tazyik manevraları: Sâbit tazyik, cilt üzerinden avuç içi ile yapılır, ağrıyı giderici etkisi vardır. Kayıcı tazyik manevralarından “efloraj” avuç içleri ve parmaklar cilt üzerine iyice intibak ettirildikten sonra, masaj yapılan cilt sahasında elleri birbiri arkasından kayacak şekilde, cilt üzerinde hareket ettirerek yapılır. Avuçları cilt üzerinde daha kolay kaydırabilmek için, masaj yapılacak sahaya talk pudrası veya sıvı vazelin sürülür. Efloraj, yüzeysel veya derin yapılır, ödemleri giderici etkisi vardır.
Derin tesirli kayıcı manevralardan olan “petrisaj” cilt, ciltaltı ve adale tabakalarını iki elle tutup, hamur yoğurur gibi hareketler yaparak tatbik edilir, ödemi giderir, yorgunluğu hafifletir. Kayıcı tazyik manevralarından olan “friksiyon”, cilt üzerine parmak uçları konulmak üzere yapılır, ciltaltı dokularda meydana gelmiş yapışıklıklar ve nedbelerin izalesinde çok faydalı ve yumuşatıcı bir manevradır.
2. Perküsyon manevraları: Her biri ellerle deri üzerine ritmik darbeler vurmaktan ibâret olan bu manevralar, özellikle zayıf adalelerin uyarılmasında kullanılır.
3. Vibrasyon manevraları: Bu manevra, parmak uçları, el düz vaziyette ve cilt sahasına dikey tarzda temas ettirildikten sonra yapılan titreme hareketlerinden ibârettir. Ağrı dindirici etkisi vardır. Elle yapılan vibrasyon manevralarından çok daha fazla sayıda titreşim yapan elektrikle çalışan vibratörler de masaj seanslarında kullanılmaktadır.
Masaj, gâyesine göre birkaç manevranın arka arkaya bir seans esnâsında tatbiki sûretiyle yapılır. Masajdan önce hastanın pozisyonu uygun hâle getirilir. Masaj, kuvvet yerine bilgi ve tecrübe isteyen bir fizik vâsıtasıdır. Bilgisizce ve şuursuzca yapılacak bir masaj, fayda yerine zarar verir. Masaj yapmayı meslek edinmiş kişilere “masör” ismi verilir.
Genellikle masajdan önce; masaj yapılacak bölgeye efraruj ışık banyosu, sıcak su banyosu gibi bir fizik vâsıta tatbik olunursa, masajın tesiri daha da artar. Masaj, toplardamarların akış yönünde çevreden merkeze doğru yapılmalıdır.
Masajın, rahatlatıcı, uyku verici ve sâkinleştirici etkisi de söz konusudur. Ateşli hastalık durumlarında, kırık ve çıkıkların erken düzelmesinde, iltihaplı vücut bölgelerinde, kanserli uzuvlara masaj yapılmaz.
Alm. Marchen (n), Erzahlung (f), Fr. Fable (m), İng. Story, tale; fairy tale. Günlük hayattan sıyrılarak, insanların muhayyilelerinde tabiat ve gerçek dışı âlemde yaşattığı kahramanların hikâyesi. Sözlü nesir türüdür. Yazarları yoktur. Halk masallarına benzeterek ve aynı zamanda içlerine özel bir dünyâ görüşü konarak, belli yazarlar tarafından meydana getirilen masallara sun’î, yâni “yapma masal” denir. İngiliz yazar Oscar Wilde, Danimarkalı Andersan ile Fransız Lafontaine bu tür masallarıyla tanınırlar. Türk edebiyâtında on sekizinci yüzyıl yazarlarından Giritli Aziz Efendi, türlü kaynaklardan derlediği bu türden olan Muhayyelât’ını yazmıştır.
