KUZUKULAĞI (Rumex)

Alm. Grosser Sauerampfer (m), Fr. Oseille (f) commune, İng. Sheep’s sorrel. Familyası: Kuzukulağıgiller (Polygonaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu’nun ekserî (çoğu) yerinde.

Haziran-eylül ayları arasında yeşilimtrak renkli, küçük çiçekler açan 50 cm-2 m boylarında, çok yıllık otsu bir bitki. Dağlık, orman ve çayırlarda ekilmemiş alanlarda yayılır. Gövdeleri dik, silindirik ve kırmızımsı renklidir. Alt yapraklar büyük, üst yapraklar küçüktür. Çiçekler gövdenin ucunda toplanmışlardır. Büyük kuzu kulağı (R. acetosa) ve küçük kuzu kulağı (R. acetosella) türleri bulunmaktadır.

Kullanıldığı yerler: Yaprakları ekşi lezzetinden dolayı halk arasında gıda olarak yenilmekte ve idrar söktürücü olarak kullanılmaktadır. Fazla yenilmesi kum teşekkülüne ve zehirlenmeye sebep olur. Kalın kökleri müshil etkiye sahiptir.

KÜBA

DEVLETİN ADI

Sosyalist Küba Cumhûriyeti

BAŞŞEHRİ    

Havana

NÜFÛSU       

10.848.000

YÜZÖLÇÜMÜ 

110.861 km2

RESMÎ DİLİ   

 İspanyolca

DÎNİ  

Hıristiyanlık

PARA BİRİMİ 

 Küba pezosu

 Orta Amerika’da Küba ve Irla de Pinos adalarından meydana gelmiş ada devleti. Karaib Denizindeki bu ülke Florida Boğazı ile ABD’nin Florida eyâletinden ayrılır. Atlas Okyanusu Küba’yı Bahama Adalarından ayırır. Doğusunda Haiti, güneydoğusunda Jamaika bulunur.

Târihi

Küba Adası 1492’de Kıristof Kolomb tarafından bulundu.İspanyolların 1511 yılında adayı almasından sonraİspanya’nın idâresine girdi. Afrika’dan getirilen zenciler şekerkamışı tarlalarında çalıştırılmaya başlandı. İspanya Krallığına bağlı olan ada 1762 yılına kadar sâkin bir devre geçirdi. 1762’de İngilizler Havana’yı ele geçirdiler. Fakat bu durum uzun sürmedi. İspanyollar adayı tekrar geri aldılar. Kübalıların İspanyollara karşı sürdürdükleri bağımsızlık mücâdeleleri uzun seneler sonuç vermemiş, bağımsızlıklarına ancak 1898’de kavuşabilmişlerdir. Bu târihten sonra Küba, ekonomik bakımdan ABD’nin hâkimiyetine girmiştir. Amerika burada üs kurma hakkına sâhib olmuştur.

1920’de ülkeyi G.M.Morales diktatörlükle idare etmeye başlamış, bundan sonra birçok hükûmet darbeleri olmuştur. 1934’te Amerikalıların desteğiyle iktidâra gelen Batista 1944 yılına kadar iktidarda kaldı. O zaman demokrasiye geçilmiş, fakat 1952’de yeni bir hükümet darbesi olunca idâreyi tekrar Batista almıştır. 1953’te ihtilâlcilerin başına geçen F.Castro tutuklanmış, sonra serbest bırakılmış, Meksika’ya geçerek Küba’daki taraftarlarıyla darbe hazırlığına başlamıştır. 1956’da Küba’ya geçerek Turquino Dağının yakınında gerilla kampı kurmuş ve gerilla savaşını başlatmıştır. İki yıl süren iç savaştan sonra Batista’nın birlikleri yenilmiş, Batista kaçmak zorunda kalmıştır. İktidârı ele geçiren Castro (11 Ocak 1959) ilk anda komünist rejimi getireceğini halktan gizlemiş, idareye tam hâkim olduktan sonra bu rejimi uygulamaya başlamıştır. Bundan sonra Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerle işbirliğine girişmiştir. Rusya burada 1962 senesinde ABD’ye karşı nükleer üsler kurmaya başlamışsa da Amerika’nın baskısıyla nükleer füzelerini geri almaya mecbur kalmıştır. Castro hâlâ iktidarda olup 1989 başlarında SSCB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin liberalleşme yönündeki politikalarını tâkib etmeyeceğini açıkladı.

