MAHŞER
Alm. Auferstehung(f), Fr. Résurrection (f), İng. Resurrection. Toplanma yeri. Kıyâmette bütün canlıların tekrar diriltilip bir araya toplanarak hesâba çekileceği yer. Mahşer yerine “Arasat meydanı” ve “Mevkıf” da denir. Mahşer, Arapça bir kelime olup, “Haşr” kelimesinden türemiştir. Haşr, kıyâmette bütün canlıların beden ve ruhları ile bir arada hesap yerinde toplanmasıdır. (Bkz. Haşr ve Neşir)
Mahşer, âhiret hayâtından bir safhadır. Âhiret hayâtı bu dünyâ hayâtına benzemez. Âhiret işleri, akıl ile anlaşılamaz ve bulunamaz. Çünkü akıl ancak dünyâ işlerini anlayabilecek şekilde yaratılmıştır. Âhiret hakkında bilinenler ise Allahü teâlânın ve peygamberlerinin bildirdikleridir. Buların dışında ve bunlara uymayan sözlerin, bilgilerin hiçbir kıymeti, değeri yoktur.
İslâm âlimlerinin bildirdiğine göre sâlihlerin (iyilerin) amel defteri sağ; fâsıkların, kötülerin arka veya sol taraftan verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Peygamberlere, Allahü teâlânın hükümlerini ve dîn-i ilâhîyi kullara nasıl bildirdiniz? Meleklere, yerlerde, göklerde neler yaptınız? Onlardan başka herkese ise, peygamberlere, sizlere bildirilen dinlere nasıl uydunuz? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz? diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlar, iyilikler olacak; îmânı, îtikâdı doğru olmayan bozuk amelli, kötü huylulara da ağır cezâlar verilecektir.
Allahü teâlâ, adâleti ile, şirkten, küfürden başka, her günâhı affedecek, dilerse küçük günâh için de azâb edecektir. Şirki (kendisine ortak koşulmasını) küfrü (îmânsızlığı, inkârı) hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler, yâni Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayan, O’nun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, elbette Cehenneme sokulacak, sonsuz azap göreceklerdir.
Allahü teâlâ, akıllı ve akılsız bütün insanları, çocukları, melekleri, cinleri, şeytanları, diğer hayvan ve kuşları, kısaca göklerde ve yerde, karada ve denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini mahşer meydanında toplayacaktır. Dünyâda iken yapdıklarından hesâba çekecektir. Haksızlığa uğrayanlar, zulüm yapanlardan haklarını alacaklar, mîzân (terâzi) kurulup insanların sevapları(iyilikleri) ve günahları (kötülükleri) tartılacak ve mîzânda sevapları ağır gelenler Cennete, günâhları ağır gelenler ise, Cehenneme gönderilecektir.
Bütün canlıların mahşer yerinde toplanması, İsrâfil aleyhisselâmın ikinci defa sûr’a üflemesi ve kabirde bulunan ölülerin diriltilip, rûhları ile birleşmesinden sonra olacaktır. Allahü teâlâ ölüleri diriltmeyi dileyince, yeryüzünü çok şiddetli bir rüzgâr ile dümdüz eder. Arasat meydanı (Mahşer yeri) hazırlanır.
Mahşer yeri alabildiği kadar büyüktür. İnsanlardan önce ve sonra gelenlerin hepsi, karada, havada ve denizde yaşayan hayvanlar, Ye’cüc ve Me’cüc, cinler, şeytanlar ve yedi kat gökteki meleklerin hepsi, burada toplanırlar. Birinci kat gökte bulunanlar, mahşer yerini öyle sararlar ki, bütün insanlar, cinler ve şeytanlar ortada kalırlar. Sonra ikinci gökte bulunanlar ve böylece yedinci gökte bulunanlar, bir öncekileri kuşatarak yedi saf olurlar.
Önce ve sonra yaratılan bütün mahluklar, melekler, hûrîler, insanlar, cinnîler, şeytanlar, denizde ve karada yaşayan hayvanlar ve bütün haşereler bir anda mahşer yerine her taraftan toplanırlar. Îmânı olanlara ve amelleri iyi olanlara, peygamberlere, velîlere, âlimlere, sâlihlere, Cennetten elbiseler ve buraklar (binek hayvanları) gelir. Elbiseleri giyer, buraklara biner, Arşın gölgesine gidip, minber ve kürsîler üzerinde rahat ve selâmetle otururlar. Nitekim; “Müttekîleri (Allah’tan korkarak haramlardan sakınanları) binekler üzerinde Cennete göndeririz.” meâlindeki Meryem sûresi 87. âyet-i kerîmesi bu husûsu bildirmektedir.
Ameli güzel kimselerin binekleri, merkep, katır, at, deve ve koç şeklinde görülür. Her biri mümin için bir nûr olur ki, önünden ve sağ yanından o zamanki karanlığı aydınlatır. Sol taraflarında nur yoktur. Şiddetli bir karanlık olup, hiçbir kimsenin görmeye gücü yetmez. Bütün kâfirler, îmânlarında şek ve şüphe sâhibi olan kimseler ve bid’at sâhipleri, mezhepsizler, o karanlıkta şaşırıp kalırlar. Ehl-i sünnet îtikâdına uygun doğru inanmış müminler ise, kendilerine hidâyet nûru verildiğinde hamd ve şükrederler. Zîrâ cenâb-ı Hak, o gün böyle azap çeken şakîlerin (cehennemliklerin) hâllerini müminlere gösterir. Müminlerden bâzılarının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görülür. Bâzısının nûru, bir kere ışık verir, bir kere söner. Bunların nûrları îmânlarının kuvvetliliği kadardır.
Geri kalan mahlûkların hepsi, aç, susuz, çıplak, baş açık, yalın ayak, yaya olarak, düşe kalka, Arasat meydanına (mahşer yerine) gelirler. İnanmayanlar, gözleri âmâ (kör) olup, yüzleri üzerine sürünerek gideceklerdir. Allahü teâlâ İsrâ sûresi 97. âyetinde meâlen; “Kâfirleri, kıyâmette yüzleri üzerine sürünerek haşrederiz” buyurdu. Müminlerin sağ yanında parlayan nûrdan mahrum olurlar.
