MARKA VE MARKACILIK
Alm. Warenzeichen (n), Stempel (m); Warenzeichenherstellung (f) Stempelherstellung (f), Fr. Marque (f), et sa fabrication (f), İng. Mark, sign, brand, ticket, and marking. Herhangi bir maddeyi tanıtmaya, benzerlerinden ayırmaya, eşyâların îmâl edildikleri yerleri belirlemeye yarayan, resim, harf, mühür ve rakamlardan yapılan işâretler. Çeşitli madde ve parçalardan yapılan, para ve bilet yerine kullanılan parçalara da “marka” denir. Denizcilikte bir tehlikeyi ve geçidi göstermeye yarayan işaretlere, tekstil sanâyiinde kumaş toplarının başlarına baskıyla ve iplikle yazılmış isim ve işâretlere de bu isim verilir. Sanat eserleri üzerine, imzâ yerine konan değişik işâretlere de marka denmektedir.
Marka ve markacılık, ilk olarak eski Türklerde hayvanların sağ veya sol arka bacaklarının yan taraflarına, kime âit olduğunu belirtmek için, kızdırılmış çeşitli demir şekillerinin vurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bugün Anadolu’da sürü sâhiplerinin kendi hayvanlarını, diğer sürülerden ayırmak için hâlâ aynı metodu uyguladıkları görülmektedir. Göktürklerde “marka” kelimesi yerine “tamga” (damga) kelimesinin kullanıldığı, târih kitaplarında yazılıdır. Hattâ Göktürk Alfabesinin her kabileye, her boya, her devlete âit “tamga”lardan meydana çıktığı rivâyet edilmektedir.
Osmanlı Devletinde marka ve markacılık, “lonca” teşkilatının kurulmasıyla başladı. Yünlü mâmüller boyacının ve malın üretildiği yerin damgası, bu zanaatla ilgili lonca teşkilâtının işâreti bulunurdu. Bu damgayı (markayı) taşımayan mallar, halk arasında pek rağbet görmezdi. Son devirlerde “Alâmet-i fârika” (ayırıcı belirti) deyimi de bu şekilde ortaya çıktı.
Avrupa, ortaçağın ilk yıllarında “marka” kelimesini tanımaya başladı. Bu başlangıç, insanların, şahsi eşyâlarına çeşitli resim ve motiflerin çizilmesiyle kendini gösterdi. Fransa krallarının çamaşırlarına “marka” olarak fildişi mühürler üzerine işlenmiş zambak resimlerinin vurulması ve işlenmesi bunun bir delilidir.
Bugün ise marka, reklâm özelliğini taşıyan ve satılan mal veya eşyânın kalitesini belirtmek gayesini güden işâretler hâlini aldı.
Markalar, hukûkî bir statüye tâbidir. Tescil ettirilen markalar, hukûken korunma altına alınmıştır. Sınâî mülkiyetine tâbidir. Belli kânûnî şartlara uyulması şartıyla millî sınırlar içerisinde korunduğu gibi milletlerarası alanda da korunur. Herhangi bir markanın bu şekilde korunabilmesi için 1891 târihli Madrit Antlaşması hükmünce Bern’de mevcut olan “Sınâî Mülkiyet” bürosuna mürâcaat edilmesi ve buranın gerekli şartları yerine getirilerek, bu teşkilâtın özel siciline kaydolunmak lâzımdır. Bu sûretle tescil edilen bir markanın, 20 yıl milletlerarası geçerliliği olduğu gibi, kânûnî korunmadan faydalanılır. Bu durumda, belirli bir markayı taşıyan ve başarı sağlayan ticârî bir malın markasını aynı amaçla bir başkasının kullanması suçtur. Bu hareketi yapan firma ve kimseler haksız bir davranış içinde bulunmuş olurlar.
Cumhûriyet Türkiye’sinde markalarla ilgili durum, 1965 târih ve 551 sayılı markalar kânunuyla düzenlenmiştir.
Bakanlar Kurulu bâzı mallara marka kullanma mecburiyetini resmen koyabilir. Kânunda belirtilen markalar: 1) Ferdî marka: Gerçek veya tüzel kişiler tarafından yalnız başına bağımsız olarak kullanılır. 2) Müşterek markalar: Gerçek veya tüzel kişilerin aralarında yaptıkları sözleşmelere göre aynı veya değişik mallar için kullanılır. 3) Birlik markası: Belirli bir malı yapan kimselerin menfaatlarını korumak, aralarındaki denetimi sağlamak için kurmuş oldukları tüzel kişilik tarafından kullanılır. Markanın nasıl ve ne şekilde olacağı kânunun diğer kısımlarında şartlara bağlanmıştır.
Markaların yapılışı ve çizilişi: Elbiselere, mendillere, iç çamaşırlarına, yastık yüzlerine işlenen markalar. Bunları kullanan kişilerin isim ve soy isimlerinin baş harflerini taşır. Bunlar eşyâların kaybolmamasını sağladığı gibi, insanların zevklerini de ortaya koyar.
Bu özellikteki markalar; üst üste veya yan yana alfabenin çeşitli harflerinin bir araya gelmesiyle meydana gelir, fakat bu işaretler bir harf görünümünü verirler. Markalar birkaç harften meydana geldiği gibi, tek harfin simetrik olarak meydana getirdiği markalar da vardır. Bâzı markalarla harfler sırt sırta geldiği gibi karşı karşıya da işlenir. Harflerin üst üste veya sarmaş dolaş olduğu markalar da mevcuttur. On dördüncü asrın kemer, kolye, zincir ve buna benzer eşyalarında bu şekil markaları görmek mümkündür.
Ticâret hayâtında markanın görevi, üzerine vurulduğu maddenin sâhibini ve kuruluşunu temsil etmektir. Bu cins markalar; bir şekil olduğu gibi resim de olabilir. Bunlar ticâret mallarının iç kısımlarına işlendiği (ceket, palto vs.) gibi, dış yüzeylerine de işlenmektedir (Bütün sanâyi mallarında olduğu gibi).
Alm. Marquis (e) (m.f), Fr. Marquis (e) (m.f), İng. Marquess, marchioness. Ortaçağın ilk devirlerinde feodal (derebeylik) sistemiyle idâre edilen Avrupa ülkelerinde, asiller sınıfında bir ünvan. Bunlar, krallar tarafından seçilir; askerî, idârî ve adlî işlerin hepsinin idâresini ellerinde bulundururlardı. Bu vazifede bulunan kişilere “kont” denirdi. Daha sonraki çağlarda kontluk ile düklük arasında yer alan marki, soyluluk ünvânı olarak kaldı.