Fizikî Yapı

Küba’nın kıyıları bataklık alanlar ve mercan kayalıklarla çevrilidir. Adanın geniş ovaları ve alçak tepeli yaylalarını üç dağ dizisi böler. Bu sıradağların en önemlisi doğudadır ve Sierra Cristal ve Sierra Saguo Beracca’dır. Adanın güneydoğu kıyılarında Sierra Maestra Dağları bulunur. Küba’nın en yüksek dağı olan Turquino (2005 m) buradadır. Üçüncü dağ dizisi adanın merkezindedir.

Ovaların verimini arttıran 200 kadar küçük ırmak ve binlerce dere vardır. En büyük ırmak güneydoğudaki 240 km uzunluğundaki Cauto’dur.

İklim

Küba’da tropikal bir iklim hüküm sürer. Aylık sıcaklık ortalaması 20 derecenin üstündedir. Bir yılda başlıca iki mevsim görülür. Bölgede alize rüzgârları bütün yıl eser. Hattâ bazan Küba şiddetli tayfunlara mâruz kalır. Yağışlar önemli değildir. Zaman zaman Kuzey Amerika’dan esen kuzey rüzgârları aralık ve ocak aylarının da yağışlı geçmesine sebep olur. Yıllık yağış miktârı 1375 mm’dir. Yağış mevsiminde büyük zararlara yol açan kasırgalar da görülür. 1963’te meydana gelen Flora kasırgası ülkenin şekerkamışı tarlalarına çok büyük zarar vermiştir.

Tabiî Kaynakları

Bitki örtüsü ve hayvanlar: Ülke topraklarında tropikal bitkiler, iğne yapraklı ormanlar, savanlar ve bataklık alanlar vardır. Güneydoğu bölgesinde sıcağa dayanıklı kaktüs cinsinden bitkiler yetişir. Günümüzde tabiî bitki örtüsünün yerini yavaş yavaş şekerkamışı, kakao ve muz ağaçları almıştır. Yabanî hayvanları az olmakla beraber sürüngen ve böcek türleri hayli çeşitlidir.

Mâdenleri: Ülkede birçok mâden yatakları vardır. Başlıca maden kaynakları ise demir, nikel, kobalt, bakır, krom, kükürt ve manganezdir. Ayrıca az miktarda petrol de çıkarılmaktadır.

Nüfus ve Sosyal Hayat

11 milyon civârında olan nüfûsun büyük çoğunluğunu İspanyol soyundan meydana gelen beyazlar meydana getirir. Bunun yanında melez ve zencilerin de sayısı hayli kalabalıktır.

Dîni: Halkın büyük kesimi İspanyolca konuşur ve resmî dili İspanyolcadır. Yaygın din olarak Hıristiyanlığın Katolik mezhebi görülmektedir.

Eğitimi: Öğrenim ücretsizdir. Marksist ve Leninist prensipler öğretilmekte ve işçilere öğrenim imkânları sağlanmaktadır. İlk öğrenimi 6 ile 12 yaş arasındadır. Ülkede 4 üniversite vardır. Halkın % 97’si okuma yazma bilmektedir.

Şehirleri: Halkın % 50’si şehirlerde yaşar. Önemli şehirleri arasında Hawana, Santiago, Mariano, Holguin ve Camaguly sayılabilir.

Siyâsî Hayat

1976 yılında sosyalist bir anayasa yürürlüğe konulmuştur. Dört yılda bir seçilen 481 üyeli Ulusal Halk Meclisi, yasama görevini üzerine almıştır. Cumhurbaşkanı aynı zamanda hem devletin hem de hükümetin başıdır. Küba Komünist Partisi, ülkenin politikasını tesbit eden en önemli ve tek kuruluştur.