Masallar rüyâya benzer ve insanlardaki arzuları sembolleştirir. Çünkü hayatta mümkün olmayan ve çok istenen her şey masallarda gerçekleşiyor. Adâlet, eşitlik, mutluluk, istenilen şekilde masal dünyâsında bulunur. Meselâ hor görülen bir keloğlan, kurnazlığı sâyesinde şehzâdeleri küçük düşürür. Fakir, öksüz bir kızcağız bir târih cilvesiyle sultan oluverir. Yoksul birinin başına devlet kuşu konar. Masal dünyâsında, gam, kasvet, çirkinlik, âdilik yoktur. İyiler dâimâ mükâfâta kavuşur, kötülereyse en adâletli cezâlar verilir. Masalların bütün dünyâya yayılma gücü ve alanı çok geniştir. Ancak masalların ilk defâ dünyânın hangi bölgesinde söylenildiğine dâir elde kesin bilgi yoktur. Böyle olmasına rağmen masalların kaynağı, yâni menşei ile ilgili bâzı görüşler vardır. Bu görüşlere ilk yer verenler Alman masallarını toplayan Girimm Kardeşler olmuştur. Daha sonraki araştırmacılar Hindoloji, Antropoloji ve Mitolojiye dayanan görüşler ileri sürmüşler, her görüşün temsilcileri diğerlerini tenkit etmişlerdir. Gerçekte masallar rüyâlardan çıkmış ve buna paralel olarak gelişmiştir. Yapı bakımından incelendiğinde rüyâ ve masal arasında sıkı bir bağlılık vardır. Ancak rüyâ kendiliğinden, masallar ise sun’î düşünce mahsülü olarak ortaya çıkar.
Masallar girdikleri toplumun rengine az çok bürünürler. Masallardaki konular, temelde birbirine benzerse de, onu her milletin kendi örf ve âdetlerine, kültürüne uydurduğu bilinmektedir. Hindistan, Arabistan, Anadolu, Akdeniz devletleri masal söyleme bakımından batıya nazaran daha zengindir.
Masallarda gerçek veya gerçeğe yakın bâzı olaylar bulunabilir. Fakat bunlarda gerçek dışı olaylar esas teşkil edip, gerçekçilik bir süs gibi kalmaktadır. Masallarda belki târihî olaylara bile yer verirler. Fakat bunlar masal havasında erimiştir.
İnsanlar, cin (peri), hayvanlar gibi hakîkî veya dev, şahmerân gibi hayâlî varlıklar masallarda içiçe yaşar ve masalların kahramanlarıdır. Bunlar insanlara mahsus ölçüler, huylar içinde ele alınırlar. Yâni insanlar gibi sever, hırslanır, öç alır veya yardım ederler. Masallarda yaşayan balık, kuş, ceylan, at gibi hayvanlar da olağanüstü vasıflar taşırlar. onlar da insan gibi düşünür, konuşur, üzülür, sever, acıma veya kin duyarlar. Hattâ bu katagoriye cansız varlıklar bile katılır.
Masalda insanlar, gerçek veya gerçekdışı vasıflarda görünürler. Bu gerçek olmayan kuvvetlerini büyülü bir araçtan, var olmayan bir mahluktan veya evliyâdan alır. Masalın kahramanları, belli bir toplumun bilinen bir zamanda yaşamış kişileri değildir. Her ülke ve zamanda olabilecek pâdişah, vezir, köylü, kadı, derviş, ırgat, harâmî gibi sembol tiplerdir.
Ancak masallarda her şey tatlıya bağlandığı için, bu tiplerin kötülükleri üstünde fazla durulmaz. Kötüler, korkunç olmaktan gülünç duruma getirilir ve yaptıklarının cezâlarını görürler. İyiler ise uzun yaşayıp mutlu olurlar.
Masallarda çevre büsbütün hayâlî ve gerçek dışı ülkelerdir. Kafdağı, Yedi Derya Adası, Yedi Yerin Altı ve Üstü gibi haritalarda bulunmayan ülkeler gösterilir. Masallarda tasvirler gözlere değil hayâle dayanmaktadır. Dünyâda rastlanması imkansız olan bahçeler, saraylar, ırmaklar, şehirler yer alır. Ne zaman, hangi yerde bulundukları asla bilinmez.
Masallarda aynı kahraman bir ceylan, bir kuş veya bir gül fidanı oluverir. Kısaca şekilden şekle girer. Kötüler biçim değiştirerek sevimsiz varlıklar hâline gelirler. Bir anda kıtalar ötesi mesâfe alındığı gibi, yine bir anda korku, yerini sevince ve mutluluğa bırakır.
Masalı destanlardan ayıran fark, masallarda millî ve dinî inançların zayıf olması, diğer taraftan masalların geniş ve alabildiğine hayâle yer vermesi, her dala konma ve hiçbir şeyde uzun uzadıya durmayış göze çarpar.
