MAHKEME

Alm. Gericht (-shof m.) (n), Fr. Tribunal (m.), cour (f), İng. Court of justice. Hüküm verilen yargı yapılan yer. Bir hâkimin veya birlikte karar veren hâkimlerin yargı görevini yerine getirdikleri merciî. Yargı kuvvetini kullanarak kazaî tasarrufta bulunan resmî makamların hepsi. Davaların görülüp karara bağlandığı yer; hüküm verme yeri. Mahkeme kelimesi, Arapça “hüküm” kelimesinden türemiştir. Lügatte, “hüküm verilen yer” mânâlarında kullanılmaktadır.

Türk Hukûkunda mahkeme teşkilâtı, 8 Nisan 1340 (1924) târihli ve 469 yazılı, (Mehakimi Şer’iyenin ilgasına ve Mehakim Teşkilâtına âit ahkâmı muaddil kânun) ile düzenlenmiştir. Ancak bu kânun sâdece bidayet mahkemelerinin (alt mahkemelerin) teşkilâtını düzenler. Temyiz Mahkemesi (üst, yüksek mahkeme) olan Yargıtay teşkilâtı, 1221 sayılı Temyiz Mahkemesi Teşkilâtına dâir kânun ile düzenlenmiştir.

İslâm Hukûkunun tatbik edildiği Osmanlı döneminde mevcut olan İstinaf Mahkemeleri kaldırılmıştır. Bu mahkemeler bugün artık mevcut değildir. İstinaf Mahkemeleri, alt mahkemeler ile üst mahkemeler arasında ikinci derecede bulunan bir mahkeme çeşidi idi. Bugün bâzı hukukçular İstinaf Mahkemelerinin bir zarûret olduğunu ve tekrar kurulması gerektiğini müdâfaa etmektedirler.

Türk Hukûkunda, 496 sayılı kânun prensip olarak, çok hâkimli mahkeme sistemini kabul etmiştir. Fakat lüzum görülen hâllerde tek hakimli mahkemelerin kurulabileceği de, bu kânunun geçici maddelerinde belirtilmiştir. Bu yetki Adâlet Bakanlığına verilmiştir. Günümüzde uygulamada Hukuk Mahkemeleri kural olarak tek hâkimlidir, Sulh Hukuk ve Asliye Hukuk Mahkemeleri böyledir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük illerde bulunan Ticâret Mahkemeleri çok hâkimli mahkemelerdir. Cezâ Mahkemelerinde Sulh Ceza ve Asliye Cezâ Mahkemeleri tek hâkimli olduğu hâlde, Ağır Cezâ Mahkemelerinde birden fazla hâkim mevcuttur. Yâni toplu hâkim sistemine göre kurulmuş olup üç hâkimlidir.

İngiltere’de tek hâkim sistemi sâyesinde ihtilafların hızla halledildiği görülmektedir. Ülkemizde Şer’iye mahkemelerinde de tek bir kâdı(hâkim) bulunmaktaydı. Bugün de Sulh Mahkemelerinde tek hâkim vardır. Kezâ, sorgu hâkimleri de tektir. Çocuk Mahkemelerinin asliyelik suçlara bakan-kısmı tek hâkimlidir. Askerî Mahkemeler, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Danıştay, Yargıtay, Anayasa mahkemesi hep toplu hâkim sistemine göre çalışmaktadır.

Hemen hemen bütün ülkelerde mahkemeler Üst Yüksek Mahkemeler, Özel Mahkemeler ve Genel Mahkemeler olarak üç bölüm hâlinde tasnif edilmektedir.

1982 târihli TC Anayasası’nın 142. maddesinde, “Mahkemelerin kuruluş, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usûlleri kânunla düzenlenir” hükmü yeralmaktadır. Kezâ 9. maddede de, “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” denilmektedir.

Memleketimizde, bütün mahkemelerin teşkilat ve kuruluşunu toplu olarak düzenleyen bir kânun henüz mevcut değildir. Fakat, muhtelif târihlerde çıkarılan kânunlarla çeşitli mahkemelerin kuruluşları düzenlenmiştir. Bu kânunlar ve anayasada yeralan hükümler dikkate alınarak, Türk Hukukunda yer alan mahkemeler şu şekilde tasnif edilir.

YÜKSEK MAHKEMELER

1. Anayasa Mahkemesi: Anayasa Mahkemesi, kânunların, kânun hükmünde kararnâmelerin ve TBMM içtüzüğünün Anayasa’ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sâdece şekil bakımından inceler ve denetler. Ayrıca Yüce Divan sıfatıyla gerektiğinde Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini ve Yüksek Yargı organları üyelerini yargılar. (Bkz. Anayasa Mahkemesi)

2. Yargıtay: Adliye Mahkemelerince verilen ve kânunun başka bir adlî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kânunla gösterilen belli dâvâlara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.

3. Danıştay: İdârî mahkemelerce verilen ve kânunun başka bir idârî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kânunda gösterilen belli dâvâlara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. (Bkz. Danıştay)

4. Askerî Yargıtay: Askerî Mahkemelerde verilen karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Ayrıca, asker kişilerin kânunla gösterilen belli dâvâlarına ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.

5. Askerî Yüksek İdâre Mahkemesi: Askerî olmayan makamlarca tesis edilmiş olsa bile, asker kişileri ilgilendiren ve askerî hizmete ilişkin idârî işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıkların yargı denetimini yapan ilk ve son derece mahkemesidir. Ancak askerlik yükümlülüğünden doğan uyuşmazlıklarda ilgilinin asker kişi olması şartı aranmaz.

6. Uyuşmazlık Mahkemesi: Adlî, idârî ve askerî yargı mercileri arasındaki görev ve hüküm uyuşmazlıklarını kesin olarak çözümlemeye yetkilidir.

7. Sayıştay: Genel ve katma bütçeli dâirelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetlemek, sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kânunla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir. (Bkz. Sayıştay)

ÖZELMAHKEMELER

1. İş Mahkemesi: İş Kânunu ile alâkalı olan dâvâlara bakar. İşçi işveren ilişkilerinden kaynaklanan ve hizmet akdi ile alâkalı dâvâlar çalışma sahasına girer.

2. Ticâret Mahkemesi: Ticâret Kânununda hangi dâvâlara bakacağı gösterilmiştir. Tâcirler, ticârî işletmeler ve müesseselerle alâkalı dâvâlara bakarlar. Üç hâkimden müteşekkildir.

3. Tapu ve Kadastro Mahkemesi: Tapulama kamu ve kadastro ile alâkalı dâvâlara bakmaktadır.

4. Disiplin Mahkemesi: Üç üyeli bir askerî mahkemedir. Asker kişilerin disiplin suçlarına bakar. Hangi mercilerin disiplin mahkemesi kuracağı kânunla tesbit edilmiştir.