Marki; feodal idâre, kademe sisteminde, dükten sonra, konttan önce yer alır. Markilerin kendilerine has bir giyim şekilleri vardır. Başlarına alın ve yan tarafları parmaklı miğfer veya üstü açık, kenarları, kıymetli taşlarla ve çiçek motifleriyle süslü çember şeklinde başlık giymeleri bunlardandır. Süslemelerde genelde yonca ve kereviz yapraklarının resimleri kullanılırdı. Bu yaprakların ara veya ortaları, iri tâneli incilerle süslenirdi.
Meşhur hekimlerden. Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen hekimin asıl adı. Marko Apostolidis’tir. İstanbul’da gerekli tahsilleri yaptıktan sonra Tıbbiye-i Şâhâne’de okudu. Hekim olduktan sonra herkesi dinlemesi, hastaları ile ilgilendiğini karşısındakine inandırması ve nezâketi ile tanındı. Kısa zamanda şöhret basamaklarını geçen Marko, Tıbbiye-i Şâhâne Nazırlığı (Tıp Fakültesi Dekanlığı)na getirildi. Kendisine giden hastalar, dertlerini anlattıktan sonra gördükleri ilgiden ümitlenirler, fakat uzun zaman bekliyerek bir çâre bulunmadığına da şâhit olurlardı. Bunun için çâre bulunmayan sıkıntıları, dertleri anlatabilmek için “Sen git derdini Marko Paşaya anlat” sözü darbı mesel hâline geldi.
Hilâl-i Ahmer teşkilatının kurulmasında doktor Aziz Beyle berâber çok gayret gösterdi. Birinci Meşrutiyetten sonraki Âyan Meclisinde üyelik yapan Marko Paşa, 1888 yılında İstanbul’da öldü.
Adını Marmara Denizinden alan bölge. Anadolu’nun kuzeybatı köşesi ile Trakya’yı içine alır. İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Edirne, Kırklareli illerinin tamâmı ile Bursa, Bilecik, Balıkesir’in büyük bir kısmı bu bölgenin sınırları içine girer. Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinin çok küçük bir kısmı Ege bölgesine dâhil olup, diğer yerlerin hepsi Marmara bölgesine âittir. Bölgenin sınırları içinde bulunan yerlerin toplam yüzölçümü, yaklaşık olarak 67.306 km2dir.
Avrupa ile Asya’yı birleştiren boğazların bu bölgede bulunması, Avrupa yolunun bölgeden geçmesi, târih boyunca önemli hâdiselerin vukû bulmasına sebep olmuştur. M.Ö. 3000 yıllarında kurulan Truva’nın harâbeleri, Bizanstan kalan kalıntılar, Selçuklu ve Osmanlı eserleri bu bölge târihi hakkında zengin kaynaklardır. Osmanlıların kuruluş yıllarında İznik, Bursa ve Edirne’nin, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethinden sonra da İstanbul’un beş yüz seneye yakın Osmanlılara başşehir olması, Marmara bölgesini târihî bir ilim, kültür ve sanat bölgesi hâline getirmiş, günümüzde Türkiye’nin ticâret merkezinin bu bölge sayılması, bölgenin önemini daha çok arttırmıştır.
Yüzey şekilleri: Trakya’da, Karadeniz kıyılarına paralel uzanan Istranca Dağları, yüksek yerlerdir. Bunun güneyinde geniş Ergene Havzası görülür. Trakya’nın tamâmında yüksek dağlar yoktur. Doğu ve Güneydoğu Ganos Dağı 945 m, Koru Dağı 725 m yüksekliktedir. Anadolu kısmındaki dağlar fazla yüksek olmadığı gibi sıradağ hâlinde de değildir. En yüksek yer 2543 m ile Uludağ’dır. Orta kısımda Marmara Denizi çöküntüsü yanında İznik Gölü, Ulubat Gölü, Manyas Gölü ile Karacabey, Gönen ovaları uzanır. Marmara ile Ege denizleri arasında vâdilerle yarılmış Biga yöresinde en yüksek dağ, Kazdağı (1767 m)dır.
Akarsu ve göller: Bölge göl ve akarsu bakımından çok zengindir. Marmara, Ege ve Karadeniz’e dökülen nehirlerden Ergene-Meriç Nehri, Susurluk Çayı, Nilüfer Çayı, Sakarya’ya karışan Göksu ve Karasu en önemlileridir. Ergene-Meriç Ege’ye; Susurluk Çayı Marmara’ya akar. Bursa Ovasının sularını toplıyan Nilüfer Çayı ise Susurluk aracılığı ile Marmara’ya dökülür. Doğudaki Göksu ve Karasu ise Sakarya Irmağı ile Karadeniz’e ulaşır. Bölgenin önemli gölleri, doğu-batı doğrultusundaki İznik, Ulubat, Manyas gölleridir. Diğerleri ise Sapanca, Trakya’daki Büyük, Küçük Çekmece ile Terkos gölleridir. Ayrıca Meriç’in Çatalağzı’nda küçük göllerle Uludağ’da küçük buzul gölleri vardır.
İklimi: Kıtalar ve denizler bakımından geçit yeri olan bölge, iklim bakımından da geçit yeridir. Marmara bölgesinin iklimi, Akdeniz ile Karadeniz bölgeleri arasında geçiş özelliğindedir. Marmara kıyılarında Akdeniz iklimi, Karadeniz’e yakın yerlerde Karadeniz iklimi, iç kısımlarda ise yazları daha sıcak, kışları soğuk kara iklimi hâkimdir. Diğer hususlarda görülen geçiş özelliği, bitki örtüsünde de görülür. Akdeniz ikliminin tanıtıcısı olan maki toplulukları, yer yer 400 m yüksekliklere kadar çıkar. Ormanlar ise Istrancalarda. Biga yöresi, Samanlı Dağlarında, Uludağ’da hâkim olarak görülür. Uludağ’ın 1000 m yüksekliklerinden sonra, iğne, diğer yerlerde ise yayvan yapraklı ağaçlar bulunur. Kayın, meşe, gürgen, akçaağaç, karaağaç, yer yer kestâne ağaçları en çok rastlanan ağaçlardır.
İklim ve arâzi şekilleri bakımından insanların yerleşmesine müsâit olan bölgede, on milyon civârında insan yaşar. Ekili alanların büyük kısmı tahıla ayrılmıştır. En çok yetişen ürünler, buğdaydan sonra mısır, ayçiçeği, tütün, pamuk, susam bitkileridir. Dikili alanlar içinde bağlar, meyve bahçeleri ve zeytinlikler önemli yer tutar. Türkiye’de, Ege bölgesinden sonra en çok zeytin ağacı Marmara bölgesindedir.
Sanâyi merkezi olan bölgede, yünlü-pamuklu dokuma, ipek, kibrit, kâğıt, şeker, oto yapım ve montaj, oto lastiği, çimento, seramik, rafineri fabrikaları vardır.
