LEŞ
Alm. Tierkadaver (m), Aas (n), Fr. Charogne (f), İng. Carcass, carrion; slut (kadın), scoundrel (erkek). Kendiliğinden ölmüş hayvan, besmelesiz kesilerek öldürülen hayvan. Leş, aynı mânâda Farsça bir kelime olan “Lâşe” kelimesinin hafifleştirilmiş, değiştirilmiş şeklidir. Batmış gemi mânâsına da gelir. Eskiden argo olarak, yolda koşarken şişip geride kalan tulumbacılar için de kullanılırdı.
Leş, insan tarafından boğazlama veya av niyeti olmaksızın, kendiliğinden ölen veya öldürülen hayvan veya kuşa denir. Çok fenâ kokan ve böceklerin üzerine yığıldığı şişmiş hayvanlara da leş denir. Ahlâkı bozuk olan, beden ve elbise temizliğine riayet etmediği için pis kokan kimselere de argo olarak “leş” denilmektedir. Bu maksatla söylenilen “leş gibi insan” benzetmesi de halk arasında pek meşhurdur.
İslâm dîninde, leş olan etin yenmesi haramdır, kesin olarak yasak edilmiştir. Ancak, harp esnâsında veya fakirlik sebebiyle, helâl yiyecek bulamayanların ölmeyecek kadar yemesine izin verilmiştir. Besmelesiz kesilen hayvanı veya kesmeyip de bir yerine bıçak saplayarak, ensesine ve alnına vurarak veya boğarak veyahut ilâçlayarak, elektrikleyerek öldürülen kara hayvanlarının etini yemek de, leş gibi haramdır, yasaktır. Deniz hayvanları için bu yasak bulunmayıp, dinamit ve elektrikle avlamak kânunen yasaktır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yiyin. Eğer Allahü teâlâya, kulluk ediyorsanız O’na şükrediniz. Şüphesiz O, size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah’dan başkasının adı ile kesilmiş olanı katî haram kıldı...” buyurdu. (Bakara sûresi: 172-173)
Diğer âyet-i kerîmelerde de meâlen şöyle buyrulmaktadır:
Şöyle ki, Kur’ân’da yemesi harâm olanlar, leş ve akıcı kan ve pis hınzır ve Allah’tan başkasının adı ile kesilmiş olandır. (En’am sûresi: 145)
Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar, bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kestikleriniz müstesna olmak üzere, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış (süsülmüş), yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanları, dikili taşlar üzerinde (câhiliyet devrinde putlara hürmeten) kesilen ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı.” (Mâide sûresi: 3)
İslâmiyetin leş hakkındaki hükümleri ve hayvanın dine uygun şekilde nasıl kesileceği, avın nasıl avlanacağı ve Allahü teâlânın yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bildirdiği emirlerine nasıl uyulacağı ilmihal ve fıkıh kitaplarında geniş yazılıdır.
LEŞBÖCEĞİ (Silpha, Necrophorus, vs)
Alm. Aaskäfer (m), Fr. Silphidaés, insecte de charogne, İng. Carcass insect, grave-digger insect. Familyası: Leşböceğigiller (Silphidae). Yaşadığı yerler: Leş bulunan bölgelerde. Özellikleri: Çoğu geniş ve yassı vücutlu ve siyah renklidir. Üzerlerinde parlak sarı ve kırmızı lekeler bulunur. Ergin ve kurtçukları ölü hayvanlarla beslenir. Otçul olanları da mevcuttur. Çeşitleri: 2000 kadar türü vardır.
Kınkanatlılar (Coleoptera) takımının, leşböceğigiller familyası türlerinin genel adı. Çoğu parmak boğumu büyüklüğünde vücutları yassı, anten uçları tokmaklı, parlak renkli böceklerdir. Çürümekte olan leşlerle geçinirler. Bilhassa fâre, köstebek gibi hayvan leşlerinin yanında daha kolay rastlanırlar. Koku alma duyuları çok hassastır. Vücutlarını örten kitinsel kanatları, siyah olup üzerleri portakal renginde nokta, leke ve bantlarla örtülüdür. Bir tehlike ânında arka kısımlarından pis kokulu bir sıvı salgılarlar. Bir yerde leş kokusu aldıklarında, sürüler hâlinde oraya akın ederler. Leşi, kazdıkları çukurlara gömerler. Ayrıca dişileri leşin üzerine yumurta bırakırlar. Yumurtalar açıldığı zaman yavrular hazır yiyecek bulurlar. Bu böcekler, leşlerin ortadan kalkarak kokmasını önledikleri gibi, mikropların etrâfa yayılmasına da mâni olurlar. Çok tehlikeli mikrop saçan fâre leşleri, gömülmekle ortadan yok olurlar. Leşler gömülmekle mikropları taşıyan sineklerden de korunmuş olunur.
Hiçbir şey hikmetsiz yaratılmamıştır. İlim adamları Allahü teâlânın yarattıkları içinde faydasız hiçbir şeye rastlamamışlardır. Hikmetini bilmedikleri çok şeyin sonradan sebepsiz yaratılmadığını anlamışlardır. Pislik böcekleri de pisliği toprak içine taşıyarak, çeşitli mikropların etrafa yayılmasını önlediği gibi, toprağı da gübre bakımından zenginleştirirler.
DEVLETİN ADI |
Letonya Cumhûriyeti |
BAŞŞEHRİ |
Riga |
NÜFÛSU |
2.750.000 |
YÜZÖLÇÜMÜ |
64.500 km2 |
RESMÎ DİLİ |
Letonca |
DÎNİ |
Hıristiyanlık |
PARA BİRİMİ |
Letonya rublesi |
Baltık Denizi kıyısında yer alan bir Avrupa Devleti. Kuzeyinde Estonya, doğusunda Rusya Federasyonu, güneyinde Litvanya, batısında Baltık Denizi ile çevrilidir.
