MAHMÛD HAN-2

Otuzuncu Osmanlı sultanı. İslâm halîfelerinin doksan beşincisidir. Osmanlı sultanlarından Birinci Abdülhamîd Hanın Nakş-i Dil Sultandan olan oğlu olup, İstanbul’da 20 temmuz 1786 târihinde doğdu. Şehzâdeliğinde iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ve fen ilimlerini, devrin kıymetli âlimlerinden öğrendi. Amcası Üçüncü Selim Han onun yetişmesine çok îtinâ göstererek, modern askerî ve teknik bilgileri ve devlet idâresini iyi bir şekilde öğrenmesini sağladı. Selim Han tahttan indirildikten sonra da yeğeni Mahmûd’la sık sık görüşerek, ona tavsiyelerde bulundu ve tahta çıktığı zaman dikkat etmesi gereken hususları bildirdi. 28 Temmuz 1808’de Alemdâr Mustafa Paşanın Selim Hanı tekrar başa geçirmek üzere saraya girdiği sırada sâbık hâkânın âsîler tarafından şehit edilmesi üzerine Sultan Mahmûd, Osmanlı tahtına çıktı.

İkinci Mahmûd Han, Alemdâr Mustafa Paşayı, vezîriâzam tâyin edip, Kabakçı isyânından sonra ülkede pekçok hâdise çıkaran zorbaları yola getirmekle vazifelendirdi. Kabakçı Mustafa isyânında rol oynamış bulunan âsîler cezâlandırıldı. Fesat çıkaranlar İstanbul dışında ikâmete mecbur tutuldu. İstanbul’da otorite sağlamaya çalışılırken, Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde ve bilhassa Halep ve Bağdât’ta vâlilerin çıkardığı karışıklıklar devâm ediyordu. Cezâyir’in idâresini dayılar ele geçirmişti. Vehhâbîler Haremeyn’i zaptederek, hutbelerden pâdişâhın adını kaldırmışlardı. Bu kötü gidişe, dur demek isteyen Sultan Mahmûd, Anadolu ve Rumeli vâlilerini İstanbul’a dâvet etti. Bu vâlilerin yeni Sultan’a bağlılıklarını bildirmeleri istendi. Vâliler İstanbul’a gelip, Sultan Mahmûd Hana bağlılıklarını arz ettiler ve muhtemel âsîlere karşı ittifak senedi imzâladılar. (Bkz. Sened-i İttifak)

Diğer taraftan isyânlar neticesinde iyice bozulan yeniçeri ocağını yola getirmek için tâlim ve terbiye usûllerinin tekrar tatbik edilmesi istendiyse de, yeniçeriler bu icrââttan memnun olmadılar. 14 Ekim 1808’de Sekbân-ı Cedîd adıyla modern bir ordu kurulmaya başlandı. Sekbân-ı Cedîd askeri, yeniçeriler ve taraftarları tarafından Nizâm-ı Cedîd’in ihyâsı olarak kabûl edildi. Vezîriâzam Alemdâr Mustafa Paşanın devlet adamlarına ve askerlere karşı tâvizsiz icrââtları, yeniçerileri harekete sevk etti. 14-15 Kasım gecesi meydana gelen büyük isyan sırasında Alemdâr Mustafa Paşa öldürüldü. Mahmûd Han, yenilikleri durdurmak zorunda kaldı.

İstanbul’daki hâdiselerin yatıştırılmasından sonra diğer iç ve dış meselelerin halline bakıldı. Arabistan’daki Vehhâbîler, Osmanlı Devletine ve Ehl-i sünnet Müslümanlara karşı siyâsî faâliyetlerden katliamlara varan tecâvüzlerde bulunuyorlardı. Bu arada Vehhabîlerin reisi Sü’ûd bin Abdülazîz, Hicaz’ı istilâya teşebbüs etti. Hac mevsiminde hacıların yollarını kesip, Müslümanlara işkenceleri ve İslâm dînine olan hakâretleri, dayanılmaz bir hâl aldığından, Halîfe İkinci Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşaya ferman gönderip, Vehhâbîleri cezâlandırmasını emretti. Mehmed Ali Paşa bir dizi harpten sonra mübârek beldeleri Vehhâbîlerden temizledi. Zafer haberine çok sevinen Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşaya ihsanlarda bulundu. (Bkz. Vehhâbîlik)

Öte yandan Balkanlarda, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletinin birlik ve bütünlüğünü parçalamak gâyesiyle yaptırdıkları bölücü ve yıkıcı faaliyetler çok artmıştı. Sırplar Bükreş Antlaşması ile (28 Mayıs 1812) muhtâriyet kazanmalarına rağmen rahat durmuyorlardı. Osmanlı Devletine ödeyecekleri senelik vergiyi kestiler. Tam istiklal propagandaları ile kalelerdeki Osmanlı askerlerine saldırmaya başladılar.

1813 yılında, Sırplıları yola getirmek için Hurşid Paşa seraskerliğinde sefer açıldı. Hurşid Paşa Belgrad’a gelip, âsîleri yola getirdi. Âsî Sırp lideri Kara Yorgi, esir düşmekten kurtulmak için, Avusturya’ya kaçtı. Belgrad ve Semendire kaleleri Osmanlılara tâbi oldu. Serasker Hurşid Paşanın umûmî af îlân etmesiyle, Sırplıların silahları toplatıldı. Kara Yorgi’den sonra Sırplıların başına Miloş Obrenoviç geçti. Osmanlı Devletine sadâkatle hizmete devâm eden Miloş Obrenoviç, 1818’de Avusturya’dan dönen rakibi Kara Yorgi’yi öldürdü. 1829 yılında Sırbistan’a muhtâriyet verilmesine rağmen, yıllık vergi vermeyi ve dış işlerinde Osmanlılara bağlılığını devâm ettirdi.

Arnavutluk’ta ise Tepedelenli Ali Paşanın nüfuzu sebebiyle Rumlar, Rusya’nın bütün teşvik ve yardımlarına rağmen isyana cesâret edemiyorlardı. Ancak Fenerli Rumlarla eskiden beri sıkı münâsebetlerde ve İngilizlerle gizli muhâberelerde bulunan Hâlet Efendinin hâince faâliyetleri ve özellikle Tepedelenli Ali Paşayı bertaraf etmesi Yunanlılara ayaklanma fırsatı verdi.