Alm. Marmarameer (n), Fr. La mer de Marmara, İng. Sea of Marmara. Karadeniz ile Ege Denizi arasında, doğu-batı istikâmetinde uzanan, 11.352 km2 yüzölçümünde bir iç deniz. İstanbul Boğazı ile Karadeniz’e, Çanakkale Boğazı ile Ege Denizine birleşir. Marmara Denizinin güney kıyılarının derinliği daha az olup, 100 m’yi geçmez. Normal derinlik ise 200 m civârındadır. İzmit Körfezi doğrultusunda, derinliği bin metreyi geçen üç çukur yer vardır. Bu üç çukurun en derini, Büyükada’nın güneyine rastlıyan bir yerdedir (1229 m). Marmara Denizinde iki akıntı görülür. Yüzeydeki, Karadeniz’den Ege’ye, alttaki ise ters yönlü dip akıntısıdır. Karadeniz ile Ege’nin yüzeylerinin farklılığından dolayı olan yüzey akıntısı İstanbul Boğazı ile başlayıp Marmara’da yayılır. Çanakkale’de toplanıp, buradan Ege’ye vâsıl olur. Marmara’nın yüzey suları daha az tuzlu, dip kısımlar ise, Akdeniz’deki gibi fazla tuzludur.
Marmara Denizinin kuzey kıyıları az girintili çıkıntılıdır. Güneyde ise birçok körfez ve burunlar vardır. İzmit, Gemlik, Bandırma, Erdek körfezleri gibi.
Marmara Denizinin önemli adaları; İmralı, Büyük, Heybeli, Kınalı, Burgaz ve Kaşık adalarıdır.
Manisa’nın kazâsı Sâlihli’nin kuzeyindeki bir göl. Gölün bulunduğu saha çukur olup, batı ve kuzeyi tepelerle çevrilidir. Doğu kısmı Gediz Ovasına, kuzeybatı kısmı Akhisar Ovasına açık olup, buralardan alüvyon setleriyle ayrılır. Bu durum, Marmara Gölüne set gölü karakterini verir. Gediz çöküntü havzası içinde bulunan gölün seviyesi, Gediz Ovasının seviyesinden daha alçaktır. Derinliği az olan gölün yüzölçümü 44,5 km2dir. Gediz Nehri ile Demrek Deresinden ve kuzeydeki Kum Çayından göle kanallar açılmıştır. Bu kanallar bilhassa ilkbahar sonlarında kabarık olan akarsuların sularını göle taşırlar. Göl kapalı bir çukurda olup, suları tuzludur.
Alm. Mergel (m), Fr. Marne (f), İng. Marl. Kil ve kalsiyum karbonattan, değişik oranlarda tabiî olarak meydana gelmiş karışım. Kalsiyum karbonat, kile göre daha fazla ise buna kalker denir. Genel olarak sığ göllerde, bataklıklarda bulunur. Kalsiyum karbonat, muhtevasından dolayı Portland çimentosu îmâlatında ve asidik toprağı nötrleştirmek için zırâî gayeyle, toprak ıslahında kullanılır.
Alm. Mars (m), Fr. Mars (m), İng. Mars
Marsla İlgili Özet Bilgi
Kütlesi Dünyâ kütlesinin |
% 11’i |
Hacmi Dünyâ haciminin |
% 15’i |
Özgül ağırlığı Dünyânınkinin |
% 70’i (3,96 gr/cm3) |
Ekvatordaki çapı |
6.787 km |
Kutuptaki çapı |
6.751 km |
Yüzeydeki çekim kuvveti |
Dünyânınkinin % 38’i |
Kaçma hızı |
4.988 km/sn (ortalama) |
Yörünge hızı |
3.540 km/sn |
Güneşten ortalama mesâfesi |
227.681.000 km |
Ekvator meyli |
25° |
Dünyâya mesâfesi:
Güneşe en yakın noktadayken |
55.606.000 km |
Güneşten en uzak noktadayken |
101.209.000 km |
Ortalama güneş günü |
24 saat 39 dak. 35.23 sn |
Güneş etrafında dönüş peryodu |
686.98 dünyâ günü |
En az yüzey ısısı: |
-140°C |
En fazla yüzey ısısı: |
+20°C |
Uydu sayısı |
2 |
Güneşten uzaklığına göre gezegenlerin dördüncüsüdür. Kızıl görünüşü ile “kızıl gezegen” adını almıştır. Merih olarak da isimlendirilir.
Mars’la ilgili uzay çalışmaları, 1965 başlarında ABD’nin Mariner 4’ü fırlatması ile başladı. Bunu Mariner 6, Mariner 7 (1969), Mariner 9 (1971), Viking 1, Viking 2 (1975) takip etti. Sovyetlerin gönderdiği Mars 2, Mars 3 (1971), Mars 4, Mars 5, Mars 7 (1973) isimli uzay araçlarından yalnız Mars 5 bilgi gönderebilmişti. Amerikan uzay araçlarının Sovyet uzay araçlarından üstünlüğü; fırlatma roketleri, Mars yüzeyine inme, roket sistemi, kabuk yapısını ve kutuplardaki buz tabakalarını inceleyen infra-red radyometre, atmosfer bileşimini analiz eden ultraviyole spektrometre kameraları, uzaktan kumanda ile biyokimyâ analizi yapan kromotograf gibi teknik imkânlarıdır.
Mars, Jupiter gibi büyük bir gaz kütlesi olmaktan ziyâde, yapı olarak dünyaya benzer. Kütlesinin ekseriyetini demir mâdeni meydana getirdiğinden ve atmosferine de toz hâlinde dağıldığı için teleskopla bakılınca kızıl gözükmektedir.
Mars’ın ekvatordaki çapı 6.787 km’dir ve dünyâ çapının hemen hemen yarısı kadardır. Ekvatordaki şişkinlik dünyâya nazaran daha fazladır. Bu da Mars’ın homojen bir yapıya sâhip olduğunu gösterir.
Mars’ın çekim kuvveti dünyâ çekiminin % 38’i kadar olup, çevresinde basık ve muntazam olmayan bir dağılım gösterir. Kütlesinin özgül ağırlığı 3,96 gr/cm3 ile dünyânınkinden (5.52 gr/cm3) azdır. Mars’tan bir uydunun ayrılabilmesi için gereken kaçış hızı 5-11, 19 km/sn’dir. Mars yörüngesinde bir uydunun dönebilmesi (uçuş) için gerekli en az hız 3,5 km/sn’dir. Dünyânınki ise 8 km/sn’dir.
