MAKİ (Lemur)

Alm. Maki, Fr. Lèmur, maki, İng. Lemur. Familyası: Makigiller (Lemuridae). Yaşadığı yerler: Madagaskar ve çevresindeki adaların sık ormanlarında. Özellikleri: Madagaskar ormanlarına mahsus uzun kuyruklu gececi hayvan. Çeşitleri: Cüce maki, kedi maki, kibar maki, mongos makisi, sporcu maki en meşhur türleridir.

Makigiller familyasından, Madagaskar ve çevresindeki ormanlarda yaşayan, iri gözlü, uzun kuyruklu bâzı memeli hayvanların genel adı. Maymunlar takımındandır. Gündüzleri ağaç dallarında dinlenir, gece faaliyet gösterir. Nebatî ve hayvanî gıdalarla beslenir. Uzun kuyruklu ve yumuşak tüylüdür. En küçük türleri fare büyüklüğündedir. Kedi makilerin gündüzleri besin aramak için yerde dolaştıkları olursa da, bu, sabah ve akşam serinliğinde olur. Hiçbir maki yerde yuva yapmaz. Ağaç kovukları veya ağaç dalları arasında yuva kurar. Kedi maki, hiçbir zaman yuva yapmaz. Yüksek ağaç dallarına sarılarak uyur.

Makilerin en çok bilineni cüce makilerdir. Çoğu fare büyüklüğündedir. Genellikle 60 gr ağırlıktadırlar. Kuyruğu ile berâber 13 cm olanları vardır. Kırmızımtrak tüylüdürler. Bâzı cüce makiler ağaç dalları arasında kuş yuvasına benzer yuva kurarlar. Bir kısmı ise ağaç kovuklarında barınırlar. Erkekler, üreme mevsimlerinin dışında yalnız yaşarlar. Dişiler 10-15 bireylik gruplar hâlinde bir arada bulunurlar. Ağustos ayına rastlayan çiftleşme dönemlerinde, erkekler yuvalarını paylaşırlar. İki aylık gebelik dönemi sonunda altı gram ağırlığında bir ilâ iki yavru doğururlar. Yavrular ortak yuvada büyütülür. Üç ilâ dört ay sonunda erginlerin boyuna ulaşırlar. Yıl sonunda da erginleşirler. Geceleri besin aramak için daldan dala ustaca sıçrarlar. En çok Güneybatı Madagaskar’da yaşarlar.

Kedi makiler 35 cm uzunluktadır. Kuyrukları ise 40-50 cm’yi bulur. Gözlerinin ve ağızlarının etrafı siyahtır. Yerde gezinirken siyah-beyaz halkalı kuyruklarını yukarı kaldırırlar. Kedi miyavlamasına benzer sesler çıkarırlar. Çoğunlukla bitkisel besinlerle beslenirler. Ağaçtan ağaca rahatça sıçrarlar. Kulakları oldukça büyüktür. Madagaskar’ın güney kısımlarında boldur. Mayıs aylarında çiftleşirler. İlk zamanlar yavrularını göğüslerinde taşırlar. Yavru geliştikçe annenin sırtına çıkar.

Mongos makileri kedi büyüklüğündedir. Gri kahverenkli tüylüdür. Gruplar hâlinde yaşarlar. Madagaskar’ın kuzeybatı kısımlarında barınırlar.

Parlak sarı gözlü makilerin 50 cm boyu ve 50 cm uzunluğa varan kuyruğu vardır. Boynunun çevresinde yakaya benzer kızıl renkli lekeden dolayı bunlara yakalı maki de denir. Postları siyah beyaz karışımıdır. Düz siyah ve beyaz türleri de vardır. İki ilâ üç yavru doğururlar. Dişi, postundan yolduğu tüylerle yuvasını döşer. Yavrusunu bâzan ağzında taşır. Makilerin çoğu, gececi hayvanlardır. Gündüzleri yuvalarında veya ağaç dallarında uyuklayarak dinlenirler.

MAKİNA

Alm. Maschine (f); apparat (m), Fr. Machine (f), İng. Machine. Enerjiyi işe veya başka cins enerjiye çeviren bir düzen. Bütün makinalar bir veya birden fazla mekanizmadan meydana gelir. Fizikte makina deyince, kaldıraç, eğik düzlem, vida, tekerlek, mil ve makara gibi basit makinalar hatırlanır. Bunlardaki genel prensipler bir araya getirilerek, kompleks enerji dönüşümleri yapan lokomotif, dikiş makinası, otomobil, uçak gibi gelişmiş makinalar ortaya çıkmıştır. Halk arasında “otomobil” mânâsında kullanılır.

Makinalar, insan kadar eski olup, insan uzuvları, makina gibi düşünülebilir. Bunlar makinalar için orijinal modellerdir ve karmaşık yapılı makinalar da bunların geliştirilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Çok gelişmiş otomatik makinalar ve elektronik makinalar, kompüterler, görünüşte değil, fakat yaptıkları işlerde de insana çok benzerler.

İlk insanlar da medenî idi, çeşitli makinalardan faydalanmışlardı. Âdem aleyhisselâm ve ona îmân edenler şehirlerde yaşardı. Okuma, yazma bilirlerdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Altın üzerine para dahi basılmış, mâden ocakları işletilip âletler yapılmıştı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak buharla hareket ettiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmektedir. Şu hâlde Nûh aleyhisselâm zamanında buharlı makina, dolayısıyla termodinamik biliniyordu. Bu ilmin detayı bugün ancak üniversitelerde okutulmaktadır.

En eski, en önemli ve en yaygın olarak kullanılan basit makinalardan biri kaldıraçtır. Eski Mısır’da inşaat ve zirâat işlerinde kaldıracın kullanıldığı bilinmektedir. Ortaçağ Avrupasında fen duraklamış, gerilemiş ve eski bilgiler unutulmuşken, İslâm âleminde yapılan çalışmaların ve yeni buluşların öğrenilmesiyle rönesans başladı. Beşinci Abbâsî Halifesi Hârûn Reşid (v. 809), Fransa Kralı Büyük Şarlman’la mektuplaşırdı, ona bir duvar saati hediye göndermişti. Avrupalılar, saatin kendi kendine işlediğini görünce, içinde şeytan var, diyecek kadar câhildiler. Osmanlılar zamanında yazılan bir kitapta, su kuvveti ile çalışan torna tezgâhı resmi vardır. İşte Müslümanların bu çalışmaları, teknikte günümüze kadar gelen bütün gelişmelerin temelini teşkil etmiştir.