5. Sıkıyönetim Mahkemesi: 1971 târihinde 1402 sayılı kânunla ihdas edilmiştir. Mahkemenin kurulabilmesi için fevkalâde şartların tahakkuk etmesi ve bir sıkıyönetim hâlinin olması lâzımdır. Kendi kânununda gösterilen dâvâlara bakar. Kuruluşu, askerî mahkemelerin kuruluş esaslarına tâbidir.

6. Devlet Güvenlik Mahkemesi: 1982 Anayasası, 143. maddesinde yazılan vazifeleri görmek üzere DGM’lerinin kurulacağı öngörmektedir. Bu ise, DGM’leri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, her demokratik düzen ve nitelikleri Anayasa’da belirtilen, cumhûriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulur” şeklinde ifâde etmektedir. (Bkz. Devlet Güvenlik Mahkemesi)

GENEL MAHKEMELER

1. Sulh Hukuk Mahkemesi: Kânunda belli edilen işlerle birlikte, ihtilaf konusu iki milyon TL’ye kadar olan dâvâlara bakar (Bu rakam enflasyonla alâkalı olarak zamanla değişmekte ve ayarlamalar yapılmaktadır.) Tek hâkimle vazife görmektedir. Her ilçede bir Sulh Hukuk Mahkemesi bulunur.

2. Asliye Hukuk Mahkemesi: Bu mahkeme de tek hâkim esâsına göre çalışmaktadır. Hukuk dâvâlarından, yine kânunla belli edilen ve Sulh Hukuk Mahkemesinin vazifesi içine girmeyen dâvâlara bakar. Her ilçe de en az bir Asliye Hukuk Mahkemesi bulunur.

3. Sulh Cezâ Mahkemesi: Tek hâkimle vazife yapar. Hangi konularda görev yapacağı alâkalı kânunda gösterilmiştir. Her ilçede Sulh Cezâ Mahkemesi görev yapar.

4. Asliye Cezâ Mahkemesi: Sulh ve Ağır Cezâ Mahkemelerinin vazifesi dışında kalan işlere bakan ve tek hâkimle çalışan bir mahkemedir.

5. Ağır Cezâ Mahkemesi: Bir başkan ve iki üye olmak üzere, üç hâkimden kurulan, toplu hâkim esâsına göre çalışan bir mahkemedir. Ağır cezâyı gerektiren dâvâlara bakar.

Mahkemelere dâvâların açılışı: Mahkemelerin faaliyete geçmesi, bir iddiâ ve mürâcaat ile başlar. Yâni mahkemeler olaya re’sen (kendiliğinden) el atmazlar. Hakkının tesbitini isteyen veya zarar gören biri, vekili veya amme dâvâlarında savcı, mahkemede dâvâ açar. Kendisine suç ihbarında bulunulan savcı, önce bir hazırlık tahkikatı (hazırlık soruşturması) yapar. Sözkonusu fiil ile ilgili bâzı ip uçları ele geçirirse ilgili kişi hakkında dâvâ açar. Değilse tâkipsizlik kararı verir. Hukuk dâvâlarında ise dâvâ, ilgili kişi veya vekili tarafından doğrudan doğruya yetkili ve görevli mahkemeye açılır. İdârî ihtilaflarla ilgili dâvâlarda, zarar gören kişi veya vekili dâvâyı doğrudan doğruya ilgili mahkemelerde açar. Savcı sâdece cezâ mahkemelerinde sözkonusu olmaktadır. Hukuk ve idâre mahkemelerinde savcı değil dâvâcı bu işi yapmaktadır. Dâvâ açarken belli bir miktar “harç” yatırmak gerekmektedir. Aksi hâlde dâvâya bakılmaz.

Mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimin teminâtı: Anayasa’nın 138. maddesine göre hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kânuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve tâlimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dâvâ hakkında yasama meclisinde, yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idâre, mahkeme kararlarına uymak zorundadırlar; bu organlar ve idâre, mahkeme kararlarını hiçbir sûretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.

Mahkemelerde duruşmaların aleniliği: Anayasa’nın 141. maddesine göre, mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır. Duruşmaların bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlâkın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hâllerde karar verilebilir. Küçüklerin yargılanması hakkında kânunla özel hükümler konulur.

Mahkeme kararı: Anayasa’nın 141. maddesine göre, bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır. Yani mahkemeler mesnetsiz, delilsiz keyfi karar veremezler. Mahkemede her türlü ispat vasıtası delil olarak kullanılabilir. Delilleri değerlendirmek hâkime âittir. Hâkim gerekirse bilirkişiye müracaat edebilir ve keşfe karar verebilir. Hukuk dâvâsında delili taraflar topladığı halde, cezâ dâvâsında savcı da, mahkeme de bizzat delil toplamakla meşgul olur. Varsa şahitler dinlenir. Hâkim ilk celsede karar veremezse dâvâyı başka bir güne tehir eder (erteler).

Anayasa’nın 36. maddesine göre, hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki dâvâya bakmaktan kaçınamaz. Hiç kimse, kânunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir adlî merci önüne çıkarılamaz (tabii hâkim ilkesi). Bu hükme göre, suç işleyen kişi, suçun işlendiği yer ve zamanda mevcut olan kânunlara göre yargılanır. Suç işlendikten sonra yeni düzenlemelerle sanığın durumunu ağırlaştırıcı işlemler yapılamaz. Yapılırsa, bu o kişi hakkında değil, daha sonra suç işleyenler hakkında uygulanabilir.

Mahkemelerin vereceği gerekçeli kararlar sonucu ilgili kişi veya kişiler suçlu bulunursa, hak ettikleri cezâ verilir. Bu cezâlar kesinleştikten sonra, yetkili merciler tarafından infaz edilir, yerine getirilir. Kişi, para cezâsına çarptırılmışsa ve ödemiyorsa icrâ dâireleri kanalı ile zorla ödetilir. Mallarına haciz konur ve gerekirse satışa çıkarılır. Şâyet bir alacak dâvâsı söz konusu ise satılan mallardan alıcının alacağı ödenir. İlgili kişi hapse mahkûm olmuşsa, derhal hapishâneye gönderilir.

