L

Türk alfabesinin on beşinci harfi ve bu harfin işaret ettiği ses. Arap alfabesine dayalı Osmanlıcada “lâm” adıyla bilinirdi. L, ince ünlülerle beraber kullanıldığı zaman ön damak, kalın ünlülerle beraber kullanıldığı zaman da alt damaktan çıkarılan yumuşak, yayvan ve akıcı bir sestir.

L sesi, Orta Asya Türkçesinden beri Türkçenin bütün lehçelerinde ince ve kalın şekliyle yer almıştır. Türkçe kelimelerde kelimelerin yalnız ortasında ve sonunda kullanılır. Yabancı dillerden alınan kelimelerde ise kelimelerin başında da yer alabilmektedir. Meselâ; lahana (aslı İtalyanca) lider (aslı İngilizce), lif (aslı Arapça), laboratuvar (aslıFransızca), limon (aslı Farsça) gibi. Başında “l” sesi bulunan kelimeler Türkçeye geçince, dilimizde kelime başında l sesi bulunmadığından, halk ekseriya bir sesli harf getirir. (ilâzım lâzım, ilahna lahana gibi) Ancak bu durum her kelimede görülmeyebilir.

Harfin Orhun Türkçesinde ince ve kalın olmak üzere (Y, V) gibi iki şekli vardır.

Türkçe yazı dilinde bâzı kelimelerde, kendisinden sonra “a” gelen hallerde l sesinin ince okunması gerekirse “a”nın üstüne bir (^) işâreti konur.

LA BRUYERE, Jean de

Fransız yazarı ve ahlâkçısı. 1645’te Paris’te doğdu. Paris şehri gelirler kontrol memurunun oğlu olan La Bruyere, hukuk öğrenimi yaptı. Sonra mâliye işlerinde çalıştı. 1693’te Akademiye üye oldu. Toplum hayatını esaslı şekilde işleyerek, hayatı ve insanların karakterini tasvir etmesi ile tanındı.

Fransız klasik şâirlerinden olan La Bruyere, en ünlü eseri Caracteres (Karakter) i 1687’de yazdı.

Karakter’inin ilgi çekici yanı, tam bir değişme hâlinde bulunan topluluğun tasvirini vermesidir. O zamana kadar hâkim olan ahlâkî ve dînî geleneklerin gitmesi, yüksek memurların, yeni yeni örf ve âdetlerinin türemesi, iş adamlarının îtibâr ve kudretinin artması gibi konuları ele alıp işledi.

Yazar, 1696’da öldü.

LA FONTAINE, Jean de (Lafonten)

Fransız şâiri. Yazdığı fabl eserleri ile tanınmıştır. 1621’de Château Thierry’de doğdu. Varlıklı bir âilenin çocuğuydu. Paris’te kolejde okudu. Hukuk tahsili yaptı. Papaz yetiştirilmek istenildi ise de kiliseden ayrıldı. Okul hayatında başarılı bir öğrenci olamadı. Gençliğinde baba mesleği olan orman ve su kanalları işleriyle uğraştı. Çeşitli memurluklarda bulunmuş, düzensiz bir hayat yaşamıştır.

1671 senesinde Paris’e gitmeden evvel bir ara edebiyatçı Faquety’le tanıştırıldı. Bunun eserleri ile gözden düşmesi üzerine eserlerinde onu savundu. 1673 senesinde Madam de la Sablière’nin himâyesine girerek burada ilim adamları, felsefeciler ve yazarlarla tanıştı. İlk masallarını burada yazdı. Çağdaşları, La Fontaine’i bir masal yazarı olarak görüyorlardı. Halbuki La Fontaine, yazdığı masallarda Dede Korkut masallarındaki üslupla hayvanlara ahlâkî karakterler vererek onların şahıslarında bazı insan karakterlerini tenkid etmiş bir ahlâk dersi vermiştir. Buna edebiyatta teşhis ve intak sanatı denir. La Fontaine’in bu hususiyeti çok geç fark edilmiştir. Eserlerinde sâdelik ve açıklık görülür. Konuşma şeklinde akıcı şiirleri, hayvanlar üzerinde tenkitleri, incitmeden iğneleme usulleri ile Fransız edebiyatına büyük eserler kazandırmıştır.

La Fontine masallarındaki konular, şark klasiklerinden alınmadır. La Fontaine’den çok önceleri yazılmış Beydeba’nın Kelile ve Dimne eserindeki hikâyelerin pekçoğu, bu Fransız edebiyatçısı tarafından şiir şeklinde tekrarlanmıştır. Masalları çoğunlukla herkesin anlayabileceği bir şekilde yazılmıştır. La Fontaine’in canlı, hızlı, incelik ve nükte dolu bir anlatımı vardır. Kişilerini hemen dâimâ hayvanlar arasından seçerse de bâzan insanları, bilhassa köylüleri de olaylara karıştırır. Sık sık bahsettiği hayvanlar aslan, kurt, tilki, eşek ve horozdur.

La Fontaine, kötüyü göstererek iyinin ne olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Ancak şiirlerini okuyan çocuklarda herhangi bir açıklama yapılmazsa tam ters etkinin hâsıl olduğu da bir gerçektir.

Masalları toplam olarak 238 adet olup, 12 kitapta toplanmıştır. 1668’de basılan ilk altı kitabında 124 masal vardır ve bunlar birinci cildi meydana getirir. İkinci cilt 1678’de basılan beş kitaptır. En son 1694’de bastırdığı üçüncü cilt ise tek kitaptan ibârettir.

La Fontaine, roman ve piyes de yazmıştır. Nakaratlı uzunca şiirleri ve şiirli mektupları vardır. Hadım, Gülünç Mâcerâ, Floransalı, Büyük Maşrapa, Köy Sevdaları komedi türündeki eserlerindendir. Contes (Kont) isminde şiirli hikâyeler eserinden dolayı Fransız Akademisine kabul edildi. 1695’te Paris’te öldü.