Târihi
Bölgenin yerleşik halkı olan Letonlar M.Ö. 3000 yıllarında Baltık kıyısına gelip yerleştiler. Uzun yıllar ticâretle uğraşarak geçimlerini temin ettiler. Letonya diğer Baltık ülkeleri gibi M.S. 9. asırda Vikinglerin istilâsına uğradı. Germenler 1198-1290 yılları arasında Letonya topraklarını ele geçirdiler. Bu arada bölgede Hıristiyanlık yayıldı. Letonya 15. asırda kurulan Litvanya Federasyonuna katıldı. Rusya ile olan savaşlar neticesinde konfederasyon dağıldı. Letonya İsveç’in hâkimiyeti altına girdi.
Büyük Kuzey Savaşları neticesinde Çar Birinci Petro Letonya’yı ele geçirdi (1700-21). Bu târihten îtibâren Rusya’nın hâkimiyeti altında kaldı. Rusya’daki 1905 işçi ayaklanması Letonya’da büyük yankılar uyandırdı. Ayaklanma askerî ordu tarafından bastırıldı ve elebaşılar Sibirya’ya sürüldü.
Birinci Dünyâ Harbi sırasında Letonya topraklarının büyük bölümünü Almanlar işgâl etti. Almanların savaşta mağlup olmasını fırsat bilen Rusya, Baltık ülkelerine karşı harekâta geçti ise de, yoğun bir karşı koyma ile geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Alman orduları Letonya’dan 15 Aralık 1919’da geri çekildiler. Bir süre sonra Letonya ve diğer Baltık ülkelerini tanıyan Rusya bir seri antlaşma imzâladı.
Bağımsızlığını kazanan Letonya’da hükûmet büyük toprak sâhiplerinin topraklarını, topraksız köylülere dağıtarak Germen soyluların ekonomik ve siyâsî güçlerini zayıflattılar ve komünist hareketleri baltalamış oldular.
Almanya’nın 1939’da Polonya’yı yenmesinden sonra Rusya Baltık ülkeleri ile karşılıklı yardımlaşma anlaşmaları imzâlandı ve bu ülkelerde askerî üsler kurmak için izin verilmesini istedi. Diğer Baltık Ülkeleri gibi Letonya da uluslararası alanda bir müttefik bulamayınca Ruslara topraklarında üs kurması için izin verdi. 14-15 Temmuz 1940’ta yapılan seçimleri Sovyet yanlısı adaylar kazandı. Seçimler sonrası kurulan Letonya hükümeti ve parlamentosu Sovyetler Birliğine katılma kararı aldı. SSCB Yüksek Sovyeti bu isteği onayladı ve Letonya, Sovyetler Birliğinin Cumhûriyetleri arasına girmiş oldu.
İkinci Dünyâ Harbi sırasında Almanya’nın işgâline uğrayan Letonya’da 450.000’e yakın insan öldü. Savaşın ardından bölgeye hâkim olan Sovyet hükümeti çok sayıda Letonyalıyı sürgüne gönderdi. Sosyalist rejim yeniden kurulunca Letonya’da 1951’e kadar gerilla harbi devam etti. 1951’den sonra iç karışıklıklara kesin olarak son verildi ve Sovyetler Birliği Letonya’da tamâmen hâkimiyeti ele geçirdi.
Letonya 1991’e kadar Sovyetler Birliğini meydana getiren 15 cumhûriyetten biri olarak kaldı. Rusya’da başlayan reform hareketleri neticesinde 1991’de Letonya bağımsızlığını ilân etti. Rusya Federasyonu dâhil Avrupa devletleri Letonya Cumhûriyetini tanıdı.
Fizikî Yapı
Letonya’nın büyük bölümü dalgalı düzlüklerden meydana gelir. Baltık ve Riga Körfezi kıyıları oldukça düzgündür. En önemli akarsuyu Dvina Nehridir. Diğer akarsular Baltık Denizine dökülür. Sovyet sınırı yakınlarında irili ufaklı göller vardır.
İklimi
İklimi ılımandır. Atlas Okyanusundan gelen hava kütlelerinin etkisi altındadır. Yazlar genelde serin ve yağışlı geçer.
Tabiî Kaynaklar
Mâdenler: Ülke topraklarında çeşitli mâdenler bulunur. Başlıca mâdenleri dolomit, kireçtaşı ve turbadır. Kurland Yarımadasında bulunan petrol rezervleri henüz işletilmemektedir.
Bitki örtüsü ve hayvanlar: Ülke topraklarının % 67’si orman, çayır, otlak ve bataklıklarla kaplıdır. Bu topraklarda çeşitli yabânî hayvan yaşar. Başlıca av hayvanları tilki, tavşan, vaşak ve porsuktur. Alınan koruma tedbirleri sâyesinde geyik ve karaca neslinin tükenmesine engel olunmuştur. Çok sayıda kuş türü yaşar.
Nüfus ve Sosyal Hayat
2.750.000 olan nüfûsun, % 54’ünü Letonyalılar, % 33’ünü Ruslar, % 5’ini Beyaz Ruslar, % 3’ünü Ukraynalı, % 3’ünü Polonyalılar meydana getirir. Halkın büyük kesimi Letonca konuşur. On bir senelik ilk ve orta öğretim parasız ve mecbûridir. Letonya Bilimler Akademisine bağlı 10 yükseköğretim kurumu ve 10 ilmî kuruluş vardır.
Ekonomi
Ülke ekonomisi sanâyiye dayalıdır. En önemli sanâyi dalları metal üretimi ve makina yapımıdır. Diğer sanâyi ürünleri buzdolabı, gemi, demiryolu araçları, dizel motoru, elektrik jeneratörü, beyaz eşyâ ve radyodur. Ayrıca dokuma, kereste, besin, ayakkabı ve giyim sanâyii de gelişmiştir. Enerji ihtiyâcının yarısından fazlasını kendi kaynaklarından karşılar.