Mahşer meydanında halk, birbiriyle karmakarışık olur. İzdihamın (sıkışıklığın) çokluğundan, bir ayak bin ayak üzerinde olur. Başlarına güneş çok yaklaştırılıp harâretinin (sıcaklığının) şiddetinden çok ter dökerler. Herkes günâhına göre, ter içerisinde kalır. Bâzısı kulaklarına, bâzısı boğazına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına, bâzısı dizlerine kadar terler. Bâzısı da susuz olan kimse, su içtiği vakit, nasıl terlerse o kadar müteessir olur (etkilenir). Güneşin harâreti, dünyâdakinden yetmiş kat daha fazladır.
O zaman yeryüzündeki canlılar, mahşer meydanında bulunanlar, çeşitli şekildedirler. Dünyâda büyük görünenler (kibirlenenler), mahşerde zerre kadardırlar. Ayaklar altında kalıp çiğnenirler, zelîl hor ve hakîr olurlar.
Bunların arasında bir kavim, tatlı ve soğuk saf su içerler. Çünkü daha sabî iken vefât eden mümin çocukları, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle (taslarla), tavâf eder gibi dönerek, onlara su verirler. Evlenip çocuk sâhibi olanların kavuşacağı mükâfâtlardan biri de budur. Dünyâda zekât ve sadakasını verenlerin başlarına yakın bir gölge gelir ve onu mahşerin harâretinden korur.
Mahşerdekilere şefâat edilip, hesaplarına başlanıncaya kadar, bin sene kadar bu hâl üzere dururlar. Kimisi, mahşerde minber sâhibi olup, Arşın gölgesinde gölgelendirilir. Onlara mahşer şiddeti ve güneşin harâreti zarar vermez. Bunlar Allahü teâlânın katında makbûl kimselerdir. Mahşerde Arşın gölgesinde bulunacak kimseleri bildiren bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ yedi sınıf kimseyi Arşın gölgesinde gölgelendirir. Hâlbuki o gün, ondan başka hiçbir gölge yoktur: 1) Adâlet eden devlet reisleri ve vâliler, 2) İbâdet eden gençler, 3) Kalbi mescidlere bağlı olanlar. Yâni namazı ve cemâati gözetenler, 4) Allah için birbirini seven iki mümin. Bu sevgi ile bir araya gelip, ayrılırken de bu sevgi üzere olanlar, 5) Güzel bir kadın, çirkin bir iş için kendini çağırınca, Allahü teâlâdan korkup bunu yapamam, Allah’tan korkarım diyenler, 6) Sadaka verirken riyâ (gösteriş) etmeyenler. Şöyle ki, sağ eli ile verdiğini, sol eli bilmemelidir. 7) Allah deyip, gözünden yaş akanlar.” buyruldu. Bunlardan başka velîler, sâlihler, Allah yolunda harb edenler ve insanlara iyilik ve cömertlik eden müminlerin hepsi Arşın altında zevk ve safâ içindedirler. Onlara Cennetten nîmetler ve şerbetler gelir. Cennet elbiseleri ve tâclar giyip böyle ihsânlara kavuşurlar. Şehitler de bu sınıfa dâhildirler. (Bkz. Şehit).
Mahşerde, Allahü teâlânın müttekî (O’ndan korkup, haramdan sakınan) kulları Cennete yaklaştırılır. Cenâb-ı Hak Cennete emreder, Cennet, her cins zîneti (süsü) ile süslenir. Arasat meydanına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beş yüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır. Cennet, Arşın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak Cehennemin getirilmesini emreder. O vakit, bağıran, gürleyen ve şiddetli ateş saçan Cehennem bütün gökyüzünü simsiyah eder. Sıcaklığı tahammül olunamayacak derecededir. Mahşerdekilerin hepsi, bundan ziyâdesiyle korkarlar. Herkes korkudan güçsüz ve dermansız bir hâlde oldukları yere çöküverirler. Hattâ peygamberler dahi kendilerini tutamaz. Hazret-i İbrâhim, hazret-i Mûsâ, hazret-i Îsâ, Arş-ı a’lâya sarılır. İbrâhim aleyhisselâm kurban ettiği oğlu İsmâil aleyhisselâmı, Mûsâ aleyhisselâm kardeşi Hârûn aleyhisselâmı ve Îsâ aleyhisselâm, annesi hazret-i Meryem’i unuturlar. Her biri; “Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka bir şey istemem!” der. O zaman, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise; “Ümmetime selâmet ve kurtuluş ver yâ Rabbî!” diye niyâz eder.
Peygamber efendimiz Cehennemi, o hâlde görünce önüne gelip, Cehennemi durdurur ve; “Hakir ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler!” deyince, Cehennem; “Yâ Resûlallah, bana müsâade et! Zîrâ sen bana haramsın.” der. Allahü teâlâdan bir hitap gelip; “Ey Cehennem! Habîbime itâat et, emrini tut.” der. Cehenneme yaklaşınca, sâkinleşir ve Arşın sol tarafına çekip kor. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu merhâmetli muâmelesini birbirine müjdelerler. Korkuları azalır.
Şefâat-ı kübrâ (Büyük şefâat): Mahşerde toplanan bütün varlıklar, sıkıntı veren ve dayanılmaz hâle gelen bekleyişten usandıklarından, bir an önce kurtulmak isterler. Çünkü bu zamanda, tâkat getirilemeyecek olan Allah’ın azâbından, başlar aşağı eğilir. Herkes şaşkınlık içinde olup, şefkat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehitler, dayanılamaz olan bu azaptan feryâd ederler. Bunlar bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan ziyâde bir nûr bunları kaplar. Zâten güneşin harâretine tâkat getiremeyen kimseler, bunu gördükleri gibi, karmakarışık olur. Bin sene de bu hâl üzere kalırlar. Âhiretin bir günü dünyânın bin senesi kadardır.
İşte bu vakitte insanlar, hesaplarının hemen başlaması için hazret-i Âdem’den başlayarak, bütün peygamberlerden kendilerine şefâat etmelerini isterler. Her peygamber, bir mâzeret söyleyerek diğerine havâle eder. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Mahşerdekiler hazret-i Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’dan (aleyhimüsselâm), hesap görülmesi için büyük şefâat istedikleri zaman, peygamberler cevap verip, “Âlemlerin Rabbi, bugün öyle gazab eyledi ki, şimdiye kadar böyle gazab etmemişti. Biz nefsimizi, kendimizi düşünüyoruz.” deyip, herbiri diğerine havâle eder. Nihâyet mahşerde bulunanlar peygamberlerin sonuncusu ve âlemlerin Rabbinin sevgilisi, iki cihân güneşi Muhammed Mustafâ’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) gelirler ve; “Sen son peygambersin. Allahü teâlâ senin geçmiş ve gelecek hatâlarını bağışladı, bize şefâat et.” derler.” buyruldu. Resûlullah efendimiz de; “Ben şefâat ederim. Fakat cenâb-ı Allah izin verirse ve râzı olursa!..” buyurur.