Eserleri birçok dile tercüme edilmiştir. Ancak hiçbir tercüme orijinalindeki sâdelik ve çekiciliği verememiştir.

Türkçeye ise, Recaizâde Mahmud Ekrem, Tevfik Fikret veOrhan Veli Kanık tarafından çevrilmiştir.

LABADA (Rumex patientia)

Alm. Gartenampfer (m), Fr. Patience (f), İng. Patience dock. Familyası: Çobandeğneğigiller (Polygonaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Haziran-eylül ayları arasında, yeşilimtrak renkli küçük çiçekler açan, 50 cm-1,5 m boylarında çok yıllık otsu bir bitki. Daha çok çayırlık yerlerde, harâbelerde, yol kenarlarında, meskûn dağlık bölgelerde yayılış gösterirler. Gövdeleri dik, silindirik kırmızımsı, kökler kalın ve sarımsı renklidir. Yaprakları büyük, saplı ve sapın tabanı oluk gibi çukurlaşmıştır. Çiçekler, gövdenin ucunda toplanmışlardır. Çiçek organları 6 parçalıdır. Meyveleri kanatlıdır.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kökleri ve sapları kullanılır. Kökler temizlenip, kalın dilimlere bölünür ve kurutularak saklanır. Labada köklerinde nişasta, şeker, yağ ve reçine vardır. AyrıcaC vitamini ihtiva eder. Hâricen, bazı deri hastalıklarına karşı, haşlama olarak kullanılır. Çayı da iştah açıcı, kuvvet verici ve müshil olarak kullanılabilir. Körpe yaprakları da yiyecek olarak kullanılır.

Bu bitkinin Anadolu’da bulunan diğer türleri pazı, kuzukulağı gibi çeşitli isimler altında bilinir ve istifade edilir.

LABİRENT

Alm. Labryrinth (n), Irrgarten (m), Fr. Labyrinthe (m), İng. Labyrinth. Karışık bölüm, geçit, yollardan meydana gelen, çıkışına ulaşılması oldukça zor olan binâ, oda, bulmaca ve benzeri düzenlemeler.

Labirentlerin ortaya çıkışı, hazine gibi gizli, kıymetli şeyleri elde etmek isteyenlerin korkutulması, caydırılması gâyesine dayandırılmaktadır. Bu yüzden târih, birçok labirente, labirent efsanelerine şâhid olmuştur. Bunların en çok bilineni, Girit’tekine âittir. Efsâneye göre; Girit’te yaşayan Minotur adlı ejderha, her sene Atinalılardan on dört genç almaktadır. Günün birinde soylu bir âilenin çocuğu Theseus da bunların arasına düşer. Ancak, ejderhanın kendilerini hapsettiği dolambaçlı binâdan, yol bularak kurtulurlar, Atina’ya dönünce mükâfâtlandırılarak kral ilân edilir. Efsâneye konu olan bölgede yapılan kazılar, böyle bir yapıyı ortaya çıkarmıştır.

En eski ve en büyük labirent, Mısır’da M.Ö. 5. asırda inşâ edilmiş olan, Heredotus piramitidir. Bu binâ altısı kuzeye, altısı güneye giden, çıkmaz on iki koridor; krala âit lahitle çeşitli eşyâların bulunduğu 1500 gizli bölüm ve bu bölümlerin açılmasını temin eden şekil ve mekanizmalardan müteşekkildir. Bu şekilde yapılara Güney, Orta, Amerika’da Maya ve İnka medeniyetlerinde de rastlanmıştır. Limni labirenti, M.S. 23-79 seneleri arasında Limni (Lemnos) Adasında Mısır’dakinin küçük bir örneği olarak yapılmıştır. İtalya’da M.Ö. 6. asırda Etrüsk Kralı Lars Porsena için yapılmış labirent-mezar ise, ancak M.S. 127 senesinde, Marcus Trentius Varro tarafından bulunabilmiştir.

Diğer bir çeşit labirent de Ortaçağ kiliselerinde görülen, duvarlarda, yollardaki çizgi, işâretlerle açılan gizli bölme ve geçitlerdir.

İngiltere’de ise Kral Üçüncü William zamanında, bahçelerde, bitkiler ve bilhassa sık ağaçlarla labirent yapma moda olmuştu.

Psikolojide, mekan labirentleri denen, bir seri koridorlardan meydana gelen ve deney canlısının öğrenme kabiliyetini incelemeyi gâye edinen veya kapılardan müteşekkil, öğrenme süresini hesaplayan, zaman ve zekâ ölçüm testlerine de labirent denmektedir.

Nitrogliserin îmâlinde, artık maddelere karışan nitrogliserinin tekrar elde edilebilmesi için kullanılan kap ve kanallar sistemi ile akustikte hoparlörle kullanılan ekran, reflektör gibi araçların meydana getirdiği mekanizma da labirent olarak adlandırılmaktadır.

Günümüzde labirentler, fuar gibi yerlerin, halkın ilgisini çekecek şekilde inşâ edilmesinde ve bulmaca yapılmasında kullanılmaktadır.

LABORATUVAR

Alm. Laboratorium (n), Fr. Laboratoire (m), İng. Laboratory. Çeşitli maddeler, âlet, cihaz ve tertibatlar kullanılarak deney, araştırma ve incelemelerin yapıldığı yer. Modern teknolojinin îcâbı olarak doğmuş olan kimyâ, fizik, biyoloji ve malzeme laboratuvarları önce yeni tecrübe ve araştırma yapılması, sonra da üretimin kontrolünü sağlamak maksadıyla kurulmuştur.

Geçen yüzyılda laboratuvarlar gittikçe artan bir hızla çoğalmış olup, aynı zamanda her bilim dalına girme imkânını da sağlamıştır. Bugün laboratuvarlarda çalışanlar, karmalı bir ihtisas örgüsüne göre ayrı ayrı vazifeler yüklenmişlerdir. Umûmiyetle bir araştırma merkezi, birbirinden ayrı belirli görevlere sâhip birçok laboratuvardan meydana gelir. Başka bir ifâde ile, yarım asır öncesine varıncaya kadar ilmî gelişmede müstakil bir yeri olan laboratuvar, bugün de tecrübî ilmî araştırmaların temel direği olmakta devam etmektedir.