Mahkemelerin verdiği kararlar için temyiz yoluna gitmek mümkünse, yâni Yargıtay’a mürâcaat etmek yetkisi varsa, temyiz yoluna müracaat için kânunda belirtilmiş süre geçmedikçe alt mahkemenin verdiği karar kesin sayılmaz. Bu süre geçince kesinleşmiş sayılır. Şâyet yetkili kişi veya savcı, re’sen (kendiliğinden) temyiz yoluna gitmişse, Yargıtayın vereceği karara kadar hüküm yerine getirilmez. Yargıtay alt mahkemenin verdiği kararı bozarsa, alt mahkeme bu karara uyar ve gereğini yapar veya eski kararından dönmez. Yargıtay tekrar bozarsa bu sefer alt mahkeme Yargıtay kararına uymak zorundadır. İlgililer Yargıtay’ın verdiği karara karşı Yargıtay Genel Kurulu’na mürâcaat edebilirler. Yargıtay Genel Kurulu’nun vereceği karar kesindir.

Mahkeme masrafları ve avukat ücreti dâvâyı kaybeden tarafa yüklenir.

İslâm Hukûkunda mahkeme: İslâm Adliye Teşkilâtında, ilk zamanlarda (Peygamber efendimiz ve dört halife zamânı) mahkemeler tek hâkim usulü ile çalışıyorlardı. Bu kurala rağmen tatbikatta bâzı mahkemelerin toplu hâkim sistemine göre çalıştığı görülmüştür.

İslâm Hukukunda, tek hâkim sistemi esas olduğundan, hâkimlerin mesûliyetleri de ağırdı. İşler uzamıyordu. Hâkimler hukuk otoritelerine sâdece istişârî mâhiyette olmak üzere bâzı hususları soruyorlardı. Müftîlerden fetvâ alıyorlardı. Hattâ bâzan, hukuk otoritelerini duruşma esnâsında yanlarında bulunduruyorlardı.

İslâm Adliye Teşkilatında mahkemeler tek dereceli olarak çalışmışlardır. Bu yüzden alt mahkemenin verdiği karar kesindi. Ayrıca prensip olarak temyiz yolu kapalıydı. Fakat sâdece şekil bakımından tetkik için bâzı dâvâlarda temyiz yolu vardı.

Resûlullah efendimiz, ilk zamanlarda kazâ (yargı) fonksiyonunu bizzat kendisi yürütüyordu. İslâm Devletinin sınırları genişleyince sahâbilerden bâzılarını kâdı (hâkim) tâyin etti. Kendisi sâdece temyiz yetkisini kullanmakla iktifa etti. Üst mahkeme, alt mahkemenin verdiği kararını incelerken, sâdece muhâkeme usûlü kâidelerine uyulup uyulmadığını tetkik eder. Hiçbir zaman bakılan bir dâvâya yeni baştan bakmaz, ancak muhâkeme usûlüne tam uyulmadan verilmiş olan kararları yeniden incelerdi.

Resûlullah efendimiz zamânında adlî duruşmaların yapıldığı muayyen bir binâ, bir ev yoktu. Câmide, pazarda, evde tarafları kabul eder ve hemen bulunduğu yerde dâvâyı hallederdi. Fakat daha sonraki asırlarda adliye binâları yapılara kazâ fonksiyonu, bu husûsi binâlarda icrâ edilmiştir.

Peygamber efendimiz ve dört halîfe zamanında dâvâlara bakmak üzere husûsi bir gün ve saat tâyin edilmiyordu. Mahkemeler haftanın her gününde ve her saatında çalışıyorlardı. Fakat Emevîler devrinde dâvâlara bakmak üzere belirli günler ve saatler tâyin edilmiştir.

Peygamber efendimiz zamânında, taşra vilayetlerine ve eyaletlerine tâyin edilen kâdılar için, vazife itibariyle selahiyetin sınırlandırılması söz konusu değildi. Tâyin edilen kâdılar, bölgelerindeki her türlü (yâni cezâî hukûkî ve idârî) dâvâlara bakabiliyorlardı. Aynı hâkim hem cezâ, hem hukuk işlerini görebiliyordu. Fakat, yer îtibâriyle yetkileri sınırlıydı. Yâni her kâdı ancak kendi bölgelerindeki adlî işleri görebiliyorlardı. Tâyin edildikleri bölge veya şehirden başka bir yerin adlî (yargı) işlerini yürütmeye yetkili değillerdi. Hazret-i Ömer zamânında, vazîfe yönünden bir taksim yapıldı. Hangi çeşit işleri hangi kâdıların görebileceği belirlendi. Bu taksimatın yapılmasında dâvânın niteliği ve maddî kıymeti esas alınıyordu. Emevîler zamanında bu taksimat daha da belirli hâle geldi.

İslâm ülkesinde yaşayan gayri müslimler ile Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda, yetkili mahkeme, İslâm mahkemeleridir. Ayrıca gayri müslim kendi rızâsı ile dâvâsını gayri müslim bir mahkemeye değil de İslâm mahkemesine getirirse, bu dâvâda da İslâm mahkemesi yetkiliydi.

İslâm târihinde kazâ fonksiyonu, kâdılar tarafından yönetilen mahkemelerde îfâ edildiği hâlde, bâzı İslâm devletlerinde muhtelif zaman ve mekanlarda adlî mahkemelerden başka kuruluşlar da kazâ fonksiyonunu îfâ etmişlerdir. Bu müesseseler arasında Mezalim Mahkemeleri, Hisbe Teşkilâtı, Şurta Teşkilâtı ve Kadıasker (kazasker) teşkilâtı yer almaktaydı.

Mezâlim mahkemeleri: Hâkimlerin (kâdıların) yürüttükleri adlî kazânın dışında bir de devletin hükümet edenleri (halîfe, vezir, emir, vâli vs.) tarafından yürütülen mezâlim kazâsı vardı.

Hisbe Teşkilâtı: İslâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek sûretiyle sosyal huzur sağlayan dînî bir teşkilât olarak ortaya çıkmıştır. İlk zamanlarda bu teşkilât, “Çarşı Zabıtası” görevini îfâ ediyordu. Bu ihtilâfları çözen teşkilâtın başında bulunan kimselere“Muhtesib” denirdi. Fakat, Hisbe Teşkilâtı bu vazifesini îfâ ederken, bir kâdı gibi ticârî ihtilaflarda ihtilafı çözdüğü olmuştur. Meselâ ölçü ve tartı ile ilgili dâvâlara, alış-verişle ilgili dâvâlara, alacak-borç ile ilgili dâvâlara, işçi ve işverenle ilgili dâvâlara muhtesibler bakıyorlardı. Kâdılar, kazâ fonksiyonunu îfâ ederken muhâkeme usûlü için tesbit edilmiş kâidelere tâbi iken, muhtesibler, kâdılardan değişik bir usûl uygularlardı. Muhtesibler, dâvâ açılmadan tarafları muhâkeme etme yetkisine sâhipti. Muhtesibler, dâvânın ispatı için taraflardan delil getirmelerini istemezler. Şâyet ihtilafın beyyine, delil ile ispat edilmesi gerekiyorsa, böyle dâvâları kâdıya havâle ederlerdi.