Ulaşım
Ülkede ulaşım ağı çok gelişmiştir. Ulaşım kara, demir, deniz ve havayoluyla sağlanır. İç suyollarından da ulaşımda faydalanılır. Riga ve Ventpils limanları ticârî açıdan önemlidir. Riga havaalanından her ülkeye düzenli uçak seferleri yapılır.
Alm. Bedarfsartikel (pl.), 2. Intendantur (f), Fr. 1. Objets (m.pl.) nécessaires, 2. Intendance (f), İng. 1. Necessities, 2. Commissariat. Lâzım olan şeyler. Askerî birliklerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh, mühimmât, muhâbere ve ordu donatım araç ve gereçleri dışında kalan diğer malzemeleri, ifâde eden terim. Levâzım sınıfı, barışta ve seferde, askerî birlik ve kurumların yiyecek, içecek, giyecek, yakacak vb. maddelerin ikmâlini, depolanmasını, bakım, tâmir ve dağıtımını sağlar. Savaş sırasında düşmandan alınan ganîmetin toplanması, sınıflandırılması ve cephe gerisine gönderilmesi de bu sınıfın vazîfeleri arasındadır. Bu hizmetleri yerine getirmede, levâzım sınıfının bölükten alaya kadar değişik büyüklükteki birlikleri vazîfe almaktadır.
Târihçesi: Milletlerin, düzenli bir orduya sâhip olmaya başlamaları ile birlikte, askerlerin yedirilmesi, giydirilmesi, silâh ve teçhizâtının ve diğer ihtiyâçlarının temini zarûriyeti de ortaya çıkmıştır. Asya kıtasının doğusundan, Avrupa ortalarına kadar çok geniş sâhalarda devlet kuran atalarımızın, bilhassa ordunun iâşe ikmâli konusunda tertip, düzen ve faaliyetleri, bugün bile merak konusu olmaktadır.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında düzenli ordu teşkilâtı yoktu. Taleb üzerine, aşîret gençleri savaşa katılırlar, bunlara sefer esnâsında ulûfe verilir, savaştan sonra memleketlerine dönerlerdi. Orhan Gâzi ve Sultan Birinci Murâd Han zamânında, muvazzaf kapıkulu timar ve zeâmet askerleri ihdâs edildi. Kapıkulları, pâdişâhların hassa askerleri olup, hazîneden bunlara ulûfe ve günlük istihkâk verilirdi.
Seferde pâdişahın maiyetinde bulunan kapıkulu askerleri, piyâde ve süvârî olmak üzere iki kısımdır. Kapıkulu piyâdesi; yeniçeriler, acemi oğlanları, cebeciler, topçular, top arabacıları, humbaracılar, sakalar olmak üzere yedi sınıfa ayrılmıştı.
Yeniçeri ocağının ilk teşkilinde her ere bir akçe ulûfe verilirken, zamanla paranın değer kaybetmesiyle bu miktar 1 günde 20-25 akçeye yükseltildi. Ulûfeden başka, senede dört defâ un, et, yağ, bulgur, elbise gibi şeyler veya bedelleri verilirdi.
Eyâlet askerlerine hazîneden maaş verilmez, dirlik denilen arâzinin vergi hâsılâtı tediye edilirdi. Dirlikleri, hâsılâtlarına göre Has, Zeâmet ve Timar olmak üzere üçe ayrılmıştı. Dirlik sâhipleri elde ettikleri hâsılâta göre, sefer zamânında muayyen miktarda askeri tam teçhizâtlı olarak göndermeye mecburdular. Toplanma bölgesinden hareket edildiğinde, önde süvârî ve piyâde ve onların arkasında ağırlıklar ile erzak kâfilesi yer alırdı. Bu teşkilâtlanmada usûl ve nizâmlara tam riâyet sağlandığından, Osmanlı Devletinin yükselme devrinde, masraf yapılmadan, mükemmel donatılmış, eğitim seviyesi yüksek yüz kırk bin süvârî tedârik edilmiş ve seferin devâmı müddetince ordunun kendi iâşesini sağlaması mümkün olmuştu.
1826 senesinde yeniçeri sınıfının lağvedilmesine kadar bu düzen devâm etti. Bu târihte, nizâm-ı cedîd kurularak, düzenli ordu teşkîlâtına geçildi. 1909 senesinde ilk levâzım okulu, Beylerbeyi Sarayında açıldı, ancak, dokuz aylık bir eğitim devresinden sonra kapandı. İki sene sonra, 1911’de Almanya’dan getirilen levâzım mütehassısı Zaver Beyin idâresinde okul, Taksim Kışlasında açıldı. Okulda hukuk, iktisâd, ticâret, barış ve seferde ihâle ve muâyene usûlleri, yiyecek, yakacak, melbusât ve teçhizât ikmâli vb. konular öğretiliyordu. Balkan Harbinden edinilen tecrübelerden de faydalanılarak istihkâkların verilmesi, ilmî esaslara bağlanmış ve 1914 târihli Tayınat ve Yem Kânunu çıkartılmıştır. Askerî birliklerin iâşesinde ve tayın bedellerinin ödenmesinde, mübâdele sistemi getirilerek kânunda belirtilen cins ve miktarda erzak verilmesi hükmedilmiş, ancak bu erzakın bir günlük tutarını geçmemek üzere başka cins erzakla değiştirilebilmesi esâsı kabûl edilmiştir. Birliklerin iâşesinde bundan daha mükemmelini düzenleyecek bir kânun yapılamadığından, Tayınat ve Yem Kânunu’nun uygulanmasına zamânımızda da devâm edilmektedir.