Mars’ın güneş etrafındaki yörüngede dönüş hızı sâniyede 24 km’dir. Yörüngede dönüş hızı güneşe yaklaştıkça artar. Mars, güneşe dünyâdan daha uzak yörüngede olduğu için, hızı daha azdır. Dünyânın yörüngedeki dönüş hızı 29,8 km/sn’dir. Mars güneş etrâfındaki bir turunu 689,98 dünyâ gününde tamamlar. Yörünge dışmerkezliliği -0.093 olup, güneşe en yakın mesâfesi 206.000.000 km ve en uzak mesâfesi 249.000.000 km’dir. Mars, ekseni etrafında 24 saat 39 dakika 35,23 saniyede bir döner. Güneş, Ay ve Venüs’ten sonra, dünyâdan görülen en parlak gök cismidir.
Mars’ın iki uydusu vardır. Bunlardan Deimos, Mars’a ortalama 23.474 km mesâfede 30 saat 18 dakikada bir turunu tamamlar. Phobos ise 9.380 km mesâfede, 7 saat 39 dakikada bir turunu tamamlar. Deimos çıplak gözle fark edilebilecek kadar ışık yansıtır.
Mars’ın atmosferini % 90 karbondioksit ve az miktarlarda argon, azot ve oksijen meydana getirdiği, uzay araçlarının gönderdiği bilgilerle tesbit edilmiştir. Atmosferde çok az miktarda su olmakla berâber oldukça kurudur. Mars yüzünde atmosfer basıncı dünyânınkine nazaran düşük olup, 3-8 milibardır. Bâzan saatteki hızı 400 km’ye ulaşan rüzgarlar eser. Viking 1’in gönderdiği renkli resimden, atmosferin pembe renkli olduğu anlaşılmıştır. Bu resimlerde gezegenin yüzeyinin daha çok taşlı bir çöle benzediği görülmektedir. Görüş mesâfesi en az 3 mil olup dünyâya çok benzer aydınlıktadır.
Mars’ın kutuplarında buz tabakası ve onun üzerinde yine buz görünümünde donmuş karbondioksit tabakası vardır. Mevsimler değiştikçe, atmosferdeki nem devamlı güney kutuptan kuzey kutbuna akar. Toprak altında donmuş hâlde su olabileceği zannedilmektedir. Bu düşünceye atmosferde bulunan azotun donmuş azot 15 ve azot 14 olarak tesbitinden faydalanılarak, önceden atmosferin daha yoğun olması düşünülerek varılmaktadır. Yine sismik kayıtların birkaç dakikada sönümlenmesi de kütleler arasında yoğun olmayan buz gibi tabakalar olabileceğini göstermektedir. Halbuki, Ay gibi yoğun kütlelerde sismik kayıtlar uzun süre devâm etmektedir. Kuzey kutbundaki buz örtüsü güney kutbundakinden büyüktür. Kutuplarda ısı -73°C civârındadır.
Mariner ve Viking uzay araçlarından gelen fotoğraf bilgilerinden Mars’ın yüzeyinin kraterlerle dolu ve krater ağızlarının topraklarla örtülü olduğu görülmüştür. Bundan, Mars’ta hızlı bir yıpranma olduğu anlaşılmaktadır. Teleskopla gözlenen Nix olympica isimli beyaz noktanın, zirvesinde 600 km çaplı krater bulunan yüksek bir volkanik dağ olduğu ve kraterin içinin karbondioksit buz tabakası ile dolu olduğu anlaşılmıştır. Genel olarak volkanik yapı ağırlıktadır. Tharsis Yaylaları olarak adlandırılan kısmında, 4000 metre derinlikte kanyonlar mevcuttur.
Mariner 9’un gönderdiği resimlerden teleskopla zaman zaman görülen ve kaybolan kanal ismi verilen oyukların, gerçekten mevcut olmadığı anlaşılmıştır. Bu kanalların buzlanmaların optik aldatması olduğu zannedilmektedir.
Mars’ta mikrobiyolojik hayat olup olmadığı üzerinde Viking 1 ve Viking 2’nin Mars toprağından aldığı örneklerle yaptığı deneylerden hiçbir organik moleküle rastlanmamıştır. Organik hiçbir esere rastlanmayan bu gezegende, daha önceden de hayat olamayacağı kabul edilmiştir. Mars’ta canlı organizma olabileceğine azot ve oksijen gazının bulunması ve suya rastlanması sebeb olmuşsa da atmosferde ozon gazı olmadığı için ultraviyole ışınları, deney için dünyâdan gönderilen mikroorganizmaları derhal tahrib etmiştir. Atmosferdeki ozon gazının görevi ultraviyole ışınlarını maskelemektir. Dünyâ atmosferindeki ozon gazı, ultraviyole ışınlarını canlıların ihtiyâcına göre ayarlar.
Sovyetler Mars’a 7 adet uzay aracı gönderdi. Bunlardan yalnız Mars 5 resim gönderebildi, diğerleri ya dünyâyı terk edemeden düştü veya Mars’ın çok uzağından geçti veya Mars’a sert iniş yaparak arızalandı. Sovyetler, Mars 5’in gönderdiği resimlerden ve atmosferle ilgili diğer bilgilerden 26 Ocak 1972’de Moskova radyosundan dünyâya Mars’ta bulutlar olduğunu, su bulunduğunu, canlı olabileceğini yayınladı. Amerikalıların Mariner 9, Viking 1 ve Viking 2 uzay araçları Sovyetlerin bu haberinin yanlış olduğunu fotoğraflarla, uzaktan kumanda ile yaptığı deneylerle, radyo kayıtları ile ispat ettiler.
Klâsik okula mensup iktisatçılardan (1842-1924) yılları arasında yaşadı. En önemli eseri Ekonominin Prensipleri (Principles of Economics) dir. Marshall’a göre, iktisad ilmi insanların günlük ihtiyaçlarını inceler. Günlük ihtiyaçlar ise, iktisâdî faaliyetler, para ile ölçülebilen ve bir fiyatı olan faaliyetler olmaktadır. Marshall, iktisâdî olayların izâhında geometriden de faydalandı. Marjinal fayda eğrileri, toplam mâliyet eğrileri, marjinal gelirler gibi çeşitli analiz araçlarını iktisâda sokmuştur. Arz-talep dengesinin kurulmasında zaman faktörünü de dikkate alan odur.
Marshall, klasik iktisatçıların düşüncelerini yeniden canlandıran neo klasikler içinde incelenmektedir. Klasik iktisatçılar, fiyâtı mâliyetlerle, marjinalistler ise marjinal fayda ile îzaha çalışmışlardır. Diğer bir ifâde ile arz ve taleb arasında, sebep netice ilişkisi kurmuşlardır. A. Marshall ise, arz ve talep arasında sâdece bir sebep-netice ilişkisi değil, fonksiyonel bir ilginin bulunduğunu da göstermiştir.