Etniki Eterya ve Fener’deki Rum Patrikhânesinin hedef tâyin ettiği isyan, 1820 yılında başlatıldı. 12 Şubat 1821’de Mora Yarımadasına yayıldı. Rum âsîler, yüzyıllardır hâkimiyeti altında yaşayıp, komşuluk hakkını dahi çiğneyerek, Müslüman ahâliye karşı katliamlara giriştiler. İsyan Atina, Tesalya ve Adalara da yayıldı. Katliamlarda 1500 Müslüman şehit edildi. Rus Çarının yâveri ve Etniki Eterya lideri Aleksandra İpsilanti, 6 Mart 1821’de Eflak’ta isyan çıkardı. İsyan bastırıldı. İkinci Mahmûd Han, âsîlere karşı yerinde ve zamanında tedbir aldı. Bölge ahâlisine silâh dağıttırdı. Bölgede isyanlarla alâkası görülenler cezâlandırıldı. İstanbul’daki Rum Patriği ve birkaç metropolit, isyanla alâkası görülerek asıldılar. Osmanlı Devletinin iç durumu ve Avrupa devletlerinin âsîlere devamlı yardım ve müdâhaleleri, isyânın bütünüyle bastırılamamasına sebep oldu. Mora’daki isyan büyüyerek Adalara ve Selanik’e kadar yayıldı. Bu durum üzerine Sultan Mahmûd Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşayı isyanı bastırmaya memur etti. Nitekim Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa kumandasında gönderdiği küçük, fakat disiplinli ve modern ordu, isyânı kısa sürede bastırmaya muvaffak oldu (1825).

Yunan isyânı sırasında yeniçeri ve sipâhîlerin daha fazla bozulduğunu gören Sultan Mahmûd Han, bu fesât yuvalarını ortadan kaldırmaya karar verdi. Yeniçerilerin artan tecâvüz ve zorbalıkları kamuoyunu da aleyhlerine çevirmişti. Pâdişâh, Yunan isyânının bastırılmasıyla kavuşulan sulh devresinde önce, orduyu ıslâha girişti. Ancak askerî tâlim ve terbiyeye karşı çıkan yeniçeriler, isyân mânâsında kazan kaldırdılar. Buna karşılık Sultan Mahmûd Han da sadrâzam, şeyhülislâm ve devlet erkânını toplayarak yeniçerilerin artık hıyânette bulunduklarını, bu sebeple tedbir alınmasını belirtti. Âlimler, din ve devletin bekâsı için bu fesat yuvasının ortadan kaldırılması gerektiğini bildirdiler. Şeyhülislâmın fetvâsı ile sancak-ı şerîf çıkarılarak, dînine ve pâdişâhına bağlı olanların onun altına gelmesi ve mücâdeleye girişmesi istendi. Böylece eşine ilk defâ rastlanan bir olayla pâdişâha bağlı birlikler halkla bütünleşerek fitne ve fesat yuvası yeniçeri ve sipâhî ocaklarını ortadan kaldırdılar. İstanbul’da âsî, ahlâksız, serseri temizliği yapılarak, yirmi binden ziyâdesi cezâlandırıldı. Yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabûl edilerek Vak’a-i Hayriyye denildi. Kendilerini Bektâşî kabûl eden yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla, hurûfî olan sahte Bektâşî tekkeleri kapatılıp, babaları başka yerlere gönderildi. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adlı asker ocağı kurularak, devrin ihtiyâçlarına göre tâlim ve terbiye edilmesi, silâh verilmesi ve özel kıyâfet giydirilmesi kararlaştırıldı. Topçu, humbaracı ve lağımcı ocakları ıslâh edildi. Mekteb-i Bahriye açıldı. Eğitim ve öğretimi en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar getirildi.

Osmanlı Devletindeki bu süratli ve olumlu gelişme, Avrupa devletlerini harekete geçirdi. İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devleti içerisindeki Mustafa Reşid Paşa gibi adamlarını yardım vâdiyle kullanarak Rusya ile harbe sebebiyet verdirdikleri gibi, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşayı da devletine karşı kışkırttılar. Mısır’da Mehmed Ali Paşanın hâkim olacağı bir devleti tanıyacağını bildiren İngiliz ve Fransızlar, onun güçlü ve disiplinli kuvvetlerini Osmanlılara karşı çevirmeyi başardılar. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında, daha ordusu bütünüyle yeniden teşekkül etmemiş Osmanlı Devletinin Suriye eyâleti üzerine asker sevk etti. 1831-1832 yılındaki muhârebelerde, Mısır askeri, çokluğu ve intizamlı olması sebebi ile gâlip gelince, Osmanlılar Rusya’dan yardım istediler. Bu durum, İngiltere ve Fransa’yı telâşa düşürdü. Fransa’nın aracılığıyla 8 Nisan 1833 Kütahya Antlaşması imzâlandı. Antlaşmaya göre, Mehmed Ali Paşaya Mısır vâliliğine ilâveten Suriye, oğlu İbrâhim Paşaya da Adana eyâleti muhassıllık olarak verildi. 8 Temmuz 1833’te Rusya ile savunma ve yardım esâsına dayanan Hünkâr İskelesi Antlaşması imzâlandı. 1839’da Mısır üzerine ordu sevk edildiyse de neticesi gelmeden İkinciMahmûd Han İstanbul’da vefât etti ve Çemberlitaş’daki türbesine defnedildi.

Sultan İkinci Mahmûd Han, Osmanlı Devletinin ilerlemesini, teknik ve sanâyide devrin seviyesine ulaşılmasını isteyen tedbirli, gayretli bir pâdişâhtı. Devrindeki büyük hâdiseler karşısında aslâ ümidsizlik ve gevşeklik göstermedi. Gayreti sâyesinde devlet, Avrupa tarzında sistemli orduya sâhip oldu.