İslâm Adliye Teşkilâtında şurta (polis): Özellikle cezâ dâvâlarında etkili oluyorlardı. Halbuki muhtesibler ise hukûkî sahada kazâ (yargı) fonksiyonunu yerine getiriyorlardı. Şurta, polisin ve jandarmanın yaptığı görevi yapıyordu. Ayrıca cezâların infazını da bunlar yapıyordu.

Askerî kazâ (kâdıasker): İslâm devletlerinde, orduya mensup şahısları ilgilendiren cezâ ve bâzı hukuk dâvâlarında yetkili yargı mercii askerî mahkemelerdi. Askerî mahkemelerde ordu mensuplarının görevlerinden doğan cezâ ve hukuk dâvâları görülürdü.

İslâm Adliye Teşkilâtında muhakeme usûlü: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), muhakeme esnâsında tatbik ettiği kâideleri Eshâbına gösteriyordu. Böylece hâkimlerin muhâkeme sırasında uyacakları esasları belirtiyordu. Resûlullah efendimizin tatbik ettiği mahkeme usûlüne göre, mahkemede dâvâyı ispat etmek görevi, dâvâcıya düşmektedir. Dâvâlının da savunma hakkı vardır. Hazret-i Ömer muhâkeme usûlü konusunda kazâî tâlimatnâme hazırlamıştı.

Hakkı ihlâl edilen bir kişi, bir dilekçe ile mahkemeye mürâcaat eder. Mahkeme dâvâ dilekçesini şekil yönünden inceler, şekil bakımından eksik olan dilekçe düzeltilmek üzere tekrar dâvâcıya iâde edilir. Hukuk dâvâlarında, hakkı ihlâl edilen kişi dâvâ açmaya zorlanamaz. Mahkeme re’sen (kendiliğinden) faaliyete geçemez. Cezâ dâvâlarında ise, hakkı ihlâl edilen kişi dâvâ açabileceği gibi bir ihbar üzerine hâkimler de amme dâvâsı açabilirler.

Açılmış bir dâvâ, dâvâcının ferâgatı ile sona erebilir. Bu durum daha ziyâde hukuk dâvâlarında geçerlidir. Dâvâcı, karşı tarafı affederse dâvâ yine düşer. Fakat cezâ dâvâlarında bu kâide her zaman geçerli değildir. Zîrâ, bâzı dâvâlarda kişiler haklarından vazgeçip karşı tarafı affetseler bile, hâkim amme menfaati düşüncesiyle affı nazara almayabilir.

İslâm Hukûkunda umûmî af yoktur. Meselâ, kısas dâvâlarında affı ancak mağdurun kendisi veya vârisleri yapabilir. Devlet bu hususta yetkili değildir. Taraflar aralarında sulh yaparak da dâvâyı sona erdirebilirler. Fakat sulh yolu esas îtibâriyle hukuk dâvâlarında geçerlidir. Cezâ dâvâlarında sulh yolu istisnâdır.

İslâm Hukûkunda ispat yükü dâvâcıya düşer. Hukuk dâvâlarında bu kâide kesindir. Fakat cezâ dâvâlarında bâzan ispat yükü hâkime âittir. Prensip olarak herşey delil olabilir. Bu meyanda, şehâdet, yemin, ikrar, yeminden kaçma, yazılı vesikalar, emâre ve karineler vs. sayılabilir. Bu delillerin en üstünü şehâdettir (şâhitliktir). Hâkim, cezâ ve hukuk dâvâlarında bilirkişinin rey ve mütâlaalarını delil olarak kullanabilir. Kezâ, keşif yapılarak da delil toplanabilir.

İslâm Hukûkunda muhâkeme sırasında taraflara eşit muâmele yapmak fikrine hassasiyetle uyulmuştur. Karşı taraf gayri müslim bile olsa, taraflara eşit muâmele yapılmıştır. Tatbikatta bu hususta binlerce misal mevcuttur. İslâm Hukûkunda, hâkimin verdiği karar, prensip îtibâriyle kesin kabul edilir. Fakat bâzı hâllerde verilen kararlar için bir üst mahkemeye (Temyiz Mahkemesi-Yargıtay) gidilebiliyordu. Kezâ, sonradan bâzı yeni deliller ortaya çıkarsa kararın bozulması ve muhâkemenin iâdesi (yeniden dâvânın görülmesi) istenebilir.

Dâvâyı kaybeden taraf karşı tarafa hakkını vermekten kaçınırsa, bizzat hâkim verilen kararı icrâ eder. Mahkum ve tutuklular için, Peygamber efendimiz zamânında husûsi yapılmış yerler yoktu. Muhtelif yerlere hapsediliyorlardı. İlk olarak hazret-i Ali zamânında özel olarak hapishâneler inşâ edildi.

İslâm Hukûkunda taraflar mahkemeye gitmeden de, resmî sıfatı olmayan özel bir kişiye giderek dâvâlarını hallettirebilirlerdi. Bu usûle “Tahkim” sistemi denilir.

İslâm Hukûkunun tatbik edildiği Osmanlı Devletinde de, diğer İslâm memleketlerinde olduğu gibi, başlıca şer’î veya örfî dâvâların görüldüğü yere, resmî yazılarda ve kânunnâmelerde, “Mahkeme” veya “Meclis-i Şer’” denilmektedir. Bir yerde mahkemelerin kurulması, pâdişah berâtı ile tâyin olunmuş bir kâdının (hâkimin) veya onun niyâbetini haiz bir kimsenin (asil’in bütün yetkilerine sahip bir vekilin) bulunmasına bağlıdır. Kâdıların hükümlerini, ilgililer padişaha, yâni divana müracaat ederek bozdurabilirler. Böylece divan bir nevi temyiz mahkemesi vazifesini de görmektedir. Genellikle davanın yeniden görülmesi padişahın verceği karar ile ya aynı kadıya havale olunur veya başka bir kâdı bu işle vazifelendirilir. Yahut da bizzat divanda bu dava görülür. Çünkü dîvândaki üyelerden biri de şeyhulislâmdır. Kâdının bağlı olduğu en yüksek merci Şeyhülislamlıktır.

Genellikle, şer’î bir mahkemenin göreceği işler tâyin ve tahdit edilmemiş olduğundan, aynı mahkeme şer’î hukuk sahasına giren her iş ile uğraşabiliyordu. Yâni mâdenî, ticârî ve cezâî dâvâlara aynı mahkeme bakabiliyordu. Ayrıca, mahkemeler bugünkü noterlerin yaptıkları birçok işleri de yapıyorlardı. Meselâ vasiyetnâmelerin tanzimi ve îfâsı, vakfiyelerin tanzimi ve nezâreti, her türlü senetlerin düzenlenmesi ve tescili gibi birçok işleri mahkemeler yapıyorlardı. Devlet ile vatandaşlar arasında çıkan ihtilâflar da bu mahkemelerde hallediliyordu.