Makinaların geliştirilip mükemmelleştirilmesi, iki ayrı sahada daha kaydedilen gelişmelerle yakından ilgilidir. Bunlardan biri malzeme, diğeri de enerjidir. Malzeme sahasında demir, enerji sahasında ise kömür bir zamanlar başlıca kaynak iken, daha sonra çeşitli alaşımlar ve enerji kaynakları bulundu. Bu konularda bugün de büyük araştırmalar yapılmaktadır.

Bir makinanın verimi, çıkan enerjinin (alınan enerji) giren enerjiye (verilen enerji) oranıdır. Makina bünyesindeki yüzeyler arasında her zaman mevcut olan sürtünme kuvetleri sebebiyle, makinalardan elde edilen enerji dâimâ, makinaya verilen enerjiden daha azdır.

                    Çıkan enerji                  Çıkan güç

Verim (%) = ¾¾¾¾¾¾¾¾ x 100 = ¾¾¾¾¾¾¾¾ x 100

                    Giren enerji                  Giren güç

Yüksek bir verim, enerji kaybının az olması demektir. Düşük bir verim, sürtünme veya ısı enerjisi kayıplarının yüksek olduğunu gösterir. Bir buhar lokomotifi, aldığı enerjinin % 85 kadarını kaybedip, sadece % 15’lik bir verime ulaşabilirken, bir buhar türbininin verimi de % 35 kadardır. Lokomotifin bu büyük enerji kaybı, hareketli parçaların çok oluşundan dolayı sürtünme kayıplarının fazlalığından ve atmosfere atılan buharla giden ısı enerjisinden kaynaklanmaktadır. Halbuki buhar türbininden çıkan kullanılmış buharın ısı enerjisinden de faydalanılmaktadır. Makinanın basit bir kullanılışı, bir oto krikosunda olduğu gibi, az bir kuvvetle büyük bir kuvvet elde etmektir. Kuvvetler arasındaki oran, mekanik fayda olarak adlandırılır ve şöyle formüle edilir:

                                    Tatbik edilen kuvvetin yer değiştirmesi

Teorik mekanik fayda = ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

                                            Yekün yer değiştirmesi

 

                                    Elde edilen kuvvet

Gerçek mekanik fayda = ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

                                    Tatbik edilen kuvvet

Gerçek mekanik fayda, kuvvetlerin ölçülmesiyle bulunur. Teorik mekanik fayda ise, sürtünme kayıpları ihmal edildiğinden gerçek değeri vermez. Bir kaldıraçta (ABD) çubuğu, (F) destek noktası ile ikiye bölünmüş durumda. (B) noktasından tatbik edilen kuvvetin D noktasına kadar yer değiştirmesi ile, (A) noktasındaki yük (d) noktasına kaldırılıyor. Burada:

                                    BF               BD

Teorik mekanik fayda = ¾¾¾¾¾¾ = ¾¾¾¾¾

                                    FA               Ad

 

                                        Kaldırılan yük

Gerçek mekanik fayda = ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

                                    Tatbik edilen kuvvet

Palanga, ağır bir cismi kaldırmak için tatbik edilen kuvveti, kat kat arttıran bir makinadır. Bir tek makara, yalnızca kuvvetin yönünü değiştirir ve teorik mekanik faydası 1’dir. Daha fazla makaralı palanga kullanarak bu avantaj arttırılabilir. İki makara kullanarak teorik mekanik fayda ikiye çıkar, yâni tatbik edilen kuvvet, yükün yarısı kadardır. Fakat ipin çekilme mesâfesi de, yükün kalktığı mesâfenin iki katıdır.

Makinalar çok çeşitli ve sınıflandırılmaları güçtür. Başlıca makinalar şöyle gruplandırılabilir:

Su makinaları: Suya enerji veren makinalar (tulumba veya pompalar) ve sudan enerji alan makinalar (su türbinleri) olmak üzere iki kısma ayrılırlar.

Su tulumbaları, suyun potansiyel ve kinetik enerjisini artırır. Böylece suyun uzak mesafelere nakli ve daha yüksek seviyelere çıkarılması sağlanır.

Buharla çalışan makinalar: Bunlar da iki kısımdır. Buhar makinaları pistonlu olup, buharın iç enerjisi pistonu hareket ettirir. Buhar türbinlerinde ise buhar önce çarkları çevirir. Böylece buharın iç enerjisinden kinetik enerji elde edilir. Bu enerji ile iş yapılır.

Gaz türbinleri: Buhar türbinlerine benzer. Enerji, buhar yerine yanan gazlardan elde edilir.

İçten yanmalı motorlar: Bu makinalarda, bir yanma odasında yakılan gazlar, pistonu harekete geçirir. Pistonun gelip gitmesi, krank milinde dönme hareketine çevrilir. Döner pistonlu motorlar (Wankel motoru) da vardır. Benzin ve dizel motorları olarak başlıca iki gruba ayrılırlar.

Tepkili motorlar: Etki-tepki prensibi ile çalışırlar. Atmosfer dışındaki hareketler ve aya seyahat, bu motorlarla mümkün olmuştur.

Kompresörler: Hava veya başka gazlara enerji vererek onların basınçlarını yükseltirler.

Vantilatörler ve aspiratörler: Havaya kinetik enerji veren makinalardır.

Kaldırma makinaları: İnsan ve malzemeleri yükseğe kaldıran ve kısa mesâfelere nakleden makinalardır. Asansörler vinçler ve kreynler bu gruba girer.

Takım tezgahları: Malzemeye şekil veren makinalardır. Torna freze, planya gibi tezgahlar bunlardandır.

Elektrik makinaları: Bunlar ya mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çevirirler (dinamo gibi) veya elektrik enerjisini mekanik enerjiye çevirirler (elektrik motorları) veyahut elektrik enerjisini değişik şekilde iletirler (konversitörler ve transformatörler).

İletici makinalar: Bunlar bir enerjiyi başka cins bir enerjiye çevirmez. Belirli bir enerjiyi iletirler. Bu arada hız, kuvvet, yön unsurlarında değişiklik olur. Kayış kasnak ve dişli çarklar bunlardandır.