Avrupa’ya askerlik ve yeni silâhların kullanılmasını öğrenmek için, talebe gönderdi. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurdu. Bu iki müessesenin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirdi. Askerî Tıbbiye, Harbiye ve sivil yüksek okulların öğrenci ihtiyâcını karşılamak için medrese ve mekteplere ilâveten sıbyan mekteplerinin üstünde Rüşdiyeler (ortaokul), devlet memurlarının yetiştirilmesi için de Mekteb-i Maârif-i Adlî kuruldu. Ülkenin ihtiyâçlarını karşılamak, çeşitli sâhalarda mütehassıs eleman yetiştirmek içinAvrupa’ya çok sayıda öğrenci gönderildi. Eğitim ve öğretim parasız olup, ilk tahsil mecbûrî hâle getirildi. Açılan okulların seviyesini yükseltmek için ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için batı dillerinde tercüme bürosu kuruldu. Tekrar Avrupa devletlerinin şehirlerine konsolos gönderilmeye başlandı. 1 Ekim 1831 târihinde Takvim-i Vekâyi adlı gazete, Osmanlı Türkçesi ile ülke içinde çıkarılmaya başlandı. Fransızcası da dış ülkelere gönderildi. Avrupa ülkelerine gönderilen gazeteler ile Türkiye’nin propagandası yapılarak hâdiseler ve ıslâhâtlar dünyâ kamuoyunda değerlendirmeye tâbi tutuldu. Avrupa basınında, Türkiye ve Sultan Mahmûd Hakkında neşredilen yayınlar tâkib edildi.

İkinci Mahmûd Han, hükûmet teşkilâtı usülleri, kıyâfet nizamında yenilikler yaptı. Osmanlı Devlet teşkilâtındaki önceki müesseselerin yerine, Sadrazama Baş Vekil (Başbakan); Defterdara Mâliye Nâzırı (Mâliye Bakanı); Reisü’l-küttâba Hâriciye Nâzırı (Dışişleri Bakanı); Sadrâzam Kethüdâsına Dâhiliye Nâzırı (İçişleri Bakanı) denilmeye başlanıldı. Osmanlı Devletinde büyük bir yekün tutan vakıflar için Evkaf Nezâreti kuruldu. Hükûmet ve ahâlinin önemli meselelerinin görüşüldüğü Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye; askerî işlerin görülüp, kararlaştırıldığı Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî müessesesi kuruldu. Memurlar iç ve dış işlerde olmak üzere ikiye ayrılıp, maaşları, rütbe ve derecelerine göre bağlanarak, verilmeye başlanıldı. 1827’de Osmanlı Tıp Fakültesi kuruldu. 1838’de Karantina usûlünü vücûda getirdi. Posta müessesesini kurdu. Posta yollarının kurulmasına çalıştı. Üsküdar’dan İzmit’e kadar bir posta yolu yaptırdı. 1831 yılında kısmî nüfus sayımı yapıldı. Arabistan’dan asker alınmadığı için sayımdan hâriç tutuldu. Nüfus sayımında insan ve servet durumu ölçülmüş oldu. Dört milyon Hıristiyana karşılık sekiz milyon Müslüman ahâlinin sayımı yapıldı. Bölgelerdeki Hıristiyanların sayısı, devlete verilen cizye miktârını da ortaya çıkarmış oldu.

İkinci Mahmûd Hanın ilmi fazla olup, dînî, fennî, teknik, askerî, idârî ve sanat sahalarında kendisini çok iyi yetiştirmişti. Dindar, akıllı, zekî, çalışkan olup, gayret ve azim sâhibiydi. Şâirdi. Adlî mahlasıyla şiir yazardı. İlim, sanat adamlarına ve eserlerine çok alâka gösterirdi. Onlara kıymet verip, himâye ederdi.

Ülkenin îmârına, ilim, sanat, hayır ve sosyal müesseselerine önem veren İkinci Mahmûd Han, pekçok eser yaptırdı. Bâyezîd Yangın Kulesini; Unkapanı ile Azapkapı arasındaki şimdi Unkapanı Köprüsü denilen Mahmûdiye Köprüsünü; Beylerbeyi ve Çırağan saraylarını; Tophâne’de Nusratiye, Bahçekapı’da Hidâyet, Üsküdar’da Adliye, Arnavutköy sâhilinde Tevfikiye câmilerini yaptırdı. Hazret-i Hâlid’in türbesini mükemmel tâmir ettirip, iyi bir hattat olduğundan sandukası pûşîdesi üzerindeki yazıyı kendi el yazıları ile yazdı. Yine güzel bir hüsnü hatla yazdığı Lefkoşe’de Selimiye Câmiinde asılıdır. Tophâne’de Kâdirî Câmii ve tekkesini tâmir ettirdi.

İkinci Mahmûd Han, 1820 senesinde Hücre-i saâdete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki yazı, Osmanlı Sultanlarının Resûlullah’a olan hürmet ve muhabbetlerinin bir vesîkasıdır:

Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!

Murâdım der-i ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!

 

Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,

Kabûlünle kıl ihsân u inâyet, yâ Resûlallah!

 

Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i’lam,

Cenâbındandır ihsân u mürüvvet, yâ Resûlallah!

 

Dahîlek, el-emân, sad el-emân, dergâhına düşdüm,

Terahhüm kıl, bana eyle şefâ’at yâ Resûlallah!

 

Dü-âlemde kıl istishâb bu Han Mahmûd-i Adlîyi,

Senindir evvel ü âhırda devlet yâ Resûlallah!

Mısır, Yanya ve Mora gibi vilâyetlerin isyânı ve yeniçerilerin kazan kaldırmaları, yok edilmeleri ve Rus ordularının saldırmaları sırasında Sultan Mahmûd Han, Mekke ve Medîne’yi ancak tamir edebilmiş, kendisinden sonra oğlu Abdülmecîd Han, bunları tezyîn için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir.

MAHMÛD-I İNCİRFAGNEVÎ

İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İnsanları Hakka dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on birincisidir. Mâverâünnehr bölgesinin Tûr-i Sînâ gibi mukaddes bir yer olmasına vesîle olan, orayı nûrlandıran büyük âlim ve velîlerden olan Mahmûd-i İncirfagnevî, Buhârâ’nın Fagne köyünde doğdu ve Akbenî nâhiyesinde yerleşti. Doğum târihi bilinmemektedir. 1315 (H.715) senesinde vefât etti. Mîmârlıkla geçinirdi.

