LAK

Alm. Lack (m), Fr. Laque (f), İng. Lake. Geniş mânâda, organik bileşikler ihtivâ eden renkli pigmentler (boyarmaddeler) için kullanılan bir terim.

Tam mânâsı düşünüldüğünde, yüzeyinde boya tutabilen metalik hidroksitler akla gelir. Bunların başlıcaları alüminyum, demir, kalay ve krom bileşikleridir. Renkler, fevkalâde çabuk meydana gelir ve sâbittir. Bâzı laklar, renk şiddeti fazla ve rengi hiç olmayan materyallerin, basit bir öğütücü ile karıştırılmaları sûretiyle elde edilir. Gerek sülfonatların renkli bileşiklerinden, gerek metalin azot gibi bir elemente koordinatif olarak bağlandığı metalik bileşikler ve gerekse metal ihtivâ etmeyen aynı zamanda suda ve yağda çözünmeyen karbon bileşiklerinden meydana gelen (ve suda çözünmeyen) bu üç tip boya, lak olarak isimlendirilir. Bununla beraber, gerçekte, daha doğru olarak “toner” diye bilinirler. Laklar, boyalarda ve baskı mürekkeplerinde kullanılır. Renkli maddeler, kumaşa tatbik edilmeden evvel, bir metal ile muamele edilirse (ki burada metal hidroksit teşekkülü söz konusudur) yine boyanın yüzeyde tutunması olayı gerçekleşir. Fakat bu takdirde kumaş üzerinde teşekkül eden ürüne lak denmez. Bu şekilde yapılan işe, “mordan boyarmadde” ile boyama ismi verilir.

LAKERDA

İri olan, palamut, torik, kofana gibi balıklardan dilimler hâlinde kesilerek yapılan salamura.

Lakerda yapılacak balıkların başları, kuyrukları, barsakları yüzgeçleri çıkarılarak güzelce temizlenir. Omurgasının ortasındaki ilik boşaltılır. Bu şekilde temizlenen balıklar 2-3 parmak kalınlığında parça ve dilimlere ayrılır. Sonra kesilen balıkların içi de tuzlanarak bir kat tuz, bir kat balık dilimi şeklinde fıçılara dizilir. Her dizilen balık sırasının arasına limon veya defne yaprağı konur. Dizme işlemi bitince, balık tabakalarının kabarmaması için üzerine, ağırlığı bulunan tahta baskı ile bastırılır. Çıkan sular ve yağlar bezlerle alınır. Parçalar hâlinde salamura edilen balık etleri, beyazlaşmaya başlayınca yenecek duruma gelir. Yeneceği zaman normal suda biraz bekletilir. Daha sonra parçalar ayrılarak bol zeytinyağı, limon ve piyazla servise sunulur.

LAKİT

(Bkz. Lukata)

LAKTASYON

Alm. Säugen (n), Fr. Lactation, İng. Lactation. Memelerden süt gelmesi veya vücutta süt îmâli. Üç ayrı yerde kullanılır: 1) Memelerde süt meydana gelişi; süt salgılanması(lohusalık devresinde). 2) Doğumu tâkiben memelerde süt meydana geldiği ve bebeğin emzirildiği devre; laktasyon devresi. 3) Enzime; meme verme.

Doğumdan hemen sonra östrojenlerin ve progesteronun (kadın streoit hormonlarının) âniden ortadan kalkması, bunların memelerdeki süt salgılama düzeni üzerindeki engelleyici etkisinin kaybolmasına ve hipofiz tarafından salgılanan prolaktin hormonu miktarının artmasına sebep olur. Prolaktin ise laktasyonu meydana getiren hormondur.

Bebek memeyi emdiği zaman, hissi uyarılar beyindeki hipotalamusa iletilerek oksitosin hormonunun salgılanmasına sebeb olur. Böylelikle 30 saniye içerisinde meme başından süt akmaya başlar. Bir memenin emilmesi, yalnızca o memede değil, karşı tarafta da süt salgılanmasına sebeb olmaktadır.

Eğer annenin memelerinden devamlı olarak süt alınmazsa bir iki hafta içerisinde memelerin süt salgılama kabiliyeti ortadan kalkar. Eğer annenin memeleri emilmeye devam edilecek olursa, süt salgılanması senelerce devam edebilir. Ancak gelen süt miktarı, normal olarak, yedinci-dokuzuncu aylar arasında azalır.

Laktasyonun en fazla cereyan ettiği devirde günlük salgılanan süt miktarı, bir buçuk litreyi bulmaktadır.

LAKTİK ASİT

Alm. Milchsäure (f), Fr. Acide (m) lactique, İng. Lactic acid. 1780 yılında C.W. Scheele tarafından keşfedilen, formülü CH3CHOH-COOH ve kimyâca adı alfa hidroksipropiyonik asit olan, bir organik hidroksi asit. 1881’de ticârî ölçüde ekşimiş sütten elde edildi. Sütten elde edildiği için süt asidi de denir. Sütte bulunan laktoz, laktik maya denilen bakteriler tarafından laktik aside çevrilir.