Peygamber efendimiz cenâb-ı Hakk’tan izin ister. Arş-ı a’lâda secdeye kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakkı, kimsenin bu âna kadar yapmadığı bir hamd ile hamd eder. Bu arada insanların bulunduğu yer iyice daralır. Meşakkat ve zahmetleri artar. İnsanlardan herbiri, dünyâda iken sımsıkı sakladıkları malları boyunlarına geçirilmiş vaziyettedirler. Zekâtını vermedikleri develeri, sığırları, koyunları ve öşürünü vermedikleri buğday, arpa vs. çuvallarını, denklerini boyunlarına geçirip, ağırlıkları da dağlar gibi olup, öyle beklerler. Günâh işleyenlerin bütün çirkinlikleri meydana çıkar. Fuhuş ve zinâ yapanlar, gıybet ve dedikodu edenler, fâiz yiyenler, yalan söyleyen ve diğer haramları işleyenlerin bütün günâhları fenâ bir hâlde, herkesin iğrenip tiksineceği bir şekilde açığa çıkarılır.
Bu hâlde Allahü teâlâ, Peygamberimize buyurur ki: “Yâ muhammed! Başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefâat et, kabul olunur.” Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gâyet uzadı. Herbiri günâhlarıyla Arasat meydanında rezîl ve rüsvâ oldular” der. Bir nidâ gelir ki, “Evet yâ Muhammed!” Peygamber efendimizin bu şekildeki şefâatine Şefâat-i uzma (En büyük şefâat) denir.
Amel defterlerinin verilmesi: Dünyâda Kirâmen kâtibîn meleklerinin yazdıkları, içerisinde insanın iyi ve kötü işleri bulunan amel defterleri mahşerde sâhiplerine dağıtılır. Allahü teâlâya itâat edenler, kitablarını sağ ellerine alınca, çok sevinirler. Yanlarındakilere “Hele benim kitabımı okuyun, ne kadar çok sevâb ve ihsân yazılmış” derler. Bunların hesâbı kolay olur. Kitabını sol eli ile alan, zâlim, kâfir, taşkın sapık ve kötü kimseler, büyük bir elem, acı ve üzüntüye boğulurlar. Kur’ân-ı kerîmde İnşikak sûresi 10 ve 11. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Amel defteri arkasından sol eline verilen, bunu gördükte, keşke helâk olsaydım, diye temennî eder.” buyruldu.
Mîzân ve hesâb: İnsanların iyilikleri ve kötülükleri mîzânda tartılır. O gün herkese adâlet yapılır. Kimseye zulüm, haksızlık yapılmaz.
Bundan sonra, bütün hayvanların arasında hükmeder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alır. Dağdaki hayvanların ve kuşların arasındaki haksızlıkların hesâbını gördükten sonra, melekler, insanlar, cinler, şeytanlar ve Allahü teâlânın kalmasını dilediklerinin dışında, bütün hayvanlara; “Toprak olunuz!” emri verilir. Hepsi bir anda toprak olurlar. Bunu gören kâfirlerin herbiri Cehennemde azap çekmemek isteyecektir. Nebe’ (Amme) sûresi, son âyetinde meâlen; “Kâfir, âh ne olsaydı ben de toprak olsaydım, diyecektir.” buyruldu.
Kıyâmet günündeki suâller: Mahşerde herkesi Allahü teâlâ hesâba çekecek, ona suâl soracaktır. Kendilerine Peygamber gönderilen bütün kavimlere suâl vardır. Peygamberlere de suâl olacaktır. Nitekim Allahü teâlâ A’râf sûresi 6. âyetinde meâlen; “Biz kendilerine, peygamber gönderilen kavme, elbette suâl ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz.” ve Mâide sûresi 10. âyet-i kerîmesinde mâlen; “Allahü teâlâ kıyamet günü peygamberleri toplayıp, sizin ümmetleriniz, dâvetlerinizde neyi kabul ettiler, neyi reddettiler, buyurur.” buyruldu. Kâfirler, peygamberlerini inkâr edip, tebliğlerini (bildirdiklerini) yalanlarlar. Her peygamberin ümmeti, bizlere peygamber gelmedi, îmâna dâvet etmediler dedikleri zaman, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden Müslüman olanlar, peygamberlerin peygamberliklerini tebliğ ettiklerine, tevhide (îmâna) dâvet edip, sâdık (doğru) olduklarına şâhitlik ederler. Müslümanların şâhitliklerine ve doğru söylediklerine de, insanların ve cinlerin peygamberi Muhammed aleyhisselâm şâhitlik edip, Allahü teâlâ siz doğru söylüyorsunuz diyecektir.
Bütün peygamlerler, insanlar kitaplarını okuyup, hesapları görülünce; Allahü teâlâ tarafından “Ey mücrimler (kâfirler)! Şimdi sizler (müminlerden) ayrılınız.” diye nidâ edilir. Daha önceki Peygamberlere îmân eden müminler, Muhammed aleyhisselâma da îmân edenler Cennete, inanmayanlar Cehenneme sevk edilir. (Bkz. Âhiret, Kıyâmet, Cennet, Cehennem)
Ramazan ayına mahsus olmak üzere, çifte minâreli câmilerde, iki minâre arasına gerilen iplere kandiller veya elektrik ampulleri asılması sûretiyle yazılan yazı veya çeşitli motifler. Mahya, Farsça bir kelimedir. Lügatte, yalnız Ramazan ayına mahsus olmak îtibâriyle buna “aylık” mânâsına “mahya” denilmiştir. Aslı “mâhiye” dir. Beşik örtüsü gibi çatılarda, damın iki meyilli yüzlerinin birleştiği yere de yanlış olarak “mahya” denilmektedir. Dam sularını iki tarafa akıtan bu oluklara, “su” mânâsına gelen “mâiye” denilir.