Fizik, kimyâ ve biyoloji laboratuvarları ülkemizde hemen her lise ve ortaokulda mevcut olup, üniversitelerimizde yüksek ihtisas laboratuvarları da vardır. Keşif ve buluşların çoğalmasının yolu laboratuvarların bol olması, içlerinin de zengin ve modern techizatla donatılmasından geçer.

Uzay laboratuvarları, insan ve eşyânın ağırlıksız hâle geldiği, feza ortamında istenen ilmî deney, gözlem ve işlemler için gerekli âlet ve malzemeyi ihtivâ eden uzay araçlarıdır. Bu araçlar insanlı olarak kullanıldığı gibi, gerektiğinde insansız bir uzay aracından da uzay laboratuvarı olarak faydalanmak mümkündür. İnsanlı uzay laboratuvarları, âletlerle yapılan deney ve gözlemlere astronotların şahsî gözlem ve tecrübelerinin eklenebilmesi, laboratuvarda ortaya çıkabilecek arızaların astronotlar tarafından giderilebilmesi açısından, insansız uzay laboratuvarlarından daha elverişlidir. Ancak araçta astronot bulundurmanın çok tehlikeli veya imkânsız olduğu hallerde, meselâ güneş çevresinde, radyasyon kuşağında, kızgın bir planet yüzeyinde veya uzayın derinliklerinde incelemede bulunmak istediğimiz zaman, insansız uzay laboratuvarları kullanmak mecburiyeti ortaya çıkar.

Uzay laboratuvarları, fevkalâde pahalıya mal olan, uzayda ârızalanabilen, istenen yörüngede güçlükle tutulabilen hattâ (vaktiyle Skylab’ın başına geldiği gibi) tehlikeli şekilde yeryüzüne düşüp parçalanabilen araçlardır. Bundan dolayı akla şöyle bir soru gelebilir: Öyleyse uzay laboratuvarlarına neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun cevabı, uzay şartlarının deney ve gözlemlerin yapılabilmesi bakımından iki büyük avantaj sağlamasıdır. Bu iki avantaj; boşluk (vakum) ve ağırsızlık yahut çekimsizliktir.

Boşluk; laboratuvarın yükseldiği yörüngede, dünyâyı saran atmosfer tabakasının olmamasından ileri gelir. O yükseklikte, atmosferden olsa olsa, arasıra araca çarpan birkaç gaz molekülünden ibaret çok düşük bir “kırıntı” kalmış olabilir. Böyle bir durumda bile, uzayda sağlanan vakum bizimyeryüzünde en mükemmel âletlerle sağlayabileceğimiz vakumdan kat kat üstündür.

Çekimsizlik ise, yörüngede bulunan uzay aracında, merkezkaç kuvvetin çekim kuvvetini dengelemesinden ileri gelmektedir. Zâten bu iki kuvvetin birbirini dengelemesi uzay aracının, uzay boşluklarında kaybolmadan veya dünyâya düşüp parçalanmadan yörüngesi etrafında dönmesini sağlamaktadır. Gerçekten de uzay laboratuvarlarında çekim gücünün dünyâdakinin binde birine indiği, araç içinde bulunan insan ve eşyanın hemen hemen ağırlıksız hâle geldiği gözlenmiştir.

Boşluk ve çekimsizlik; yeryüzünde gerçekleştirilmesi imkânsız olan pekçok deney, gözlem ve işlemlerin yapılabilmesini sağlamaktadır.

LADEN (Cistus)

Alm. Zistrose (f), Fr. Ciste (m), İng. Cistus. Familyası: Ladengiller (Cistaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Güneybatı ve Kuzey Anadolu.

Beyaz veya pembe çiçekli, 30 cm-3 m boylarında çalılar. Bitkinin yaprakları yapışkanlıdır. Laden bitkisi, daha çok orman yangınlarından sonra, çamın yerini almaktadır. Bundan ötürü laden topluluklarının bulundukları yerler buralarda daha önceden bir çam ormanının olduğunu ispatlamaktadır.

Memleketimizde beş laden türü bulunmaktadır. Bunlar da beyaz ve pembe çiçekli olmak üzere iki tipe ayrılır. C. creticus, C. parvifolius pembe çiçekli; C. salvifolius C. laurifolius ve Cimonspeliensis ise beyaz çiçeklidir.

C. creticus veC. salvifolius türlerinin dal ve yapraklarının kaynatılması suretiyle bir reçine elde edilir. Bu reçineye Ladanum adı verilir. Bileşiminde reçine, uçucu yağ, mum ve kauçuk vardır.

Kullanıldığı yerler: Ladanum, göğüs hastalıklarında, parfümeri ve kozmetik sanâyiinde, sabun yapımında kullanılır. Bitkinin yaprakları çay hâlinde kabız, uyarıcı ve balgam söktürücü olarak kullanılmaktadır.

LADENGİLLER (Cistaceae)

Alm. Zistrosengewaechse, Fr. Cistacees, İng. Cistaceae. Cins ve türlerinin çoğu, Akdeniz çevresi memleketlerinde, maki vejetasyonunda yetişen ağaççık, yarı çalı veya otsu bitkiler. Bitkiler pembe, sarı veya beyaz çiçeklidirler. Basit yapraklar tüylü ve karşılıklı dizilişli olup, çoğunlukla yapışkan özelliktedirler. Meyveleri kapsül hâlinde ve tohumları üç veya çok sayıdadır.

Familyada sekiz cins ve 250-300 kadar tür vardır. Önemli cinslerinden biri laden (Cistus)dir.