Laktik asit, asimetrik karbon atomuna sâhiptir. Bundan dolayı çözeltisi optikçe aktiftir. Laktik asidin meydana geliş şekline bağlı olarak üç tâne yapı izomeri vardır. Bunlardan iki tânesi optikçe aktif, bir tânesi de optikçe aktif olmayan, yâni resemiktir. Dekstrorotari olan sarkolaktik asit, kasların faaliyeti sonucu glikojenden elde edilir. Levotari laktil laktik asit, salarozun mayalanması ile elde edilir. Bunların üçünün de kimyevî ve fizikî özellikleri birbirlerine benzer. Formülünden de anlaşılacağı gibi laktik asit, hem alkollerin hem de asitlerin özelliklerini gösterir. Yoğunluğu 1,215 g/cm3 olan bir sıvıdır. İki laktik asit molekülü, birbiri ile reaksiyona girerek laktil laktik asidi meydana getirebilir. Yine birbirleri ile esterleşme reaksiyonu vererek halkalı bir yapı meydana getirirler.

Laktik asit, tabiî kaynaklardan elde edildiği gibi, bazı organik usullerle de elde edilebilir. Sentetik olarak, karbon monoksid ile asetaldehidin basınç altında reaksiyonundan elde edildiği gibi siyanür asidin asetaldehite etki etmesiyle de elde edilir. Sentetik laktik asit pahalı olduğu için genellikle tabiî kaynaklardan elde edilir. Bu kaynaklar karbonhidratlardır. Melas, nişasta ve kesilmiş sütte bulunan şekerler sıcak alkali mevcudiyetinde laktik aside dönüştürülür. Alkali, kalsiyum karbonat olup, ortamı nötralize etmekte kullanılır. Çünkü, asidik ortamda fermentasyonu devam ettiren bakteriler ölürler. Elde edilen ürün, kalsiyum laktat hâlindedir. Bu, sülfat asidi ile muamele edilirse, kalsiyum sülfat tuzu hâlinde çökerken serbest laktik asit elde edilir. Elde edilen ham ürün, çözücülerle, buhar destilasyonu ile, esterleştirilip hidroliz edilmekle saflaştırılır.

Laktik asit, peynir suyunda, peygamberçiçeğinde, afyonda, daha başka birçok bitkide ve hayvanların organlarında bulunur. Lahana ve hıyar turşularına özel lezzeti veren, laktik asittir. Kasların hareketleri sonucu kaslarda laktik asit birikimi olur. Bu birikim yeterli oksijenin olmayışından ileri gelir.

Laktik asit, eczâcılıkta, damla veya şurup şeklinde kullanılır. Çocuklardaki yeşil ishale karşı kullanılır. Antibiyotik tedâvisinden sonra barsak florasını düzeltmek için kullanılır. Tıpta kalsiyum laktat olarak da kullanılır.

Laktik asidin biyolojisi: Glikozun enerji meydana getirmek üzere Anaerobik durumda (O2’siz), prüvik asit (CH3CO.COOH) üzerinden yakılmasından Laktik Asit meydana gelir. Bu olaya da glikoliz denir. Glikolizde O2 gerekmez. O2 verilince glikoliz olayı durur. Fakat bu yoldan çok az enerji elde edilir. Yine de kas faaliyeti için gerekli enerji bu yoldan sağlanır.

Buna göre glikoliz, glikoneojenezle geri dönebilen bir olaydır, aynı olayın gidişi ve geriye dönüşü bir devridâim düşündürür. Glikoliz, glikozun laktik aside bir sürü ara maddeler üzerinden dönüştüğü, basamak basamak biokimyasal reaksiyonlardan biridir.

Bu reaksiyon, aynı ara maddeler üzerinden tekrar geriye dönebildiği zaman bir glikoliz devridâimi söz konusu olur. Olaylar şöyledir:

1. Fosforillenmiş glikoz (fosforillenmiş früktozlar üzerinden) iki fosforillenmiş trioz (gliseraldehid fosfat, dihidroksi aseton fosfat)a yakılır: C6ÆC3.

2. Fosforillenmiş glikoz (fosfo-gliserik asit üzerinden: pirüvik aside döner: C3ÆC3.

3. Pirüvik asit de indirgeme ile laktik aside çevrilir.

4. Laktik asit de tekrar pirüvik asit ve öbür 3 ve 6 karbonlu maddeler üzerinden glikoza dönebilir: 2C3ÆC6.

Böylelikle, bir glikoliz devridâimi çizilmiş olur: Glikoz Æ Pirüvik asit Æ Laktik asit.