İstiklâl Harbinden sonra, Harp Akademileri binâsında 1 Ekim 1925 târihinde Levâzım Akademisi adı altında Levazım Okulu yeniden açıldı. 1927 yılından îtibâren de Harp Okulundan levâzım subayı mezun olmaya başladı. 1949 senesinde, Levâzım Okulu, Harp Akademileri bünyesinden ayrılıp, başlı başına sınıf okulu olarak Bâyezîd’deki Askerî Tıbbiyye Okulunun, bir bölümünde tedrîsâtını sürdürmeye devâm etti. Daha sonra 1952 yılında Eyüp’teki binâsına 1961 yılında da Halıcıoğlu’ndaki târihî Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn binâlarına taşındı. 1 Eylül 1977 yılında Mâliye sınıfının kurulmasıyla Levâzım Mâliye adını alan okul, 1 Ocak 1980 târihinde Kâğıthâne Kışlasına taşındı. Oradan da 1990 yılında Küçükyalı’da yeni yapılan binâlarına nakledildi.
Zaferi kazananlar, yalnız cephede savaşanlar değildir. Zaferin kazanılmasında, ordunun iâşe, cephâne ve her türlü lojistik ikmâl ve desteğini sağlayanların da büyük payı vardır.
Alm. Marinesoldat (m), Fr. Soldat (m), İng. Marine soldier. Osmanlı donanmasında hizmet gören askerî sınıf. Türkçe, Farsça ve İtalyancada ayrı ayrı mânâlara gelen kelime aslen İtalyanca olup, levantino “doğulu” anlamına gelir. Venedik’e göre doğulu asker. Farsça, nefsin arzû ve isteklerine uyan. Türkçede ise, tekil olarak; “delikanlı, boyluposlu, yiğit, çevik” demektir. Levendât şeklindeki çoğulunda, kara ve deniz askerleri ifâde edilir.
Deniz ve kara leventleri olmak üzere iki kısımdır.
Deniz leventleri: On altıncı asırda Akdeniz’de gemileri ile faaliyette bulunan gözüpek, güçlü kuvvetli Türk denizcileri. Bunlar 17’şer oturaklı gemileri ile, Rumlalarla meskûn Livâdiye sâhillerini vurup, bol ganîmet ile dönerlerdi. Leventler, Osmanlı Devleti hizmetine girmelerinden sonra, bulundukları yerin disiplini ve nizâmını sağlar, donanma sefere çıktığı zaman, asker olarak sefere katılırlardı. Bunlar, Levent-i Türkî ve Levent-i Rûmî diye ikiye ayrılır. “Levanda”adını taşıyan Rum leventleri, adalardan toplanırdı. Bunlar, daha sonra hizmette hıyânette bulunduklarından tasfiye edildiler. Türk leventleri timarlı olup, sâhil memleketlerindeki Türklerden alınırlardı. Türk leventleri ile Rum leventlerinin kıyâfetleri farklı idi. Türk leventleri, berate denilen kırmızı başlık, kollu beyaz gömlek ve kırmızı renkli, kenarları siyah harçlı bir yelek ile kırmızı şalvar giyer, bellerine sarı kuşak sararlardı. Rum leventleri de kenarları sarı harçlı mâvi bir yelek, beyaz şalvar giyer, bellerine kuşak sararlardı; bellerinde ve başlarında mâvili beyazlı kuşak ve sarık bulunurdu. Ayrıca Türk ve Rum leventleri bütün bedenlerini örten kenar dikişleri kırmızı harçla çevrili, başlıklı bir yağmurluk giyerler, bellerinde bıçak bulundururlardı. Kılıç, mızrak, uzun namlulu tüfek ve tabanca da taşırlardı. Rum leventleri, daha çok kürekli çektirilerde kullanılırdı.
Leventlerin komutanına “Şehlevent” denirdi. Kıdemlerine göre “çektiri, firkate, kalyon levendi” adını taşırlardı. Donanmanın her yıl seferden dönüşünde yoklama yapılır, sefere katılmayanların kayıtları silinerek maaşları kesilirdi.
Kara leventleri: Osmanlılarda donanma leventlerinden ayrı olarak vezir ve beylerbeyi maiyetlerinde süvârî görevi yapan sınıf. Bunlara kapılı-levent de denilirdi. Leventlerin mensub oldukları vezir veya beylerbeyi azledilince, bunlar bir yere kapılanıncaya kadar, başıboş bir hâlde dolaşdıkları için bunlara “kapısız levent” denirdi. Kapısız leventlerin zamanla çoğalması ve Anadolu’da eşkıyâlığa başlamaları üzerine, bu teşkilât bozuldu.
Anadolu’daki isyânlara karıştılar. 1776’da çıkarılan son fermanla varlıkları kesin olarak ortadan kaldırıldı.
Kara leventleri unutulduğu hâlde, deniz leventleri muhteşem hâtıraları ile hâlâ yaşamaktadır. Levent denince akla Osmanlı devri Türk denizcisi gelmektedir. Pekçok dehâ sâhibi Osmanlı amirâli leventlikten yetişmişlerdir. Leventler, Osmanlı Devletine unutulmaz deniz zaferleri kazandırmışlardır.
Allahü teâlânın takdîr ettiği ve kâinâtta olacak şeylerin yazılı bulunduğu levha. “Kitâb-ı mübîn”, “kitâb-ı meknûn”, “kitâb-ı ma’kum” gibi isimleri de vardır. Onda yazılı olanlar, artma ve eksilmekten, şeytanların tecâvüzünden, değiştirilmekten korunmuştur.
Levh-i mahfûz vardır. Fakat ne olduğu kat’î bildirilmemiştir. Bununla berâber hakkında çeşitli rivâyetler bulunur. Bunlardan birisi, beyaz inci ve kırmızı yâkuttan olduğudur.
Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyruldu ki:
Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdir edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah’ın gönderdiği nîmetlerden mağrûr olmayasınız. (Hadîd sûresi: 23)
Başka bir âyet-i kerîmede ise meâlen; “...Yaş ve kuru her şey Kitâb-ı mübîn’de vardır.” buyrulmaktadır. Kitâb-ı mübîn, Levh-i mahfûz veya ilm-i ilâhî mânâsınadır. Kur’ân-ı kerîm Berât gecesinde Levh-i mahfûza inmiştir. Kadir gecesinde Peygamber efendimize gelmeye başladı. Sahîh-i Buhârî’de nakledilen hadîs-i şerîfte ise, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
Allahü teâlâ Levh-i-mahfûza önce şunları yazdı: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür. Verdiğim hükme râzı olan, belâlara sabreden, nîmetlere şükreden kimseyi doğrular arasına yazdım. O kimse, kıyâmet günü onların arasında dirilir. Hükmün dışında bir şey bekleyen, belâlara karşı sabırlı olmayan, nîmetlere şükür yolunu tutmayan da benden başka ilâh arasın.
Ra’d sûresindeki: “Allahü teâlâ, dilediğini siler. Dilediğini değiştirmez. Ümmül-kitâb, O’ndadır.” meâlindeki âyet-i kerîmede, Levh-i mahfûz bildirilmektedir. Ümm-i Kitâb, ezelî olan kelâm-ı ilâhînin ismidir. Melekler, bunu anlayamaz. Zamanlı değildir. Yâni burada zaman yazılı değildir. Allahü teâlâdan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfûzda ise değişiklik olur. Bunu melekler görür. İnsanın işine göre, ömrü ve rızkı değişir. Bu değişiklikler Allahü teâlânın kaderine yâni ezelî ilmine uygun olur. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece birine ölümüne yakın, iyi işler yaptırıp, son nefeste îmânla gönderir. Başkasına kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah efendimiz her zaman; “Allahümme, yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî, alâ dînik” duâsını okurdu ki, (Ey büyük Allah’ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir.) Hadîs-i kutsîde: “İnsanların kalbi Rahmânın kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir.” buyrulmuştur. Yâni, Allahü teâlâ, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kalpleri kötüye ve iyiye çevirir.
Alm. Seebarsch, Fr. Bar, İng. Bass. Familyası: Hanigiller (Serranidae). Yaşadığı yerler: Atlantik Okyanusu, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sâhillerinde bulunurlar. Özellikleri: Boyu 40-100 cm kadardır. 8-10 kg ağırlıkta, yırtıcı bir deniz balığı. Küçük siyah benekleri olduğundan alabalığı andırır. Eti lezzetlidir. Çeşitleri: Şeritli levrek, damalı doğu levreği, beyaz levrek meşhur türlerdir. Tatlı sularda yaşayanları da vardır.
Hanigiller âilesinden, ılık ve soğuk denizlerde yaşayan, güçlü ve çevik bir balık. Tuzlu su levreği veya sudak ismiyle de bilinir. Vücudu füze şeklinde ve derisi iri pullarla örtülü, sırtı kurşunî, karnı gümüşî renktedir. Küçük siyah benekli olduğundan alabalığı andırır. Dilinin üzerinde de dişleri vardır. Etçil ve yırtıcıdır. En çok karides, küçük balık, yengeç ve kurtçuklarla beslenir. Boyu 40-100 cm arasında değişir. Genellikle ağırlığı 8-10 kg’dır. 15 kg gelenleri de vardır. Kuşkulu bir balık olduğundan umumiyetle kıyılara paralel olarak tek başına dolaşır. Oltaya zor gelir. Eti yağsız ve çok lezzetlidir. Tâze olarak yenir. Türkiye kıyılarında Karadeniz, Marmara ve Akdeniz’de bulunur. Bilgisiz kimseler tarafından dinamitle de avlandığından nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Karadeniz’de Rusya, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye kıyılarının sığ ve sâhile yakın yerlerinde, Afrika’nın kuzey batı sâhillerinde ve Atlantik Okyanusunda tipik çeşitleri mevcuttur. Her mevsimde, genellikle de mayıs ortalarından ekim sonuna kadar avlanır. Genç levreklerin sırtları siyah benekli, erginlerin sırtları ise beneksiz veya koyu renktedir. Ağustos ve ekim ayları sırasında ırmak ağızlarında üremeye başladıklarında sürüler hâlinde toplanırlar. Ayrıca gıda kaynakları olan ringa balıklarını takip ettikleri zaman da sürüler hâlinde toplanırlar. Akdeniz’de mayıs-ağustos ayları arasında ürerler. En pahalı ve lezzetli balıklardan olan levrek için “Balıkların Şahı” tâbiri kullanılır.
Tatlı su levreği (Perca fluviatilis): Avrupa ve Kuzey Asya’nın göl ve nehirlerinde yaşayan, obur ve yırtıcı bir balık. Suyun bir metre derininde pusu kurarak diğer su hayvanlarını avlar. 15-60 cm boyunda, 1-3 kg ağırlıkta olurlar. Yurdumuzun Sapanca ve Küçükçekmece göllerinde rastlanır. Genellikle sırtı siyah-yeşil renkli, sert pullarla örtülüdür. Tek gezer. Şimşek çaktığı ve gök gürlediği zaman derinlere kaçar. Beyaz ve lezzetli eti, sazanlardan daha az kılçıklıdır. Sindirimi kolaydır. Som ve alabalıktan sonra eti en makbul olan tatlı su balığıdır.