Masalın eğitici değeri vardır. Keloğlan masalları dışında, masala müstehcen, çirkin ve ayıp sayılacak hiçbir söz katılmaz. Aşk sahneleri, çabuk ve rümuzla geçiştirilir. Masalın çocuk muhayyilesine geniş ufuklar açtığı gerçektir. Masalın yerini tutmaya çalışan sinema, televizyon gibi şeylerin çocuk muhayyilesini darlaştırdığı ve kalıplaştırdığı son yıllarda eğitimcilerin üzerinde durdukları ve karşı çıktıkları bir durumdur.
Çeşitli milletlerin masallarında, mevzular temelde birbirine benzerse de, her milletin, masallarını kendi örf ve âdetlerine, hislerine, kültürüne uydurduğu, ona kendisinden pekçok şey kattığı şüphesizdir. Ancak memleketi Hindistan sayılan masalların zamanla Avrupa’ya göçtükleri de kuvvetli iddialardandır. Umûmiyetle çocukların sevip okuduğu masallar seçilirken, bu yabancılık unsuru gözden uzak tutulmamalıdır. Bir masalı dinleyen çocuk, masalın vermek istediği dersten çok, oradaki kişilerden ve hâdiselerden etkilenecektir. Bu sebeple, yabancı masallar alınacaksa, bunlardaki yabancı unsurların selâhiyetli kişiler tarafından çıkarılması lâzımdır. Yoksa, millî kültüre yabancılaşma, daha çocuk yaşta dinlenen ve körpe dimağlarda, kuvvetli izler bırakan masallarla başlayabilir.
Halkımız arasında Dede Korkut Hikâyeleri, Binbir Gece Masalları, Keloğlan Masalları sık rastlanan masallarımızdandır. Hele Keloğlan’ın içinden çıkamadığı iş yoktur. Cemiyetimizde, eskiden “Masalcı Nine”ler vardı. Bunlar, tatlı üsluplarıyla, uzun kış gecelerinde, ramazan gecelerinde, evlerde, konaklarda, çıtır çıtır yanan sobaların başında, çocuklara masallarımızı anlatırlardı. Masallar ve bilhassa Türk masalları ekseriyetle, şu üç kısımdan meydana gelir: Giriş veya tekerleme kısmı, mevzuyla pek alâkası olmayan sözlerden meydana gelir: “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, ben fırladım eşikten, babam kaptı küreği, annem aldı maşayı, gösterdiler kapının ardındaki köşeyi...” Bu kısımla, masalı anlatan şahıs dinleyicilerin dikkatini tamâmen kendine çekmeye çalışır. İkinci bölüm asıl vakaların geçtiği kısımdır. Son kısımda yine, bir tekerleme olabilir, ama bunlar, baştakiler kadar uzun olmaz. Pek çoğunda, “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” diye sona erer.
Türk masal geleneği, en hayalî anlatış tarzlarını bile gerçeğe yakın bir şekle getirir. Vakalar, olağanüstü unsurlar, fazla akla aykırı bir nitelik taşımaz. Türk masalları, birçok ilmin, sanatın faydalandığı birer hazine değerindedir. Milletimizin, birçok eski örf ve âdetleri, inançları, huyları, masallarımızda bulunabilir. Özellikle dilciler, târihçiler, roman, hikâye, tiyatro, film senaryosu yazanlar için masallar birer hazine değerindedirler.
Folklorcuların masallarla ilgilenmeleri pek eski târihlere uzanmaz. Bu alanda ilk ilmî araştırma 1807’de Elai Johanneaus’nun Halk Masalları Üstüne Görüşlerkitabıdır. 1813’te Alman Grimm Kardeşler, Alman masallarını derleyerek bu yolda hizmet vermiştir. Türk masalları ilk önce Billur Köşk adlı bir eserle görülmüştür. George Jakob’un 1898’de yayınladığı bu eser, Menzel tarafından 1923’te yayınlanmıştır. Macar İ. Kunoş’un çalışmaları tâkib etmiştir. İgnace Kunoş Türk masallarını araştırıp incelemiş ve tasnif etmiştir. Ayrıca Türk Halk Edebiyatıeserini 1925 yılında İstanbul’da neşretmiştir. İstanbul Halk Masalları (1905), Adakale Masalları ise 1907’de neşredilmiştir.
Daha sonra bu çalışmalar Erzurum A.Ü. Edebiyat Fakültesinde geniş yer tutmuştur. Gümüşhane Masalları, Elazığ Masalları, Erzurum Masalları, Taşeli Bölgesi Masalları ve Türk-İskoç Masalları Mukayesesi gibi çalışmalar görülmüştür. Tâhir Alangu, Eflatun Cem Güney, Şükrü Elçin, A. Edip Uysal gibi araştırıcı ve yazarlar da bu sâhada çalışmalar yapmışlardır.