LAKTOZ (Süt şekeri)

Alm. Laktose (f), Milchzucker (m), Fr. Lactose, İng. Lactose. Tabiatta yalnız sütte bulunan süt şekeri de denilen bir disakkarit. Sütün en önemli karbonhidratıdır. Sütün aromasında önemli bir payı bulunmaktadır.

Glikoz ve galaktozdan meydana gelmiş bir disakkarit olan laktozun, inek sütündeki oranı ortalama % 4,8, anne sütünde % 7’dir. Koyun sütünde % 4,6, keçi sütünde de ortalama % 4,0 oranında yer alır. Laktoz, mineral maddeler ile birlikte ozmotik sisteme iştirak ettiği için, bu süt bileşeninin oranı sütte pek fazla değişiklik göstermektedir. Meme rahatsızlıklarında, elde edilen sütteki laktoz oranı az veya çok oranda düşüş göstermektedir. Kolestrum sütünde ilk gün yine oldukça düşük bulunmaktadır.

Laktozun tatlılık derecesi nisbî olarak düşük bulunmakta, şâyet sakkarozun tatlılık derecesi % 100 olarak ifade edilirse, laktoz % 27’lik bir değer göstermektedir.

Laktoz, suda ağır çözündüğü için dil üzerinde kumumsu bir his uyandırmaktadır. Kefir ve kımız bakterilerinin enzimleri, laktozu kullanarak bir alkol fermantasyonu meydana getirirler. Bunun için ekşi süt mâmülü kefir ve kımız bir miktar alkol ihtivâ ederler. Asıl olarak sütün laktozu, süt asidi bakterileri tarafından fermantasyona uğratılır ve süt asidine dönüştürülür. Sütün ekşimesinin ve yoğurt yapımının esâsını bu husus teşkil etmektedir.

Laktozun, alkole mayalanmaya, diğer şekerler kadar kolay uğramaması çocuk beslenmesinde önemlidir. Daha az barsak bozuklukları olmasına yardım eder.

Laktoz ancak kuvvetli asitlerle hidroliz olur, glikoz ve galaktoza ayrılır. Limon asidi ve diğer zayıf asitler laktoza etki etmezler. Asitlerle laktozun hidrolizi sakkarozunkinden çok daha yavaş seyreder. Bunun sonucu sindirimi de yavaştır. Bu şekilde barsakta daha uzun zaman kalabilen laktoz, hafif asidik bir ortam sağlar. Bu asitlik kalsiyumun daha çok emilmesine yardım eder. Gaz ve nisbeten zehirli maddeler vererek ayrışan bâzı cins proteinler bu parçalanmayı önler.

Laktoz, yağ metabolizması üzerine etki etmektedir. Karaciğerde yağ birikmesini önlemekte veya önemli ölçüde karaciğer yağını azaltmaktadır. Laktozun arteriosklerozun önlenmesinde muhtemelen hisse sâhibi olduğu tahmin edilmektedir. Laktozun ayrıca B-kompleksi vitaminlerinin sentezinde teşvik edici etkide bulunduğu araştırmalar sonucu anlaşılmıştır.

Anne sütü, inek sütünden önemli derecede yüksek oranda laktoz ihtivâ ettiği için, adapte edilmiş süt, yâni çocuğa verilecek inek sütü laktozca zenginleştirilmelidir. Başka şekerler de ilâve edilir. Ancak laktoz formunda bir ilâve, bebeğin metabolizmasında avantajlar sağlamaktadır.

Sütteki karbonhidratlara karşı malabsorpsiyon, yâni absorpsiyon bozukluğu olabilmektedir. Laktoz malabsorpsiyona kâide olarak yalnız yetişkinlerde, gelişme periyodunun bitiminden sonra tesadüf edilmektedir. Laktoz malabsorpsiyonun sebebi, ince barsak mukozasının laktaz enzimi aktivitesinin azalması veya tamamen ortadan kalkmasıdır. Böyle olunca, laktozun parçalanması mümkün olmamakta ve artan laktoz konsantrasyonundan dolayı, barsak içinde artan bir ozmotik basınç meydana gelmektedir. Bu basınç da lümenler içine su akımına sebeb olmaktadır. Bunun sonucu olarak şahısta sıkıntı baş göstermekte, gaz, kolik ve diyare ortaya çıkmaktadır.

Laktoz malabsorpsiyonun mevcudiyeti ekseriya laktoz tolerans testiyle tesbit edilebilir.

Laktoz malabsorpsiyonun ortaya çıkmasında ekseriya laktozun gıdadan tamamen elimine edilmesi tavsiye edilmektedir. Ancak böyle durumda süt tüketimini tamamen sınırlamak uygun değildir. Çünkü sütsüz bir beslenme esansiyel gıdâ maddelerinin eksikliğine sebeb olmaktadır. Uzun süre düşük süt ve laktoz alınması, uygun olmayan kalsiyum absorpsiyonuna sebeb olmaktadır. Bu gibi durumlarda süt hiçbir şekilde içilemiyorsa yoğurt, ayran ve peynir alınması tavsiye edilir. Laktozsuz süt preparatları da hazırlanabilmektedir.