Ekonomi

Tarım: Küba ekonomisi tarıma dayalıdır. İhracatının büyük kısmını tarım ürünlerinden sağlar. Halkın büyük kesimi de tarımla uğraşmaktadır. Başlıca tarım ürünü fazla üretilen şekerkamışıdır. Tarım alanlarının % 70’i devlete ve kooperatiflere aittir. Şeker kamışından sonra tütün ve narenciye üretimi ikinci sırayı alır. Havana tütünleri dünyaca ünlüdür. Diğer tarım ürünleri ise pirinç, mısır, patates, ananas, muz, kahve, pamuk, yer fıstığı, manyok ve kenevirdir. Ülkenin batısında ve orta kesiminde çiftliklerde sayıları birkaç milyonu bulan büyükbaş hayvan yetiştiriciliği yapılır. Bunun yanında koyun, keçi, gibi küçükbaş hayvanlar da yetiştirilir.

Balıkçılık: Ülke bir ada ülkesi olduğundan ve çevresinde tropikal balıklar bol bulunduğundan balıkçılık gelişmiştir. Büyük balıkçı filosu Meksika Körfezinde, Arjantin açıklarında ve Grönland çevresinde avlanır. Balıkçılık tarım gibi kooperatifler aracılığı ile yapılır.

Sanâyi: Ülkede sanâyi pek gelişmemiştir. Sanâyi kolunu şekerkamışı ve tütün işleyen fabrikalar ile çimento, dokuma, ayakkabı, konserve, lâstik fabrikaları ve petrol rafinerileri meydana getirir. Motor sanâyii henüz kurulmamıştır.

Ticâret: En önemli ihraç maddesi şekerdir ve üretiminin yüzde sekseni ihraç edilir. Bunu tütün, alkol, meyve, sebze, balık ve maden ürünleri tâkib eder. Dışarıdan ise petrol ve makina gibi sanâyi ürünleri satın alır. Ticâretinin büyük kısmını sosyalist ülkelerle yapmaktadır. İspanya ve İngiltere ile ticareti gelişmektedir.

Ulaşım: Kara ulaşımı, karayolları ve demiryolları ile sağlanır. Demiryolu ulaşımının büyük kesimi şekerkamışı nakliyesi için yapılmıştır. Karayollarının uzunluğu 5053 km, demiryollarının uzunluğu ise 34.000 km’dir. Karayollarının % 30’u asfaltlanmıştır. Başşehir Havana en önemli deniz ve hava limanıdır.

KÜBİZM

(Bkz. Edebî Akımlar)

KÜBREVİYYE

On ikinci asırda yaşamış olan büyük âlim ve evliyâ Necmeddîn-i Kübrâ’nın ve talebelerinin tasavvufta tâkip ettikleri yol, tarîkat. Yaptığı bütün münâzaralarda gâlib geldiği, kübrâ (büyük) lâkabıyla meşhur olduğu için, bu yola Kübreviyye adı verilmiştir.

Kübreviyye yolunun kurucusu olan Necmeddîn-i Kübrâ, Ebü’n-Necib-i Sühreverdî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrendi. Bu yolda ilerleyip büyük velî oldu. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulundu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled, Ferîdüddîn-i Attâr’ın hocaları Mecdüddîn Bağdâdî, BabaKemâl Cündî, Semnân pâdişâhının oğlu Rükneddîn Ahmed Alâüddevle, Kübreviyye yolunda ilerleyerek yükseldiler.

Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri tasavvufa dâir yazmış olduğu Usûl-i Aşere adlı kitabında Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde açıkladı: Allahü teâlâya kavuşmak arzusunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esasa bağlıdır. Bunlar; Tövbe (günahlara pişman olmak), zühd (dünyâdan yüz çevirmek), tevekkül (her işinde Allahü teâlâya itimâd etmek ve O’na güvenmek), kanâat (yemek içmek hususunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet (insanlardan uzak olmak), devamlı zikir (Allahü teâlâyı anmak), teveccüh (tamâmen Allahü teâlâya yönelmek), sabır, murakabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hile ve tuzaklarına karşı uyanık bulunmak), rıza (nefsin arzularını terk ederek Allahü tâlânın hiçbir hükmüne itiraz etmemek)dır.

Kübreviyye yolunda mücâhede (nefsin istemediklerini yapma) hayâtının üç temeli vardır: 1) Tedricî olarak yemeği azaltmak, 2) Kâmil bir mürşidin, yol göstericinin irâdesine tâbi olmak, 3) Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin sekiz esâsını yerine getirmek.

Kübreviyye yoluna giren kişilerin şu esaslara uyması gerekir: Beden temizliği, halvet, susmak, oruç tutmak, zikretmek, teslim olmak, hâtıra gereksiz şey getirmemek, kalbi hocasına bağlamak, mecbûriyet halinde uyumak, yeme ve içmede orta yolu tâkib etmek.

Necmeddîn-i Kübrâ’nın gerek yazdığı Arapça, Farsça risâlelerle, gerekse İslâm ülkelerine gönderdiği talebeleriyle Kübreviyye yolu çok geniş bir sahaya yayıldı. Zamanla Nakşibendiyye ve Mevleviyye ile iç içe olan Kübreviyye yolunun Cüneyd-i Bağdâdî’den sonraki silsilesi şunlardır: Ebû Ali Rodbârî, Ebû OsmanMağribî, Ebü’l-Kâsım Gürgânî, Ebû Bekir Nessâc, Ebü’n-Necib Sühreverdî, Ammar bin Yâsir.

Kübreviyye yolunun zaman içinde meydana gelen kolları ve şûbeleri ise şunlardır: Baherziyye, Nuriyye, Hemedâniyye, Rükniyye, Iğtişâşiyye, Nûrbahşiyye, Ayderûsiyye, Firdevsiyye.

Daha çok bugünkü İran veRusya topraklarında faaliyet gösteren Kübrevîler, Sovyet rejimine karşı koyan Müslümanların da liderliğini üstlenmişlerdir.

KÜÇÜK AYI

(Bkz. Büyük ve Küçük Ayı)

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASI

Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1768-1774 yılları arasında vukû bulan harbe son veren ve Osmanlı Devletinde önemli toprak kayıplarına yol açan antlaşma. Güney Dobruca’daki Küçük Kaynarca kasabasında imzâlandığından bu adı almıştır.

Osmanlı ordusunun 1773’de Ruslara karşı kazandığı Ruscuk, Silistre ve Varna zaferlerinin intikâmını isteyen Çariçe İkinci Katerina, Tuna ordusunu takviye etmişti. Başkumandan Mareşal Romanzoff, Osmanlı ordusunu merkezinde muhâsara için Şumnu’ya doğru hareket etti. Bu sırada rahatsız olan Vezîr-i âzam ve Serdâr-ı ekrem Muhsinzâde Mehmed Paşa, düşmanı karşılamak üzere Yeniçeri Ağası Yeğen Mehmed Paşa kumandasında bir kuvvet sevkettiyse de bu kuvvetler Kozluca’da mağlûb oldu. Romanzoff’un bu başarıdan sonra Şumnu önlerine gelip Varna yolunu kesmek sûretiyle Osmanlı ordusunu iâşe ve mühimmâttan, mahrum etmesi, askerin dağılmasına yol açtı ve orduda on iki bin kişi kaldı. Yanındaki az sayıdaki kuvvetle mukâvemet etmenin bir fayda sağlamayacağını anlayan Serdâr-ı ekrem, mütâreke istemek zorunda kaldı. Sadr-ı âzam kethüdâsı Resmi Ahmed Efendi nişancı rütbesi ile birinci, Reîsül-küttab İbrâhim Münib Efendi de ikinci murahhas tâyin olunarak 12 Temmuz 1774’te Şumnu’dan hareketle Balya Boğazına yakın Küçük Kaynarca kasabasına geldiler. Ruslar tarafının murahhası, General Repnin idi. Mareşal Romanzoff, mütâreke kabul etmeyerek birinci sulh müzâkeresinde esasları iki tarafça kabûl edilmiş olan esaslara göre derhal sulh akdini istediğinden mecbûren teklif kabûl olunup iki günde ve iki celsede antlaşma imzâlandı.