Alm. Maser (m), Fr. Maser (m), İng. Maser. Atomların, dışarıdan uyarılması neticesinde dışarıya salınan radyasyon yardımı ile elde edilen, genliği yükseltilmiş elektromanyetik dalga. Maser, önceleri ilk maserin mikrodalga frekansında çalışması sebebiyle İngilizce (Mikrovawe Amplification by stimulated Emission of radiation) cümlesindeki kelimelerin baş harflerinin alınmasından türetilmiştir. Bugünse işitme frekansından îtibâren (20 ilâ 20.000 cycles/sâniye), görünen ve ultraviolet frekanslı elektromanyetik bölgelerde dahi aynı prensip tatbik edildiğinden maser, (Molecular amplification by Stimulated Emission of Radiation) olarak târif edilmektedir. Maser, tahrikli radyasyon (ışın, şua) neşriyle (yayılmasıyla) mikrodalga veya moleküler dalga kuvvetlendirilmesi demektir. Cihaz, hassas olarak tâyin edilmiş frekansta mikrodalga osilasyonları (titreşimleri) ve düşük gürültü seviyeli amplifikasyon (kuvvetlendirme) elde etmeyi sağlar. Bu maksatla atomların ve moleküllerin iç enerjisinden faydalanan bir amplifikatör ve osilatör grubu kullanılır. Âletin çalışmasının temel prensibi olan tahrikli neşriyat (stimulated emission), tedirgin (aşırı enerji yüklü) hâldeki bir atoma, dışarıdan eşit enerjili bir fotonun çarpması sonucu atomun aynı özellikli bir foton neşretmesi şeklinde meydana gelir. Böylece tahrik eden foton veya dalgalar çarptıkları tedirgin atomlar tarafından neşredilen fotonlarla kuvvetlenir. Bir maser, gaz veya katı hâlde aktif bir ortamdan ibârettir. Sistem çeşitli frekanslar hâlinde elektromanyetik bir radyasyona mâruz bırakılır. İçerideki atomların çoğu bu tesirle yüksek enerjili (tedirgin) hâle gelir. Böylece tahrikli bir frekans hâsıl olur. Aktif ortam, rezonans sağlayan bir boşlukla çevrili olduğundan, tek bir çıkış frekansına eşdeğer osilasyon modlu paralel dalgalar teşekkül eder. Bunların optik frekanslarda çalışanlarına optik maser veya laser adı verilir.
Maser dalgaları oldukça kararlı ve monokromatik (aynı frekans ve fazda) olduğu için astronomi ve uzay haberleşmesinde, gürültü seviyesi olmayan yükselticiler olarak kullanılırlar. Maserde dalga rezonans sistemi, atom enerji seviyelerinden istifâde edilerek çalıştığı için, dalga boyları çok küçük olmasına rağmen îmâl edilmesi mümkündür. Halbuki aynı frekansta mevcut hiçbir manyetik dalga rezonatörü yapılamaz. Çünkü rezonatör yapımı dalga boyu büyüklüğü ile sınırlıdır. Maser dalga boyu 1 mm’den çok küçüktür. Klasik metodlarla elde edilen en yüksek frekansa (daha doğrusu en küçük dalga boyuna) sâhip rezonatör radar cihazlarında kullanılmaktadır.
İlk maser rezonatörü (osilatör de denir) Charles H.Townes, James P.Gordon ve Herbert J.Zeiger tarafından 1954 senesinde yapıldı. Bu maserde amonyak gazının özel frekansından istifâde edildi. azot atomu amonyak molekülünde (NH3) hidrojen atomları arasında 24.000 MHz ile titreşir. Bu frekansla titreşen amonyak molekülleri, havasız elektrostatik bir ortamdan geçirilirken aynı frekansta titreşen amonyak molekülleri bir hüzme şeklinde rezonatöre gelir. Rezonatör de enerji seviyelerindeki değişmelerle foton üretimine sebep olur. Bu fotonlar aynı fazda, aynı frekansta mikrodalgalar hâlinde titreşirler. Mikrodalga, rezonatörden dalga klavuzu ile alınarak yayınlanır.