Laktoz daha ziyâde çeşitli süt mâmullerinin işlenişinde arta kalan sütçülük artıklarından elde edilebilmektedir. Süt şekeri bakımından oldukça zengin olan peynir suyu, çoğu zaman işlenerek değerlendirilir.

Laktozun oldukça geniş bir kullanma alanı bulunmaktadır. En çok hekimlikte; eczâcılıkta, çocuk beslenmesinde, şeker ve pasta sanâyiinde laktozdan istifâde edilir.

LALA

Osmanlı şehzâdelerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olanlara verilen isim. Selçuklularda bu vazifeyi atabegler yaparlardı.

Geleceğin hükümdarını yetiştirmek üzere görevlendirilen bu kişiler din ve fen ilimlerinde mümtaz şahsiyetler arasından seçilirlerdi. Şehzâdeler sancağa çıkarken bâzen yanlarına birden fazla da lala görevlendirilirdi. Bu durumda en kıdemlisi “Lala Paşa” ünvânını taşırdı. Lalanın ilmî kıymeti yanında pâdişâhın fevkalâde îtimâdını kazanmış emin bir kimse de olması gerekliydi. Çünkü bunlar şehzâdenin iyi bir devlet adamı olarak yetişmesi yanında onun pâdişâha karşı itâatini de kırmaması lâzımdı. Îtimâdı sarsacak durumlarda lalaların görevden alınması pâdişâhın yetkisindeydi. Lalalar yetiştirdikleri şehzâdenin pâdişâh olması durumunda büyük bir nüfuz kazanırlardı. Tahta geçen yeni pâdişâh, lalalarının en kıdemlisi olan Lala Paşayı vezirliğe ve bâzen de sadrazamlığa tâyin ederdi.

Lala deyimi ayrıca halk arasında konak ve evlerde çocukların yetiştirilmesi için alınan görevliler için de kullanılmıştır.

LALA MEHMED PAŞA

Osmanlı sadrazamlarından. Bosnalı olup, Enderunda yetiştirildi. İyi bir eğitim ve öğrenim gördü. Şehzâde lalalıklarında bulunduğundan “lala” nâmıyla meşhur oldu. Bâzı târihî kaynaklarda lakabının “Lâle” olduğu ve “Sokullu âilesine” mensubiyeti yazılıdır. 1606’da İstanbul’da vefât etti.

Lala Mehmed Paşa, Enderunda peşkir ağası iken büyük mîrâhurlukla Bîrun hizmetine alındı. 1591’de yeniçeri ağası oldu. 1595’te Macaristan Seferine vezir-i âzam Sinan Paşa ile katılıp, muhârebelerde çok gayret ve kahramanlık gösterdi. Sefer dönüşü Karaman, sonra Anadolu beylerbeyliğine tâyin edildi. 1596’da, Rumeli Beylerbeyliğine terfi ederek, Sultan Üçüncü Mehmed Han ile Eğri Seferine katıldı. Eğri Kuşatması ve Haçova Meydan Muhârebesinde Rumeli Beylerbeyilik vazîfesiyle büyük yararlıklar gösterdi. Avusturya Seferlerinde uzun yıllar hizmet ederek, Kanije ve İstolni-Belgrad kuşatmalarına katıldı. 18 Kasım 1602 Budin Müdâfaasında Avusturya ordusunu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu seferdeki üstün gayret ve muvaffakiyetlerinden dolayı üçüncü vezirliğe terfi ederek, 11 Mayısta Macaristan Serdarlığına tâyin edildi. 5 Ağustos 1604’te vezir-i âzamlığa getirilen Lala Mehmed Paşa, Avusturya Seferi için Garp Serdârlığına getirilince, 25 Eylülde Peşte’yi, ardından da Vaç Hatvan kalelerini zaptetti. 1604-1605 kışını Belgrad kışlağında geçiren Paşa, 3 Ekim 1605’te Estergon’u fethederek “Estergon Fâtihi” ünvanını aldı. Avusturya içlerine bir akın tertiplenerek, düşmanın askerî mevkileri tahrîb edilip, Koermen ve Steinamanager şehirleri zapt edilerek, pekçok esir ve ganimet alındı. İstanbul’dan gönderilen murassa tacını 20 Kasımda Erdel Prensi ve Macar Kralı îlân edilen İstva Baskay’ın başına koyan Lala Mehmed Paşa, bölgeyi tekrar Osmanlı himâye ve tâbiyeti altına aldı.

Lala Mehmed Paşa, 1606 yılının Haziran ayında Celâli âsileri ile İran üzerine serdar tâyin edildiği sırada Üsküdar’da felç geçirerek vefât etti. CenazesiEyüb’e getirilerek, Sokullu Mehmed Paşanın türbesine defnedildi. Lala Mehmed Paşa tedbirli, tecrübeli, vakâr sâhibi ve askerlerin çok sevdiği bir devlet adamıydı. Hudut tecrübesi fazla olduğundan seferlerdeki icrâatlarıyla devlete büyük hizmetlerde bulundu.