Târihî bilgilere göre; Çifte minâreli câmilere mahya kurulması Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde (1673-1736) ortaya çıktı. Bu devirde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa, 1719 senesinde çifte minâreli câmilere mahya konulmasını sağladı. İslâm dîninde bildirilmeyen ve yeri olmayan bu iş sonraları bir sanat dalı hâline getirildi ve yaygınlaştı.
Mahyalar her ramazan ayında büyük câmilerin karşılıklı iki minâresi arasına kandillerle “Lâ ilâhe İllallah” gibi bâzı dînî ve ahlâkî cümleler yazılarak kurulur. Bu mahyaları kurmak için evvelâ büyükçe bir kâğıt üstüne iki minâre arasındaki mesâfeye göre bir ölçek dâhilinde paralel bir çizgi çizilip, bunun alt tarafına yazı yazılır. Sonra bu yazının harfleri üzerine uygun ve eşit aralıklarla noktalar konur. Bu noktalar kandillerin asılacakları yerlerdir. Bundan sonra belirtilen noktalardan yukarıki paralel çizgiye birer dik hat çekilir. Îtibâr edilen ölçeğe göre bu çizgilerin boyları ölçülür. Her biri için, o boyda bir ip hazırlanır. Sonra bu iplerin bir ucuna bir makara ve diğer ucuna bir kandil kutusu bağlanır.
İpler bu sûretle hazırlandıktan sonra resimde her kandil ipinin yazıdaki vaziyetine göre birbiri arasındaki mesâfesi ölçülerek, o mesâfelere eşit uzunlukta iplerle makaralar birbirine bağlanır. Artık mahya hazırlanmış demektir. Bunu iki minâre arasına asmak için evvelâ karşılıklı iki minâre şerefesi arasında kalın bir ip gerilir. Diğer bir ipin bir ucu da yazının ilk kandili makarasına bağlandıktan sonra, karşı şerefeye bağlı bir makaradan geçirilerek mahyacının bulunduğu şerefeye uzatılır ki, bu da gerilmiş olan diğer ipin alt tarafında bolca olarak durur. Gündüzleri iki minâre arasında biri paralel ve gergin, diğeri altta kavisli ve bol olarak görülen ipler bunlardır. Her akşam değiştirilen yazılara âit ipler, gündüzden takımıyle alınarak şerefeye çıkarılır. Sırasiyle mahya ipinin makaralarına takılacak o yazıya mahsus olan ara ipleri de bağlanır. Gece mahya kurulacağı zaman (ki umûmiyetle akşam namazından sonradır) şerefenin kenarında duran bu ipler, sırasiyle birer birer alınarak uçlarına birer kandil takılıp yakılır ve aşağıya salıverilir. Kandiller yandıkça karşıya giden ve oradaki makaradan geçip gelen ip çekilmek sûretiyle makaralar tahrik edilerek öbür minâreye doğru gönderilir.
Bu sûretle evvelâ yazının baş harfleri ve sonra ortadaki ve nihâyettekiler teşekkül ederek, yazı meydana gelir. Mahyalarda gösterilen yazılar umûmiyetle şunlardır:
“Safâ geldin ey Ramazan”, “Merhabâ yâ şehr-i Ramazan”.
“Bismillahirrahmânirrahîm”, “Elvedâ yâ şehr-i Ramazan”.
“Ya Allah” ve “Muhammed”
“Lâilahe illallah”
“Ahlâk, dînin temelidir”, “İnsaf, îmânın yarısıdır”.
“Dünyâ âhiretin tarlasıdır”
Eskiden Ramazanın on beşinden sonra da gemi, top, kayık, köşk, ağaç, çiçek ve sâire gibi resimler göstermek âdetti.
Mahya iplerini tertib etmek ve mahya kurmak, bilgi ve tecrübeye muhtaç bir iş olduğundan, eskiden her büyük câminin bir mahyacısı olurdu. Bunlar ekseriya birbiriyle yarış edercesine en güç terkipleri yaparak, sanatlarını göstermek isterlerdi.
Eskiden mahyalar, kandillerle kurulurdu. Kandillerde zeytinyağı, fitil tükeninceye kadar yanar, sonra sönerdi. Şimdi mahyalar elektrik ampulleriyle kurulmaktadır.
1929-1936 yıllarında Fransa’nın kuzeydoğu sınırında cephesi 100, derinliği 15 km olarak yapılan tahkimât. Savaş bakanı Andre Maginot’un gayretleri ile inşâ edildiği için, onun ismi ile anıldı. Yer altında yedi kat tesisleri olan bu muazzam tahkîmât, askerî bir şehri andırıyordu. Grup içinde, gruplar arasında ve geri hatlara doğru karayolları ve demiryolları olup, bunlar taşıma ve irtibâtı temin ediyorlardı. Bu yollar hattın çok uzaklarından tekrar yer yüzüne çıkıyordu. Majino hattının tam karşısına 1938 yılında Almanlar, Siegfried hattını yaptılar.
Majino hattı, Belçika sınırına uzanmadığı için, Almanların Belçika’yı işgâlden sonra Fransa’ya girmesi, hattın yarılmasına sebep oldu (Mayıs 1940). İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında Nato tarafından kullanıldı ise de 1964’ten sonra tedrîcen terk edildi.
İngiliz siyâset ve devlet adamı. 29 Mart 1943’te Londra’nın güneyinde doğan Major’un çocukluğu fakirlik ve sıkıntı içinde geçti. Ancak ortaokulu bitirebildi.
Çeşitli işlerde çalıştı. 1979’da Muhâfazakâr Partinin Huntingdon’dan milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Margaret Thatcher’in kabinesinde ilk defa 1987’de hazine bakanı olarak vazife aldı ve Mâliye Bakan yardımcılığı yaptı. Temmuz 1989’da Dışişleri Bakanlığına getirildi. Üç ay sonra Maliye Bakanı oldu. Bu vazifesini başbakan oluncaya kadar sürdürdü. Kasım 1990’da Margaret Thatcher’in yerine İngiltere Başbakanlığı ve Muhâfazakar Parti başkanlığı vazifesini üstlendi. 1991’in ilk aylarında Thatcher’a göre daha ılımlı ve yumuşak bir politika takib etti. Körfez Krizi husûsunda tâkib ettiği politikayla İngiltere halkının ilgi ve desteğini topladı. Kamuoyu desteği 1991 yılı boyunca da devam etti. Her konuda millî uzlaşma sağlamaya devam eden Major, İngiltere’deki etnik azınlıkların, eşcinsellerin ve çalışan kadınların problemlerine daha sıcak bakması sebebiyle de ilgi topladı. İngiltere ile Avrupa Toplulukları (AT) arasındaki görüşmeleri ustalıkla yürüttü. Aralık 1991’de Hollanda’nın Maastrich şehrinde yapılan AT zirvesinde İngiltereyi AT çapında uygulanacak tek para birimi ve çalışma kânunlarıyla alâkalı kararların dışında tutmayı başardı. Muhafazakâr Partinin birliğini korumayı sağladı. Fakat ekonomik sahadaki durgunluk Major’un kamuoyu desteğini giderek azalttıysa da, Major güçlü lider konumunu sürdürdü.