Zamânın meşhûr velîsi Hâce Ârif-i Rîvegerî hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemâle geldi. Maddî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşâd edip, saâdet yolunu göstermek için hocasından icâzet aldı. Bir çok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalâletten hidâyete (doğru yola, saâdete) kavuşmasına vesîle oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü Hâce Ali Râmitenî hazretleridir. Kendisinden sonra halîfesi olmuştur.

Zikri sesli yapardı. Vaktinin büyük âlimlerinden Hâce Muhammed Pârisâ’nın dedelerinden olan Mevlânâ Hafizuddîn, Buhârâ’da, o zamânın en büyük imâm ve âlimlerinin huzûrunda, Hâce Mahmûd’a: “Siz hangi niyyetle cehri (sesli) zikr ile meşgûl oluyorsunuz?” diye sordu. Cevâbında: “Uyuyanları uyandırmak, gâfillere işittirmek ve insanları dînin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakîkate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerinin anahtarı ve her mutluluğun esâsı olan tövbe ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum.” buyurdu. Bunu duyunca Mevlânâ böyle zikretmeniz helâl olur.” dedi ve hakîkatini mecazdan ayrılma hudûdunun belli olması için sesli zikrin sınırını(şartını) ricâ etti. Bunun üzerine Mahmûd İncirfagnevî şöyle buyurdu: “Sesli zikir ancak, dili yalandan ve gıybetten boğazı, mîdesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyâ ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühden münezzeh olan yapabilir.” buyurdu.

Büyük âlim Ali Râmitenî anlatır: Hâce Mahmûd-ı İncirfagnevî zamânında, dervişlerden biri Hızır aleyhisselâmı gördü ve ona: “Bu zamanda kendisine uyulacak şeyh kimdir?” diye sordu. Hızır aleyhisselâm: “Şimdiki hâlde, bu dediğiniz sıfatları taşıyan Hâce Mahmûd-ı İncirfagnevî hazretleridir.” dedi.

MAHMÛD MAKAL

Günümüz hikâye ve inceleme yazarlarından. Bir çiftçi âilesinin çocuğu olan yazar, 1930 yılında Aksaray’ın Demirci köyünde doğdu. İlköğrenimini köyünde yaptıktan sonra 1943 yılında girdiği Konya Ereğlisi İvriz Köy Enstitüsünü 1947 yılında bitirdi. Nürgüz, Çardak ve kendi köyünde olmak üzere altı yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Gâzi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümünü 1955 yılında bitirdi ve ilk öğretim müfettişi oldu. İstanbul Sağır ve Dilsizler Ortaokulu Türkçe öğretmeniyken 1967 yılında istifâ ederek, 1969 yılında Bizimköy Yayınevini kurdu ve yazarlığı meslek edindi.

Yazı hayâtına, 1945 yılında Türke Doğru dergisinde yayınlanan bir şiiriyle girdi. Köy Enstitüleri Dergisi’nde de şiirleri 1946 yıllarında yayınlandı. Yazı hayâtında kendisini şöhrete ulaştıran yazıları; öğretmenlik yaptığı Nürgüz köyüyle, kendi köyünün problemlerini, buralardaki hayatın zor şartlarını anlatan 1947-1949 yılları arasında yazdığı Köy Notları’dır. Bu notlar, 1948’de Bizim Köy ismiyle kitaplaşınca büyük yankı uyandırdı. Neticede birçok köy kökenli öğretmenin meydana getirdiği, hâtıra-intibâ karışımı köy notları yazılmasına yol açtı. Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Selahattin Şimşek, Mahmûd Yağmur gibi Köy Enstitülerinden yetişen yazarlar, sanat hayatlarının ilk dönemlerinde hep onu taklit ettiler.

Makal, eğitim meselelerini konu alan yazı ve incelemelerde de bulunarak, bunları kitap hâlinde yayınladı. Makal’ın yolunda olanlar, köy meselelerini ve köylerin zor hayat şartlarını; köy edebiyatı yaparak benimsedikleri sosyalist ideoloji istikâmetinde istismara kadar götürdüler.

Makal’ın eserleri: Bizim Köy (1950), Köyümden (1952), Memleketin Sahipleri (1954), Kuru Sevdâ (1957), 17 Nisan (1959), Köye Gidenler (1959), Kalkınma Masalı (1960), Eğitimde Yolumuz Nereye (1960), İplik Pazarı (1964), Kamçı Teslimi (1965), Ötelerin Havası (1965), Yer Altında Bir Anadolu (1968), Bu Ne Biçim Ülke (1968), Zulüm Makinesi (1969), Kokmuş Bir Düzende (1970), Açlık Pınarı (1973), Karanlığı Zorlayanlar (1976), Köy Enstitüleri ve Ötesi (1979), Bir İşçinin Günlüğünden (1980).

MAHMÛD NEDİM PAŞA

Osmanlı devlet adamlarından. 1818 yılında İstanbul’da doğdu. Şam ve Bağdat vâliliklerinde vazife yapan Mehmed Necip Paşanın oğludur.

Normal öğreniminden sonra Bâbıâlî’de Sadâret Mektubî Kaleminde vazifeye başladı. Devletin çeşitli kademelerinde çalışarak, 1847’de Sadâret ve aynı yıl Hâriciye Müsteşarı oldu. 1855’te Sayda ve Şam, 1856’da İzmir vâliliklerinde bulunduktan sonra, 1858’de Tanzimât Meclisi üyesi oldu. Bundan iki sene sonra kendi isteği ile Trablusgarp Vâliliğine getirildi. Burada yedi sene vâlilikten sonra saraya yanaşmanın çârelerini arayan Mahmûd Nedim Paşa, önce Bahriye Nâzırlığına, Âlî Paşanın ölümü üzerine Sadrazamlığa getirildi (1871). Önceleri Âlî Paşaya karşı duyduğu kinini onun adamlarını vazifeden alıp, başka yerlere tâyin etmekle açığa çıkardı. Bu arada Hüseyin Avni Paşayı Isparta’ya sürdürerek, ileride şehit edilecek olan Sultan Abdülaziz Hanın başına gelecek hâdiselerin tohumunu attı. O günkü şartlarda her zamankinden daha fazla Avrupa devletlerine duyulması îcâb eden yakınlık, onun Rusya tarafını tutması ile yalnızlığa döndü. Rus elçisinin bütün isteklerinin Sadrazam tarafından eksiksiz yerine getirilmesi, kendisinin halk arasında “Nedimof” gibi küçültücü bir lâkapla anılmasına yol açtı.