İslâm Hukûkunun fiilen en büyük otoriteyi kazandığı Osmanlı Devletinde Şer’î Mahkemeler, hem medenî hem de cezâî dâvâlara bakıyorlardı. Her kazâ merkezinde bir şerîat mahkemesi vardı. Bunların başında birer kâdı bulunuyordu. Kâdılar şeyhülislâma bağlı idiler. Şeyhülislâm kâdıların kararına karşı yapılan itirazlara bakıyor ise de, kendisi yargı fonksiyonu görmüyordu.

Tanzimat Devrinde bu sistemde bâzı değişiklikler yapıldı. 1840’dan îtibâren Fransız örneği üzerinde Ticâret Mahkemeleri kuruldu. 1864’te Nizâmi Mahkemeler (Mehâkim-i Nizâmiye) kuruldu. Bunlar hukuk mahkemeleriydi. Bu mahkemeler, Ticâret Mahkemelerine giren dâvâlarla Şerîat Mahkemelerine bırakılan âile, vakıf, miras, kısas ve diyet konularına ilişkin dâvâlar dışında kalan dâvâlara bakıyorlardı.

Türkiye Cumhûriyeti 1924’te halîfelik ile birlikte Şer’î Mahkemeleri de ortadan kaldırdı ve 1926’da İsviçre Medenî ve Borçlar kânunu ile İtalyan Cezâ Kânunu kabul edildi. Usûl hukûku da İsviçre’nin Neuchatel (Nöşatel) kantonundan alındı.

Mahkemelerin önemi: Bir memleketin sosyal düzeninin kurulmasında mahkemelerin önemi çok büyüktür. Adâlet mekanizması iyi işlemezse her türlü huzursuzluk başgösterir. Zîrâ, “Adâlet mülkün (devletin) temelidir.” Adâlete dayanmayan mahkemeler ise zulüm mekanizması olurlar.

Ortaçağ Avrupası’nda katolik inançlarına uymayanları cezâlandırmak üzere katolik kilisesi tarafından, işkence ve zulmü ile tanınan Engizisyon Mahkemelerinde yüzyıllar boyunca, mâsum insanlara suçlu îlân edilip çeşitli işkencelerle öldürülmüşlerdir. İslâm hukûkunda işkence kesinlikle yasaktır.

Engizisyon Mahkemeleri ilk olarak 1184 senesinde İtalya’da Verona şehrinde papazlar meclisi tarafından kurulmuştur. O târihte mahkeme, sâdece Hıristiyanlık kâidelerine karşı gelenleri cezâlandırmakla vazifelendirilmişti, yetkileri pek azdı. Hâkimleri (engizitörler) kuruldukları şehrin din adamları arasından seçilirdi. Piskopaslarca yapılan teftişte Engizisyon Mahkemelerince cezâlandırılacak kimseler tesbit ediliyordu. Bunlara mülhid denirdi. Mülhid olduğuna hükmedilenlerin malı, mülkü zaptedilmekte ve cezâlandırılmak üzere devlet memurlarına teslim olunmakta idi. En hafif cezâ müebbed hapisti. Bundan başka îdâm cezâsı ve diri diri yakılma cezâları verilmekteydi. Mülhidleri herkes ihbar etmeye mecbur tutulmuştu. İhbar etmeyenler hakkında dâvâ açılıyor ve bu kimseler her türlü işkenceye tâbi tutuluyordu. Cehâletin ve yanlış îtikâdın bir neticesi olan Engizisyon Mahkemeleri, Fransa, Almanya ve İsviçre’de de kuruldu. İngiltere, Hollanda ve İsveç hâricinde bütün Avrupa’ya yayıldı. En büyük zulüm İspanya’da Endülüs Müslümanlarına karşı yapıldı. Aragon ve Kastel krallıkları Engizisyon işkencecilerini himâye ettiler. İspanya’da tek bir mahkemenin 28 bin kişiyi ölüme mahkum ettiği söylenirse bu mahkemelerin dehşeti hakkında bir fikir vermeye kâfi gelir.

Yüzbinlerce mâsum insanı suçsuz yere ve keyfi bir şekilde katleden Engizisyon Mahkemeleri, 19. yüzyılın başlarına kadar faaliyetlerini devam ettirdiler. 1808 senesinde Napoléon Bonapart bu mahkemeleri ortadan kaldırdı. 1930 senelerinde Rusya’da Stalin, halk mahkemeleri isminde kurduğu zulüm mahkemeleri ile 15 milyondan fazla masum insanı öldürttü; Çin’de de Mao son zamanlarında kültür ihtilâli bahânesiyle yine bu mâhiyetteki mahkemelerde 10 milyona yakın insanı katletti.

Bunların yanında, “İslâm Mahkemeleri” târih içinde adâleti ile şöhret bulmuşlardır.

Cezâ fikri, insan kafasından doğmuş bir mefhum olmayıp ilâhî bir mâhiyeti hâizdir. Bu sebeple Âdem aleyhisselâmdan beri her ümmette, her kavimde, her dinde icrâ edilegelmiştir. Bu kadar önemli bir işi icrâ edecek olan mahkemelerin çok iyi bir şekilde, adâlet üzere faaliyet göstermeleri lâzım olduğu gibi adâletin çabuk tecelli etmesi gerekir. Zîrâ, muhâkemenin çabuk yapılmasında muhtelif faydalar vardır. Bu sâyede, eğer bir kimse suçsuz ise, suçsuzluğu anlaşılarak bir an önce sıkıntıdan kurtulur. Suçlu ise, bir an önce cezâlandırılır. Cezâsını çekmeye başlar ve toplum tatmin olur.

MAHLAS

Alm. Deckname (m), Pseudonym (n), Fr. Pseudonyme (m), İng. Pseudonym. Bir yazarın veya şâirin, asıl adı yerine şiirde kullandığı takma isim. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, şahsî, siyâsî veya iktisâdî sebeplerle takma isim kullanan şâir ve yazarlar vardır. Ancak bunlar kendilerini saklamak için müstear isim kullanırlar. Halbuki mahlas bundan ayrıdır.

Divan edebiyatı ile halk edebiyatında mahlas kullanmak, bir âdet idi. Mahlas almaya “tehallüs” denir. Mahlas çoğunlukla yeni bir yazara ve şâire üstad tarafından “mahlas-nâme” adlı bir manzume ile birlikte verilirdi. Meselâ: Bâkî’nin mahlasnâmesi Zâti tarafından Şeyh Gâlib ve Müştâk Baba gibi şâirlerinki de Hoca Neş’et tarafından verilmiştir. Gerçekten Hoca Neş’et’in mahlas verdiği şâir sayısı, Dîvân’ından öğrendiğimize göre yirmiye yakındır. Bunların bâzısını Türkçe yazmakla birlikte, Farsça yazdığı mahlasnâmeler de vardır.