Hâlen Muhafazakâr Parti başkanlığını ve İngiltere başbakanlığı vazifesini sürdürmektedir (1993).
(Bkz. Edebî Türler)
Alm. Spule, (lauf-) Rolle, (Seil-) Trommel (f.), Fr. Bobine, poulie (f.), İng. Pulley, block, reel, spool, bobbin. Üzerine bükülebilir elastik elemanlar sarılabilen kenarları çıkıntılı silindir. Kullanılan elastik elemanlar iplik, ip, halat, kablo, zincir, şerit, filim vb. çok çeşitli yapıda olabilirler. Günümüzde çeşitli kullanma alanları bulan bu elemanın, M.Ö. beşinci yüzyıldan beri kullanıldığı sanılmaktadır. Günlük hayatta üzerlerine iplik ve fotoğraf filmi gibi elemanlar sarılarak bunların muhâfazası için kullanılır. Fakat esas önemli kullanma alanları, elastik elemanlar yardımıyla güç ve kuvvet nakli için, mekanik bir eleman olarak kullanılmalarıdır. Denizcilikte, bilhassa yelkenli gemilerde kullanılan en önemli tertibatlardan biridir. Konveyör, vinç ve kren gibi taşıma ve kaldırma makinalarında çok geniş kullanma alanı bulur. Değişik bir kullanma alanı da tankların palet sistemlerinin tahriki ve desteklenmesidir.
Makaralar, genellikle bir yükün kaldırılmasında halat veya zincir gibi elemanlarla kullanılarak; kuvvetin yönünü değiştirip, yükün kaldırılmasını kolaylaştırmak veya palanga gibi makara sistemleri yardımıyla gerekli kaldırma kuvvetini azaltmak gâyesiyle kullanılır. Makara, içinde kama kanalı ve makara pernosunun geçtiği delik bulunan göbek, halat veya zincirin geçtiği kanallı çemberi ihtivâ eden jant ve bu iki kısmı birbirine birleştirerek destekleyen gövdeden meydana gelir. Jant kanalından makaraya sarılan halat veya zincirin ucuna kaldırılacak yük takılıp, diğer ucuna istenen yönden kuvvet tatbik edilir. Halatın kuvvet tatbiki ile çekilmesi makarada dönme meydana getirerek yükün kaldırılmasını sağlar. Jant veya makara çemberinin kesiti, kablo ve halatların geçmesi için dibi yuvarlatılmış “V” biçiminde bir yiv şeklinde yapılır. zincirlerin geçişi için ise zincir halkalarının oturacağı biçimde oyuklu bir jant kanalı kullanılır.
Halat makaralarında jant kanalının şekli, boyutları ve yiv profili, makara çapına bağlı olarak standartlaştırılmıştır. Kullanılan halat çapına göre makara bu standartlardan seçilebilir. Halat makaraları ya döküm veya kaynak yoluyla îmâl edilebilir. Küçük demir döküm makaralar, dolu kasnaklı gövdeler, daha büyükleri ise 4 veya 6 takviye kanatlı ve daire şeklinde oyuklu veya kayış kasnaklardaki gibi parmaklı îmâl edilir. Göbek deliğinin çapı makara pernosuna uygun olarak alınır. Perno ve göbeğin yük altındaki mukâvemetleri hesaplanarak kontrol edilmelidir.
Demir döküm halat makaralarının mekanik dayanıklılığının düşük olması sebebiyle ağır işletmelerde oldukça daha pahalı olan çelik döküm makaralar kullanılır. Ancak, döküm makaralardan çok daha hafif olan ve çelik döküm makaralardan daha ucuza mâl olan kaynaklı halat makaraları gittikçe artan bir oranda kullanılmaya başlanmıştır. Bu makaralarda makara çemberi bir köşebent demiri veya lama demirinin kenar çekme tezgahında yiv profiline uygun olarak şekillendirildikten sonra, bir şablon üzerinde yarım dâire şeklinde bükülüp, böyle iki yarım daire şekilli parçanın birbirine kaynatılmasıyla elde edilir. Sonra makara çemberi ve göbek, lama veya yuvarlak demir parmaklarla kaynak yoluyla birleştirilir.
Makaralar kuvvetin yönünü değiştirerek, kuvvet uygulamasında bir kolaylık sağlamalarına rağmen kuvvetin değerini küçültmezler. Aksine sürtünmeler dolayısıyla uygulanacak kuvvetin yükten büyük olması gerekir. Yâni makaranın çalışmasında bir verim söz konusudur. Bu verim, makaranın yataklanma şekline ve kullanılan elastik eleman (halat, zincir vb.) ile jant kanalı arasındaki sürtünmeye bağlı olarak değişebilir. Yük kaldırmada kullanılan sâbit makarada kuvvet kazancı mevcut olmayıp yükün kaldırılmasında yüke eşit bir kuvvet uygulanır (Kuvvet=Yük). Hareketli makara sisteminde ise yükün yarısı kadar bir kuvvet kazancı olup,
Kuvvet = Yük
2
bağıntısı mecuttur. Kuvvetin, makaralar yardımıyla daha da azaltılması için palanga sistemleri kullanılır Palanga sisteminde ise
Kuvvet = Yük
Makara sayısı
bağıntısı mevcuttur. (Bkz. Palanga)
Kıbrıslı Rum din ve devlet adamı. Asıl adı Mihail Hristodolu Muskos’tur. Rumca “kutsal” mânâsına gelen Makarios ünvânıyla meşhur olmuştur. Fakir bir köylünün oğludur.