On bir ay süren Sadrazamlığı sırasında, beş serasker, dört bahriye, dört adliye, beş mâliye nâzırı, altı tophâne müşiri, beş sadâret, altı serasker müsteşarı, sayılamayacak kadar vâli ve taşra memurlarını değiştirmesi, devlet işlerini karıştırması bakımından dikkat çekici hususlardır. Vâliliklerin ödeneklerini kesmesi, lüzumsuz yeni vâlilikler kurarak idâreyi karıştırması, 1872’de görevinden alınarak Kastamonu Vâliliğine gönderilmesine sebep oldu. Adana Vâliliğinde de bulunduktan sonra İstanbul’a getirtilerek önce Şûrâ-yı devlet danıştay başkanlığına, ardından 1875’te ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Hersek isyânına, Sırbistan ve Bulgaristan’daki ayaklanmalara mâni olamayan Mahmûd Nedim Paşa, bütçe açığını kapamak için aldığı tedbirlerle işleri büsbütün karıştırdı. Rus elçisinin telkinlerine kapılarak Bulgaristan İhtilâline karşı askerî tedbir almaması, Balkanlardaki çeşitli hâdiseler, büyük devletlerin müdâhale etmesine zemin hazırladı. Can düşmanı gibi olan Hüseyin Avni ve Midhat Paşaların talebeyi nümâyişe kışkırtmaları, Bosna-Hersek isyanlarındaki başarısızlıkları, mâlî krizin artması sebepleriyle, 12 Nisan 1876’da vazifeden alındı. Çeşme, Sakız’da ikâmete memur edildikten sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında affedilerek İstanbul’a döndü. 1879’da İçişleri Bakanlığına getirilince eskisinin aksine halka ve memurlara çok iyi davrandı. Fakat hastalandığı için bu vazifeden alındı. 14 Mayıs 1884’te öldü. Cağaloğlu’ndaki bir arsaya gömülerek sonra üzerine türbesi yapıldı.

Mahmûd Nedim Paşa, Tanzimat devrinde yetişen şâir ve yazarlardandır. Şiirlerini topladığı Dîvân’ı ile Reddiye adlı risâlesi basılmadı. Hikâye-i Meliki Muzaffer, devlet idâresine âit Âyine ve nazım olan Hasbihâl adlı eserleri yayınlanmıştır.

MAHMÛD PAŞA (Velî)

Fâtih Sultan Mehmed Han devri sadrâzamlarından. Doğum târihi bilinmemektedir. Sırp kavmine mensup asîl bir âilenin çocuğudur. Küçük yaşta serhat gâzileri tarafından esir alındıktan sonra, ümerâdan Mehmed Ağa tarafından satın alındı. Mehmed Ağa, iyi bir tahsil ve terbiye ile yetiştirdikten sonra, kendisini Sultan İkinci Murâd Hana takdim etti. Böylece tahsil ve terbiyesine sarayda da devâm etti. Zekâsı, ilmi ve kuvvetli şahsiyeti Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından takdir edildiğinden ocak ağalığına getirildi. İstanbul’un fethinde de vazife alan Mahmûd Ağa, 1455’te İshak Paşanın yerine sadrâzamlığa getirildi. 1459’da Sırbistan Seferine çıkan Mahmûd Paşa, Resav, Kuruca, Ostcoviça ve Durnik kalelerini zaptetti. Daha sonra Fâtih’le birlikte İkinci Mora Seferine çıkarak Mistora’nın fethini gerçekleştirdi. 1460’ta yine Fâtih’in maiyetinde Amasra, Sinop ve Trabzon seferlerine iştirak ederek büyük muvaffakiyet gösterdi. 1462’de Eflak Seferinde, Midilli Fethinde ve Bosna Kralının teslim olmasında önemli hizmetlerde bulundu. Macar Kralı Hunyadi Yanuş’un Bosna’ya hücumu üzerine, 1464’te sefere çıktı. Vezîr-i âzam Mahmûd Paşanın Bosna’ya gelmesiyle Macarlar kaçtı. Pekçok ganîmet ve esirin ele geçmesini sağladı. Mahmûd Paşa, 1466’da kaptan-ı deryâ vazifesiyle Gelibolu sancağına tâyin edildi. 1470’te üç yüz gemi ile Eğriboz Adasının fethinde bulundu. 1472’de tekrar vezîr-i âzamlık makâmına getirilen Mahmûd Paşa, 1473’te Akkoyunlu Uzun Hasan ile yapılan Otlukbeli Muhârebesinden önce, ileri harekâtta bulunmakla vazifelendirildi. Fâtih’in Otlukbeli Zaferinden sonra İstanbul’a dönmesiyle vezirlikten alınan MahmûdPaşa, Filibe civârında îmâr ettirdiği Hasköy’e yerleşti. 1474’te vefât etti.

Fâtih’in, Rumeli ve Anadolu seferlerine katılan Mahmûd Paşa, zaferlerin kazanılmasında hizmeti geçen bir komutandır. Kaptan-ı deryâlık da yapan Mahmûd Paşa, Osmanlı Devletinde on beş yıl sadrazamlık yapmıştır. Devlet adamlığı ve komutanlığı yanında şâirliği de vardı. Adnî mahlasıyla şiir yazardı. Akıllı, cesur olup, ilmin ve fennin yükselmesine çalıştı. Âlimlere hürmet edip, onlara bol ihsanlarda bulunurdu. Haftada bir kere sohbet tertip ederdi. Birçok hayır ve hasenât müesseseleri, İstanbul’da kendi adıyla anılan büyük bir câmi, medrese, hamam yaptırdı. Câmi etrafındaki çarşı ve mahalleye bugün de Mahmûd Paşa denilmektedir. Sofya’da da büyük bir câmi yaptırdı.