MAKİNALI TÜFEK

Alm. Maschinengewehr (n), Fr. Mitrailleuse (f), İng. Machine gun. Tetiğe basıldığı müddetçe büyük bir ateş sıhhatiyle hızlı ve sürekli olarak atış yapan otomatik silâh.

Bu silâh sistemi, geri tepme düzeni ve gaz basıncı ile çalışır. Hava veya su ile soğur. Cephâne, bez veya metal şerit ve mayonlarla silâha verilir veya şarjör kullanılır. Daha ziyade makinalı tüfek mermisi ile âdi tüfek mermisi aynı olduğundan, ikmali kolay olur. Makinalı tüfekler, değişik yerlerde değişik maksatlarla kullanılabilir.

Bir makinalı tüfekle diğer silâhları birbirinden ayıran kesin bir hududun mevcudiyetinden söz edilmez. Çünkü diğer bâzı silâhlar da otomatik olup, hemen hemen aynı özelliğe sâhiptirler. Ancak diğerleri devamlı olarak ateş edemezler. Meselâ otomatik tüfekler de, tamâmen otomatik olarak çalışır, hem de ağır silâh grubuna dâhil değildir, ama uzun zaman ateş edemezler. Yarı makinalı tüfekler veya makinalı tabancalar, menzillerinin kısa oluşu tetiğe bir basışta atım sayısının az oluşu gibi hususiyetleri ile makinalı tüfeklere benzemezler.

Tabancalara otomatik demek yanlıştır. Çünkü her seferinde tetik tekrar çekilmektedir. Tabancalara otomatik değil belki, kendi kendine dolan, denebilir.

Târihî tekâmülü: Karabarut harpte kullanılmaya başlanıldığı zaman (14. asrın başlarında) çok namlulu volley tüfekleri ortaya çıktı. Yaylım ateşi açabilen bu tüfekler çok sayıda namludan meydana geliyor, bu namlular ise birbirlerine paralel oluyordu. On altıncı yüzyılda yaygın olarak kullanılan bu tüfekler hantaldı ve zor dolduruluyordu. On dokuzuncu asra kadar çeşit çeşit “birden fazla ateş eden tüfekler” ortaya çıkmış ise de, metal kovan îmâlinin yapılması ve kitle üretime geçilmesi, üzerine 1862’de Richard Jordan Gatling, Gatling tüfeğini yaptı. Aynı silah 1890’larda tekamül ettirilerek dakikada 3.000 adet mermiyi 10 adet namludan atar hâle geldi. Tüfek, elektrik motoruyla çalışıyordu. Tabiî ki, ister kolu çevirerek, isterse elektrik motoruyla çalışsın böyle tüfeklere tam manâsıyla makinalı tüfek demek zordu. İlk hakikî makinalı tüfek, geri tepme sistemiyle çalışan, Maksim makinalı tüfeğiydi. Bu tüfek 1885’te Hıram Sterens Maksim tarafından îmâl edilmiştir. Bu yıldan 1911’e kadar makinalı tüfeklerin geliştirilmesi için çalışmalar devam etti. 1911’de Lewis makinalı tüfek yapıldı. İsaac Newton Lewis’in geliştirdiği bu model, ilk hafif otomatik makinalı tüfek oldu. Esasen tayyare personeli için yapılmış olmasına rağmen Birinci Dünya Harbinde piyadeler tarafından geniş çapta kullanıldı.

İkinci Dünya Harbi ve Kore Harbinde, müttefikler tarafından en çok kullanılan silâh, Browning makinalı tüfek ve otomatik tüfekleri idi. Almanlar Mg-34 ve Mg-42 hafif makinalı tüfeklerini yaptılar. Dakikadaki atım adedi 1500’e varan bu müessir silâhlar, aynı zamanda basit ve kitle üretimine müsait silâhlardı. Günümüzde silâhlı kuvvetlerin çeşitli sınıflarında kullanılan değişik tip ve çapta makinalı tüfekler vardır. Bunlar orta, hafif, ağır makinalı tüfekler olarak sınıflandırılır.

İlk hakikî makinalı tüfeğin îmâli ile, ilk düzenli fişek îmâli ihtiyâcı doğmuştur. Kovanın ve düzgün bir fişeğin yapılması, otomatik silahların tekamülüne büyük çapta hız katmıştır. Bugün, makinalı tüfek atışlarından sonra kalan boş kovanların ortadan kalkması çalışmaları yapılmaktadır. Bunun için belki sert bir patlayıcı maddeden kovan yapılacak bu patlayınca ortada birşey kalmıyacaktır. İkinci olarak düşünülen ise öyle bir kovan yapılacaktır ki ateşleme esnasında yanıp kül olacaktır. Böyle olunca silahın atım yatağı boş olacağından ikinci ikmal de kolaylaşacak, silahın tutukluk yapıp, atışın kesilmesinin önüne geçilmiş olunacaktır.

MAKKARÎ

Endülüs’te yetişen Mâlikî mezhebi âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin Yahyâ bin Abdurrahmân bin Ebi’l-Iyş bin Muhammed el-Tlemsânî’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup, Makkar; ve Tlemsânî nisbetleriyle meşhur oldu. Lakabı Şihâbüddîn idi. 1578 (H.986) senesinde Tlemsan’da doğdu ve orada büyüdü.