LÂDES

Alm. 1. Gabelbein (n), Gabelknochen (m), 2. Vielliebchen (n), Fr. 1. (L’os (m) fourchette (f), 2. Philippine (f), İng. 1. Wishbone 2. Wishbone bet. Kuşların ve kümes hayvanlarının göğüslerinin ön tarafında bulunan (V) şeklindeki kemik parçasına verilen isim. Bu kemiğin iki ucundan tutup iddiâya girerek ve aldanan taraftan önceden şart edilmiş bir malı alma şeklinde oynanan oyuna da lâdes adı verilir.

Daha çok çocuklar arasında görülen bu oyun, birbirini kandırmak şeklinde oynanır. İki kişiden biri diğerinden bir şey alırken “aklımda” der. Oyunun kuralı budur. Eğer bir şey verilen kişi “aklımda” demeyi unutursa, diğeri hemen “lâdes!” der, öder. Lâdes, tavuğun kemiği ile tutuşulduğu gibi serçe parmakları birbirine takmak suretiyle de tutuşulabilir. Bu işte inat derecesinde düşkün olanlar birbirini kandıramadıklarından oyun yıllarca devam etmektedir.

Yalnız karşılıklı aldatmaya dayanan bu oyun dînimizce uygun bulunmamaktadır. Çünkü İslâmiyet, şans, hîle, aldatma ve bir kimsenin iyi niyetinden faydalanarak ondan bir şey elde etme vs. yollarından birisi ile mal kazanmayı yasaklamıştır. Bunları kumar saymıştır. (Bkz. Kumar)

LADİN (Picea)

Alm. Fichte (f), Fr. Epicéa (m), İng. Spruce. Familyası: Çamgiller (Pinaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Doğu Karadeniz.

Kışın iğne yapraklarını dökmeyen, dâimî yeşil sürgünleri bulunan ağaçlar. Yalnız, uzun iğne yaprakları, dallar üzerinde teker teker bulunur. Yapraklar kısa, dört köşeli ve her bir yüzeyinde beyazımsı bir mum çizgisi olup, yaprak uçları batıcıdır. Kozalakları dallarda sarkık durumda bulunup, olgunlaşan kozalaklar bütün olarak düşer ve esmer renktedir.

Ladin, serin ve rutubetli sahalarda ve rutubetli topraklarda yetişir. Köknar ve diğer ağaç türleri ile ormanlar meydana getirirler. Ladinin kökleri yayvandır ve derine gitmez. Bu sebepten rüzgârdan devrilebilirler. Azamî 400 sene yaşayabilirler.

Ladin ağacının gövdesi düzgün olup, kırçıl renktedir. Kerestesi yumuşak, hafif, reçineli ve köknarınkinden daha makbuldür. Dayanıklı değildir. Memleketimizde bulunan Doğu ladini (P.orientalis), Doğu Karadeniz bölgesinde, dağların denize bakan yamaçlarında, 1200-2000 metrelerde yayılış gösterirler.

Kullanıldığı yerler: İnşaat kerestesi ve mobilyacılıkta kullanılır. Odunundan kâğıt fabrikalarında selüloz elde edilir.

LADOGA

Rusya’da Finlandiya sınırına yakın bir bölgede bulunan Avrupa’nın en büyük gölü. Leningrad’ın 64 km kuzeydoğusunda bulunur. Alanı adaların dışında 17.678 km2 olup, kuzey-güney doğrultusundaki uzunluğu 219 kilometredir. Ortalama 82 kilometrelik genişliğe ve 151 metrelik derinliğe sâhiptir. En derin yeri Voam Adasının batısında 251 metredir. Yaklaşık olarak 70 akarsu Ladoga’ya dökülür. Bunların başlıcaları Volkhov, güneyde Syas ve Onega Gölünün fazla sularını taşıyan Svir’dir. Ladoga’nın fazla suları Neva Nehriyle Finlandiya Körfezine dökülür. Mayıs-ekim arasında gölde buz bulunmaz. Kutuplarda yaşayan pekçok hayvana gölde rastlanır. Gölde 660 dolayında ada vardır. Çoğunluğu 10.000 m2den büyük olup toplam yüzölçümleri 458 km2 civârındadır.

Göl bölgesinde iklim fazla soğuk değildir. Senelik ortalama yağış miktarı 610 mm civârındadır. Göl suları en yüksek seviyesine haziran temmuz aylarında ulaşır. Aralık ve ocak aylarında ise su en düşük seviyesine düşer. Suyundaki ortalama yükselme 79 cm civârında olur. Göl aralık ayından îtibâren donmaya başlar. Ortalama buz kalınlığı 51-58 santimetredir.

Göl yakınlarında bulunan önemli şehirler, Neva ağzındaki liman olan Petrokrepost, kuzey kıyıda liman olan Serdobol ve Leningrad’ın kuzeyinde bulunan liman şehri Priczersk’dir.

1939-1940 arasındaki Finlandiya-Rusya Harbine kadar, Ladoga Gölünün batı kıyıları Finlandiya’ya âitti. Ancak 1947’de yapılan antlaşma ile tamâmen Rusya’ya bırakıldı.

LAĞIM

Alm. 1. Kloake (f), 2. Abwässergrube (f), Fr. 1. Egout (m), Fossé (m), İng. 1. Sewer 2. Underground tannel. Yeraltında, çeşitli gâyelerle açılan galeri ve tünelcik. Kaleleri kuşatma sırasında kolay alınabilmesi için açılan lağımların içine barut doldurulduktan sonra patlatılırdı. Böylece kalede gedik açıp içeri girmek mümkün olurdu. Ayrıca düşman ordugâhlarına zarar vermek gâyeleri güdülürdü. Bu işi yapanlara “lağımcı” teşkilâtın başındakilere de “lağımcıbaşı” adı verilirdi (Bkz. Lağımcı Ocağı). Sonradan bu işlere “İstihkâm” denilmiş ve bu isimle bir askerî teşkilât kurulmuştur.

Taş ocaklarında, inşâat sektöründe ve yol yapımlarında hafriyât esnâsında çıkan büyük kayaların parçalanması için açılan, içine patlayıcı madde doldurulan deliklere ve mâden ocaklarındaki dehlizlere de lağım adı verilir.