Verilen bu mahlasnâmelerde, şâirin özellikleri belirtilirdi. Ayrıca, fitneden kaçınmaları, hicve ve bayağılığa düşmemeleri, müstehcen yazmamaları istenirdi. Sonunda duâ vardır.

Mahlasları yüzünden bâzı yazar ve şâirlerin asıl isimleri unutulmuştur. Fuzûlî’nin asıl adı Mehmed, Nef’î’ninki Ömer, Nâbî’ninki Yusuf, Gevheri’nin Mustafa, Dertli’ninki İbrahim idi.

Şehzâdelikleri zamânında, zamânın en büyük âlimleri tarafından askerî, siyâsî, dînî ve her yönden en iyi şekilde yetiştirilen Osmanlı pâdişahları, edebî sahada da geniş kültüre sahiptirler. Osmanlı pâdişahlarının ekserisinin, kendilerinin yazmış olduğu şiirlerinin toplandığı bir dîvânı vardır ve şiirlerinde mahlas kullanmışlardır. Meselâ, Fâtih “Avnî”, Kânûnî “Muhîbbî”, İkinci Bâyezîd “Adlî”, BirinciAhmed “Bahtî”, İkinci Osman “Fâris”, Üçüncü Ahmed “Necip”, İkinci Mahmûd “Adlî” mahlasını kullanmışlardır.

Gazel, kaside gibi divan edebiyatı şiirlerinde ve halk edebiyatının manzum türlerinde, şâirin adının geçtiği beyte“mahlas beyti” veya “taç beyit” adı verilir; bu genellikle en son beyittir.

MAHLEP (Prunus mahaleb)

Alm. Mahalebkirsche, steinweichsel, Fr. Mahaleb (m), İng. Mahaleb cherry. Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege ve Güney Anadolu bölgesinde yetişir.

8-10 m boylarında, beyaz renkli çiçekler açan ve kışın yaprağını döken ağaç. Genç sürgünleri tüylüdür. Yaprakları dairemsi veya yumurta şeklinde olup, boyları 3-6 cm, kenarları dişlidir. Çiçekler güzel kokuludur. Küçük ve takriben 5-6 mm büyüklüğündeki meyve, olgunlukta siyah bir renk alır. Fidanlıklarda anaç olarak kullanılır ve üzerlerine kiraz aşılanır. Vatanı Avrupa ve Batı Asya’dır. Dağlık yamaçlarda, kalkerli yerlerde yetişir. İdris ağacı olarak da bilinir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kurutulmuş olgun tohumları kullanılır. Mahlep tohumu olgun meyvelerin sıyrılmasıyla alınır. Sabit yağ ve kumarin ihtivâ eder. Ayrıca % 40 kadar eleosteain asidi taşır ve bu yağ boya sanâyiinde kullanılır. Tıbbî olarak tohumlar kuvvet verici, balgam söktürücü, idrar arttırıcı, nefes darlığına ve şeker hastalığına karşı kullanılır. Tohumlar toz hâline getirilip balla karıştırılmak suretiyle alınır. Ağacın kabuklarının hoş kokulu olması, kumarin ihtivâ etmesinden ileri gelmektedir.

Mahlep tohumu ihraç ürünlerimizdendir.

MAHMÛD ATALAY

Balkan, Akdeniz Oyunları, Dünyâ ve Olimpiyat Şampiyonu Türk güreşçisi. 1934’te Çorum’da doğdu.

1952’de on sekiz yaşındayken çayır güreşlerine katıldı. Çevresinde meşhur olduktan sonra 25 yaşındayken Millî takıma girdi. Celâl Atik ve Nasuh Akar tarafından çalıştırıldı. 1959 Beyrut, Akdeniz Oyunlarında serbest güreş 73 kg’da şampiyon oldu. 1963 Napoli Akdeniz Oyunlarında ve İstanbul’da düzenlenen Balkan Şampiyonasında birincilik aldı. 1965’te Manchester’de yalnızca Sovyet güreşçi Sagaradze’ye yenilerek ikinci oldu. Aynı yıl Yanbolu’da Balkan Şampiyonluğunu kazandı. 1966’da Toledo’da Sagaradze’den rövanşı alarak dünyâ birinciliğini elde etti. Aynı yıl Karlsruhe’deAvrupa ikincisi oldu. 1967 de İstanbul’da Avrupa ikinciliğini kazandı. 1968’de Meksika Olimpiyatlarında Amerikalı, İtalyan, İranlı, Sovyet ve Fransız rakiplerini yenerek Olimpiyat Şampiyonu oldu. 1968’de güreşi bıraktı.

Antrenörlük vazifelerinde bulundu. Millî takımı çalıştırdı. Çeşitli federasyonlarda teknik komite başkanlığı ve asbaşkanlık yaptı. Dünyâ çapında serbest stilin en iyi teknik oyun uygulayıcılarındandır.

MAHMÛD ÇELEBİ

On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda İstanbul’da yetişen evliyâdan. Büyük âlim ve evliyâ Seyyid Emir Ahmed Buhârî’nin halîfelerindendir. İsmi, Mahmûd Çelebi olup, Mevlânâ Kırîmî’nin evlatlığıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1531 (H.938) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri Edirnekapı mezarlığında idi.

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsil etmeye başlayan Mahmûd Çelebi istidâd ve kâbiliyetinin çok olması sebebiyle çabuk ilerledi. Zâhirî ilimlerdeki tahsilini tamamladıktan sonra tasavvuf yoluna yöneldi. Seyyid Emir Ahmed Buhârî hazretlerinin sohbet ve hizmetlerine devam etmeye başladı. Olgun ve büyük bir velî olan bu zâtın huzur ve sohbetlerinde bulunmakla tasavvuf yolunda ilerleyip, yüksek derecelere kavuştu. Hocasına muhabbet ve bağlılığı pekçok olduğu için kısa zamanda en yüksek talebelerinden oldu. Hocası onu kızı ile evlendirerek kendisine dâmâd yaptı. Böylece aralarında akrâbalık bağı da meydana geldi. Emîr Ahmed Buhârî vefât edeceği zaman Mahmûd Çelebî’yi kendi yerine halîfe bıraktı. O da hocasının vefâtından sonra, yerine geçip talebelerine ders verdi. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşmalarına vesile oldu. Nakşibendiyye yolunun İstanbul’da yayılması ve yerleşmesi için çok gayret etti. Birçok talebe yetiştirdi. Şakâyık-i Nu’mânîyye adlı eserin müellifi Taşköprüzâde de onun talebeleri arasında yer aldı. Senelerce İstanbul’da talebe yetiştirmekle meşgûl olan Mahmûd Çelebi’nin pekçok kerâmetleri görüldü. 1531 (H. 938) senesinde İstanbul’da Edirnekapı semtinde vefât etti. Edirnekapı mezarlığında Münzevî’ye giden yol üzerinde bulunan Emir Buhârî Tekkesi Mescidinin karşısında defn edildi. Ancak çevre yolu yapılırken tekke ve kabirler yıkılıp kaldırıldı.