LALA MEHMED PAŞA (Tekeli)

On altıncı yüzyıl Osmanlı devlet adamlarından. Manisa’nın Marmara kasabasından olup, Türk âilesinden gelmesine rağmen doğum târihi ve baba adı bilinmemektedir. Sultan Üçüncü Murâd Han Manisa vâlisi iken maiyetinde bulunup, dîvan çavuşluğunu yaptı. Tekeli Mehmed Çavuş lakabıyla tanınırken, Sultan Üçüncü Mehmed Hanın şehzâdeliğinde, Manisa vâliliğinde, lalalığını yapmasından ve pâdişahlığında da vezir tâyin edilmesinden “Lala Mehmed” adı daha meşhur olmuştur.

Sultan Üçüncü Murâd Han (1574-1595) ve Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) devirlerinde çeşitli devlet kademelerinde vazife yapan Lala Mehmed Paşa, 19 Kasım 1595’te vezir-i âzam tâyin edildi. Şirpençeden 28 Kasımda vefat edince bu vazifesi kısa sürdü. Vefâ Câmii Kabristanlığına defnedildi. Lala Mehmed Paşa, zekâsı, aklı, ilmi, temiz ahlâkı ve adâletiyle meşhurdur.

LALA MUSTAFA PAŞA

Kıbrıs Fâtihi, Kafkasya’nın fethinde İranla yapılan muhârebelerin muzaffer serdârı. Bosna eyâletinin Sokol (Sokolovici) köyünde doğdu. Sokullu Mehmed Paşanın akrabâsı, İkinci vezirliğe kadar yükselen Deli Hüsrev Paşanın kardeşidir. Ağabeyi Hüsrev Paşanın delâletiyle Yavuz Sultan Selim Han zamânında Enderûn-ı Hümâyûna alındı. Burada yüksek tahsil ve terbiyesini tamamladıktan sonra altı yıl Kânûnî Sultan Süleymân’ın berberbaşılığını yaptı. Sonra çaşnigîr ve bilâhare mîrâhûr (emîr-i âhûr) olarak Enderûnun yüksek memurluklarında bulundu.

1555 yılında Filistin-Safed Sancakbeyliğine gönderildi. Bir sene bu vazîfede kaldıktan sonra, Manisa Vâlisi Şehzâde Selim’in (İkinci Selim Han) lalalığına tâyin edildi. 14 Eylül 1560’ta önce Budin-Pojega Sancakbeyi, sonra da Van Beylerbeyi oldu. Erzurum, Halep ve Şam beylerbeyliklerinde de bulunan Lala Mustafa Paşa, 1567’de Yemen’de Zeydî imâmlarından Topal Mutahhar’ın isyân çıkarması üzerine, vezâret pâyesi verilerek bölgeye serdâr tâyin edildi. Mısır’da Yemen harekâtının hazırlıkları ile meşgûlken, yerine Koca Sinân Paşa tâyin edilip İstanbul’a çağrıldı ve altıncı vezîr olarak Dîvân-ı Hümâyûna girdi.

15 Mayıs 1570’de Kıbrıs’ın fethi ile görevlendirildi. 1570 Mayıs’ında adaya asker çıkardı. Önce Lefkoşe ve sonra Magosa’da yaptığı şiddetli çarpışmalar ve muhâsaradan sonra bir yıl içinde kaleyi fethetti. Anadolu Türklerini yerleştirip idârî teşkilâtı kurduktan sonra, 15 Eylül 1571’de adadan ayrıldı ve büyük karşılama merâsimi, gürleyen top sesleri arasında İstanbul’a geldi. (Bkz. Kıbrıs)

1578 yılında İran orduları tarafından ülkeleri istilâ edilen sünnî Dağıstan, Şirvan veGürcistan beylerinin ağır İran tazyikleri karşısında Osmanlı Devletinden yardım istemeleri veİran kuvvetlerinin Irâk’ta Osmanlı topraklarına tecâvüz ederek 29 Mayıs 1555 Amasya antlaşmasını bozmaları üzerine İran’a karşı harbe karar verildi. Dîvân-ı Hümâyûnda yapılan toplantı sonunda tecrübeli vezîr Lala Mustafa Paşa, İran Serdârı tâyin edildi.