Belli yerlerden ve merkezlerden toplanmış pis suların başka bir yere akıtılması için yer altında açılan geniş kanallara lağım kanalı, çukurlarına da lağım çukuru denmektedir. (Bkz. Kanalizasyon)

LAĞIMCI OCAĞI

Alm. Minier-Spreng-kompanie (f), Fr. Ecole de mineurs, İng. The corps sappers. Osmanlı ordusunda lağımcı sınıfının bağlı olduğu ocak. Timarlı ve ulûfeli olan lağımcılar, yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkmak ve siper kazmak gibi vazîfelerde bulunurlardı.

Kapıkulu ocakları arasında yer alan lağımcı ocağının ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. İkinci Murâd döneminde Rumeli kalelerinin fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdikleri bilinmektedir. Lağımcıların ulûfeli olanları Fâtih Sultan Mehmed devrinde cebeci ocağına bağlandı. Ocağın âmiri cebecibaşıydı. Eyâlet askerleri arasında kurulan lağımcı birliğinin âmiri ise lağımcıbaşıydı. Bu ocağın kethüdâ, çavuş ve alemdâr denilen subayları da mevcud olup, bunlara geçim için dirlik olarak zeâmet; askerlere ise timar verilirdi. Zeâmetli ve timarlı lağımcılar seferlere atlı olarak iştirak ederlerdi.

Lağımcı neferlere(askerlere), başlarında bulunan subayları tarafından kuruluşundan îtibâren geometri ve diğer mîmârî sanatlara âit bilgiler ile lağım bağlama usulleri en iyi şekilde öğretilirdi. Lağımcı nizamnâmesine göre, iki yüze yakın tâlim bilgileri yanında bunlara yardımcı bilgileri öğrenmek şarttı. On yedinci asrın ortalarından îtibâren bozulmaya başlayan ve gitgide sanattan anlamayanlarla dolan bu sınıf, 1792 yılında yapılan nizamnâme ile düzeltilmeye çalışıldı. Ancak bir netice alınamaması üzerine, 1826 yılında yeniçerilikle birlikte ortadan kaldırıldı.

LAGRANGE, Joseph Louis

Fransız matematikçisi ve astronomi bilgini. 25 Ocak 1736 târihinde İtalya’da Turin’de doğdu; 10 Eylül 1813 târihinde Fransa’da Paris’te öldü.

19 yaşında, Turin’deki topçu okuluna matematik profesörü tâyin edildi. 1756’da İsviçreli matematikçi Leonhard Euler ile haberleşerek, varyasyonlar hesabına önemli katkılarda bulundu. 1764’te ayın librasyonu (dalgalı hareketi, salınımı) hakkındaki açıklaması ile mükâfât aldı. 1766’da İkinci Frederik tarafından Prusya’da Berlin Akademisine direktör tâyin edilerek, Euler’den boşalan yeri doldurdu. Burada 20 yıl çalıştı. En meşhur eseri olan Mècanique Analytique (Analitik Mekanik) 1787’de Paris’te yayınlandı. Frederik ölünce Onaltıncı Louis tarafından Paris’e dâvet edildi. 1793’te Ağırlıklar veÖlçülerin Standartlaştırılması Komitesi’ne başkan oldu. Son yıllarında yeni kurulan Ecole Polytechnique’de ders verdi. Napolyon devrinde senatör oldu. 1810’dan îtibâren en meşhur eserinin revizyonu ile meşgul oldu ve tamamlayamadan öldü.

On sekizinci yüzyılın en meşhur matematikçisiydi. Newton’un aksine, kullandığı metodlar umumiyetle analitikti. Meşhur eserinde, mekanik ilmini birkaç genel formüle indirmiştir. Bunlardan, herbir çözüm için gerekli bütün eşitlikler çıkarılmaktadır. Lagrange, diferansiyel-integral (tefâdulî ve temâmî), hesap (calculus) ve diferansiyel denklemleri geliştirmiştir.

Sur la Solution des Problèmes İndéterminés du Second Degré (1767), (İkinci Dereceden Bilinmeyenli Problemler Üzerine); Théorie des Fonctions Analytiques (1797, 2. baskı 1813), (Analitik fonksiyonlar teorisi); Reesolution des Equations Nuéreques (1798), (Numerik Denklemlerin Çözümü) ve Leçons Sur le Calcul des Foncitons (1806), (Fonksiyonlar Hesabı Üzerine Dersler) başlıca eserlerinden bâzılarıdır.

LAGÜN

Alm. Lagune (f), Fr. Lagune (f), İng. Lagoon. Denizden kıyı kordonu ile ayrılan göl. Bu kıyı kordonu, bir set veya dar bir kanal da olabilir. Lagünler, bir akarsuyun taşıyıp getirdiği kumları, kıyıya yığması ile olduğu gibi, denizin sürükleyip getirdiği çakıl, kum ve molozların bir koy veya körfez önüne yığılmasından da meydana gelebilir. Ekseri lagünler, dar bir kanalla denize irtibatlıdır. Kanalın dar olması; dalga, med ve cezir gibi olayları buralarda hissettirmeyeceğinden deniz tekneleri için barınacak yer olarak kullanılmasını sağlar. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş atollerin ortasındaki göle de lagün adı verilir.

Memleketimizdeki kıyı kordonları arasındaki lagünlere, Marmara Denizi çevresindeki birçok yerlerde rastlanır. Bunların ekserisi çok küçüktür. Enez’deki Dalyan ve Bücürmene gölleri ile bunların doğusundaki Tuz Gölü, Tuzla Gölü, İğneada civârındaki Kocagöl, Homam Gölü, Güney Marmara kıyılarının küçük deltalarında rastlanan Hoyrat Gölü, Tâhir Gölü, Dalyan Gölü böyledir. Lagünlerin en büyükleri, biri Karadeniz kıyısında, ikisi de Marmara kıyısında olmak üzere üç tânedir. Karadeniz kıyısındaki İstanbul’un su ihtiyâcının bir kısmını karşılayan Terkos Gölüdür. Marmara kıyısındaki ise Büyük ve Küçük Çekmece gölleridir.