(Bkz. Fruktoz)
Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan kimyâcılarından. Boston yakınlarında 1875’te doğdu ve çocukluğu Nebraska’da geçti. Öğrenimini Harvard Üniversitesinde yaparak, buradan mezun oldu. Bir sene lise öğretmenliği yaptıktan sonra tekrar Harvard’a döndü ve 1899 yılında felsefe doktoru ünvânını aldı. Bir yıl Alman üniversitelerinde çalıştıktan sonra, Filipin Adalarında Ağırlıklar ve Ölçüler Müfettişi olarak bir yıl vazîfe yaptı. Massachusetts Teknolojisi Enstitüsünde profesörlük ünvanını kazandı. Nihayet 1912’de az tanınmış bir kimyâ bölümünün başkanlığını kabul etti. California Üniversitesine gitti ve meslek hayâtının kalan kısmını, Berkeley’de dünyânın en kuvvetli kimyâ bölümlerinden birini kurmaya verdi.
Lewis, meslek hayâtının büyük bir kısmını moleküllerin yapısını ve termodinamiği, yâni kimyâsal değişmelerdeki enerji bağıntılarını anlamak için harcadı. Düşünüş tarzı, zamanına göre çok ileri olduğundan, teorisinin kimyâya derin etkileri oldu. Kimyâsal bağ anlayışı, bu konudaki modern düşünceleri, büyük ölçüde etkilemiştir. Lewis, enerji bilançosunun, bir reaksiyonunun olup olmayacağını önceden haber vermeye imkân vereceğini ilk anlayanlardan biridir. Termodinamiğin, kimyâ için taşıdığı büyük önemini, zamanın kimyâcılarına o anlattı. Bu konuda 1923 yılında basılan kitabı, kimyâ literatürünün klasiklerinden biri oldu. Kükürdün fazlarından kuantum mekaniğine kadar çeşitli konularda yüz elliden fazla araştırması yayınlandı.
Parlak meslek hayatı boyunca, dâimâ, laboratuvarında aktif olarak çalışmış ve keşiflerin heyecanından hiçbir zaman yorgunluk duymamıştı. Basit ve doğrudan doğruya sonuç veren deneyleri üstün tutardı. Önemli keşiflerinden birçoğunu, birkaç deney tüpü ve basit kimyevî maddeler kullanarak yapmıştı.
G.N. Lewis, 23 Mart 1946 yılında çok sevdiği laboratuvarında, kitapları ve beherleri arasında hayata gözlerini kapadı.
Amerikalı roman yazarı. Bir doktorun oğlu olan Sinclair Lewis, Minneapolis’te 1885’te doğdu. Daha kolejde iken yazı yazmaya başlamış ve okul dergisinin sekreterliğini yapmıştır. 1908’de Yale Üniversitesinden mezun oldu. Bir müddet gazeteci olarak çalışıp daha sonra kendisini yazarlığa verdi. Nobel EdebiyatÖdülünü kazanan ilk Amerikalı edebiyatçıdır.
Lewis’in 1920’ye kadar yazdığı hikâyeler, romanlar para kazanmak ve herkese boş vakit geçirtmek içindir. İlk romanı Main Street (Ana Cadde) 1920’de çıktı. Kısa zamanda yarım milyon satarak satış rekoru kırdı. Çünkü Lewis, burada Amerikan burjuvasının yaşayışını hicvediyordu. Bundan böyle Lewis, Amerikan burjuvazisini, gülünçleştiren, alaya alan romanlarıyla tanındı. 1922’de uydurma değerlere bağlı, sıradan bir iş adamını incelediği Robbitt adlı eserini yazdı. Romanlarının çoğu Amerikan toplumunun çeşitli çevreleri üzerine birer röportaj niteliği taşır. 1927’de yazdığı Elmer Gantry kitabında Amerika’da din ticâreti yapan bir papazı anlatır. Büyük otellerdeki hayâtı anlatan Work of Art adlı eserini 1934’te neşretti. 1926’da çıkan Arrowsmith adlı kitabı Pulitzer Edebiyat Ödülünü kazandı. Yazarlara armağan verilmesini uygun bulmayarak kabul etmedi. Yalnız Nobel Edebiyat Ödülünü milleti için şeref sayarak kabul etti. Bu eserinde bilginlerin fikirleriyle, buluşlarıyla zengin olanların maddiyâtçılığı arasındaki çelişmeyi ortaya koyar. 1930’a doğru tiyatro ile de ilgilenmeye başladı.
Bilâhare ilk eserlerindeki canlılık, son romanlarında kayboldu. Romanları: Ann Vickers (1933), Gideon Planish (1943), Cass Timlerlane (1945), Kingsblood Royal (Kırallık Kanı), World so Wide (Çok Geniş Dünyâ). Bu eserler, Amerikalıların Birinci ve İkinci Dünyâ Savaşı arası âdetlerinin, sosyal ve iktisâdî durumlarının belgeleri olması yönünden önemlidir.
Son zamanlarında aşırı alkol alışkanlığına tutulmuştur. Bunun sonucu olarak yalnızlığa itilmiş ve 1951’de Roma’da zengin fakat kimsesiz olarak ölmüştür. Aşk, Arrowsmith, Seni Sevmek, Kaderim adlı eserleri Türkçeye çevrilmiştir.
Alm. Flieder (m), Fr. Lilas (m), İng. Lilac. Familyası: Zeytingiller (Oleceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Bahçelerde yetiştirilen bir kültür bitkisidir. Daha çok Batı Anadolu’da yetiştirilir.
Çiçekleri beyaz, morumsu (kendine has leylak rengi) veya pembe renkli güzel kokulu ve zengin durumlarda toplanmış olan ve yaprak döken bir tür ağaççık. Vatanı Doğu Asya ve Avrupa’dır. İlkbaharda çiçek açar ve bu çiçekler salkım biçimindedir. Bâzı çeşitlerinde ise çiçekleri katmerlidir. Leylağın boyu altı metreye ulaşabilir.