1913’te GüneyKıbrıs’taki Baf bölgesinde doğdu. İlköğrenimini doğum yerinde gördü. 13 yaşından îtibâren dînî tahsile yöneldi.Kıbrıs’ta, Atina Üniversitesinde teoloji öğrenimi gördü. 1946’da papaz olunca Rumca kutsal mânâsına gelen Makarios ünvânını aldı. Amerika’nın Boston Üniversitesinde teoloji öğrenimini sürdürdü. 1948’de Kition (Larnaka ve Limasol bölgeleri) piskoposluğuna tâyin edildiği için, öğrenimini bitirmeden Kıbrıs’a döndü.Siyâsetle de uğraşarak Kıbrıs’ı Yunanistan’a katma gâyesi güden Enosis çalışmalarına önderlik etti. Bu çalışmaları sebebiyle dikkatleri üzerine çekerek Kıbrıs Başpiskoposu seçildi. Ekim 1950’de Makarios-III adını aldı. Adanın Yunanistan’a katılmasını gerçekleştireceğine yemin etti.
Yunanlı Albay Grivas’la birlikte EOKA adlı gizli terör ve tedhiş teşkilâtının kurulması için çalıştı. İngiltere’nin Kıbrıs’a özerklik veya Milletler Topluluğu üyesi statüsü verilmesi yolundaki tekliflerine ve Türkiye’nin adayı taksim etmek yolundaki isteklerine karşı çıktı. 1954’te Yunan Başbakanı Aleksandros Papagos ile görüşerek Enosis için Yunanistan’ın desteğini sağladı.Kısa bir müddet sonra EOKA Tedhiş Teşkilâtı silâhlı hareketlere başladı. Bu silâhlı hareketleri perde arkasından idâre ettiği ve ayaklanma kışkırtıcılığı yaptığı gerekçesiyle İngilizler tarafından Mart 1956’da Seyşel Adalarına sürgün edildi. Arkasından EOKA’nın silâhlı eylemleri hızla tırmandı. Ertesi yıl Kıbrıs’a dönmemesi kaydıyla serbest bırakıldı ve Atina’ya yerleşti. Kıbrıs konusunun ele alındığı Birleşmiş Milletler toplantılarına Rum toplumu temsilcisi olarak katıldı. Türkiye’nin İngiltere ve Yunanistan ile birlikte taraf olduğu Zürich ve Londra görüşmelerinde de Kıbrıslı Rumları temsil etti ve yapılan antlaşmaları imzâladı. Şubat 1959’da Kıbrıs’a dönmesine izin verilen Makarios Enosis isteğinden vazgeçerek uzlaşmaya yanaştı. 13 Aralık 1959’da bağımsız Kıbrıs Cumhûriyetinin cumhurbaşkanlığına seçildi. Yardımcılığına da Türk toplumundan Fâzıl Küçük getirildi.
Kısa bir müddet sonra anayasanın değiştirilmesini isteyen Makarios, anayasanın Türklerle ilgili hükümlerini yürürlükten kaldırmaya teşebbüs etti.Türk toplumu bu değişikliğe karşı çıktı. Kanlı Noel Olayları diye bilinen Aralık 1963’te Türklere karşı girişilen katliamda pekçokTürk hunharca katledildi. İki toplum arası açıldı. Türkiye’nin teminatçı devlet olarak askerî güç kullanması üzerine güç durumda kalan Makarios önceleri yalnızca Rum çıkarlarını savunurken daha sonra iki toplumlu Kıbrıs’tan bahsetmeye başladı. 1967’de Türk toplumunun merkezî idârenin yetkisi dışında kalan işleri yürütmek için teşkil ettiği Kıbrıs Türk Geçici İdâresiyle görüşmek zorunda kaldı.Toplumlararası anlaşmazlıklar sürerken Şubat 1968’de Rumlar tarafından ikinci defâ cumhurbaşkanı seçildi. 1972’de bâzı piskoposlar dînî vazifelerini aksattığı gerekçesiyle cumhurbaşkanlığından ayrılmasını istediler. Fakat 1973’te üçüncü defa cumhurbaşkanı seçildi. Hemen Enosis îlân edilmesini isteyen Yunanistan’daki cuntayla arası bozuldu. Temmuz 1974’te Yunan subayları idâresindeki Rum Ulusal Muhafız Birliği bir darbeyle iktidara EOKA liderlerinden Nikos Sampson’u getirince, Makarios Kıbrıs’tan kaçarak Ağrotu (Akrotiri) İngiliz üssüne sığındı. Oradan da Malta’ya ve Londra’ya kaçtı. Aralık 1974’te Kıbrıs’a dönerek Kıbrıs Rum kesiminin liderliğini üstlendi. Üçüncü dünyâ ülkeleri liderleriyle görüşerek, onları büyük ölçüde kendi safına çekmeyi başardı. Kuzey KıbrısTürk Federe Devletinin kurulmasına şiddetle karşı çıkan Makarios, Türk Toplumunun lideri kahraman Rauf Denktaş’la Ocak 1977’de görüşmek zorunda kaldı. 3 Ağustos 1977’de Lefkoşe’de öldü.
Alm. Schere (f); Schermaschine (f), Fr. Ciseaux (m.pl.), cisailles (f.pl.), İng. Scissors; shears. Kumaş, kâğıt, bez, saç gibi maddeleri kesmek için kullanılan, perçinli bir eksen ile ortadan birbirine eklenen, kestirmek için biri diğerine yaklaştırılan, iki çelik bıçak parçası.
İnşaatçılık sektöründe bir çatının kendi ağırlığı ile kar, rüzgâr ve buna benzer yükleri taşıyabilmesini sağlayan ağaç ve demir kiriş sistemine, iki tren yolunun üçüncü bir tren yolu ile kesiştiği yere, tren katarlarının bir hattan diğer hatta geçmesini sağlamak için rayları açıp kapamaya yarayan otomatik cihazlara da makas adı verilir. Motorlu ve motorsuz vasıtaların tekerleklerinin iç tarafındaki iğ denen kısma yassı çelik levhalarının üstüste konarak meydana getirdikleri sistem de bu isimle anılır.
Makas, çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Lambanın bulunmadığı, mumların aydınlatmada kullanıldığı devirlerde, yanan mum fitillerini kesip temizlemek için, mum şamdanlarının yanında üst kısımlarında kutu şeklinde hazneleri bulunan makaslar vardı.