Ahmed-i Makkarî aslen, bugün Cezayir’de Kosantina eyâletinde, Mesîla’nın 20 km kadar güneydoğusunda bulunan, Makkaralı bir âlimler âilesine mensuptu. Baba tarafından, dedelerinden biri olan Muhammed bin Muhammed el-Makkarî, Fas başkâdısı ve Gırnatalı meşhur âlim Lisânüddîn İbn-ül-Hatîb’in hocalarından biriydi. Kendisi, pek küçük yaşından îtibâren çok geniş bir tahsil gördü. İlk hocası, Tlemsan’da 60 sene müftülük yapan, amcası Ebû Osman Saîd bin Ahmed el-Makkarî’dir. Bu zâttan tam yedi defâ Sahîh-i Buhârî’yi okudu. Hocalarının silsilesi Kâdı Iyâd’a ulaşmaktadır. Kütüb-i Sitte’yi ve aynı yolla Şifâ-i Şerîfkitabındaki hadîs-i şerîfleri de rivâyet etti. Bundan sonra doğduğu şehri terk edip, Merrâkuş ve Fas’a geldi. 1613 senesinden 1618 senesine kadar bu son şehirde imâmlık yaptı ve oraya müftü tâyin edildi. Bundan sonra hac etmek üzere Hicaz’a gitti. Sonra 1619 senesinde Kâhire’ye gelip, birkaç ay kaldı ve orada evlendi. Ertesi sene Kudüs’e gitti. 25 gün sonra Kâhire’ye döndü. 1627 senesinde yeniden hacca gitti. Bundan sonra beş defâ daha hac ibâdetini îfâ eyledi. Mekke-i mükerremede olduğu gibi, Medîne-i münevverede de hadîs-i şerîf okuttu. Bu dersleri herkes tarafından büyük bir alâka ile tâkib edildi. Bir defâ daha Kudüs ve Şam şehirlerine gidip, bir müddet orada ikâmet etti. Şam’da, büyük âlim Ahmed bin Şâhin tarafından, Çakmakıyye Medresesinin anahtarı kendisine teslim edilip, müderris olarak kabul olundu. Burada hadîs-i şerîf derslerini, zamânının büyük âlimleri ve binlerce kişi tâkib ettiler. Derslerini tâkib edenler, ağlayarak dinlerlerdi. O, ders halkasının ortasında otururdu. Sonra bir vâz kürsüsü getirilip, onun üzerinde oturarak ders vermeye başladı. Ehl-i sünnet akâidinden ve hadîs-i şerîflerden okuyup açıklamalarda bulundu. Vâzlarında çok güzel beytler okurdu. O sene, Ramazan-ı şerîf ayının 27. günü Kâhire’ye döndü. Şam halkından ve âlimlerinden gördüğü ihtimam ve hürmeti dile getiren birçok beyitler kaleme aldı.

Kesin olarak yerleşmek üzere Şam’a gitmek için hazırlanırken, âniden hastalanıp 1632 (H. 1041) senesinde vefât etti. Mücâvirîn kabristanına defnedildi.

Eserleri: 1) Nefh-ut-Tîb min Gusn-il-Endülüs-ir-Ratîb ve Ahbâr-ül-Vezîr Lisânüddîn İbn-ül-Hatîb: Bu, onun en büyük eseri olup, Endülüs’e ve çeşitli sahalarda eser vermiş olan Gırnatalı meşhur âlim Lisânüddîn İbn-ül-Hatîb’e dâir uzun ve müstakil bir eserdir. Çakmakıyye müderrislerinden büyük âlim İbn,i Şâhin’in isteği üzerine yazdığı bu eserinde, çok geniş târihî ve edebî bilgiler, şiirler, risâleler toplanmış olup, bugün çoğu zâyi olmuş bulunan eserlerden iktibâslar yer almaktadır. Bu hâl, Nefh-ut-Tîb’e son derece kıymet kazandırmakta, onu, fetih zamânından, İspanyollar tarafından istilâsına kadar, Endülüs hakkındaki birinci derece kaynaklar arasında yükseltmektedir. Aynı zamanda bu son d evir için, şimdi elde bulunan Arapça yegâne vesîkadır.

Nefh-ut-Tîb, iki kısımdan ibârettir: Bir bölümü, Endülüs’ün târih ve edebiyatına dâir müstakil bir eserdir. Diğer bölümü, İbn-ül-Hatîb hakkında müstakil bir eserdir.

Nefh-ut-Tîb tam olarak Mısırda Bulak Matbaasında 1862 senelerinde 4 cilt hâlinde basılmıştır. İlk kısmı, İngilizce olarak da neşredilmiştir. Tamâmının tercümesi henüz bugüne kadar yapılamamıştır.

2) Ezhâr-ur-Riyâz fî Ahbâr-il-Kâdı Iyâz, 3) Feth-ul-Müt’âl fî Evsâf-i Na’l-in-Nebiyyi, 4) İdâet-üd-Dücne bi Akâid-i Ehl-is-Sünne, 5) Katf-ül-Mühtesar fî Şerh-il-Muhtasar, 6) İthâf-ül-Mugrim-il-Mugrî, 7) Urf-ün-Neşk fî Ahbâr-i Dımeşk, 8) El-Gussü ves-Semîn ver-Ressü ve Semîn, 9) Ravd-ul-Âs-il-Âtır-il-Enfâs fî Zikri men Lakîtühû min A’lâm-i Merrâkeş ve Fas, 10) Ed-Dürr-üs-Semîn fî Esmâ-il-Hâdî vel-Emîn, 11) Hâşiye alâ Şerhi Ümm-il-Berâhîn lis-Senûsî, 12) Kitâb-ül-Bed’eti ven-Neş’eti fin-Nazmi vel-Edeb, 13) Risâletün fil-Vefkı, 14) Kitâb-ul-Kemâme fî Şeref-il-Amâme.

MAKKÂRÎ

On dördüncü yüzyılda Kuzey Afrika’da yetişmiş olan, tefsir, tasavvuf, edebiyat ve Mâliki mezhebi fıkıh alimlerinden. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Ahmed’dir. Künyesi Ebû Abdullah’tır. Aslen Tunus’un Zâb bölgesi köylerinden Makkar’dan olduğu için Makkârî, Tilemsan’da doğduğu için Tilemsânî nisbeleriyle meşhur oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1358 (H.759) senesinde Fas’ta vefât etti. Tilemsan’da defnedildi.