MAHMÛD PAŞA CÂMİİ

İstanbul’da, Nûruosmaniye Câmii ile Kapalıçarşı yakınındaki 15. yüzyılda yapılan önemli bir târihî eser. Fâtih Sultan Mehmed Hanın vezirlerinden Mahmûd Paşa tarafından yaptırılan câminin etrafında bir medrese, bir sıbyân mektebi, bir aşhâne-imâret, bir kervansaray han ile bir de hamam bulunuyordu. Bunlardan günümüzde hamamın bir kısmı, medresenin bir dersânesi ve bir de han (Kürkçüler Hanı) durmaktadır.

Câminin esas cümle kapısı üstündeki, çok güzel bir hatla yazılmış İnşâ kitâbesinden, 1463 senesinde bitirildiği öğrenilmektedir. Bunun yanındaki manzum kitâbeler ise Üçüncü Osman Han (1754-1757) zamanında büyük bir tâmirin yapıldığını bildirmektedir. Bundan sonra ise, Sultan İkinci Mahmûd zamanında (1808-1839), câminin içine hünkâr mahfili yapılmış, 1936’da yeniden tâmir edilmiştir.

İstanbul’daki en eski Osmanlı eserlerinden olan câmi Türk mîmârîsinin ilk devir nümûnelerindendir. Dînî bir yapı çeşidi olan “Tabhâneli Câmiler” grubuna girer. Taştan yapılan bu ibâdethânenin son tâmirlerinde bâzı değişiklikler yapılmış, bâzı pencere ve kemerleri bozulmuş, son cemaat yeri sütunları taş kılıflar içine alınmıştır.

Osmanlı devri İstanbul’unun en eski ve önemli bir mîmârî eseri olan câminin son cemaat yerinden câmi kısmına, süslemeli üç kubbeli bir ara bölümü ile girilir. Esas namaz bölümünü ise eşit iki kubbe örtmektedir. Bunların iki yanında dehlizlerle ayrılan ve dışa açılan kapıları bulunan misâfirhâneler vardır.

MAHMÛD SÂMİNÎ

On dokuzuncu yüzyılda Anadolu’da yetişen evliyânın meşhurlarından. Erzurum’un Palu kasabasının Hun köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1897 (H.1315)’de Palu’da vefât etti. Seyyiddir. Yâni Peygamber efendimizin soyundandır. Kabri Murâd Suyunun kenarındadır. Şâfiî mezhebinde ve tasavvufda mütehassıstı. Tasavvufta hocası Ali Septî’dir. On üç sene hocasına hizmet ederek, ders ve sohbetlerinde kemâle erdi. Tasavvufta yirmiye yakın velî yetiştirdi. En meşhûr talebeleri; Harput’lu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) ve o zamânın Erzurum kazâsı olan Kığı kasabasında Hacı Yûsuf Efendi ile oğlu Muhammed Efendi ve Kığı müftîsi Muhammed Nûreddîn Efendidir.

Mahmûd Sâminî hazretleri, en başta gelen talebesi Hâfız Osman Bedreddîn’i yetiştirmek için çok gayret sarfetmiş, onu tasavvufta kemâle erdirmek için mânevî işâretler almıştır. Daha o, huzûruna gelip talebe olmadan geleceğini ve vasıflarını belirtmiş, başından geçen önemli hâdiselere işâret etmiştir. Netîcede onu tasavvufta yetiştirip kemâle erdirmiş ve böylece 200.000 kişiden ziyâde insanın kurtularak, sâlih mü’min olmasına sebep olmuştur.

Sâminî hazretlerinin Hâfız Osman Bedreddîn hazretlerine nasîhatlerinden bâzıları:

“Hâfız! Bir çocuk tahsîl çağına geldiği zaman, okuyup yazmaya nasıl harfleri öğrenmekle başlarsa, Hakk’a ermek de tavsiye edeceğim şu hususlara uymakla gerçekleşir:

1) Allahü teâlâyı tanımak, 2) Muhabbetullah (Allahü teâlâya muhabbet), 3) Gönlü toplamak, 4) Teslimiyet, 5) Nefsin arzularına uymamak, 6) Bu yolda gayret göstermek, 7) Halk içinde Hak ile olmak, 8) Çok salevât okumak, 9) Kelime-i Tevhidi çok söylemek, 10) Az yemek, 11) Temiz giyinmek, 12) Halka faydalı olmak, 13) Mütehallik olmak (güzel ahlâk sâhibi olmak), 14) Mürşide itâat, 15) Arkadaşlarına şefkat, 16) Âleme ibret nazarı ile bakmak, 17) Vaktin kıymetini bilmek, 18) Hükûmete itâat, 19) Hasedden ârî ve uzak olmak, 20) Kimseye buğz ve düşmanlık etmemek, 21) Komşu hakkını ileri tutmak, 22) Sözünün eri olmak, 23) Kendini tanımak, 24) Dünyâdan lüzumu kadar nasîb almak, 25) Âhireti unutmamak, 26) Doğruluktan ayrılmamak, 27) Haddi aşmamak, 28) Huzurla sükûn bulmak. Tasavvufun elifbâsı bunlardır. İnsanlar arasında aşk ateşiyle dolaş, fenalıkları yak, iyilikleri besle. İnsanı insana yaklaştır, Hakk’a ulaştır. Aslâ ilmine güvenme, fadlına kanma. Dünyâya aldanma, nefsine uyma, şeytanı at. Aşk ile yan, şevk ile kalk. Peşinden gelenleri ne olursa olsun iyi gözet, sapıkları düzelt. Huzûra dikkat, her sözün hakîkat, görüşlerin mârifet olsun.

Hâfız! Makâm-ı irşâd bir şimşektir. Çaktığı vakit etrâfını aydınlatır ve düştüğü yeri de yakar. Mârifet; o aydınlığı insanların kararan kalbine nüfûz ettirmek (sokmak) ve kalbleri aydınlatmaktır.