Osmanlılarda makasçılık, 15 ve 16. asırlarda bir sanat dalı olarak en yüksek seviyeye çıkmıştır. Makaslar ne kadar hafif olursa o kadar değerlidir. Bunun yanında makasın yapımında kullanılan çelik cinsi de çok mühimdir.
Makasların yapılış ve kullanılış şekillerine göre çeşitleri ve biçimleri vardır: Kullanılmaları da değişiktir: Teneke, ince kâğıt, saç, kumaş, bez gibi maddeleri kesmek için kullanılan makaslar tek elle kullanılır. Bahçıvanların otları ve buna benzer ağaçları aynı boyda kesmek için kullandıkları ağaç saplı makaslar ile, kalın saç levhaları, demir ve mâdenî telleri kesmede kullanılan makaslar, çift elle kullanılır. Bunlardan başka kartonculuk, ciltçilik ve konfeksiyonculukta büyük topları kesmek için kullanılan makaslar ise tezgah üzerinde oturtulmuş bir şekilde otomatik olarak kullanılır.
Kullanılan başlıca makas çeşitleri: Kâğıt makası, tırnak makası, terzi makası, bahçe makası, çit makası, bahçıvan makası, düğme makası, cep makası, dal makası, oya makası, mum makası, dikiş makası, bıyık makası, teneke makası, biçki makası, demir kesme makası ile bir de kumaşı tırtıllı şekilde kesmek için ağzı oyuk oyuk olan “Sürfile” makasıdır.
DEVLETİN ADI |
Makedonya Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Üsküp |
NÜFÛSU |
2.050.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
25.713 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Makedonca |
RESMÎ DÎNİ |
Yok |
PARA BİRİMİ |
Denar |
Balkan Yarımadasında yer alan bir devlet. Güneyinde Yunanistan, doğusunda Bulgaristan, batısında Arnavutluk, kuzeyinde ise Yeni Yugoslavya yer alır.
Târihi
Bölgede, bilinen ilk hâkimiyeti, M.Ö. 725’lerde Argead Hânedanından, Birinci Perdikas kurdu. Makedonya Krallığını kuran bu hânedan, Yunan asıllı değildir. Krallık Sırbistan ve Trakya’da genişledi. Bölge, M.Ö. 513’ten 479’a kadar Perslerin işgâlinde kaldı. Perslerin çekilmesiyle Makedonya Krallığının başşehri Pella oldu. Kral İkinci Amiktas, Üçüncü Fredikas, İkinci İskender devrindeki hânedanlık kavgalarında, kuzeyden Balkan kavimlerinin istilâsına uğradı. M.Ö. 359’da İkinci Filip’in kral olmasıyla, devletin otoritesi kuvvetlendi. Hânedan kavgasına son verilip, istilâcılar çıkartıldı. Sınırlar genişletildi. İkinci Filip’ten sonra yerine Büyük İskender (M.Ö. 334-323) kral oldu. Büyük İskender, Yunanistan, İran, Anadolu, Suriye ve Mısır’ı alıp, Türkistan ve Hindistan’a girdi. Büyük İskender, kazandığı savaşlar sonunda ahlâksızlıklarda azıtıp, otuz üç yaşında sefâletle ölünce, M.Ö. 323’te Dördüncü İskender kral oldu. Onu Büyük İskender’in kumandanlarından Antigonos Kiklons öldürerek, Makedonya krallığına geçti. Antigonos Makedonya’da yeni hânedanın kurucusudur. Romalıların bölgeye hâkim olmasına, Makedonya Krallığı karşı koymuşsa da, M.Ö. 172-168 yılları arasında üçüncü sefer sonunda yenildiler. Makedonya Roma İmparatorluğunun bir eyâleti hâline getirildi. Avrupa’daki kavimler göçü esnâsında ve sonrasında sık sık istilâya uğrayan Makedonya, mîlâddan sonra 6. yüzyılda Slavlaşmaya başladı. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Bulgarlar bölgede kuvvet kazandı. Dördüncü Haçlı Seferinde 1204-1224 yılları arasında Makedonya’da Latin Krallığı kuruldu. 1230’larda Bulgarların, 1280’de de Sırpların hâkimiyetine geçti.
Osmanlı Devleti, Anadolu’da kurulup, adâlet üzere idâre edilmesi sâyesinde kısa zamanda genişleyip, 14. yüzyılda Avrupa kıtasına da hâkim olmaya başladı. Osman Bey devrinde, Makedonya’ya ilk Osmanlı akını 1324 yılında yapıldı. Osmanlı Sultanlarından Birinci Murâd Han devrinde, 26 Eylül 1371 Cirmen Zaferiyle Türklere Makedonya’nın kapıları açılarak, Balkanlardaki mukâvemet kırıldı. 1371’den sonra başlatılan Makedonya fütühâtı, 1373 yılına kadar tamamlandı. 1371’den 1877-1878 Osmanlı-Rus (Doksanüç) Harbine kadar fâsılasız Osmanlı hâkimiyetinde kalan Makedonya, 1878’de Rusların işgâline uğramışsa da, aynı yıl yapılan Berlin Antlaşmasıyla tekrar kurtarıldı. 1912- 1913 Balkan Harbi felâketinden sonra, Makedonya Osmanlı hâkimiyetinden çıktı. Bölgedeki Türk ve Müslüman ahâli Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kalmasına rağmen, bölgede hâlâ çok sayıda Türk-İslâm nüfûsu yaşamaktadır. 1371’den 1913 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalan Makedonya on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar sulh, sükûn ve huzur devrini yaşadı. Bu devirde Makedonya’da sanat değeri yüksek mîmârî eserler inşâ edildi. Ahâlinin sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması için pekçok müesseseler kuruldu. Sivil ve askerî okulların açılması ve çeşitli müesseselerin kurulmasıyla Makedonya’nın hayat ve kültür seviyesi yükseltildi. Bölgedeki Osmanlı eserlerinin çoğu haçlı, slav ve komünizm zihniyetleriyle tahrip edilmesine rağmen, geride kalanlar dahi o devrin şâheser âbidelerindendir.
Makedonya’nın Türklerin hâkimiyetinden çıkması, 19. yüzyılda şiddetlenen Papalık ve Rusya’nın propagandası sebebiyledir. Bölge Osmanlıların elinden çıkmasıyla, toprak bütünlüğünü kaybetti. Önce Balkan devletleri arasında savaş meydanı hâline gelen Makedonya, Birinci Dünyâ (1914-1918), İkinci Dünyâ (1939-1945) savaşlarında da aynı âkibete uğradı. İkinci Dünyâ Savaşı sonunda, 1947’de Makedonya Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan arasında paylaşıldı.