5 Nisan 1578’de İstanbul’dan hareketle yola çıkan Lala Mustafa Paşa, orduyu Erzurum’da topladı. Bu arada Diyarbekir kışlağında bulunan Habeş ve Yemen fetihlerinin meşhur kumandanı, zamânın dehâ sâhibi ÖzdemiroğluOsman Paşayı da, mâiyetine aldı. Erzurum’dan hareketle Ardahan yolundan ilerleyen Osmanlı orduları; Çıldır, Koyungeçidi, Şamahı savaşlarında İran’a büyük darbeler vurarak Kuzey Âzerbaycan, Kafkasya ve Dağıstan’ı fethettiler (Bkz. İran Harpleri). 30 Eylül 1579’da Sokullu Mehmed Paşanın şehid edilmesi üzerine ikinci vezirliğe yükseltilip İstanbul’a çağrıldı. Bunun üzerine Koca Sinan Paşa İran Serdârı oldu.

İstanbul’a dönmesinden bir müddet sonra Sadrâzam Ahmed Paşa vefât edince vekîl-i saltanat ünvânıyla sadrâzam oldu. Üç ay dokuz gün sonra bu görevdeyken 7 Ağustos 1580’de vefât etti. Eyübsultan’da vefâtından bir müddet önce hazırlattığı mezarına defnedildi.

Yavuz Sultan Selim, Kânûnî Sultan Süleymân, İkinci Selim ve Üçüncü Murâd Han devirlerinde Osmanlı Devletine hizmet eden Lala Mustafa Paşa, ilk evliliğini Mısır Memlûk Hükümdârı Kansu Gavri’nin oğlu Mehmed Beyin kızı Fatma Hâtunla yaptı. Bu evliliğinden olan oğlu Mehmed Paşa, babasının vefâtından beş yıl önce Halep Beylerbeyi iken vefât etti. İkinci evliliğini Kânûnî Sultan Süleymân Hanın oğlu, Şehzâde Mehmed’in kızı Hümâ Sultan ile yaptı. Bu evliliğinden de Sultanzâde Abdülbâkî Bey isimli bir oğlu oldu.

Lala Mustafa Paşa; büyük bir kumandan, iyi bir devlet adamıydı. Osmanlı Devletinin en ihtişamlı devirlerinde, devlete yüksek kademelerde hizmet etme imkânını bulması, zekî ve iyi bir idâreci olduğunun en açık delîlidir. İlk büyük başarısını Kıbrıs Serdârlığında gösterdiğinden, Kıbrıs Fâtihi diye tanındı. İran Serdârlığında da büyük muvaffakiyetler sağladı. Peçevî İbrâhim Efendi, Târih’inde; “İranlılar, ondan yedikleri dayağı hiçbir serdârdan yemediler!” diye başarılarını övmektedir.

Lala Mustafa Paşanın idâredeki hizmetleri kadar önemli olan diğer bir hizmeti de, Osmanlı Devletinin birçok yerini inanılmaz derecede, âbide ve hayır eserleriyle donatmasıdır. Başta Kıbrıs ve Kafkasya fetihlerindeki ganîmet hissesi olmak üzere, elde ettiği büyük serveti bu yolda harcadı. Konya’da Şehzâde Selim’in lalasıyken Ilgın’da câmi, bedesten, kervansaray, Erzurum’da beylerbeyi iken lala Mustafa Câmii, Şam’da beylerbeyi iken üç yüz altmış odalı Lala Paşa Hanı ve Hamamı, tekke, Kunaytira’da câmi ve imâret, Kıbrıs Seferi serdârlığında Lefkoşe’de açtığı hazret-i Ömer Câmiine vakıflar, İran Seferi serdârı iken Kars Tiflis’te yaptırdığı câmiler hayrâtından bâzılarıdır. Hicaz bölgesinde Mekke ve Medîne’de de bâzı hayrâtı vardır.

LALA ŞÂHİN PAŞA

Osmanlı Devletinin kuruluşunda, Rumeli’deki fetihlerde büyük hizmeti geçen, kumandan ve devlet adamı. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Babasının adı Abdülmuîn’dir. Osmanlı Sultânı Orhan Han ve Birinci Murâd Han zamanlarında kahramanlıkları görülen Lala Şâhin Paşa, Sultan Birinci Murâd Hanın yetişmesiyle meşgûl olup, şehzâdeliğinde ona lalalık yaptı ve bu sebeple lala lakabını aldı.