Maserin kullanıldığı yerler: Maserin kullanıldığı en mühim saha haberleşmedir. Haberleşmede karşılaşılan en büyük sıkıntı muhâbere edilen kanalların mahdut olmasıdır. Böyle bir muhâbere trafiğinde yayınların birbirine müdâhale etmemesi için, mikrodalga (yüksek frekans) kullanılması gerekir. Maser bu tür haberleşme için çok uygundur. Mikrodalga ile yayında, yayın yapan istasyonla alıcının birbirini görmesi lâzımdır. Bu bakımdan ara istasyonlara ihtiyaç vardır. Dünyâ etrâfında yörüngede bulunan uydular, ara istasyon vazifesi yaparlar. 1962 senesinde yörüngeye oturtulan Telstar uydusu bu vazifeyi icrâ etmektedir. Telstar 3700-4200 ve 5925-6425 MHz bandlarında maser yayını alır ve yükselterek yayınlar.
Maser’in kullanıldığı bir saha da, uzaya fırlatılan araçların göndereceği bilgiler içindir. Uzay aracı çok küçük ve mesâfe çok uzak olduğu için mikrodalga vericisinin hem küçük hem de yaptığı yayının gürültüsüz olarak alınması gereklidir. Maser bu maksada mükemmel cevap verir. 1964 senesinde 383.180 km mesafedeki ay yüzeyinden Ranger VII ay modülünün gönderdiği TV yayınları ile 1965 senesinde 215.740.000 km mesâfedeki Mars yüzeyinden Mariner IV’ün gönderdiği çok net resim yayınları, maser ile sağlanmıştır. Bu kadar uzak mesâfeden optik ve radyo dalgaları ile TV ve resim yayını mümkün değildir.
Maser yayını ile uzaydaki gazların cinslerini tesbit etmek mümkündür. Bu maksatla hidrojen atomu ile 1421 MHz’de çalışan hidrojen maseri yapılmıştır.
Alm. Maske (f), Fr. Masque (m), İng. Mask. İnsan ve hayvan sûretlerine (resimlerine) acâyip şekiller verdikten sonra yüzü gizlemeye yarayan eşyâ. Maskeler üzerindeki çalışmalar antropoloji ve sanat târihinde önemli bir yer tutar. Çok eskiden insanların maskeler kullandıkları, taşlar üzerine kazıdıkları resimlerden anlaşılmaktadır. Maskeler umûmiyetle bir hayvan kafasını esas alır.
Maskenin, insanların târih boyunca zaman zaman nasıl davranış değişiklikleri geçirdiğini göstermesi bakımından önemi büyüktür. Maskeler dâimâ hayâlî hayvan hikâyelerine konu olmuş ve bunu giyen insanlar bu hikâyelere uygun danslar yapmıştır. Meselâ, Fransa’daki Mige Mağarasında dağ keçisi kafasını andıran iki sivri boynuzlu maskelerle keçi gibi dans eden insan resimleri buna en güzel örnektir. Bâbil, Ur, Tibet ve Çin’de dînî âyinlerde bu tür maskeler kullanılmıştır. Doğu Misissippi bölgesinde tahtadan, insan kafasını andıran, görünüşü çok korkunç maskeler senede bir defâ çeşitli hastalıkların kovulması için seremoni seklinde takılırdı. Maskelerin kullanılması insanların bâtıl düşüncelere sapması oranında artmıştır.
Modern dünyâda sapık inanışlı bâzı toplulukların maske giyerek toplantı ve âyin yaptıkları bilinmektedir. Maske ayrıca, kendisine güveni olmayan kişilerin gerçek hüviyetleri ile yapamıyacakları işleri yapmaya yardımcı olur. Amerika’daki Klux Klan cemiyeti, İtalya’daki Kızıl Tugaylar bu türlere misaldir.
Maske, günümüzde en çok tiyatro sahnelerinde kullanılmaktadır. Tiyatro sanatçıları maske yardımı ile insan karakterlerini daha iyi temsil edebilirler. Bu tür maskeler ekseriyâ ağızdan yukarıda kalan renkli yarım maskelerdir. Remo Bufano’nun yaptığı Alis Harikalar Ülkesinde isimli maskeli oyunu buna en güzel örnektir. Son senelerde İtalyan sanatçılar tarafından maske giyilerek yapılan kukla oyunları oldukça dikkati çekmiş ve televizyon oyunları hazırlanmasında çok kullanılmıştır.