Tasavvufta yol bir arı kovanına benzetilmiştir. Arı gibi gâyet muntazam çalışmak ve arı gibi bal yapmak, karıncalar gibi kanâatkâr olmak lâzımdır. Bal yapmak idrâkine eriştiğinde, bu şifâlı baldan Müslüman kardeşlerine tattırmak elzemdir. Çalışanlar tadını alır. Çalışmayanları da çalıştırmak rehberin vazîfesidir. Mahlukâtın yaratılışındaki güzellikte, ilâhî hikmetler var. Bunlarda esrâr-ı mevcûddur.

MAHMÛD ŞEVKET PAŞA

Son devir Osmanlı sadrâzamı ve Hareket Ordusu kumandanı. 1856 yılında Bağdat’ta doğdu. Babası Basra mutasarrıfı Kethüdâzâde Süleymân Beydir. Mahmûd Şevket, ilk öğrenimini Bağdat’ta yaptı. Sonra İstanbul’a gelerek askerî okulda tahsilini tamamlayıp, 1882’de kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Almanya’da dokuz yıl, Fransa’da bir müddet kalarak, batı kültürünü öğrendi. Bu sırada zırhlı kuleler ve ateşli silâhlar hakkında incelemelerde bulundu.

1901’de paşa olduktan sonra Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere arasında telgraf hattı döşetme vazifesiyle Hicaz’a gönderildi. Orada fazla kalmayıp, tekrar İstanbul’a döndü. 1905’te Kosova Vâliliğine getirildi. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra Üçüncü Ordu komutanlığına kısa bir müddet sonra da Rumeli Vilâyeti Müfettiş-i Umûmiliğine getirildi. 31 Mart Vak’ası üzerine toplanan ve Hareket Ordusu adı verilen birliklerin başına geçerek, İstanbul’a geldi. SultanAbdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinde önemli rol oynadı. İstanbul’a hâkim olduğu bu sırada örfî idâre îlân ederek, suçlu-suçsuz demeden İttihatçılara ve kendisine muhâlif pekçok kimseyi îdâm ettirdi. Etrafında topladığı pekçok Balkan çetecisiyle saraya girerek, kıymetli eşyâları yağmaladı. Hazineyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yâdigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettirdi. Abdülhamîd Hana düşmanlığıyla tanınan Tevfik Fikret bile bu yağmaya dayanamayıp “Hân-ı Yağma” adlı şiirini yazdı. Netîcede Mahmûd Şevket Paşa, 1909’da kurulan Hakkı Paşa kabînesinde harbiye nâzırı oldu. Fakat hizmet ettiği İttihat ve Terakkî Partisinin baskısı ile çok geçmeden, istifâ etti. Balkan Harbi sırasında Alasonya ordu komutanlığına getirildiyse de, bu vazifeyi kabul etmedi. Bu durum, o zamanki aydınlar arasında îtibârını gölgeledi. Balkan Harbinin en şiddetli zamanında siyâsî menfaat düşüncesi ile yapılan Bâbıâlî Baskınından sonra, Enver Beyin telkini ile 23 Ocak 1912’de sadrâzam oldu. Ancak Mahmûd Şevket Paşanın bu büyük nüfuzu ve kendi başına hareketleri parti içinde kendisine karşı muhâlif bir grubun doğmasına yol açtı. Nitekim Paşa, 11 Haziran 1913’te arabasının içinde tabanca ile vurularak öldürüldü. Suikastın esâsı aydınlanmamış, fakat bundan istifâde eden İttihatçılar, muhâliflerini asma fırsatını bulmuşlardır.

Mahmûd Şevket Paşa, Arapça, Almanca ve Fransızca bilirdi. Askerî konular ile cebir, geometri üzerine yazdığı kitapları vardır. Devlet-i Osmâniyye’nin Bidâyet-i Te’sisinden Şimdiye Kadar Osmanlı Teşkilâtı ve Kıyâfet-i Askeriyye adlı eseri üç cilt olup, yayınlanmıştır.

MAHMÛD YESÂRÎ

Yirminci yüzyıl romancısı ve piyes yazarı. 1895’te İstanbul’da doğdu. Mahmûd Yesârî’nin soyadı, büyük dedelerinden gelmektedir. On sekizinci asrın son yarısında şöhret bulmuş hattatlarımızdan Mehmed Esat Efendi, sol eliyle yazdığından dolayı Yesârî lakabıyla anılırdı. Âilesi de bu nâmı muhafâza etti. Tâlik yazıda üstat olup, şiirleri de vardı. Osmanlı Sultanı Üçüncü Mustafa Han, bu zâtı sarayına almıştı.

Mahmûd Yesârî, İstanbul Lisesini bitirdi. Güzel Sanatlar Akademisinde okudu. Bu sırada Birinci Cihan Harbi çıktı. Bunun üzerine askere alındı. Dönüşünde Diken Dergisi’nde karikatürist olarak gazeteciliğe başladı. Sonra Kelebek adlı edebiyat ve mizah dergisini çıkardı. Piyesler yazmaya başladı. Daha sonra roman ve hikâyeler yazdı. Bunlarda hayattan alınmış sahneler çoktur. Romanları daha romantiktir. Tiyatro sâhasına trajedi yazmakla girdi, sonra komediye yöneldi. İlk romanının adı Namus’tur. Piyeslerinden ekserisi, Darülbedâyî tarafından temsil edilmiştir. Gazetelerde, piyeslere ve temsillere âit tenkitleri çıkmış, birçok fıkraları yayınlanmıştır. Anlaşılan bir dili ve usta bir anlatımı vardır. Hayâtının sonuna kadar çeşitli dergi ve gazetelerde yazı hayâtını sürdürdü. 1945’te tedâvî gördüğü Yakacık Sanatoryumunda öldü.

Eserleri: Çoban Yıldızı (roman, 1925), Çulluk (roman, 1927), Pervin Abla (roman, 1927), Kırlangıçlar (roman, 1930), Su Sinekleri (roman, 1932), Bahçemde Bir Gül Açtı (roman, 1932), Tipi Dindi (roman, 1933), Yakut Yüzük (roman, 1937), Yakacık Mektupları (hikâyeler, 1938), Bağrı Yanık Ömer, Geceleyin Sokaklar. Piyesleri: Tablo, Asrî Hülyalar, Bekir’in Rüyası, Ayrı Oda, Çürük Merdiven, Sancağın Şerefi, Sürtük, Telli Turna, Hanife Hanım Hizmetçi Arıyor, Serseri ve daha pekçok hikâye, elliden fazla piyes ve yirmi beş roman yazdı.