MAHMÛD ESAD BOZKURT

Türk hukukçu ve siyâset adamı. 1892’de Aydın’ın Kuşadası ilçesinde doğdu. İstanbul Hukuk Mektebini bitirdikten sonra İsviçre’de Lozan ve Freiburg Üniversitelerinde hukuk öğrenimi gördü. Bu öğrenimi sırasında Batı ve Roma hukukunu derinlemesine inceledi. Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üzerine adlı teziyle 1918’de hukuk doktoru oldu. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgâl edilmesi üzerine Türkiye’ye dönerek, Aydın’da Kuvâ-yı Milliye hareketine katıldı. İlk TBMM’ye İzmir Milletvekili olarak girdi.Londra Konferansına giden heyette bulundu. 1922-23 senelerinde İktisat Vekili (Mâliye Bakanı), 1924-1930 senelerinde Adliye Vekili (Adâlet Bakanı) olarak vazife yaptı. Bakanlığı sırasında Avrupaî tarzda geliştirilen hukuk inkılâbında önemli rol aldı. 1926’da İsviçre’den alınan Medenî Kânun, Borçlar Kânunu, İtalya’dan alınan Cezâ Kânunu, Almanya ve İtalya’dan alınan Ticâret Kânunu onun bakanlığı sırasında kabul edildi. Bunları, Cezâ Muhakemeleri Usûlü Kânunu, Deniz Ticâret Kânunu, Türk Vatandaşlık Kânunu, İcra İflâs Kânunu ve Belediye Kânunu tâkib etti.

1926’da Ege Denizinde Türk gemisi Bozkurt ile Fransız gemisi Lotus’un çarpışmasıyla Türkiye ve Fransa arasında meydana gelen uyuşmazlıkla ilgili olarak Milletlerarası Lahey Adâlet Dîvânında görülen dâvâda Türk hükümetini temsil etti. Yaptığı başarılı savunmayla dâvâyı kazandı. Bu sebeple Bozkurt soyadını aldı.

Ankara Hukuk ve Siyâsal Bilgiler Fakültelerinde anayasa ve devletler hukuku profesörlüğü yapan Mahmûd Esad Bozkurt İstanbul Üniversitesinde de Türk inkılap târihi dersi okuttu.

Hayâtını batı hukuk sisteminin Türkiye’de yerleşmesi, Atatürk inkılaplarının gerçekleşmesi ve yayılması için sarfeden Mahmûd Esad Bozkurt, 21 Aralık 1943’te İstanbul’da öldü. Lotus Dâvâsında Türkiye-Fransa Müdâfaaları, Türk İhtilâlinde Vatan Müdâfaası, Devletlerarası Hak, Atatürk İhtilâli adlı eserleri vardır.

MAHMÛD-I GAZNEVÎ

(Bkz. Gazneli Mahmûd)

MAHMÛD HAN-1

Yirmi dördüncü Osmanlı sultânı. İslâm halîfelerinin seksen dokuzuncusudur. Babası İkinci Mustafa Han, annesi Sâlihâ Vâlide Sultandır. İstanbul’da, 2 Ağustos 1696 târihinde doğdu. Şehzâdeliğinde, yüksek fen ve din ilimleri öğretilerek yetiştirildi. Aklı, zekâsı, kâbiliyeti ve anlayışı kuvvetliydi.

Üçüncü Ahmed Han, Patrona Halil ayaklanması sonunda tahttan çekilince, Şehzâde Mahmud, 2 Ekim 1730 günü Osmanlı sultânı oldu. Üçüncü Ahmed Hanın tecrübe ve tavsiyelerinden istifade etti. İlk icrâatı, Lâle Devrinde yapılan ilim, kültür ve sanat eserlerinin tahrîbini durdurmak oldu. Âsî Patrona Halil’i ve zorbaları imhâ ettirdi. İstanbul’da emniyet ve asâyişi sağladı. Ülkede huzur dolu, mesud günler başladı. İçişlerini düzelten Sultan Birinci Mahmud Han, doğuda hududa saldıran İran Safevîleri ile, batıda Avusturya ve Rusya’ya karşı tedbir aldı.

Doğuda İran ile Üçüncü Ahmed Han devrinden beri devam eden hâdiselere son vermek istedi. Ancak İran Şâhı bir taraftan anlaşmak üzere hey’etler gönderirken, diğer taraftan büyük kuvvetlerle Revan üzerine yürüdü. Şah’ın elçi göndermekteki maksâdının Osmanlı hükûmetini yanıltmak ve oyalamak olduğu anlaşıldığından elçi ve maiyeti Mardin Kalesine hapsedildi. Osmanlı kuvvetleri, İran Seraskeri Ahmed Paşa ile Erzurum Vâlisi ve Revan Seraskeri Hekimoğlu Ali Paşa kumandası altında iki koldan harekete geçti. 30 Temmuz 1731’de Kirmanşah alındı. 15 Eylülde Kûrican Sahrasında İran kuvvetleri bozguna uğratıldı. Urmiye ve Tebriz ele geçirildi. İran Şahının sulh istemesi üzerine Ocak 1732’de Ahmed Paşa Antlaşması imzalandı. Buna göre Aras Nehri iki devlet arasında hudud olarak kabul edilirken Revan, Gence, Nahçıvan, Bitlis, Şirvan ve Dağıstan Osmanlılara; Tebriz, Kirmanşah, Hemedan, Luristan ve Erdelan eyaletleri ise İran’a bırakıldı. Ancak 1733’te İran’da iktidarı ele geçiren Nâdir Şah, Osmanlıların fethettiği bölgeleri almak için tekrar savaş açtı. 1735’te Arpaçay’da yapılan muhârebeyi Osmanlılar kaybetti. Gence, Tiflis ve Revan İran’ın eline geçti.