Âdi leylak ve doğu leylak ağacı olmak üzere başlıca iki çeşidi vardır. Leylak, tohumundan yetiştirildiği gibi, daldırma yoluyla da yetiştirilebilir.
Kullanıldığı yerler: Parfümeri, kozmetik sanâyii ve sabun sanâyiinde kullanılan önemli ve güzel bir koku vericidir. Tıbbî olarak yaprakları kabızlık giderici, iştah açıcı, ateş düşürücü ve kuvvet vericidir. Çiçekleri ise ateş ve kurt düşürücüdür.
Meşhur bir halk hikâyesi. Leylâ ve Mecnun bu hikâyenin meşhur iki kahramanıdır. Menşei Arap edebiyatına dayanan bu hikâye, İslâmiyeti kabulle şereflenen diğer milletlerin -Türk, Urdu, Fars (İran)- edebiyatlarına da konu olmuştur. Türk edebiyatına, Arapça ve de Farsça eserler ve şifâhî rivâyetler yoluyla giren bu hikâye; on beşinci asırda Ali Şir Nevâî ve Şâhidî tarafından manzûm Türkçe olarak yazılmıştır. Bunlardan sonra 30 kadar şâir de bu hikâyeyi manzum olarak yazmışlardır. Ancak bunların içinde edebî değeri en çok olanı Fuzûli’nin 1535’te yazdığı mesnevîsidir. Klasik Türk edebiyatının şâheseri olan bu mesnevî tarzı hikâyede:
Mecnûn, bir kabile reisinin duâlar ve adaklarla dünyâya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leylâ ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine âşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leylâ’nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan anne, ona çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leylâ’yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnûn diye anılmaya başlar.
Mecnûn’un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leylâ’yı isterse de Mecnûn (deli, çılgın) oldu diye Leylâ’yı vermezler. Leylâ evden kaçarak, Mecnûn’u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ’yı tanımaz. Babası Mecnûn’u iyileşmesi için Kâbe’ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü teâlâya duâ eder:
“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.”
Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıztırâbı içindedir.
O sırada Mecnûn’un bu hâline acıyan Nevfel isimli bir yiğit, Leylâ’nın kabilesine savaş açarak, kızı zorla almayı ve Mecnûn’a vermeyi düşünür. Fakat Mecnûn, Leylâ’nın kabilesi yenilmesin, diye duâ eder. Her girdiği savaşı kazanan Nevfel, bu savaşta yenilir. Sonunda Leylâ’yı zorla almaktan vazgeçtiğini söyler. Mecnûn da duâdan vazgeçer. Nevfel, sırf yiğitliğini kurtarmak için savaşı kazanır ve gider.
Bir zaman sonra âilesi, Leylâ’yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm’ı vuslatından uzak tutmayı başarır.
Mecnûn, çölde Leylâ’nın evlendiğini arkadaşı Zeyd’den işitince çok üzülür. Leylâ’ya acı bir sitem mektubu gönderir. Şu murabbayı söyler:
Gayr ile her dem nedir seyr-i gülistân ettiğin;
Bezm urup halvet kılıp yüz lütfu ihsân ettiğin,
Ah bünyâdın mürüvvet dir mi vîrân ettiğin,
Hani â zâlim bizimle ahd u peymân ettiğin.
Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn’a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder. Şu “murabba”yı da mektubuna ilâve eder:
Cüdâ senden, belâ vü derd-i hicrân ile duttum hû,
Kılur her dem bana bîdâd, derd ayru, belâ ayru.
Belâ vü derde düşdüm, rüzgârım böyle, hâlim bu.
Bu yetmez mi ki bir dert artırırsın derdime sen hem.
Bir müddet sonra Mecnûn’un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn’u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnûn, dünyâdan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ’nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn’u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz. Mecnûn’un ilâhî aşkta yükseliş makâmını gösteren şu sözlerini, Leylâ anlayışla karşılar.
Ger, men men isem, nesin sen ey yâr,
Ger sen sen isen, neyem ben ey yâr.
Mecnûn, artık Leylâ’nın varlığında ilâhî güzelliği bulup, Mevlâ’yı sevme yüceliğine; yâni fenâ makamına ulaşmıştır. Fenâ ise fâni demek olup, tasavvufta; Allahü teâlâdan başka her şeyi dünyâyı da, âhireti de unutmak demektir. Mecnûn da artık yalnız Allahü teâlâyı bir bilip başka her şeyi, yâni mâsivâyı unutur. (Mâsivâ: Mahlûklar demektir. Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır.) İşte Mecnûn’un Leylâ’ya yüz vermemesi, onu tanımaması da; Fenâ’ya kavuşmuş olmasındandır. Çünkü; kalbin hastalığı Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmesi, kendini sevdiği içindir. Malı, mevkiyi, rütbeyi, hep kendi için ister. Onun mâ’budu tapındığı şey kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır. Kalp bu bağlılıklardan kurtulmadıkça, insanın kurtulması çok güç olur.
Leylâ; onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yayaşamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ’nın ölüm haberini Zeyd’den öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;
Yâ Rab mana cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez.
der ve meşhur;
Yandı cânum hecr ile vasl-ı kûy-ı yâr isterem
Derd-mend-i furkatem dermân-ı dîdâr isterem.
matlâlı gazelini okur. Kabri kucaklayarak ölür.
Bir müddet sonra, Mecnûn’un sâdık arkadaşı, Zeyd rüyâsında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: “Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ’dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünyâ hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular.”
Çün, vâdî-i aşka girdiler pâk,
Ol pâklık ile oldular hâk
Menzilleri oldu bâğ-ı Rıdvân,
Çâkerleri oldu hur u gılmân.
Gittikde cihân-ı bî vefâdan
Kurtuldular ol gâmu belâdan.
Zeyd, rüyâsını halka anlatır ve o günden sonra iki sevgilinin mezarı ziyâretgâh hâline gelir.