Birinci Murâd Hanın İzmit ve Bursa sancak beyliklerinde maiyyetinde bulunan Lala Şâhin, Rumeli’de fetihlerin başlaması üzerine Süleymân Paşanın emrinde vazîfe aldı. Çorlu ve Lüleburgaz’ın fetihlerinde bulundu. Birinci Murâd Hanın, sultan olmasıyla kendisine beylerbeyilik verildi. Bundan sonra, ordu kumandanı olarak vazife yaptı. 1361’de Edirne’nin fethine Rumeli Beylerbeyi olarak katıldı ve Zağra’yı fethetti. 1361’de kurulan yeniçeri ocağı fikrinin öncülüğünde bulundu. 1364’te müttefik Balkan Haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Harbine katıldı. 1366’da Kuzeybatı Balkanlara karşı başlatılan harekâta kumandanlık edip, Bulgaristan’daki Samaku ve İhtiman’a akın yaptı. Kırk kilise (bugünkü Kırklareli), Vize, Samaku, İhtiman feth edildi. Lala Şâhin Paşa, 1368’de Çandarlı Halil Paşanın vezîr-i âzam olmasıyla, vezirliğe getirildi. Sırp-Bulgar ordularının saldırısı üzerine 1371’de Samaku Meydan Muhârebesine yine aynı târihte Haçlı ordularına karşı Çirmen’de kazanılan harpte bulundu. 1372’de Rumeli’ndeki Firecik ve havâlisinin fethine memur edilince, Bizans’ın içine girecek kadar harekâtlar yaptı. 1373’te ilk Makedonya fütuhâtına katıldı. Bu seferde, İskeçe, Drama, Korala, Zihne, Serez, Avrethisarı, Vardar Yenicesi ve Kararfirye kasabaları ve şehirleri fethedildi.

Osmanlı Devletinin ilk Balkan fütuhâtına katılıp, buralarda İslâmiyetin yayılmasında hizmeti geçen Lala Şâhin Paşa; Sultan Birinci Murâd Hanın bütün bölgeyi fethetmek niyetiyle kurduğu muntazam plânların tatbikçisidir. Osmanlı Sultânının bu gâyesini gerçekleştirmek için çıktığı seferde, 1375’te Niş’in fethinden sonra, vefât ettiği sanılmaktadır. Lala Şâhin Paşa, 1348’de Bursa’da medrese, Kirmasti’de câmi ve zâviye yaptırıp, vakfetmiştir. Hâtırasına Edirne’de bir ilçe ile Bursa’da bir mahalleye adı verilmiştir.

LÂLE (Tulipa)

Alm. Tulpe (f), Fr. Tulipe (f), İng. Tulip. Familyası: Zambakgiller (Liliaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Vatanı Anadolu olan, güzel çiçekleri ile süs bitkisi olarak yetiştirilen, soğanlı, çok yıllık otsu bitkiler. Türkiye’nin çoğu yerine tabiî olarak yayılmış olan on dört türü bulunmaktadır. Soğanlarının üzerinde zarımsı bir örtü bulunur. Etli ve yeşil 2-8 yaprağı vardır. Çiçekler, saplar ucunda çoğunlukla bir, bâzan ikidir. Çiçek parçaları altılıdır. Kırmızı, sarı ve ara tonlarda renklere sâhiptir.

Vatanı Anadolu olan lâle, 16. yüzyılda ülkemizden Avrupa’ya götürülmüştür. Yurdumuzda 17. yüzyılda lâle yetiştirilmesine önem verilmiş ve 1718’den 1730’a kadar süren on iki yıllık devir, ismini bu çiçekten almıştır (Bkz. Lâle Devri). Bu devirde yetiştirilen 840 çeşit lâlenin herbirinin ayrı adı vardı. Bunlardan en çok bilinenleri ve ünlüleri; “Zibihümayun”, “Camihürşit”, “Sunnuhüda”, “Yegâne”, “Reşkielmas” ve “Ahühüftade”dir. Avrupa’ya hızla yayılan lâle, Hollanda’da on yedinci yüzyılda çok önem kazanmıştır. Geniş yayılma alanına sâhib olan, süsleme sanatında, mîmarlıkta ve çeşitli câmi, türbe ve çeşmelerin yapımında lâle motifleri kullanılmış ve işlenmiştir.

Yurdumuzda her yıl Emirgan Korusunda, nisan ve mayıs aylarında Lâle Bayramı düzenlenir. Burada, yurdumuzda ve başka ülkelerde yetiştirilen lâleler sergilenir. Bu festival, yirmi gün sürer.

Yetiştirilmesi: Lâle, soğanından yetiştirilir. İlkbaharda çiçek açan lâle, sonbaharda dikilir. Lâle tohumunun ekildiği toprak çok kumlu ve gübreli olmalıdır. Tohumlardan çıkan lâleler, 3-6 yıl çiçek vermez, soğanlar her sene çürüyerek, yerine yenisi meydana gelir.

Kullanıldığı yerler: Lâle çok eskiden beri önemli bir süs bitkisi olarak kullanılmaktadır. Tıbbî olarak da soğan, yaprak ve çiçeklerinde, kalbe etki eden Tulip’in alkaloidi vardır.

LÂLE DEVRİ

Alm. Tulpenperiode (f), Fr. Période (f) de tulipe, İng. Tulip Age. Türkiye târihinde Pasarofça Antlaşması ile Sultanİkinci Ahmed Hanın tahttan indirilmesi (1730) arasındaki dönem.