İlk tahsiline doğum yeri olan, Tilemsan’da başlayan Ebû Abdullah Makkârî zamânının birçok meşhûr âliminden ilim tahsil etti. Mısır ve Hicâz taraflarına seyâhatlerde bulundu. Hac ibâdetini yapıp, hacca gelen âlimlerin ilimlerinden istifâde etti. Mısır’da, evliyânın büyüklerinden Abdullah Menûfî hazretleriyle görüşüp sohbetlerinde bulundu. Onun ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Kudüs’e gidip Tâcüddîn Tebrîzî ve Halil Mekkî’den ilim öğrendi. Şâm’da Sadrül İmâdî Mâlikî, Ebü’l-KâsımYemânî Şâfiî, Fakîh İbn-i Osman ve daha bir çok âlimden ilim öğrendi. Hadîs, tefsir, târih, edebiyât, mantık ve münâzara ilimlerinde yüksek âlim, tasavvufta üstün dereceler sâhibi olarak Tilemsan’a döndü, Merînî Sultanı Ebû  İnan İbni Ebî Fâris’le birlikte 1348 senesinde Fas’a gitti. Fas kâdılığına tâyin edildi. 1355’te kâdılık vazîfesinden ayrıldı. Endülüs’teki Müslüman devletlerle Kuzey Afrika Müslümanlarının birlik hâlinde olup, günden güne güçlenen İspanya Hıristiyan krallıklarını bertaraf etmeleri için diplomatik faaliyetlerde bulundu. Sultan Ebû İnan’ın elçisi olarak Gırnata’ya gitti. Benî Ahmer Sultanı Muhammed Ganî ile görüştü. Ona nasihatlarda bulundu. Bir müddet orada kaldıktan sonra bir heyetle beraber Fas’a döndü. Merînî Devleti kazaskerliğine tâyin edildi. Çok geçmeden rahatsızlandı ve vefât etti.

Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînini öğrenmek ve insanlara öğretmek için çalışan Ebû Abdullah Makkârî, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışmaktan, ibâdet etmekten bir an geri kalmadı. Sultanların uygun olmayan davranışlarına sabredip, onlara nasîhatlerde bulundu. Sultanların çevresini kötü kimselerin sararak Müslümanlar arasında fitne çıkarmalarına mâni olmak için sultanlara yakın oldu. Bütün gayret ve iyi niyetine rağmen zaman zaman sultanlarla arası açıldı. İnsanların beden sağlığını korumaları için sağlık ve tabâbetle ilgili bir kitap da yazdı.

İlim ve fazîlet sâhibi duâsı kabul olan bir zat olan Ebû Abdullah Makkârî’nin nasihatleri herkes tarafından severek dinlenirdi. Sohbetlerinde herkesin Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenip bildiklerine tâbi olmaları gerektiğini anlatırdı. Birçok maddî imkânlara sâhip olmasına rağmen eline geçenleri fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Müslümanların işlerini kolaylaştırıp, herkese karşı merhametli davranırdı. Doğru yoldan sapan zâlimlere de gereken cezâyı vermekten geri durmazdı.

Ebû Abdullah Makkârî birçok talebe yetiştirip, eserler yazdı. Onun yetiştirdiği talebeler arasında İbn-i Haldun ve kıraat âlimlerinden Şâtıbî de vardı.

Eserleri: 1) Kitâb-ül-Kasâid: 1200 kasîdeyi ihtivâ etmektedir. 2) Kitâb-ül-Hakâik ver-Rekâik: Tasavvufa dâirdir. 3) Kitâbü’t-Tuhaf vet-Taraf, 4) Kitâbü Amelin minet-Tıb: Tıbbî bilgiler ve çeşitli hastalıkların tedâvî yollarını anlatan ve tıpla ilgili hadîs-i şerîfleri ihtivâ eden bir eserdir. 5) Kitâb-ül-Muhâdarat: Nasîhat edici hikâyeler toplanmıştır. 6) Rıhlet-ül-Mütebettel, 7) İkâmet-ül-Mürîdîn.

Ebû Abdullah Makkârî’nin hayatı hakkına İbn-i Merzuk el-Hafid tarafından bir eser yazılmış ve En-Nürü’l-Bedrî fit-Târif bil-Fakîh el-Makkârî adı verilmiştir.

MAKYAJ

Alm. Schminken, Make-up (m), Fr. Maquillage (m), İng. Make up. Çeşitli amaçlarla yüzün görünümünü değiştirmeyi veya düzeltmeyi gâye edinen bir işlem. Makyaj, daha güzel görünmek, bâzı fizikî kusurları örtmek için perde ve sahne sanatçılarının, çeşitli tipleri canlandırdıkları zaman, yüz hatlarında yapılan değişikliklerdir. Günümüzde, bilhassa büyük şehirlerde yaşayan birçok kadın, dudak, kirpik, yanak, göz kapağı vb. boyamak ve şekillendirmek sûretiyle makyaj yapar. Ayrıca güzellik enstitülerinde kadınların bâzı fiziksel kusurlarını örtmek için yapılan çeşitli işlemlere makyaj ismi verilir.

Makyajın târihçesi, Mîlâddan binlerce sene öncesine uzanmaktadır. Mısırlı ve Asurlu kadın ve erkeklerin gözlerine sürme çekmesi, saçlarını sarı nişasta ile boyayarak görünümlerini değiştirmeleri bunun delilidir. Eski Mısır kralları ile rahiplerinin, resmî ve dînî törenlerde peruk taktıkları, târih kitaplarında yazılıdır. M.Ö. 5000 yılına kadar uzanan kazılardan edinilen bilgilere göre, yüz ve göz gibi yerlere değişik boyaların tatbik edildiği görülmektedir. On altıncı yüzyıldan sonra, sahnelerde makyaj kullanılmaya başlandı. Elektriğin bulunması, sahne gösterilerinin daha canlı ve gösterişli olması dolayısıyla, makyaj yapımına daha çok itina gösterilme ihtiyacı doğdu. On dokuzuncu yüzyıldan sonra güzellik gâyesi ile yapılan makyaj günümüzde “Kozmetik Sanâyii” adında bir sanâyi dalının çıkmasına yol açtı.

Makyaj, çeşitli moda akımlarına bağlı olarak değişir. Değişik zamanlarda değişik renkler ve tonlar göze çarpar. İlk ve ortaçağlarda, iptidaî görünümüyle de olsa, güzellik için çeşitli makyaj çeşitleri kullanıldı. Batıda, onuncu yüzyıldan îtibâren güzellik anlayışında çeşitli değişmeler kendini gösterdi. Kadınların kullandıkları bâzı makyaj maddeleri, erkekler tarafından da kullanılmaya başlandı. İslâm dîninde erkeğin tedâvi için sürme çekmesi câiz, ziynet için çekmesi câiz değildir. Ziynet başkalarını imrendirecek, onlara üstünlük sağlayacak, öğünecek şeyleri yapmaktır. Kadınların yalnız evde erkeğine karşı, içerisinde dînimize göre kullanılması yasak olan maddelerin bulunmadığı, her türlü makyaj malzemelerini kullanmalarına izin verilmiştir. Müslüman kadınlardan sokağa çıkacakları zaman sâde ve mütevâzî bir şekilde olmaları ve böyle dolaşmaları istenmektedir. Sürme ve kına, asırlardan beri Müslüman kadınların başlıca süslenme malzemesi olmuştur. Bâzı bölgelerde bunlara ilâveten dînen herhangi bir mahzuru olmayan başka süs malzemeleri de kullanılmıştır.