Lagün göllerine denizkulağı da denmektedir.

LAHANA (Brassica oleracea)

Alm. Kopfkohl (m), Fr. Chou (m), İng. Cabbage. Familyası: Turpgiller (Cruciferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yabânî olarak Akdeniz bölgesidir. Kültürü her yerde geniş çapta yapılmaktadır.

Sarı veya beyaz çiçekli, yıllık, iki yıllık ve çok yıllık, çoğu Akdeniz çevresi memleketlerinde yetişen ve yetiştirilen bir kış sebzesi. Mutedil-serin, sisli, yağışlı, rutubetli iklimleri sever. Fazla sıcak ve kuraklık, lahananın göbek bağlamasını güçleştirir, yaprakları sertleştirir. Killi, derin, serin ve kuvvetli toprak ister. Azotlu gübrelere ihtiyâcı fazladır. Kolay göbek bağlaması kışa daha iyi dayanabilmesi, kendine has tadı olması için, fazla miktarda potas’a ihtiyaç duyar.

Lahana, çoğu Avrupa ülkelerinde yaygın olarak yetiştirilir. Eskiden beri, kışın sebze olarak yenilir. Kış soğuklarına oldukça iyi dayanabilen bir bitkidir. Güz lahanaları, ilk donlardan 2-3 ay önce ekilir. Böceklerden korumak için ilâçlanır.

Lahana cinslerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Kelle (baş) lahana: 2-6 kg ağırlığı olan, en çok yetiştirilen bir çeşittir.

2. Kantar lahana: Orta, Güney ve Güneydoğu Anadolu’nun bâzı yerlerinde ekilir. Tânesi 15-30 kg gelebilir.

3. Brüksel lahanası: Uzun gövdesine sıralanmış olan yapraklarının diplerinde bir fındık veya ceviz büyüklüğünde göbek bağlamış yumrulardan istifade edilir.

4. Kara lahana: Karadeniz sahilinde pek fazla yetiştirilir. Göbek bağlamaz, körpe yaprakları çok lezzetli, baharlı, iştah açıcı, şifâlıdır.

5. Kırmızı lahana: Yaprakları kırmızı renktedir. Fazla iri olmaz. Sıkı göbek bağlar.

6. Karnabahar: Lahananın bir çeşidi sayılabilir. Lahananın yapraklarından, karnabaharların çiçeklerinden faydalanılır. Karnabahar daha lezzetli, besince daha kuvvetlidir.

Yetiştirilmesi: İlkbaharda tohum iledir. İlkbaharda, hazırlanmış olan tohum, tavalarına metrekareye 5-6 gr hesabiyle serpme olarak ekilir. Üzerine ince bir harç (gübreli toprak) örtülerek hafifçe tokmaklanır. Süzgeçle sulanır. 7-10 günde çimlenir. Bu müddet içinde sık sık sulanır, ot alma ve seyreltme işlemleri yapılır. Yaz gelince fideler kuvvetlenmiş olur. Sökümden önce bol su verilir. Toprak yumuşayınca kolayca sökülür. Kazık kökleri, yapraklarının bir kısmı kesilir. Daha önce hazırlanan mahsul tavalarına 60x60, 70x70 veya 80x80 cm mesâfe ile dikilir.

Hemen can suyu verilir. Yetişme müddetince muntazam sulanmalıdır. Lahana gübreye, bilhassa azota fazla ihtiyaç duyduğundan sulama suyuna gübreli su veya şerbet verilirse daha iyi gelişir.

İyi göbek bağlamayı temin için: 1) İyi tohum kullanılmalı, zamanında ve usulünce ekilmeli; 2) Aşırı gübre vermemeli, özsuyun ortaya gitmesi için yaprak alma yapılmalı, sulama sırasında kürekle fideler üzerine su serpmeli, yaprakları üstten kavuşturup üzerine taş koymalıdır.

Dekar başına ortalama 3-6 ton mahsul alınır.

Kullanıldığı yerler: Lahananın çeşitli tipleri pişirilerek yenildiği gibi pişirilmeden salata yerine yahut turşusu yapılarak yenir. Kalori bakımından pek zengin olmamakla beraber, vitamince zengindir. A,B,C vitaminleri bol bulunur. Lahana tohumları kurt düşürücü ve idrar söktürücü olarak kullanılır. Tohumlarından kolzayağı elde edilir.

LAHEY ADÂLET DÎVÂNI

Alm. Ständiger Schiedsgerichtshof im Haag. Fr. Cour internationale de justice, İng. International Court of Justice. Milletlerarası Adâlet Dîvânı. Bu teşkilât, Hollanda’nın Lahey şehrinde bulunduğu için, ekseriya bu isimle tanınmaktadır. Birleşmiş Milletlerce kurulmuş olup, onun faaliyetleri ile ilgili olarak görev yapmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi, bir listeden görev yapacak çeşitli uyruklu 15 hâkimi seçerler. Divanda bir ülkeden ancak bir hâkim bulunur. Seçilen hâkimler dokuz yıl görev yapıp, bu süre içinde diplomatik haklardan istifâde ederler.

Dîvânda alınan kararlar, kendisinin yetkisini tanıyan devletlerce geçerlidir. Dîvân toplantılarında bir antlaşmanın tefsiri, devletler hukûkunu ilgilendiren her konu, milletlerarası bir taahhüdün çiğnenmesi ile ilgili konular, taahhüdün bozulmasından dolayı doğacak olan tazminâtın şekil ve miktârının tesbit edilmesi gibi ihtilaflı hususlara bakılır ve karar alınır. Lahey Dîvânına anlaşmaya varılamayan konularla ilgili, devletler müracaat edebildiği gibi, Birleşmiş Milletler Anayasası’nın Dîvâna başvurabilmesi için müsâade ettiği kuruluşlar da istekte bulunabilirler.