Amerikan kara kuvvetlerinde general ve devlet adamı. 31 Aralık 1880’de Pensilwanya Eyâleti Uniontown’da dünyâya geldi ve 16 Ekim 1959 da Washington’da öldü. Asker olarak mesleğinin zirvesine ulaşarak mareşal olmuş, sonraları başkan yardımcılığı görevinde bulunmuştur. 1952 senesinde Avrupa’ya yapılan Marshall Planı’nın hazırlayıcısıdır.
Marshall, 1901 senesinde Virginia asker okulunu bitirdikten sonra Filipinlerde ve Batı Amerika’da görev yaptı. 1907 senesinde Süvârî Okulunu, 1908’de Harb Akademisini bitirdi, sonra iki sene burada öğretmenlik yaptı. 1913-1916 senelerinde Filipinlerde General Hunter Liggett’in kurmay başkanı olarak çalıştı. Burada gösterdiği başarılarıyla Tümgeneral James Franklin Bell tarafından “Zamânın en zekî askerî dehâsı” ünvânı verildi. Birinci Dünyâ Savaşı dolayısıyla Temmuz 1917’de Fransa’ya gönderildi. Başarıları burada da devâm etti. 1919 ile 1924 seneleri arası General John J.Persihg’e yardımcı oldu. 1924-1936 seneleri arasında Çin’de ve Amerika’nın muhtelif yerlerinde görevini sürdürdükten sonra 1936 senesinde tuğgeneral oldu. 1939 da genel kurmay başkanlığına getirildi. 1940 da Avrupa’daki gerginlikleri gören Marshall, Amerika’nın herhangi bir çatışmaya girebileceğini önceden sezerek seferberlik îlân etti. 7 Aralık 1941’de Pearl Harbour Baskınından sonra Birleşik Devletlerin Genelkurmay başkanlarının başına askerî strateji uzmanı seçildi. Bu görevinde Avrupa’daki ve Pasifik’teki kuvvetleri yönetti. 1944 Aralık ayında kendisine mareşal ünvânı verildi. Savaş sonunda ordunun sayısı 200.000’den 8 milyona çıkmıştı. 1945’te görevinden istifâ edince Marshall, başkan Harry S. Truman’ın elçisi olarak arabuluculuk görevi ile Çin’e gönderildi. Milliyetçilerle komünistler arasında yaptığı çalışmalar neticeye fazla etki etmeyince tekrar ABD’ye döndü ve başkan yardımcılığı görevine tâyin edildi. Bu görevinde, meşhur Truman Doktrini olarak bilinen ve dünyâ çapında komünist olmayan ülkelerin kalkınması için yapılan yardımın ana hatlarını ve teferruatını hazırladı. Bu doktrini Harvard Üniversitesinde konferans vererek savundu. Doktrin Avrupa’da Marshall Plânı olarak bilinir. Marshall Plânınının esâsını, savaştan harap çıkmış Avrupa devletlerinin komünizm felâketine düşmemesi teşkil eder. Çünkü batı Avrupa’da komünist partiler yiyecek sıkıntısı, ev darlığı gibi savaş âfetlerinin getirdiği yoklukları istismâr ederek oldukça kuvvetlenmişlerdi.
Truman Doktrini veya Avrupa’yı kalkındırma programı olarak bilinen Marshall plânı ana hatlarının tespiti maksadıyla 27 Haziran 1947 senesinde Paris’te bütün Avrupa devletlerinden gelen delegelerle toplantı yapıldı. Marshall bu yardımdan Sovyetlerin ve faşist İspanya’nın istifâde etmesinin şiddetle karşısına çıktı. Nihayet Marshall Planı, Truman Doktrinine uygun bir şekilde Sovyetleri ve bâzı doğu Avrupa devletleri ile İspanya’yı program dışı bırakacak şekilde 2 Nisan 1948’de ABD Senatosunca onaylandı. Avrupa’yı Kalkındırma Programı 1948-1952 arasında uygulanacak şekilde yürürlüğe sokuldu. Bu arada 16 Avrupa devletine yapılan yardım miktârı 13 milyon doları geçti. Yardımın % 85’i hibe, % 15’i ise kredi şeklinde yapılıyordu. Marshall yardımından en fazla İngiltere ve Fransa istifâde etti. Bu plân başarılı olunca ABD, diğer dünyâ devletlerine de aynı şekilde yardım programları tatbik etti. 1955 senesinde ABD’nin bütün dünyâ devletlerine yaptığı yardım 51 milyar doları geçmişti. Bu yardımlar sâyesinde Avrupa 1960’larda ABD’li üreticilerle rekâbet edebilecek seviyeye ulaştı.
Marshall Plânının tatbiki ile Avrupa’da komünizmin revaçtan düşmesi, komünist blokun soğuk savaş usullerini tercih etmesine yol açtı. Doğu Avrupa devletlerinin batı Avrupa devletlerinden teknik yönde geri kalması komünist blokta kıpırdanmalara sebeb oldu. Bunun üzerine Sovyetler kuvvet kullanarak önce Macaristan’ı, sonra da Çekoslovakya’yı işgal ettiler. Marshall 1953 senesinde Nobel Barış Ödülü’ne lâyık görüldü.
Alm. Möwe (f.), Fr. Mouette (f.), İng. Gull. Familyası: Martıgiller (Laridae). Yaşadığı yerler: Dünyânın her yerinde, deniz kenarlarında yaşar. Özellikleri: 35 cm kadar boya sahip, uzun ve sivri kanatlı, iyi uçucu ve yüzücü bir kuş, parmakları perdelidir. Toplu yaşarlar. Çeşitleri: Pekçok çeşidi bulunmaktadır. Cüce martı, gümüşsel martı, kara martı, güler martı önemlileridir.