Sahne ve perde sanatçıları, tarafından kullanılan makyaj ile yukarıda anlatılanları birbirine karıştırmamak gerekir. Sanatçılar temsil ettikleri kişinin bütün fizikî özelliklerini canlandırmak için makyaj yaparlar. Günümüzde, yüze tatbik edilen makyaj malzemelerinin çok kullanılması hâlinde cilt bozukluklarına yol açtığı da bilinen bir gerçektir.

Dünyâ makyaj (kozmetik) ve güzellik piyasası elinde bulunan Yahûdî asıllı Helena Rubinstein kendisiyle röportaj yapan Avustralyalı gazeteciye verdiği cevap şudur: “Doğrusunu söyleyeyim ki bunca sattığım krem, allık, pudra, losyon ve müstahzarın sâhibiyim. 90 yaşıma da ulaştım fakat bunların hiçbirini kullanmadım. Faydasına da inanmıyorum. Bunları üretme ve satmamdaki tek gâyem İsrâil Devleti içindir.”

MAL

Alm. Eigentum, Geldung Gut, Vermögen. Ware, Fr. biens, propriete, fortone, richesse, İng. Property, beloinging, possession, wealth, scamp, goods. Mülkiyete konu olabilecek şeyler. İnsanın arzuladığı ve lâzım olunca kullanmak için saklanabilen madde, cisim, metâ. Bir kimsenin, kurum veya kuruluşun mülkiyetinde bulunan menkul veya gayrimenkul varlık, mülk, eşyâ. Büyük ve küçük baş hayvanlar.

Mal, para ile değeri takdir edilebilen ve insanlar arasında devir edilmesi mümkün olan kıymetlerdir. İnsana faydalı olan, insanın özel olarak kendine mülk edinebildiği ve haklara konu olan her şey maldır. Mal, lügatta “mülk edinmeye konu olabilen her şey (madde, şeyler ve menfaatler), mâlik olunan şey, sonradan elde edilen ve mâlik olunan her türlü maddî eşyâ” mânâlarına gelir. Bu ismi Araplar, ençok develer hakkında kullanmışlardır.

Bir yerden bir yere götürülmesi mümkün olan mala menkûl (taşınır); niteliklerinde değişiklik olmaksızın taşınamayan mala gayrimenkûl (taşınmaz) denir. Mal; ağırlık, hacim, satıh, uzunluk ve sayı ile ölçülmelerine göre beş türlüdür.

Mülkiyete konu olmayan, yâni mülk edinmeye elverişli bulunmayan şey mal değildir. Bu îtibârla, bir buğday tânesi, rüzgâr, hava, güneş ışınları, denizdeki balık, yerinde bulunan su veya toprak mal değildirler. Ancak, elektrik, havagazı ve şehir suyu mal sayılırlar.

Türk Medenî Kânunu’na göre mal: Arâzi, mâdenler, binâlar, tapu siciline müstakil ve dâimî olarak kaydedilen haklar araziye bağlı gayrimenkuller mal sayılırlar.

Mallar hukûkî bakımdan maddî ve maddî olmayan mallar diye ikiye ayrılır. İster menkul, ister gayrimenkul olsun, elle tutulup gözle görülebilen mallara maddî mallar; ihtira beratı, alâmet-i farika, ticâret ünvanı, telif hakkı... gibi dış âlemde bir yer işgal etmeyenlerine ise; maddî olmayan mallar denir.

İnsanların doğumundan ölünceye kadar pek çok şeye ihtiyacı vardır. İnsanların gece gündüz demeden çalışmaları, ihtiyaçlarını daha iyi karşılayabilme gayretinden kaynaklanır. İşte iktisadî bakımdan ihtiyaçları gideren vâsıtalara “mal” denir. Bunlardan bir kısmı tabiatta bol miktarda mevcuttur. Hava, akarsular, güneş ısı ve ışığı gibi. Bunlar hayat için zarûrî olmasına rağmen, emek ve gayret göstermeksizin elde edilebildiği için iktisâdî olarak mal sayılmazlar.

Temin edilebilmeleri için emek ve çaba harcanmasını gerektirenler iktisâdî mallardır. İktisâdî mallar, az bulundukları için iktisâdî değer taşırlar. İktisâdî mallardan bir kısmı doğrudan doğruya ihtiyacı giderirler ki, bunlara “tüketim malları” denir. Bir kısmı ise ihtiyaçları giderecek malların üretiminde kullanılırlar. Bunlara da “üretim malları” denir.

Devletin fonksiyonlarını gerçekleştirebilmek maksadıyla, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak sâhip olduğu mallara amme (kamu) malı denir. Devletin kamu hizmetlerine tahsis ettiği, hizmetin yürütülebilmesi için zarûrî malları vardır. Okullar, hastâneler, Devlet dâireleri ve içlerindeki her türlü âlet, edevât ve cihazları gibi. Devletin, herhangi bir tahsis işlemine gerek duymadığı, herkesin yararlanmasına açık olan kamu malları da vardır. Özel mülkiyet dışında bulunan kamu arazisi, göl, nehir, deniz, dağ gibi yerler böyledir.

Mal beyanı: borçlu olup icrâ tâkibi altında bulunanlar, kendisi ve üçüncü kişiler nezdinde bulunan mal varlıklarını borca îtiraz etmediği takdirde, teblîğ târihinden îtibâren yedi gün içinde İcra Dâiresine bildirmek mecburiyetindedirler. Mal beyanında bulunmaz veya gerçek duruma aykırı beyanda bulunurlarsa hapisle cezâlandırılır. İcrâ ve İflâs Kanunu’na göre mal beyanında, borçlunun mal, alacak ve haklarından borcuna yetecek miktârının cins, mâhiyet ve miktârı, her türlü kazanç ve gelirleri, yaşayış tarzına göre geçim kaynakları ve borcunu nasıl ödeyebileceği İcra Dâiresine bildirilir. Ayrıca devlet memurluğuna girişte de kişilerden mal beyanında bulunmaları istenir.