Alm. Eigentliche Storch, Fr. Cigogne, İng. Stork. Familyası: Leylekgiller (Ciconiidae). Yaşadığı yerler: Eski ve Yeni Dünyâ’nın sıcak ve ılıman bölgelerinde. Özellikleri: Boyunları, ayakları ve gagaları uzundur. Genellikle gaga ve bacakları kırmızıdır. Gagalarını takırdatarak anlaşırlar. Ömrü: 70 yıl kadar. Çeşitleri: Ak leylek, kara leylek, eğer gagalı, açık gagalı, Hint leyleği, Amerikan leyleği meşhurlarıdır.
Leylekgiller familyasından sulak yerlerde yaşayan, ayakları, boyunları ve gagaları uzun, göçmen bir kuş cinsi. Boyları 75-150 cm arasında değişir. Erkekleri 3-4 dişileri 2,5-4 kg ağırlıktadır. Ayakları yarı perdelidir. Nehir, göl ve bataklık kenarlarında gündüz dolaşarak, kurbağa, yılan, küçük kemirici ve böceklerle beslenirler. Leş yiyenleri de vardır. Yüksek ağaç, bina ve bacalarda yuva kurarlar. Uzun, geniş kanatlı ve iyi uçucudurlar. Uçarken gagalarını ileri, ayaklarını geriye uzatırlar. Üreme dönemlerinde eşler birbirine gösteriler yaparlar. Yuvalarına bağlıdırlar.
Çoğunun sesi yoktur. Gagalarını gürültülü bir şekilde takırdatırlar. Yurdumuzda en çok rastlanan ak leyleğin vücudu beyaz, kanatlarının ucu siyahtır. Uzun gaga ve bacakları kırmızıdır. Sulak arâzilerdeki yüksek ağaçlarda, yüksek binâların çatı ve bacalarında kuru dallardan yuva yapar. Ülkemize mart ayından îtibâren gelmeye başlar. Ağustos sonunda büyük topluluklar hâlinde Güney Afrika’ya göç eder. Dişi 3-5 beyaz yumurta yumurtlar. Eşler sırayla kuluçkaya yatar. Kuluçka süresi 30-38 gün arasında değişir. Tüysüz doğan yavrular sonra tüylenirler.
Kara leylek, ak leylek kadar insanlara yaklaşmayı sevmez. Yüksek ağaçlı ormanların su kenarlarında yaşar. Yüksek ağaçlar üzerinde kurduğu yuvasını, kuru ot ve yosunlarla döşer. Karın ve kuyruk altı beyaz, vücûdunun üst kısımları siyahtır. Gagası, ayakları ve gözünün çevresi kırmızıdır. Tek tek veya küçük topluluklar hâlinde göç eder. Yurdumuzun, Kızılırmak ve Yeşilırmak deltaları yakınında ve Ege bölgesinin sulak orman bölgelerinde rastlanır. Ak leylek gibi ürer ve beslenir. Afrika’da yaşayan Marabu, leş yer. Çoğunlukla akbabalarla berâber bulunur. Leylekler, halk arasında sevilen ve korunan kuşlardır.
Evliyâ Çelebi, Seyahatname’sinde leylek hakkında şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:
... Sofya şehrinde, Çelebi Câmii nâmındaki eski mâbedin kurşunlu kubbesi üzerine bir çift leylek yuva yapıp yumurtlamışlardı. Sofya günlerimizin birinde Debbaoğlu derler bir eşkıyâ, bu mâbedin kubbesine çıkıp, leylek yumurtalarını alıp, yerine iki kara karga yumurtası koyar. Zamanı gelince iki kara karga yumurtadan çıkar. Bunları avdan dönünce gören leylek baba hemen dişi leyleğe bir iki kötek vurup, Sofya şehrinde öteye beriye feryad-figan ile dolaşır. Lâklakası ile binlerce leyleği haberdar edip, hepsi Çelebi Câmiinin kubbesi üzerinde toplandılar. Bütün şehir, bu nedir, diye seyre çıktılar. O kadar leylek toplanmıştı ki câminin üzeri görünmez olmuştu. Her bir leylek, karga yavrusuna bakıp “lak lak” ederek güyâ bir şeyler söyler, bu işe kızdıklarını anlatırlardı. O gün bütün leylekler ne yediler ne içtiler. Leyleklerin laklakasından şehirde huzur kalmadı.
Sonunda binlerce leylek, karga yavrularına hücum edip kara kargaları yok ettiler. Leylek anayı da; “Sen zinâ yapmışsın!” diye gagaları ile parça parça ettiler. Herkesin gözü önünde câminin tepesinden ahâliye doğru parçalarını attılar. Leylek babaya, bir leylek ana vererek hepsi yuvalarına gittiler. Bütün şehir bu hâle şaşırıp kaldılar. Elbette Cenâb-ı Hak herşeye bir nizam vermiştir. Melek Ahmed Paşa dahi perişan duruma çâre olup; “Derhal şakiyi getirin. Hakkından gelelim.” diye emir vermiş iken; “Sabredelim. Allahü teâlâ hazretleri Âdil ve Kahhardır” diyerek beklemeye başladık.
Üç gün sonra, hikmeti ilâhi, o yuva bozucu şaki Debbaoğlu, yarı sarhoş bir hâlde, namus ehli bir kadının evine girmek isterken, kadının kocası vaziyeti anlayıp kan başına sıçrar. Hemen dalkılıç olup, Debbaoğlu’nu yaralar. Sonra bağlayıp, adâlet meydanına sürer. Bütün ahalî toplanıp etmedik hakaret bırakmayıp Debbaoğlu’nun cezasını verdiler. Debbaoğlu yıktığı yuvanın cezasını canı ile çekmiş oldu. Doğrusu anlayana Allahü teâlânın büyük ibretidir.”