MAHMÛDE OTU (Convolvulus scammonia)

Alm. Shammoniumwurzel, Fr. Scammonée (f), İng. Scammony plant. Familyası: Sarmaşıkgiller (Convolvulaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Temmuz-ağustos ayları arasında, sarımsı-beyaz renkli çiçekler açan, çok yıllık, otsu, sürünücü ve sütlü bir bitki. Gövdeleri ince, tüysüz ve sarılıcıdır. Yaprakları üç köşeli ve ok şeklindedir. Çiçekler, dalların ucunda 3-5 çiçekli durumlar yaparlar. Çiçek parçaları beşli olup, çan şeklindedir. Meyveleri saman renginde, tohumları köşeli ve siyahımtrak renklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kökü ve köklerinden elde edilen kurutulmuş usâre kullanılır. Kökler bir çakı ile çizilir, akan süt kaplarda toplanır ve güneşte kurutulur. Kökün yaşına ve toprağın cinsine göre verim değişiktir. Genellikle bir kökten 2-4 gram mahmûde elde edilir. Yaşlı köklerde verim fazladır. Saf mahmûde, sarımsı esmer renktedir. Mahmûde şeker, nişasta, müsilaj, tanen ve reçine ihtivâ eder. Müshil etkisi sebebiyle günde 0.30-0.50 gram hap hâlinde alınabilmektedir.

Eskiden Osmanlı Devleti zamanında önemli bir ihraç maddesi idi. Şimdi azalmış olup nâdir olarak bulunmaktadır.

MAHMUZÇİÇEĞİ (Centranthus ruber)

Alm. Rote spornblume, Fr. Centhrante (m), İng. Red valerian. Familyası: Kediotugiller (Valerianaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara bölgesi.

Mayıs-eylül ayları arasında çiçek açan, duvarlar ve kayalar üzerinde yetişen, tüysüz, mavimsi-yeşil renkli, kalın bir toprak altı gövdesi olan, çok yıllık bir bitki. Bitkinin gövdeleri dik ve silindir şeklindedir. Yaprakları aşağıdakiler ve yukarıdakileri saplı olmak üzere gövde üzerinde karşılıklı-çapraz dizilmişlerdir. Çiçekler hoş kokulu kırmızı, pembe bâzan da beyaz olup, yalancı şemsiye tipinde çiçek durumları teşkil ederler. Çiçeğin taç yaprağı alt kısımda ince ve uzun bir mahmuz yapmakta, üst kısmı ise tüpsü bir uzantı meydana getirmektedir. Meyve, üzerinde tüylü bir sarguç taşıyan yalancı bir fındıksı meyve tipindedir. Tek tohumludur.

Kullanıldığı yerler: Daha çok süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir. Yaprakları salata olarak yenilebilmektedir. Toprak üstü kısımları ve kökleri taze veya kurutulmuş hâlde yatıştırıcı ve uyuşturucu olarak kullanılır.

MAHPEYKER SULTAN

Sultan Birinci Ahmed Hanın zevcesi, Sultan Dördüncü Murâd ile Sultan İbrâhim Hanın anneleri. Kösem Sultan da denen Mahpeyker Sultan, 1592’de doğdu. Sultan Birinci Ahmed’le evlenen Mahpeyker Sultanın, Şehzâde Murâd, Şehzâde Kâsım, Şehzâde İbrâhim adlı oğulları ile Fatma Sultan isimli bir kızı oldu. Sultan Birinci Ahmed’in genç yaşta ölmesi ile yirmi yedi yaşında dul kaldı. Sultan Dördüncü Murâd’ın tahta geçmesi ile Vâlide Sultan oldu. Zekâsı, kâbiliyeti, devlet işlerindeki ince anlayışı ile iki oğluna da yardım etti. Otuz sene devletin idâresinde başarılı hizmetleri görüldü.

Aklı ve zekâsı, güzelliği, hayrat ve hasenâtı ile meşhûr sâlihâ, afife (temiz) bir hanım idi. Bâzı târih kitaplarında katı yüreklilikle ithâm olunmakta ise de, bıraktığı eserler onun dindar, cömert ve iyiliksever olduğunu göstermektedir.

Çok şefkatli olan Mahpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacakları şekilde yardım ederdi. O, bu davranışı ile pekçok kimsenin kalbini fethetmişti. Mahpeyker Vâlide Sultan, her sene Receb ayında, kıyâfet değiştirip, araba ile hapishânelere gider, borç yüzünden hapse düşenleri, borçlarını ödemek sûretiyle hapisten kurtarırdı. Kâtiller hâriç, bütün mahkumlara yardım elini uzatırdı. Hizmetindeki câriyeleri, eğitip terbiye ettikten sonra, serbest bırakıp, her birine kâbiliyetine göre çeyizler, bir miktar mücevher ile birkaç kese de para verir ve uygun gördüğü kimselerle evlendirirdi. Yetim ve kimsesiz kızları araştırır, çeyizlerini düzerek evlendirirdi.

Mahpeyker Sultanın yaptırdığı hayır eserlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Câmii gelmektedir. Câminin yanında ayrıca mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebil inşâ ettirmiştir. Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Yavuz Selim civârında (Çarşamba’da) Vâlide Medresesi Mescidi ile büyük sanâyi ve ticâret yeri olan Çakmakçılar Yokuşunda büyük Vâlide Hanı ile içindeki mescidi yaptırdı.

Rumelide milyonlar değerinde vakıfları ve hayrâtı vardır. Yeni Câminin temeli de Mahpeyker Sultan tarafından atılmıştır. Ayrıca her sene Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevveredeki fakirlere, sürre alayı ile gönderilmek üzere, vakıflarda bulunmuştur. Mahpeyker Vâlide Sultan, 1651 târihinde çıkan bir isyân sırasında Topkapı Sarayı’ndaki âsiler tarafından şehîd edildi. Zevci Sultan Ahmed Hanın Sultanahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.