İslâm Hukukunda “mal” ile ilgili hükümler en geniş ve en açık şekilde düzenlenmiştir. İslâmiyette mal kötülenmemiştir. Mâl sâhibi olmak emir ve teşik edilmiştir. Birçok ibâdetin mal ile yapılacağı bildirilmiştir. Yalnız haram edilen yollardan kazanılan mal kötülenmiştir.

Mal Allahü teâlânın verdiği bir nîmettir. Âhireti kazanmak, mal ile olur. Dünyâ ve âhiret, mal ile intizâm bulur, rahat olur. Hac, cihad sevâbı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtâç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektepler, hastâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetiştirerek insanlara hizmet de mal ile olur. Dînimiz “İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.” buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet etmekten daha çok sevaptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider.” buyruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “İki şeyden birine kavuşan insana gıpta etmek, buna imrenmek, yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harc eder.” Peygamber efendimiz Amr ibni Âs (r.anh) için; “İyi kimseye mâlın iyisi, ne güzel yakışır.” buyurdu. Enes bin Malik (r.anh) için de; “Yâ Rabbî! Buna çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla kendisini bereketlendir!” diye duâ buyurdu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de, mala hayırlı şey ismini vermektedir ve Habîbine verdiği nîmetleri hatırlatırken meâlen; “Sen malsız idin, sana, kimseye muhtaç olmayacak kadar, mal verdim.” buyurmaktadır.

Büyük âlim Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Bu zamanda mal, insanın silâhıdır.” Yâni, insan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. Medîne-i münevverinin yedi büyük âliminden biri olan Saîd bin Müseyyib buyuruyor ki: “Borçlarını ödemek için ve ırzını, nâmusunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara miras bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayırsızdır”. Yâni kendine ve cemiyete zararlıdır. Büyük âlim İbn-iCevzî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İyi niyetle mal kazanmak, mal kazanmamakdan iyidir.” İslâmiyette, kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını helâlden temin etmek, kimseye muhtaç kalmamak için mal kazanmak Allahü teâlânın yolunda cihâd etmek, harb etmek gibi sevaptır. Böyle çalışırken ölürse şehit olur. Birçok ibâdetten daha sevaptır.

İslâmiyet, haram, yâni yasak edilen yollardan biri ile, meselâ gasp, hırsızlık, kumar, fâiz, rüşvet almak vs. ile mal kazanmayı yasak etmiştir. Çalışarak, alın teri ile kazanılan mal kıymetlidir. Şu kadar var ki, böyle malların da, nisab mikdârı olunca zekâtını seve seve vermeyi emr etmiştir (Bkz. Zekât). Ayrıca malı, Allahü teâlânın izin vermediği yerlere harcamak ve izin verdiği yerlerde isrâf ederek kullanmak da yasak edilmiştir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de fâizi, kumar oynamayı, malı, parayı çoğaltıp öğünmeyi, haram olan çalgılara, süslenmelere para harcamayı, mal ve mevkı ile gösteriş yapmayı yasaklamaktadır.

Malın büyük bir nîmet olduğu meydandadır. Malı isrâf, Allahü teâlânın nîmetini hakîr görmek, nîmete kıymet vermemek, nîmeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nîmet etmek, yâni şükür etmemek olur. Bu ise, nîmeti verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebep olacak büyük bir suçtur. Nîmetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Cenâb-ı Hak, İbrâhim sûresi, 7. âyetinde meâlen; “Şükrederseniz, verdiğim nîmetleri elbette arttırırım.” buyuruyor.

İslâm Hukukunda malın, tabiî, iktisâdî ve hukukî bir değeri vardır.İslâmiyetin, kullanılmasını, faydalanılmasını yasak ettiği şeyler hâriç, diğer mallardan tabiî ve iktisâdî olarak değerli olanlar, hukukî olarak da değerlidir. Kısaca insanların, mülk edinmesine, faydalanmasına ve tasarruf etmesine yarayan eşyâların ve hakların hepsi “mal” sayılmaktadır. Hür insan mal değildir. Köleler hakkında ayrı hükümler vardır (Bkz. Köle). Buna göre mal çeşitleri şöyle tasnif edilmektedir:

1. Mütekavvim ve gayrimütekavvim mal: Mütekavvim mal, kıymetli mal demektir. Kullanması mübah ve mümkün olan maldır. Müslümanlar için, şarap, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, denizdeki balık, kıymetli mal değildirler. Hür insan ve insanın her parçası, balık ve kendiliğinden ölmüş hayvan leşi (Bkz. Leş), kan, mal değildir. Sülük ve yerinden alınıp götürülen toprak, su maldır. İslâm Hukukunda satışın geçerli olabilmesi için, malın mütekavvim olması lâzımdır.

2. Misli ve kıyemi mallar: Misli mal, çarşıda aynı vasıflarda benzeri bulunan mal olup, fiyatları başka olmaz. Ağırlıkla, hacim ile ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden aynı büyüklükte olanlar böyledir. Yumurta, aynı büyüklükte karpuz gibi.

Kıyemi mal ise, çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da, fiyatları farklı olan maldır. Uzunlukla ölçülenlerden tarla, elde dokunan kumaş, halı ve lebise, ev, dükkân, yazma kitap, irili ufaklı karpuz vb. kıyemidir.

3. Menkul ve gayrimenkul mallar: Menkul, bir yerden başka bir yere nakli mümkün olan şeydir. Bunlar da nakit olarak kullanılan altın, gümüş ve bunlar karşılık gösterilip basılan mâden ve kâğıt paralar, hayvanlar, hacim (kile) ve tartı ile ölçülen bütün mallardır (Mecelle, 128, 130, 131, 133 134. maddeler).

Gayrimenkul ise, ev, arâzî gibi başka bir yere nakli mümkün olmayan şeylerdir. Gayrimenkul üzerindeki binâlar, dikili ağaçlar ile arâziye tâbi mâdenler, arâzinin sâhibine âittir (Mecelle, 1224-1227, 1228-1233, 1234-1262. maddeler).