Yugoslavya sınırları içinde kalan Makedonya topraklarında, Yugoslavya’yı meydana getiren cumhûriyetlerden biri olan Makedonya Cumhûriyeti kuruldu. Makedonya Cumhûriyeti, Yugoslavya’nın parçalanması üzerine kurulan Yeni Yugoslavya’dan 1991’de yapılan referandum ile ayrıldı ve bağımsız bir devlet hâline geldi. Birçok ülke Makedonya’yı tanırken, Yunanistan’ın îtirâzı ile Avrupa Devletleri tanımadı. Bunun nedeni ise yeni cumhûriyetin, Yunanistan’daki bir bölge ile aynı ismi taşıması idi. Yeni devletin isminin değiştirilmesi yönünde Yunanistan’ın istekleri hâlâ devam etmektedir.
Fizikî Yapı
Makedonya, fizikî olarak, tektonik yer değiştirmelerin gençleştirdiği çok yaşlı yükseltilerle kaplı dağlık bir arâziye sâhiptir. Orta Vardar Vâdisinin iki yakası boyunca uzanan Makedonya topraklarını 2000 metreyi geçen Sar Planina, Pelisten ve Osogova dağları engebelendirir. Ohri, Dorian ve Prespa göllerinin büyük bir bölümü ülke sınırları içinde kalır. En önemli akarsuları İncekara ve Vardar nehirleridir.
İklim
Ülke toprakları genelde engebeli arâziden meydana geldiğinden kara iklimi hâkimdir. Yazları sıcak ve kurak, kışları da soğuk geçer.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Ülke nüfûsu 2.050.000 olup, nüfus yoğunluğu 79’dur. Sınır belirlemeleri yüzünden halk önemli ölçüde yer değiştirmesinden dolayı yirmi sene süren göçlerden dolayı, nüfus hızla azalmıştır. Ülke nüfûsu yeni yeni artmaya başlamıştır. Nüfûsun % 53.9’u kentlerde, % 46.1’i kırsal kesimde yaşar. Karışık milletlerin yaşadığı ülkede nüfûsun % 67’sini Makedon, % 19.8’ini Arnavut, % 4.5’ini Türk, % 2.3’ünü Sırp, % 2.3’ünü Çingene, % 2.1’ini Boşnak ve % 2’sini de diğer milletler meydana getirir.
Halkın büyük kısmı Hıristiyandır. Ayrıca küçük bir Yahûdî cemaati ile çok sayıda Müslüman vardır. Başlıca şehirleri, Üsküp, Tetova, Kumanova ve Bilda’dır.
Ekonomi
Makedonya ekonomisi tarım ve sanâyiye dayalıdır. Ayrıca ormancılık, mâdencilik ekonomide önemli yer tutar. İyi bir şekilde sulanan ovalar Avrupa’nın âdetâ sebze ve meyve ambarıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, üzüm, mısır, patates, pamuk, tütün, haşhaş, susam, pirinç ve eriktir. Dağlık kesimlerde hayvancılık yaygın olarak yapılır. Koyun, sığır, domuz ve tavuk en çok beslenen hayvanlardır. Göllerde balıkçılık yapılır.
Ülke topraklarında bulunan bakır, kurşun, çinko, kaolin, dolomit, jips, kireçtaşı, demir, gümüş çıkarılarak işlenir. Elektrik enerjisini, İncekarasu Irmağı üzerinde bulunan santrallerden sağlanır.
Makedonya’da ulaşım daha çok karayolu ile sağlanır. Karayollarının uzunluğu 10.591 km’dir. ayrıca 693 km’lik bir demiryolu ile bir hava alanı vardır.
Alm. (verkleinertes) Modell (n), Entwurf (m), Skizze (f), Schema (n), Fr. Maquette (f), İng. Model. Bir yapı veya eşyânın çok küçük ölçüde yapılmış modeli. Maket malzemesi olarak karton, tahta ve selefon gibi hafif, dayanıklı ve işçiliği kolay olanlar tercih edilir. Balmumu ve killi toprak gibi malzemeler de heykelcilikte kullanılabilir. Araştırma safhasında olan önemli liman, gemi, baraj, tren, uçak gibi şeylerin bütün boyutlarının belli bir oranda küçültülerek yapılması ile onların maketleri ortaya çıkar. Matbaa ve basım tekniğinde, dizicinin sayfa düzenini sağlayan çizime de maket denir.
Sinema tekniğinde kullanılan birçok maket, yakından filme alınarak, gerçekmiş gibi gösterilir.
Millî, dinî yapı veya şahıs heykellerinin maketleri, müzelerde saklanır. Üçüncü Ahmed Çeşmesinin altın kaplı büyük maketi Topkapı Sarayı Müzesinde saklanmaktadır. İstanbul Süleymaniye Câmiinde, Kâbe-i muazzamanın çok güzel bir maketi bulunmaktadır.
Maketçi, istenen boyutta her çeşit maket yapabilen kişidir. Güzel sanatların bir dalı olan maketçilik; bilgi, kâbiliyet ve dikkat isteyen bir iştir.
Alm. Macchia (f), Fr. Maquis (m), İng. Scrub, bush. Akdeniz bölgesinin tipik dâimâ yeşil olan bodur çalılardan ibâret bitki örtüsü. Bunlar, bir yandan karakteristik olarak daha yumuşak olup, uçtan köke doğru kuruyan çalılardan, öte yandan tek bir odunsu ana gövdesi olan ağaçlardan farklıdır.
Lâkin bu konuda kesin bir sınırlama ve tasnif yapılamaz. Meselâ, kuşotu denilen bitkinin, diğer çalılar gibi mevsimlik olarak ve yukarıdan aşağıya kurumaması, akçaağacın diğer ağaçlardan farklı olarak köklerinden îtibâren dallı olması gibi.
Bunlar Akdeniz iklim bölgelerinde deniz seviyesinden îtibâren 400-500 m’ye kadar bulunurlar. Bir kısmının yaprağı dökülür, bir kısmınınsa dökülmez. Defne, kocayemiş, süpürgeçalısı, taşmeşesi, bodur, ardıç, mersin, çitlenbik, sakız ağacı, laden ve yabânî zeytin makilere örnektir.