Birleşmiş Milletlerin bir kuruluşu olan Lahey Dîvânı, bütün anlaşmazlıkların barışcı yollarla halledilmesini sağlamaya çalışır ve çârelerini ilgili devletlere bildirir.

LÂİKLİK

Alm. Laizismus (m), Fr. Laicisme (m), İng. Secularism, laicism. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, devlet işlerini dînî prensiplerin dışında tutma. Lâik kelimesi Türkçeye Fransızcadan gelmiştir. Kelimenin aslı Yunanca Laikos sıfatıdır. Yunancada, din adamı sıfatı taşımayan kişilere “laikos” denilmekteydi. Lâik kimse, halktan olan, yâni ruhban sınıfına mensûb olmayan kimse demekti. Laikos sözü, din kurallarına dayalı Hıristiyan cemiyetlerinde din adamları dışında kalan kimseleri anlatmak için kullanılmıştır. Nitekim Hıristiyanlıkta kilise adamlarına “clerıcı”, bunların dışında kalanlara da “lâici” denilmiştir.

Lâiklik ilkesi, Hıristiyanlık dünyâsında ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu ilkenin târihi, kral ve imparatorlar ile Papalık makamı arasında meydana gelen mücâdelelerin târihidir. Yâni lâiklik denildiği zaman ilk akla gelen husus, Hıristiyan âleminde geçmiş asırlarda vukû bulmuş, kilise-devlet mücâdelesidir. Kilise ile devlet arasında geçen bu mücâdele senelerce sürmüştür. Önceleri, Romadaki Hıristiyanlar, imparatorlara mutlak bir itâat göstermeyi kabul etmedikleri için sürekli baskıya mâruz kalmışlardır. BirinciKonstantin’in kiliseye hukûkî bir durum vermesi ile kilise, muhtariyet (özerklik) kazanmıştır. Kilise üzerinde imparatorların baskısı gittikçe artmış ve neticede 6. yüzyılda İmparator Justinianus, hem devletin hem de kilisenin başı durumuna gelmiştir. Bu gelişmeler sonucu, Doğu Ortodoks kilisesi, devletin emrine girmek zorunda kalmıştır. Fakat Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu, devlet gücü zayıfladı ve kilise tekrar güçlendi.

Osmanlı devleti ise, İstanbul patriğine kendi kilise mensupları üzerinde dînî ve idârî iktidar hakkı verdi. Bâbıâlî’nin bu tutumu Hıristiyanlık târihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir hadisedir. O yıllarda Rusya’da bile Ortodoks kilisesi, devletin egemenliği altında bulunuyordu. Batı dünyâsında ise durum biraz daha farklıydı. Batıda merkezî bir imparatorluğun bulunmaması sebebiyle kilise güçlüydü. Roma’da “Papalık makâmı” adı verilen ve Batı dünyâsınca üstünlüğü kabul edilmiş merkezî bir kilise iktidarı bulunuyordu. Barbar (Haçlı) istilâları, papalık makamının gücünü iyice arttırdı. Fakat Avrupa’da zamanla güçlü siyâsî iktidarların ortaya çıkması, papalarla imparatorlar arasında uzun seneler devam edecek bir mücadeleyi başlattı. Bu mücadelenin temelinde iktidarın paylaşılması gibi çok önemli bir mesele vardı. Papanın hem dînî lider, hem de siyâsî iktidar sâhibi olduğu iddiası, bu mücadeleyi çok şiddetlendirdi. Krallar, kendilerinin devleti ilâhî haklara dayanarak yönettiklerini iddia ediyorlar, dolayısıyla kiliseyi de, kendilerinin kontrol etme yetkilerinin bulunduğunu ileri sürüyorlardı. Papalarla krallar ve imparatorlar arasında geçen bu mücadelenin en şiddetlileri Papa YedinciGregorius ile Almanya İmparatoru İkinci Heinrich; Papa Sekizinci Bonifacius ile Fransa KralıAltıncı Philippe arasındaki mücâdelelerdir. Aynı mücadeleler, diğer Hıristiyan devletlerinde de görüldü. Bu mücadelelerde bâzan siyâsî iktidarlar, bâzan da kiliseler başarı gösterdi ve söz sâhibi oldu. Kilisenin bu mücadelelerde başarı göstermesinde, kendisine bağlı tarikatların büyük mülk sâhibi ve dolayısıyla mâli yönden güçlü olmalarının çok mühim rolü oldu.

Kilise-siyâsî iktidâr mücadelesi, 18. yüzyıla kadar devam etti. Bu yüzyılda ortaya çıkan ve geliştirilen yeni anlayış ve müesseseler “liberalizm” adını aldı. Bu anlayış sâhipleri, kralların ve imparatorların ilâhî haklarını reddediyorlardı. Bu görüşe göre, siyâsî iktidâr milletin oyuna dayanır ve ona karşı sorumludur. Liberalizm, böylece vicdan hürriyeti denilen bir fikri ileri sürüyor ve modern demokrasinin temel prensibini belirliyordu. Vicdan hürriyeti, kişilere istediği bir dîni seçme veya hiçbir dîni seçmeme hakkı veriyordu. Şu halde, devletin karakterinde ve vazifesinde değişiklik getiren bu yeni anlayışa göre din, devletin siyâsî hayatında önemli bir güce sâhib olamaz. Bu anlayışı benimseyen bir devletin yapacağı tek şey, dînî tarafsızlık olabilirdi; bu ise kilise ile siyâsî iktidarın birbirinden ayrılması sonucunu doğurdu. Nitekim öyle yapıldı.