Günümüzde Avrupa ve Amerika’da karnavallarda, insanlaştırılmış kocaman hayvan kafalarından maskeler takılması âdet hâlini almıştır. Bu karnavallarda maske takan insanlar günlük yaşayışlarında yapmadıkları taşkın hareketlerle âdetâ taktıkları maskeye âit hayvanı taklit ederler.
Maskenin teknoloji ve sporda da yeri vardır. Kaynakçı, kaynak maskesi ile kaynak yapar. Zehirli, biyolojik ve kimyâsal gazlardan korunmak için savaşta maske şarttır. Büyük yangınlarda duman maskesi ile binâ içlerine girilir (Bkz. Gaz Maskeleri). Amerikan futbolunu maskesiz oynamak mümkün değildir. Eskrim, hokey ve daha birçok spor, maske ile yapılır.
Alm. Geschafstrager (m), Fr. Charge d’affaires (m), İng. Chargè d’affaires. Diplomasi dilinde, büyükelçi ve elçilerden sonra gelen görevli meslek memuru. Büyükelçi ve elçiler görev yaptıkları ülke dışına çıkacakları zaman kendilerinden sonra gelen memuru yerlerine vekil bırakırlar. Bu memura “maslahatgüzar” denir. Maslahatgüzar bırakılacağı zaman, bu ülkenin Dışişleri Bakanlığına yazı ile bildirilir. Yalnız elçi veya büyükelçiler ülke içinde geziye çıktığında maslahatgüzarlar bırakmazlar. Misyon şefinin (elçi veya büyükelçi), ülke dışında bulunduğu belli zamanlarda görev yapanlara “geçici maslahatgüzar” denir.
Bir ülke, elçi veya büyükelçi bulundurmayıp, oradaki işlerini bir maslahatgüzarla yürütebilir. Böyle durumlardaki maslahatgüzara “dâimî maslahatgüzar” adı verilir. Bu şekilde görev verilenler devlet başkanı nezdinde gönderilmedikleri için, ona güven mektubu vermezler. Dışişleri Bakanı nezdinde tâyin edilmiş olurlar. Maslahatgüzarların protokoldeki yeri büyükelçi ve elçilerden sonradır.
İnsanlar arasında din, dil ve ırk farkı gözetmeden kardeşlik, hürriyet, eşitlik ve adâlet ilkelerini savunduğunu iddiâ eden daha çok Yahûdilik temelleri üzerine dayalı millî ve mânevî değerleri bozmak gâyesi ile kurulmuş kısmen gizli bir cemiyet. Eski Mısır’dan alınmış bâzı sembollerle birlikte; Yahûdi târih, din ve sembolleriyle çok yakın bir bağlantısı olan gizli masonluk yolunun resmen kuruluş târihi 16. asrın sonudur. Teşkilât bilhassa 18. asrın başından îtibâren gelişme göstermeye başladı. Bu asrın başlarında İngiltere’de 6 mason locası vardı. 24 Haziran 1717’de ilk büyük locası kuruldu.
1721 senesinde Montagu Dükünün masonluğu kabul etmesinden sonra, İngiliz Kraliyet Âilesi tamâmen mason oldu ve bu durumu devâm ettirdi. İskoç Büyük Locası ise 30 Kasım 1736’da kuruldu.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, ilk mason locası 1730 senesinde kurulmuş ve süratle yayılmıştır. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde 49 büyük loca, 15.770 loca ve 4 milyonun üstünde üye mevcuttur.
1877 Mason Locaları Genel Toplantısında üyelerin yeminlerini kutsal kitaplar üzerine değil, nâmus üzerine yapmaları kararlaştırıldı. Masonların 1900 senesinde bir toplantıda aldıkları kararla ilgili zabıtların 102. sayfasında “Dindârlara ve mâbetlere galebe çalmak (gâlib gelmek) kâfi değildir, asıl maksadımız dinleri yok etmektir.” yazılıdır. Papalık da Katoliklerin mason olmalarını yasaklamıştır.
Masonlar, İslâmiyeti mason localarının direktiflerine uygun olarak anlatan din kitapları, Kur’ân-ı kerîm tefsirleri, ilmihaller yazdırdıkları gibi, bu kimselere “büyük İslâm âlimi, müctehid, müceddid” gibi isimleri yakıştırarak Müslümanları gerçek İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalışmışlardı. Cemâleddîn Efgânî, Muhammed Abduh, Reşit Rızâ gibi kimseler bunun önemli misâlini teşkil ederler.