Lâle Devri, Osmanlı SultanıÜçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve Vezir-i âzam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzâlanan Prut ve Pasorofça antlaşması ardından başladı. Yıllarca süren harpler ve isyânlardan bıkan ahâli, antlaşmalardan sonra savaştan uzak bir hayat sürmeye başladı. İstanbul’da sünnet ve düğün merâsimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyahatları ve helva sohbetleri tertiplendi. Pâdişah dâhil, devlet adamları baharda lâle mevsiminde Sâdâbâd, Şerefâbâd Bağ-ı Ferah, Emnâbâd, Hüsrevâbâd, Hümâyûnabâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersâne Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Beşiktaş yalılarına giderlerdi.

Devlet adamları, ahâli ve çiçekçi esnafı, iki yüzden fazla lâle çeşidi yetiştirip, bu bitkiye karşı alâka artmıştır. “Mahbud”, devrin en meşhur ve pahalı lâle çeşidi oldu. İstanbul başta omak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebil, imâret, medrese, kütüphane ve câmiler dâhil pekçok sanat eseri yapıldı. Gerçekte bu devir Türk bahçe ve park anlayışının mükemmel bir tezâhürüdür ve Avrupa bunu “Turquerie” adıyla taklid etmiştir. Bu devirde ayrıca, inşâ ve tâmir edilen sanat eserlerinin süslenip, tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu. Bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir (Bkz. Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa).

Yine bu devirde, 16. yüzyıldan beri İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbrânice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, Şeyhülislâm Abdullah Efendinin fetvâsı ile, aslında bir eksiklik olan, Osmanlıca kitap basımı da gerçekleşti. Matbaada basılacak kitapların kontrolü için âlimler vazifelendirildi. İstanbul’da bulunan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak ilk zamanlar dînî kitap basılmadı. Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandı ve dînî kitapların basımına geçildi. Matbaanın ve hattâtların ihtiyâcını karşılamak için kâğıt fabrikası kuruldu. Avrupa ile münâsebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tâyin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nâmeleri gönderildi.

Sonradan “Lâle Devri” diye adlandırılan 1718-1730 târihleri arasındaki yıllar sulh, sükun ve huzurla geçtiğinden Osmanlı kültür, sanat ve ilim âleminde kıymetli şahsiyetler yetişti. Hattatlar vasıtasıyla eski eserler çoğaltılarak, her tarafa dağıtıldı. Dâmad İbrâhim Paşa târihe meraklı olduğundan birçok târih kitaplarının yazmaları kontrol edilip, karşılaştırmalı olarak hattatlara yazdırılıp çoğaltıldı. İlmi encümen, heyet ve büroları kurularak, Arapça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi. Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerine, sohbetlere kıymetli âlimler, sanatkârlar, şâirler ve edipler katılırdı. Sohbetlere doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbâbından şâir Nedim ayrı bir renk katardı. Nedim, Lâle Devrinin günlük hayatını ve İstanbul’un tasvirini:

Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl ü behâdır;

Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır.

Bâzâr-i hüner ma’den-i ilm ü ülemâdır. 

mısralarıyla yapmıştır.

İran meselesi, devlet adamlarının îmar faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar ile yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması gibi sebepler, Lâle Devrindeki huzur ve âhengi bozdu. Patrona Halil adında devşirme bir tellak yeniçeri, Sultan Üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içindeyken ve tâtil günü devlet adamlarının yazlıklarda bulundukları esnâda isyânı başlattı. 28 Eylül 1730 târihinde meydana gelen Patrona Halil İsyânıyla Dâmad İbrâhim Paşa ve yakınları, âsilerin arzusuyla vazifeden alınıp, öldürüldü (Bkz. Patrona Halil İsyânı). Âsiler, seksen sekizinci İslâm halifesi ve yirmi üçüncü Osmanlı SultanıÜçüncü Ahmed Hanın da hal’ini istediler. İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip, yıkılarak lâle bahçeleri tahrib edildi. Birçok güzîde sanat eseri, âsi ve yağmacıların tahribine uğradı. Sanatkârlar, şâirler, edipler ilim ve devlet adamları, öldürüldü.

Dâmad İbrâhim Paşanın öldürülmesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hânın tahttan indirilmesi ile Türkiye târihinde Lâle Devri (1718-1730) sona erdi. Bu devir; sulh, sükun, huzur, îmar faaliyetleri, güzîde sanat eserleri yapılması, ilmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyaç duyulan maddelerin ülkede îmâlâtı için fabrika tesisi, askerî yenilikler, dünyâda olup biten yenilik ve olayların tâkib edilmesi için Viyana(1719) ve Paris’e (1721) elçilik heyetleri gösterilmesi, İstanbul’da itfaiye teşkilâtının kurulması; âlim, edip, şâir ve sanatkârların korunmasına ayrı bir îtinâ gösterilmesi bakımından Türkiye târihinde ayrı bir yer tuttuğundan çok önemlidir. Pâdişâh ve şâirlerin başlattığı gerçek batılılaşma da bu devirde başlamış, fakat bu ve bundan sonra gelecek isyanlar her türlü yenilik faaliyetini neticesiz kılmıştır.