4. Ayn ve deyn mal: Bey’ (satmak) ve şirâ (satın almak) ilminde ayn, belli bir mal demektir. Fakat lügatta madde, cisim demektir. Bey’ ve şirâda, bir ev, bir at, bir sandalye gibi kıyemi malların belli birer tanesine ve hazır olup da gösterilenin hepsine veya ayrılmış parçasına, misli olan mallardan da, hazır olup gösterilen hepsine veya ayrı olarak gösterilen yahut ayrılmamış belli mikdâr bir parçasına yahut hazır olmayıp, benzerlerinden ayrı ve yalnız olarak bulunduğu yeri ve cinsi bildirilen mala “ayn” denir. Ayrı olarak bulunduğu yer, çuval, sandık, oda, ev veya şehirdir. Buralarda bulunan malı müşteri biliyorsa veya ilk üç yerde bulunanı bilmiyorsa da, hep “ayn” olur. Görülen bir yığın buğday, görülen bir miktar para ayndır. Bu para semen (bedel, karşılık) olunca deyn olur.

“Deyn”, satış ve ödünç verme veya başka sebeplerle ödenmesi lâzım olan borçtur. Alış verişte, ise hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mala ve hazır ise de, ayrı olarak gösterilmeyen kıyemi mal parçasına, “deyn” denir. Ödünç alınan karz yâni borç para deyndir. Fakat her deyn, ödünç alınan borç demek değildir.

5. Amme (kamu) malları ve hususî (şahsi) mallar: İslâm Hukukunda, toplumdaki fertlerin, üzerinde özel mülkiyet tesis edemediği, hiç kimsenin özel mülkiyetine girmiş olmayıp ammenin (halkın) ihtiyaç ve faydasına ayrılan mallara, “Amme malları” denir. Bunlardan bir kısmı, aslında özel mülkiyete konu olabildiği halde henüz kimsenin olmamış olan şeylerdir. Meselâ, av hayvanları, ormandaki odun ve ölü arâziler (arâzi-i mevât) vs. böyledir. Bir kısmı da, şahısların sâhip çıkıp, kendilerine mal edinmeye kalkışamadıkları şeylerdir. Bunlar, büyük akarsular, yeraltı suları, umumî yollar, köprüler, ibâdethâneler (câmiler), mezarlıklar, vakıflar gibi toplumun ihtiyacına yarayan şeylerdir.

Şahsî mallar ise özel mülkiyete konu olabilen mallar olup, sâhibinden başkasının bu malda tasarruf hakkı yoktur. İslâm Hukukuna göre, aslında her şeyin özel mülkiyete konu olması esastır. Ancak hava, deniz köprüler, mer’alar (otlaklar) ve benzeri umûmî ihtiyaçları karşılayanlar gibi hukuk îcâbı mülk edinilmesi mümkün olmayan şeyler, özel mülkiyete konu olmaz.

Tabîatta var olan kaynağındaki su, umûmî yerlerdeki ot, odun ve ateş, bütün insanların ortak kullanabileceği mallardandır. Bunlara âit husûsî hükümlere fıkıh kitaplarında geniş yer verilmiştir.

Ölçü birimine göre mal: Ağırlık, hacim, yüzey birimi, uzunluk birimi ve sayı ile ölçülen mallar olmak üzere beşe ayrılır.

Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ hacim yâni; ölçek, kile ile ölçülen maldır. Tartı ile kullanılmaları hacim ile ölçülen mal olmalarını değiştirmez. Altın ile gümüş dâimâ ağırlıkla ölçülen maldır. Bildirilen bu altı maldan başka şeylerin ölçülmeleri âdete bağlıdır. Çarşıda, pazarda nasıl ölçülüyorsa, öyle olduğu kabul edilir.

Nakit kullanılan mal: Külçe veya basılmış para hâlindeki altın ve gümüşlere “nakit”, “nakdeyn” veya “nükûd” denir.

MALAHİT (Malakit)

Alm. Malachit (m), Fr. Malachite (f), İng. Malachite. Bazik bakır karbonattan müteşekkil, parlak yeşil bir mineral. Çok bulunan bir bakır cevheridir. Dâimâ bakır sülfürleriyle, özellikle kalkopiritle birlikte ve bunların yataklarının üst kısımlarında oksitlenme sonunda bulunur. Bu oksitlenme, özellikle kalsiyum karbonatın bulunduğu yerlerde su, hava ve karbondioksidin bakır sülfidi etkilemesiyle meydana gelir.

Sibirya, Macaristan, Cornwall, Almanya, Kuzey ve Güney Amerika, Güney Avusturalya, Güney Batı Afrika’da ve Anadolu’da çeşitli yerlerde bulunur.

Malahitin bileşimi CuCO3Cu (OH)2’dir. Kristalleri monoklinal sistemdedir. Ancak kristalleri az bulunur. İğne ve kıl gibi kristaller, bir arada, demete benzer şekildedir. Çoğunlukla üst yüzeyi yumrulu, yuvarlak, salkımımsı agregat (amorf) olarak bulunur. Kristalleri, siyahımsı yeşil ve cam parıltılıdır; agregatları ise zümrüt yeşili renginde ve ipek parıltılı veya donuk olur. Çizgisi açık yeşildir. Sertliği 3,5-4,0 ve özgül ağırlığı da 4,0 g/cm3tür. Kolay kırılır, kırılma yüzeyi midye kabuğu şekillidir. Üfleçte erir ve kömür üstünde Cu (bakır) tânesi bırakır. Tüpte ısıtılırsa su çıkarır ve kararır. Amonyakta çözünür. Asitlerde de köpürerek çözünür.

Malahit fazla sert olmadığı için, traşlanıp parlatılarak mücevhercilik ve sedefçilikte kullanılır.

Malahit yeşili: Kapalı formülü C23H25ClN2 olan bir boyarmaddedir. Benzaldehit ve dimetil anilinden elde edilen malahit yeşili trifenilmetan yapısındadır. Anilin yeşili veya benzaldehit yeşili olarak da bilinir. Sanâyide ipek, yün, deri ve jütü doğrudan, pamuğu da mordanlandıktan sonra boyamada kullanılır. Tıpta, seyreltik çözeltileri yerel antiseptik olarak kullanılır. Bu bileşik mantar ve bakterilere karşı da etkilidir. Yeşil kristal yapısı ile malahit’e benzediğinden malahit yeşili denmektedir.