Martıgiller familyasından, uçucu ve yüzücü bir kuş. Boyları ortalama 35 cm’yi geçmeyen dolgun vücutlu, kısa boyunlu olan martılar, deniz kenarlarında büyük sürüler hâlinde yaşar. Tüyleri beyaz, açık kül rengi veya siyahtır. Kafasındaki tüyler yazın esmer, kışın ise beyaz bir renk alır. Kanatları, oldukça uzun ve uçları sivri olup, iyi uçmasını temin ederler. Gagaları ortasına kadar düz, sona (ucuna) doğru kanca gibi aşağı kıvrılmıştır. Kuyrukları çoğunlukla çatallıdır. Ayaklarının ön parmakları perdeli, arka parmağı ise serbesttir. Bu sâyede suda yüzebilirler. Çok iyi bir yüzücü olan martı, çok kötü hava şartlarında bile deniz üzerinde rahatlıkla yüzebilir ve dinlenebilir. Suya dalma özellikleri yoktur. Besinlerini deniz yüzeyinden ve kıyılardan temin eder. Doymak bilmeyen bir iştahları vardır. Böcekler, yumuşakçalar, hayvan leşleri, çöplüklerdeki artık maddelerle beslenirler. Çöpleri yemeleri sebebiyle insanlara faydalı olurlar. Çöpü bol olan büyük limanların çevresinde çok bulunurlar. Âdi martılar, kalabalık olarak yaşadıkları göl, bataklık ve deniz kenarlarında yuva yaparlar. Yuvaları yosunlarla örtülü olup, muntazam değildir. Martılar yuvalarına fazla bağlı sayılmazlar. Dişi, yuvaya bıraktığı 2-3 yumurta üzerine 3-4 hafta kuluçkaya yatar. Yumurtadan çıkan yavrular esmer renklidir. Yavru martı, açlığını, anne ve babasının gagasındaki belli noktaya vurmak sûretiyle haber verir. Çığlık şeklinde çirkin bir sesi olan martılar dünyânın hemen her yerinde, özellikle çöpü bol olan büyük limanların çevresinde çok miktarda bulunur. Seslerinin çirkin olmasına rağmen vücûdu ve uçuşundaki zerâfeti, bâzı edebî eserlere konu olmuştur.
Martıların pekçok türü olup, cüce martı, gümüşsel martı, küçük martı, kara martı, karabaşlı martı, güler martı, Fraklin martısı meşhurlarıdır.
Evliyânın büyüklerinden. Adı Ma’rûf bin Fîrûz olup, künyesi Ebû Mahfûz’dur. Doğum târihi bilinmemektedir. 815 (H.200) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Bağdat’ın Kerh beldesinden olduğu için Kerhî denilmiş, Ma’rûf- i Kerhî olarak tanınmıştır. Sofiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Tasavvufta örnek, Hak teâlâya giden yolun rehberi, çeşit çeşit mârifetlerle seçilmiş zamânındaki âşıkların efendisiydi.
Ma’rûf-i Kerhî’nin babası ve annesi Hıristiyandı. Çocukluğunda onu bir Hıristiyan papazına gönderip, Hıristiyanlığı öğretmek istediler. Gittiği kişi Teslis akîdesini söyleyerek, Allah üçtür deyip Allahü teâlânın bir olduğunu inkâr ettikçe, o da, Allah birdir, derdi. O ısrar edip dövdükçe, Allah birdir, derdi. Bundan sonra âilesini de terketti. İmâm-ı Ali Rızâ’nın yanına giderek Müslümanlığı öğrendi. Sonra tekrar âilesine dönüp babasının ve annesinin de Müslüman olmalarına sebeb oldu. Daha sonra Dâvûd-i Tâî’den ilim ve feyz aldı. Tasavvufta çok yükselip, insanları irşâd etti. Büyük velîlerden Sırrî-yi Sekâtî ondan ders ve feyz alarak yetişti. (Bkz. Sırrî-yi Sekâtî)
Ma’rûf-i Kerhî’nin, kerâmet, menkıbe ve güzel sözleri çoktur. Cömertlik ve kerem sâhibi olup, sağlığında ve vefâtından sonra da sevenlerinin yardımına koşan dört büyük velîden biridir. Bunlar Ahmed bin Hanbel, Ma’rûf-i Kerhî, Bişr-i Hafî ve Mansûr bin Ammâr’dır.
Ma’rûf-i Kerhî hazretleri buyurdu ki:
“Kulun mâlâyânî (boş ve fâidesiz) konuşması, Allahü teâlânın onu zelîl ve yalnız bırakmasının alâmetidir.”
“Evliyânın üç alâmeti vardır. Düşüncesi Hak ola, işleyeceği işi Hak ile işleye, meşgûliyeti dâimâ Hak ile ola.”
“Üstün olmak sevdâsında olan, ebedî olarak felâh bulmaz ve kurtulamaz.”
“İstenmeden ve karşılık beklemeden vermeye çalış.”
“Amelsiz Cennet’i istemek ve rahmet ummak, câhillik ve ahmaklıktır.”
“Dünyâ dört şeyden ibârettir. Mal, söz, uyku ve yemek. Mal, insanı Allahü teâlâya isyân ettirir. Söz, insanı Allahü teâlâdan başka şeylerle oyalar. Uyku, insana Allahü teâlâyı unutturur. Yemek ise, insanın kalbini katılaştırır.”
Mertliğin alâmeti üçtür: “Hilafsız tam bir vefâ, istenmeden vermek ve kendisine cömertlik, iyilik yapılmadan başkalarını medh etmek.” buyurdu.
“Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd ederse, hayırlı amel kapısını açar, söz kapısını kapar. Kişinin işe yaramaz söz konuşması bedbahtlıktır. Kötülük murâd ettiğinde bunların aksini yapar.”
“Sâlihler için çokluğun, sıddıklar için azlığın önemi yoktur.”
“İlim sâhibi, ilmiyle âmil olduğu takdirde, bütün müminlerin kalbi onun olur.”
Birgün, bâzı kimselerle Dicle kenarındaki bir hurmalıkta oturuyorlardı. Dicle’nin yukarısından bir kayığın geldiğini gördüler. Kayıkta birkaç kişi içki içip nâra atıyordu. Bu nâhoş manzara karşısında, yanındakiler; “Efendim bir duâ edin de, Allahü teâlâ bunları bu nehirde boğsun ve insanlar onların zararlarından kurtulsun.” dediler. O; “Yâ Rabbî! Sen bu kullarını dünyâda neşelendirdiğin gibi âhirette de neşelendir.” buyurdu. Yanındakiler; “Bu duânın mânâ ve sırrını anlıyamadık.” dediler. Bunun üzerine; “Benim söylediğimi Allahü teâlâ bilir. Bekleyin şimdi sırrı açığa çıkar.” buyurdu. Biraz daha yaklaştıklarında, Ma’rûf-i Kerhî’yi görünce, sazlarını kırdılar, şaraplarını döktüler ve titremeye başladılar. Ma’rûf’un el ve ayaklarına kapanıp tövbe ettiler. Ma’rûf-i Kerhî; “Gördüğünüz gibi herkesin istediği oldu; ne onlar boğuldu, ne de bir kimse onlardan rahatsız oldu.” buyurdular.