Fransa’da basılan Les Franco-Macons kitabında bunlar övülerek 127. sayfasında “Mısır’da kurulan mason localarının başına Cemâleddîn Efgânî ve ondan sonra Muhammed Abduh getirildi. Bunlar Müslümanlar arasında masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler.” denilmektedir.
Bugün dünyâda en yaygın olan mason kulüpleri Rotary ve Lions’tur. Asil, zengin, devlet adamı, ilim adamı gibi şöhret ve îtibâr sâhibi veya ileride mevki ve makam kazanabilecek kimseleri tercihen cemiyetlerine üye kaydederler.
Üyeler arasında kabaca çıraklık, kalfalık ve ustalık gibi bir derecelendirme mevcuttur. Üye olmayanlara merâsimleri hakkında bilgi vermedikleri gibi, üyeler arasında sıkı bir bağlılık ve gizlilik isterler. Birbirlerini muhtelif işâret ve amblemlerle tanırlar. Masonluğun gizlilikle ilgili genel prensibini şu şekilde ifâde etmek mümkündür: “Masonluk kendini her yerde hissettirmeli fakat hiç bir yerde görünmemelidir.”
Masonluğa kabul edilen şahıs, önce kendi örf ve âdetleri dikkate alınarak eğitilir. Daha sonra mason prensiplerine ağırlık verilerek, masonluk bir doktrin olarak şahsın kafasına yerleştirilir.
Masonların insan kazanmak ve cemiyetlerini yüceltmek için yaptıkları propaganda ile icraatları arasında büyük uçurumlar mevcuttur:
1. Masonluk, insanlık, dünyâ vatandaşlığı, enternasyonalizm gibi ülküleri benimsediğini ileri sürer. Uygulamada ise masonlar sadece aynı teşkilât mensuplarını kardeş görür ve ancak aynı teşkilâta bağlananlara yardımcı olurlar.
2. Îmân ve vicdan hürriyeti mücâdelesi yaptıklarını savunurlarken, asıl olarak gâyeleri başta İslâmiyet olmak üzere semâvî dinleri yok etmek ve masonluk inancını bir din gibi benimsetmektir.
3. Kişide ehliyet ve liyakat vasıflarını esas kabul ettiğini iddiâ etmekle birlikte locaya mensubiyeti ilk plânda tutmaktadırlar.
4. Dil ve ırk ayırımı yoktur sözlerine karşılık mason localarında bilhassa Yahûdîlerin ve dönmelerin en önemli mevkılerde bulunduğu görülmektedir. Nitekim zaman zaman masonluk, üyelerince, Yahûdî emellerine, ülkülerine vâsıta olduğu, İsrâil Devletinin kurulması için bir araç olarak kullanıldığı ve Yahûdîliğin beynelmilel himâyesinin ardında bulunduğu ileri sürülerek tenkit edilmiştir.
Türkiye’de masonluk: On sekizinci asrın başlarında Halep ve İzmir’de locaların açılması ile faâliyete geçen masonluk; Hama, Humus ve İstanbul localarını açarak genişledi. 1820’den sonra İstanbul, Makedonya, Trakya, İzmir ve Suriye’de muhtelif büyük localara bağlı localar kuruldu. O târihlerde bu localara kaydolan Müslümanlar yok denecek kadar azdı. İngiltere Büyük Locasına bağlı olarak 1856-1860-1861’de İstanbul’da açılan localara ise, başta Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa olmak üzere, devlet ileri gelenlerinden girenler oldu. 1861 yılında Mısırlı Prens Halîm Paşa mason Osmanlı Şurâ-yı Âlisini kurunca, Reşid Paşa, Fuat Paşa, Süleymân Paşa, Mithad Paşa gibi ileri gelen devlet adamları da mason locasına girdiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han bunların çalışmalarını, gâyelerini, din ve devlet aleyhine bulunduğundan sıkı takibat altına aldı. Bunun için, İkinci Meşrûtiyetin îlânına kadar Türk masonlarının gelişmesi durdu. Bu devirde sâdece Selânik ve civârındaki mason locaları hummalı bir faâliyet ve canlılık içerisinde çalışmasını sürdürdüler. İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra çoğunluğu mason olan Jön Türkler ve İttihatçılar (Talat Paşa, Enver Paşa, Mahmûd Şevket Paşa, Cemâl Paşa, Süleyman Paşa, Hüseyin Câhid Yalçın, Emanuel Karasu, vs.) Hareket Ordusu ile İstanbul’a gelip iktidarda söz sâhibi olunca, Osmanlı Devletinde masonlar için yeni bir dönem başladı. 