Kilise işlerini devlet işlerinden resmen ayıran ilk ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. ABD Anayasası, din hürriyetini ve kânunlar karşısında bütün dinlerin eşitliği prensibini kabul etti. Bu anayasa, devletin bir dîne bağlanmasını, bir dînin yasaklanmasını ve vatandaşların siyâsî ve medenî haklarını kullanırken dînî sebeplerle farklı muâmele görmelerini yasaklıyordu. Benzer gelişmeler Fransa’da da görülmüştür. 1789 Fransız İhtilâlinden sonra, kilise mallarına el kondu. Papazlar, cumhûriyete bağlılık yemini etmekle mükellef tutuldular. Ruhbanlık imtiyazı kaldırıldı. Neticede Fransa’da din ve devlet işleri, 1905’te parlamentonun kabul ettiği bir kânunla birbirinden ayrılmış oldu. Hıristiyanlık, sâdece âhirete ilişkin prensipleri ihtivâ ettiğinden, lâiklik ilkesinin yerleşmesinde ciddî engeller çıkmadı. Kilisenin, kral ve imparatorlara karşı mücâdelesi tamâmiyle Papalarla şahsî nüfuz elde etmelerine dayanıyordu.

Türkiye’de lâiklik prensibinin gelişmesi, batıdan çok daha farklı oldu. Aslında Türkler, hâkim oldukları ülkelerde din ve vicdan hürriyetine tamamen saygı göstermişler; emirlerindeki tebeayı din işlerinde dâimâ serbest bırakmışlardır. İslâm dîni sâdece îmân, ibâdet ve ahlâkla ilgili hükümleri değil, aynı zamanda kişilerin özel muâmelelerinden doğan işleri ve devlet idârecilerinin selâhiyetleri ile tebeanın hak ve vazifelerini de düzenleyen hükümleri ihtivâ etmektedir. Yâni İslâmiyet, kişinin hem dînî, hem de dünyâ işlerini düzenliyor. İşte bu sebeple İslâm devletlerinin hepsinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti de teokratik bir düzene sâhipti. Yâni din ve dünyâ işleri tamamiyle dînî kâidelere bağlıydı. 600 yılı aşkın bir süre teokratik düzen devam etti.

Fikrî temellerini batı düşünce sistemi ve kültüründen alan, birinci ve ikinci meşrutiyet döneminde yapılan çalışmalar, batı kültürüyle yetişmiş, dînî bilgilerden yoksun çeşitli hükümet adamları tarafından lâikliğe uzanan birer merhale olarak tatbikata sokulmasına rağmen, Osmanlı Devletinin asırlardır sürüp gelen dînî temele dayalı idâre şekli karşısında Türkiye lâik bir düzenin kurulmasını tam olarak gerçekleştiremedi. Bu dönemlerde bâzı yeni kânunlar çıkarılmışsa da, devletin asıl kânunları ve hukuk düzeni teokratikti. Osmanlı Devleti, BirinciCihan Harbi sonunda tamâmen yıkılıp siyâsî hüviyeti son bulduktan sonra, batı örnek alınarak kurulan yeni Türk Devletinin idarecileri ve TBMM tarafından Cumhûriyet döneminde, 1924’ten îtibâren çıkarılan bâzı kânunlarla Türkiye’de lâiklik ilkesinin temelleri atıldı. Bu kânunlar Hilâfetin ilgâsı. Tevhid-i Tedrisat, Şer’iyye Vekâletinin ilgâsı, Tekke ve Zâviyelerin ilgâsı hakkındaki kânunlar ile Türk Medenî Kânunu’dur. Bu kânunların dayanağı olan hükümler, Türkiye Cumhûriyetinin Anayasalarında yer alıyordu. 1924 Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu’nda 1937’de yapılan değişiklikle, devletin lâik olduğu belirtildi. Lâiklik ilkesi, bu anayasada, devletin temel ilkelerinden biri olarak kabul edildi (mad. 2) ve bu ilkeyi koruyucu hükümler şerh edildi (mad. 19, 57). Benzer hükümler 1961 ve 1982 Anayasa’sında da mevcuttur (mad. 2, 24, 68). 1982 Anayasası önceki Anayasa’lardan farklı olarak değişmez hükümler arasında lâiklik ilkesini de saymıştır.

Türkiye’de lâiklik ilkesinin kabul edilmesiyle birlikte “Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. Genel idâre içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyâsî görüş ve düşüncelerin dışında kalarak özel kânununda gösterilen görevleri yerine getirir (1982 Anayasası, mad. 136).

İlmî terim olarak lâik bir sistemde, devlet, dînî esaslara istinâd edemeyeceği gibi, bunların iç işlerine “ibâdet, ahkâm ve erkânına” da hiçbir şekilde karışamaz. Hürriyetler içinde en önemli yeri olan din hürriyeti kabul edilmezse, demokrasinin gerçekleşmesi de güçleşir. Bu yüzden Lâik-demokratik ülkelerde, devletin, fertlerin dînî inançlarını koruması için anayasalarda hükümler konulmuştur. Bu hükümler; çeşitli milletlerde farklılıklar göstermektedir. Meselâ; Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası’nda, herkesin, vicdan, dînî inanç ve kanaat hürriyetine sâhib olduğu sarâhaten (açık olarak) belirtilmiştir. Bir kimsenin dînî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı, suçlanamayacağı da 24. maddede yazılıdır. Aynı maddede ayrıca din derslerinin ilk ve ortaokullarda mecbûrî dersler arasında yer aldığı belirtilmektedir.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve lâikliğin önderi Atatürk, lâiklik hakkındaki düşüncelerini, çeşitli konuşmalarında şöyle belirtmektedir:

“Din bir vicdân meselesidir. Herkes vicdânının emrine uymakta serbesttir. Biz dîne saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz, sâdece din işlerini millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz.”

“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyâsî bir fikre mâlik olmak, seçtiği bir dînin gerektirdiklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine mâliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti mutlaktır ve taarruz edilemez. Türkiye Cumhûriyetinde herkes, Allah’a istediği gibi ibâdet eder. Hiç kimseye dînî fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türkiye Cumhûriyetinin resmî dîni yoktur.”

“Lâiklik, yalnız din ve dünyâ işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Lâiklik, yurttaşların vicdan, ibâdet ve din hürriyetini tekeffül eder (üstlenip korur).”

“Lâik hükümet tâbirinden, dinsizlik mânâsı çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lâzımdır.”