Ma’rûf-i Kerhî herkese iyi ve hoş muâmelede bulunurdu. Vefât ettikten sonra, Hıristiyanlar ve Yahûdîler onun kendilerinden olduğunu iddiâ ettiler. Müslümanlar ise; “O bizdendir.” dediler. Bu iddiâlar üzerine hizmetçilerinden biri gelip; “Efendimizin bize şöyle bir vasiyeti var.” “Benim cenâzemi yerden kim kaldırırsa ben o zümredenim.” buyurdu dedi. Hıristiyan ve Yahûdîler geldiler. Mübârek cenâzesini yerden kaldıramadılar. Müslümanlar cenâzesini kaldırdılar ve oraya defnettiler.
Alm. Gartenlattich (m), Sommerendivie (f); Kopfsalat (m), Fr. Laitue (f), İng. Lettuce. Familyası: Bileşikgiller (Compositae), Türkiye’de yetiştiği yerler:Anadolu’nun her yerinde yetiştirilmektedir.
30-100 cm boylarında, tüysüz, sarı renkli çiçekler açan, beyaz bir süt taşıyan iki yıllık otsu bir bitki. Kültür formları ve değişik varyeteleri, çok eskiden beri yetiştirilmektedir. Bostan marulu olarak da bilinir.
Kullanıldığı yerler: Sebze olarak kullanılır. Tâze yaprakları baş ağrısına karşı, süt arttırıcı, hafif müshil ve idrar arttırıcı olarak kullanılır. Marul tohumu da yatıştırıcı, hafif müshil etkiye sâhiptir.
Diğer bir marul da yabânî marul (Lactuca serriola)dır. Acı marul, eşek marulu, yağ marulu gibi isimlerle de bilinir. Anadolu’da yaygındır. Bitkinin çiçekli dalları idrar arttırıcı, antispazmodik ve yatıştırıcı etkilere sahiptir. Kurutulmuş sütü de uyuşturucu ve uyutucu etkilere sâhiptir. Anadolu’da 10 kadar marul (Lactuca) türü yayılmış bulunmaktadır.
Lübnan ve Sûriye’de yaşayan, Katolik kilisesinin Doğu âyin usûlüne bağlı Hıristiyanlardan bir grup. Roma papazlarından Jan Maron veya Sûriyeli Keşiş Aziz Marun’a nisbetle Marûnîler diye anılan bu topluluğun târihi M.S 4. yüzyılın sonlarıyla 5. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. Beşinci yüzyılda Sûriye’nin Orontes kıyısındaki Apamedia bölgesinde Aziz Marun’un kurduğu kiliseye bağlı olanMarûnîler diğer Hıristiyanlarla bir arada yaşıyorlardı.
Monofizitlerin bölünmesi üzerine diğer katoliklerden ayrılarak milliyet esâsına göre kendi aralarında gruplaştılar. Aziz Marûn’un âyin usûlünü yaydılar. Sonra’dan Asi Nehri kıyılarında manastırlara yerleştiler. Bu manastırların sayıları gittikçe arttı. Apamedia’da bulunan Aziz Marûn Manastırı bunların en önemlisi kabul edildi. Aziz Marûn Manastırının başrâhibi bütün Sûriye’de nüfuz sâhibi oldu. Bu manastırdaki keşişler Kadıköy (Khalkendon) Konsilince belirlenen prensiplere bağlılıkları sebebiyle sayıca çok olan Yakubîlerin ağır saldırılarına uğradılar. Kadıköy Konsilince belirlenen prensiplere bağlı kalan, fakat Bizans usûllerini benimsemeyi reddeden Hıristiyanlar Aziz Marûn Manastırı başrâhibini rûhânî reisleri olarak görmeye başladılar. Sekizinci yüzyılın ilk yarısında bağımsız bir patriklik kurdular. Müslüman Araplar Sûriye’yi fethedince, zengin Sûriye ovalarından ayrılarak Lübnan taraflarına yerleştiler. Haçlı seferleri sırasında, Haçlıları sevinçle karşıladılar. Bu sırada Lübnan Dağlarında, Kıbrıs’ta ve Antakya bölgelerinde toplandılar.
Patrikleri Roma kilisesiyle yeniden ilişki kurdu. Marunîlerin Haçlılarla temasları sonunda âyinleri büyük ölçüde Lâtin etkisinde kaldı. Marûnîlerin bir kısmı geri çekilen Frankların peşinden giderek Kıbrıs’a ve Rodos’a yerleştiler. Roma Kilisesiyle birleştiklerini îlân ettiler. Fakat Roma Kilisesi onların patriklik ünvânını kabul etmedi. Arzu edilen bu birleşme 16. yüzyılda Cizvit John Eliano tarafından sağlanabildi. Papa Onüçüncü Gregorius 1584’te Roma’da Marûnî İlâhiyat okulunu kurdu. Bu okul 20. yüzyıla kadar Cizvit idâresi altında gelişerek bilim adamları ve dînî liderler için bir eğitim merkezi oldu. Bu okul Milletlerarası Gazir Papaz okulu kuruluncaya kadar (1845) Marûnî râhiplerini yetiştirdi. 1875’te Beyrut Saint-Joseph Üniversitesi haline dönüştü.
Abbâsîlerden sonra Memlûk ve Osmanlı hâkimiyetinde yaşamış olan Marûnîler dinlerini ve geleneklerini korudular. Önce komşuları olan ve heretik (sapık) saydıkları Hıristiyan gruplarla, sonra da Müslümanlarla çatışmalara girdiler. Sünnî Müslümanlara karşı Dürzîlerle işbirliği yaptılar. Dürzîlerle birleşerek Osmanlı Devletine karşı ayaklandılar. Daha sonra Dürzîlerle Marûnîler arasında da çatışmalar oldu. Bu çatışmalar 1860’ta büyük bir Marûnî kıyımıyla neticelendi.
Bundan sonra Marûnîler yerli olmayan bir idârecinin önderliğinde Osmanlı Devleti içinde kısmî özerklik kazandılar. 1920’de yaşadıkları toprakların Osmanlı hâkimiyetinden çıkması üzerine, Fransızların koruması altında kendilerini idâre ettiler. 1943’te bağımsız Lübnan Devleti kurulunca ülkedeki iki önemli dînî cemaatten birini teşkil ettiler. Günümüzde, Hıristiyan, Sünnî Müslüman ve Dürzi partilerinden meydana gelen koalisyonla idâre dilen Lübnan’da Cumhurbaşkanı Marûnîlerden seçilir.
Baalbek, Beyrut, Sayda, Sur, Halep, Şam, Cebeyl, Batrûn, Kıbrıs ve Sarba piskoposlukları, Antakya patriği ünvânını taşıyan patriklerinin idâresi altında bulunmaktadır. Marûnî kilisesinin papadan sonraki rûhânî lideri, Beyrut yakınlarında B. Kirki’de oturan Antiokheia (Antakya) ve bütün Doğunun patriğidir. Marûnî kilisesine günümüze kadar korumuş olduğu düzeni sağlayan “Lübnan Dağı Sinodu” denen sinod meclisidir.