25 Haziran 1909’da Türkiye Büyük Locası kuruldu. O zaman faâliyette bulunan değişik adlardaki localar, bu kuruluşa katıldılar. Yapılan seçimde Talat Paşa büyük üstatlığa, Filozof Rıza Tevfik kâtipliğe, Albay Gâlib Bey büyük üstat yardımcılığına getirildiler. Çalışmalarına büyük bir hızla devâm eden masonlar, bütün Osmanlı ülkesinde 32 loca açtılar. Birinci Dünyâ Savaşı sırasında Bahriye Nâzırı Cemâl Paşa, Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım ve Hayri Ürgüplü, Polis Müdürü Bedreddîn bey gibi tanınmış şahıslar da mason oldu. Birinci Dünyâ Savaşı bitip, Osmanlı Devleti işgâl edilmeye başlayınca, İttihat ve Terakkîye mensup masonlar milletin gözünden düştükleri için, masonluktan çıkarıldılar. Cumhûriyetin îlânından sonra da çalışmalarına devâm eden masonların faâliyetleri, 1935 yılında çıkarılan bir kânunla yasaklandı. 1948 yılına kadar pasif kalan masonlar, Tıp Profesörü Mim Kemal Öke’nin başkanlığında Türkiye Mason Derneğini kurdular. Türkiye Büyük Locası (Türk Yükseltme Cemiyeti) 1964’te İskoçya Büyük Locası ve 1971’de İngiltere Büyük Locası tarafından tanındı. Bugün İstanbul’da 26, Ankara’da 14, İzmir’de 18 loca bulunmaktadır (1993). Türkiye’de aralarında çeşitli anlaşmazlıklar bulunan genelde dört mason derneği vardır. Bunlar Türkiye Mason Derneği, Türk Yükseltme Cemiyeti, Türkiye Kültür ve Fikir Derneği ile Türkiye Büyük Mason Mahfili Derneğidir.
Alm. Messkluppe, Schublehre (f), Fr. Jauge (f), vernier (m), İng. Template, templet. Boyutları sâbitleştirilmiş kontrol âletleri. Zamânımızda büyük ekonomik faydalar sağladığı için, bilhassa serî üretim ünitelerinde çok kullanılmaktadır. Bu yüzden mastarlar, serî îmâlâtın en uygun ölçü kontrol âletleridir. Bugün sanâyi üretiminin çok fazla olduğu ileri ülkelerde mastar ve mastarlarla kontrol konuları çok daha ileri seviyeye ulaşmıştır. Ülkemizde mastar kullanma alışkanlığı henüz yenidir. Başlıca uygulama alanları:
a) Serî îmâlât parçalarının boyut kontrolleri için,
b) Başka şekilde kontrol imkânı olmayan geometrik profil ve şekillerin kontrolleri için. Mastarlar her îmâlât takımlarında arandığı gibi konstrüksiyon bakımından basit ve maksada uygun olmalıdır. Bu, mastar konstrüktörünün önemli bir hedefidir. Basitlikteki maksat, ilkellik değildir. Maksada uygunluğun zamanla değiştirilmesi imkânlarını da göz önünde tutmak gereklidir.
Mastar konstrüksiyonu için önceden bâzı bilgilerin bilinmesi lüzumludur:
a) Kontrol edilecek iş parçasının geometrik şekli - ölçüsü - toleransı - malzemesi - îmâlâtı miktarı.
b) Mastarlama sırası, iş parçasının işlem sırasına göre tertip edilmelidir. Operasyon plânlarında, işlemlerin cinsi, sırası, takımların ve aparatların numarası gösterilir. Bu bilgiler, mastarların seçimi ve konstrüksiyonuna tesir eden, yol gösteren faktörlerdir.
Mastarlar uygulama yerlerine göre şöyle sınıflandırılır:
1. Îmâlât mastarları: Îmâlât esnâsında iş parçasını îmâl eden işçi tarafından kullanılır.
2. Kalite kontrol mastarları: Bir iş yerinin kalite kontrol şûbesi tarafından iş parçalarının son kontrolleri için kullanılır.
3. Teslimat mastarları: İş parçaları müşteriye teslim edilirken müşteri tarafından kullanılan mastarlardır.
4. Takım mastarları: Takım îmâlâtında kullanılan mastarlardır.
5. Yardımcı mastarlar: Mastara ilâve edilebilen parçalardır.