Osmanlı Devletinin doğuda İran ile mücâdelesinden istifâde eden Avusturya ve Rusya da iki cepheden harekete geçmişti. Azak Kalesini ele geçiren Ruslar Osmanlı kuvvetlerinin toparlanmasına meydan vermeden Gözleve, Kılburun ve Urkapı’yı da işgal ettiler. 12 Temmuz 1737’de harekete geçen Avusturya ordusu ise Bosna, Sırbistan ve Eflak’a girdi. Bu mağlubiyetler ve düşmanın girdiği yerlerde büyük tahribat ve mezâlim yapması Sultan Mahmûd Hanı son derece üzdü. Sedarete getirdiği Muhsinzâde Abdullah Paşayı Rusya üzerine, Hekimoğlu Ali Paşayı da Avusturya üzerine sefere memur etti. Muhsinzâde süratli bir hareketle Özi ve Kılburun kalelerini ele geçirirken, Hekimoğlu Ali Paşa ise Banyaluka’yı kuşatan Avusturya kuvvetlerine büyük bir darbe indirdi. Yapılan savaşta Avusturya kuvvetlerinin asker zayiatı 60 bin idi. Hekimoğlu Ali Paşanın bu zaferi İstanbul’da büyük bir sevince sebep oldu. Bu zaferler üzerine Avusturya ve Rusya barış istemek zorunda kaldı.

Nihayet 18 Eylül 1739 târihinde Avusturya ve Rusya ile Belgrad Antlaşması imzâlandı. Avusturya Devleti ile yirmi yedi yıllık, Rusya ile süresiz olan antlaşmaya göre, Belgrad Osmanlı Devletine kaldı. Avusturya ile Tuna ve Sava nehirleri tabiî hudud kesildi. Ruslar, Azak Denizi ve Karadeniz’de donanma bulundurmayacaktı. Kazaklar Osmanlı topraklarına, Kırım Hanlığı da Rusya’ya akın etmeyeceklerdi.

Rusya ve Avusturya devletleriyle antlaşmalar sağlayan Birinci Mahmûd Han yeniden İran üzerine döndü. Nadir Şah ise bu vaziyet karşısında Osmanlılarla baş edemiyeceğini anlayınca Kasr-ı Şirin Antlaşması maddeleri üzerinden yeniden antlaşma teklifinde bulundu ve bu istek kabul edildi (1746).

Böylece 1739 Belgrad Antlaşmasıyla batı ve kuzey, 1746 Osmanlı-Avşar Antlaşmasıyla da doğu hudutlarını emniyet altına alan Birinci Mahmûd Hana muhârebelerdeki muzafferiyet üzerine Gâzi ünvanı verildi. Mahmûd Han bundan sonra ülkede pekçok îmâr faâliyetlerinde bulunup, ilim, kültür, sanat sâhalarında çok kıymetli eserler yaptırdı. Kâğıthâne civârındaki Bahçeköy ile Balaban köyleri arasında geçen iki çayın sularını toplayan Topuzlu Bendini yaptırdı. Burada toplanan sular, Taksim’deki depodan, Tophâne’deki Meydan Çeşmesi ile Azapkapı’da Sâlihâ Sultan Çeşmesi ve Beşiktaş, Galata, Kasımpaşa, Tepebaşı semtlerinin çeşitli yerlerindeki kırk kadar çeşmeye su verildi. Ahâli bol ve tatlı suya kavuşturuldu. Pekçok saray, kasır inşâ ve tâmir ettirildi. Beşiktaş Sarayının bir çok kısımlarını ve Bayıldım Kasrını yeniden yaptırdı. Yûşâ Tepesi civârındaki Tokat Köşkünü donatıp, Hümâyûn-âbâd, Kandilli Sarayını îmâr ettirerek Nevâbâd isimleri verildi. Kanlıca’da Mihr-âbâd Kasrını yaptırdı. İstanbul’da Ayasofya Câmii içine, Fâtih Câmii yakınında ve Galatasaray’da olmak üzere üç, Belgrad’da bir kütüphâne yaptırdı. Ayasofya Câmii Kütüphanesine sarayın hazîne odasından pek nefis, kıymetli, nâdide kitaplar gönderdiği gibi, devrin devlet adamları da hediyelerde bulunarak dört bin cilt nâdide kitap toplandı. Ayasofya Kütüphânesine İslâm âleminin en meşhûr hattatlarından Ya’kût-ı Musta’sımî, Şeyh Hamdullah ve Hâfız Osman hatlarıyla Mushaflar ve hazret-i Osman ve hazret-i Ali’ye âit olduğu söylenen iki Kur’ân-ı kerîm de kondu. Kütüphânenin masrafını karşılamak için de Cağaloğlu’nda çifte hamamı yaptırıp, gelirini vakf etti. Ayasofya’ya bitişik aşevi yaptırıp, huzûrunda tertiplenen merâsimle açıldı. Galatasaray ocağında yaptırmış olduğu kütüphâneye, saraydan kitaplar gönderip, açılış merâsiminde, kütüphânenin iki tarafına yaptırılmış olan çeşmelerin hazînelerine şekerli şerbet doldurulup, halka ikrâm edildi. Nûruosmâniye Câmiinin yapımını başlattıysa da, vefâtından bir yıl sonra tamamlanabildi. Beşiktaş’da Arap İskelesi Câmii, Rumeli Hisarı’nda İskele Câmii, Üsküdar’da Sultan Mahmûd Câmii ve Kandilli, Defterdârkapısı, Tulumbacılar odası, Yalıköşkü, Yıldıztepe mescidlerini yaptırdı.

Birinci Mahmûd Han devrinde, ilim kültür ve sanat faaliyetleri arttı. İkinci defâ matbaa açıldı. Matbaa ve hattâtların artan kâğıt ihtiyâçlarının karşılanması için Yalova’da kâğıt fabrikası kuruldu.

Ülke içinde ve dışında Osmanlı Devletine azamet devri yaşatan Birinci Mahmûd Han, 13 Aralık 1754 târihinde Cumâ selâmlığı yapıp, Cumâ namazını kıldıktan sonra vefât etti. İstanbul’da Yeni Câmii yanındaki Turhân Sultan türbesine defn edildi. Çok zekî, anlayışlı, hamiyetli, lütufkâr ve merhâmetli idi. Askerî ıslâhât taraftarıydı. Askerî kitaplar yayınlattı. Lütuf ve merhâmeti çok olduğundan, devrindeki İstanbul yangın ve zelzelesinde zarar görenlerin ızdırâbına samîmiyetle ortak olup, yanan, yıkılan yerlerin yeniden yapılması için çok yardım etti. Devlet adamları ile memurları kontrol ettirdi. Faaliyetleri ciddiyetle tâkib ettirip, zamânın ve memleketin durumuna göre icrâatlarda bulunurdu. İlim, sanat, edebiyât meclislerindeki sohbetlere katılır ve Sebkâti mahlâsıyla şiirler yazardı.