Marûnîlerin anadili Arapça olmakla birlikte, kilisede batı Süryânî âyin usûlü uygulanır. Son zamanlarda Arapçada kilise dili olarak kullanılmaya başlanmıştır. Roma kilisesiyle her zaman yakın ilişkileri bulunmasına rağmen II. Vatikan Konsilinden sonra hür olarak kendi âyin usûllerini uygulama hakkını elde ettiler. Beyrut’taki Saint Joseph Üniversitesinin idâresi Fransız cizvitlerinin elindedir.
Bugün ekseriyeti Lübnan’da ve Sûriye’de yaşayan Marûnîlerin bir kısmı Güney Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika’da yaşamaktadır. Lübnan dışındaki gruplar da kendi âyin usûllerini korumakla birlikte Katolik psikoposların idâresindedirler. Marûnîlerin sayısı 1 milyon civârındadır.
Yahûdî asıllı Alman felsefecisi. 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu ve 1883’te Londra’da öldü. Babası, felsefeye meraklı bir avukat olup, 1824’te Protestanlığı kabul etti. Yüksek tahsilini Bonn ve Berlin Üniversitelerinde yaptı. Tahsili esnâsında Hegel’in felsefesinin tesiri altında kaldı. Bu arada Feuerbach ile tanıştı.
Önce öğretmenlik sonra gazetecilik yaptı. Başyazarlığını yaptığı ve Köln’de çıkan Rheinische Zeitung adlı propaganda gazetesinin kapatılması üzerine Paris’e gitti. Burada Fransız sosyalistleriyle tanıştı. Daha önce tanıdığı ve zengin bir fabrikatörün oğlu Friedrich Engels’le dostluk kurdu. Bu berâberlikleri ölene kadar devâm etti. Marx, Engels’in tesiriyle sosyalizmi benimsedi. 1847’de Fransız sosyalistlerinden ve anarşizmin öncülerinden Proudhon’un Sefâletin Felsefesi (Philosophie de la Misere) isimli kitabına karşılık olarak Felsefenin Sefâleti (Misere de la Philosophie)ni yazdı. Proudhon’u, mülkiyetin tekamülünü ekonomik açıdan değil, hukûkî yönden ele aldığı için tenkit etmektedir. Marx’a göre cemiyette en yabancılaşmış sınıf işçi sınıfı olup, onun “kurtulması” özel mülkiyetin kaldırılmasına bağlıdır. Târihi tekâmül de özel mülkiyetin kaldırılması yönünde olup, Proudhon’u bunu görememekle suçluyordu. Marx, kitabında mülkiyetin gelecekte alacağı şekli de îzâh etmektedir.
1848’de arkadaşı Engels ile birlikte Komünist Beyannâmesi’ni yayınladı. Burada komünizmin kurulması için düşündüğü çâreleri sıralamaktadır. İhtilalci fikirleri sebebiyle Almanya’dan kovuldu ve Fransa’ya, oradan da Londra’ya kaçtı. Burada ölene kadar Engels’in maddî yardımları sâyesinde yaşadı. Onun ölümüyle yarım kalan eseri Das Kapital’i (Sermâye) burada yazdı. Bu eserinde kapitalizmin temellerini ve bu sistemi çöküşe götürecek kendi bünyesindeki tezatlarını îzâh etmektedir. 1864’te Birinci İşçi Enternasyonalinin liderliğini yapan Marx, Çarlık Rusyasının aleyhinde ve İngiliz emperyalizminin lehinde yazılar yazdı. Çünkü sosyalizmin ilk önce İngiltere’de kurulacağını zannediyordu. Çarlık Rusyasına karşı hürriyet mücâdelesi veren Şeyh Şâmil’i methetmesi de sâdece bu sebeptendir. Nitekim 13.9.1851’de Engels’e yazdığı bir mektubunda şöyle demektedir: “Türkleri komünal hayâta sokmak mümkün değildir. Onları vatan sevgisinden, dinlerinden, gelenek ve dillerinden koparmadan ihtilâle sürüklemek imkânsızdır.”
1853 yılında yazdığı Şark Meselesi (Question d’Orient) isimli eserinde de Yunan Devletini kuran Rumların da, Ruslar gibi slav asıllı olduğunu belirtmekte, Çarlık Rusya’sının Balkanlarda yaşayan Osmanlı azınlıkları arasındaki faaliyetlerini îzâh etmektedir. “Rus memurları Türkiye’yi dolaşarak Ortodoks Rus Çarının Hıristiyan Rumların hâmisi ve reisi olduğu fikrini telkin ettiler. Bilhassa güney slavlarına Rus çarını, bütün slav ırkını bir idâre altına alarak, Avrupa’nın en hâkim milleti yapacak mutlak kudretin sâhibi olarak gösterdiler. Rum patrikhânesine bağlı olan papazlar, bu fikirleri yayacak bir gizli cemiyetin en faal üyeleriydiler. Osmanlı Devletine karşı nerede bir isyan hareketi başlasa Ruslar fiilen ve nakden bu isyâna yardım ederlerdi.” demektedir.
Marx’ın fikirlerinin dünyâda büyük bir taraftar kazanması, bünyesinde insan tabiatının hırs, kin, şehvet gibi vahşî tarafları ile ekonomik olayları ve siyâsî çalkantıları sınırsız bir şekilde istismâr etmesinden ileri gelmekteydi. Marksizm ve ondan doğan fikir akımları, dünyânın kurulu düzenindeki bütün otoritelere karşı dâimâ düşmanlık ve anarşinin temelinde yatan psiko-sosyal dinamikleri besleyen fonksiyonlara sâhib olmuştur. İnsan tabiatına ters, tatbiki imkânsız düşünceler fiiliyâtta isyankârlık ve inkâr felsefesi olarak kendini göstermektedir. “Yığınlaştırma” çalıştığı cemiyet uğruna ferdin hak ve hürriyetlerine değer vermemektedir. Ona göre insan, hiçbir özelliği olmayan “ekonomik hayvan”dır. Tek değer emektir. (Bkz. Marxizm).
Günlük hayâtın ve pratiğin yalanladığı teorileri, kendisinden sonra devamlı gözden geçirilmektedir. Bunu ilk olarak Edward Bernstein yaptı. Günümüzde en çok tartışılan yorumlar Jean Paul Sartre ve Althausser’e âittir. Eurocommunism ise Marksizmi Avrupa şartlarına uydurarak sosyalist tabanı genişletmek maksadına yöneliktir. 1975’lere kadar tartışılmış, ancak pek rağbet görmemiştir. 1990 yılından îtibâren Marx teorisi tamamen iflas etmiştir.