Rus başkumandanı sulh görüşmesi yapabilmek için başlangıçta Kılburun, Kerç ve Yenikalenin Ruslara terkini şart koydu. Osmanlı murahhasları bütün fırsatların elden çıkması ve kendilerine zaman verilmemesi üzerine Rus isteklerini çâresiz kabûl ettiler. 17 Temmuz 1774 târihinde imzâlanan ve henüz tahta yeni çıkan Birinci Abdülhamîd Han tarafından tasdik edilen, yirmi sekiz maddelik bu antlaşmaya göre:

1. Kırım Hanlığıyla Kuban ve Bucak Tatarları siyâsî bakımdan müstakil olup, ancak dînî işlerinde Hilâfet makâmına tâbi olacaklardır.

2. Kılburun, Kerç, Yenikale ve Azak Kalesiyle Dinyeper (Özi) ve Buğ (Aksu) nehirleri arasındaki arâzi Rusya’ya terk edilmiş ve Aksu hudud kabûl edilmiştir.

3. Ruslar tarafından işgâl edilen Besarabya, Eflak, Boğdan ve Gürcistan ülkeleriyle Akdeniz adalarıOsmanlılara iâde olunacaktır.

4. Rus ordusu Bulgaristan’da Tuna’nın sağ sâhilinden, bir ay içinde sol sâhiline çekilecektir.

5. Bâbıâlî, İmparatorlukta Hıristiyan dîniyle kiliselerini dâimî surette himâye edecektir.

6. Rus sefirlerinin Eflâk ve Boğdan vaziyetleri hakkındaki mürâcaatları dikkate alınacaktır. Bu madde, mûcibince de memleketin işlerinde Rus müdâhalesine dâimî bir açık kapı bırakılmış oluyordu.

7. Rus ticâret gemileri Karadeniz’le Akdeniz’de hareket serbestisine sâhib olacak ve istedikleri zaman boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında kalabileceklerdi. Ayrıca Ruslar, Osmanlı şehir ve kasabalarında münâsip görecekleri yerlerde konsolosluklar ihdas edebileceklerdi.

8. İngilizlerle Fransızlara verilen kapitülasyonlar Rusya’ya da aynen tanınacaktır.

9. Osmanlı Devleti, savaş tazminâtı olarak üç senede ve üç taksitte Rusya’ya on beş bin kese akça verecektir.

Osmanlı Devleti, arâzi îtibâriyle fazla kayba uğramamakla berâber, Rusların Eflak ve Boğdan’a karışmaları, istedikleri yerlerde konsolosluk açabilmeleri ve Ortodoksların hâmisi sıfatını takınmaları gibi maddeler sebebiyle zayıf anlarında devamlı olarak bu devletin saldırılarına mâruz kalmıştır.

KÜÇÜK MENDERES

Ege bölgesi nehirlerinden. Ödemiş’in kuzeyindeki Bozdağı’ndan doğar, Ödemiş’in güneyinden Tire’nin kuzeyinden ve Menderes Ovasından geçerek batı yönde akar ve Pamuçak mevkiinde Ege Denizine dökülür. Bu denize dökülen nehirlerin en küçüğüdür. Uzunluğu 140 km, beslendiği yağış alanı 3000 km2dir. Bölgedeki diğer nehirler gibi bu da tektonik bir çöküntü havzasında akar. Yağmurların çok olduğu bilhassa kış ve ilkbaharda, aşırı derecede kabarır. Bu kabarma uzun müddet devam etmeyip, kısa zamanda nehir çekilerek normal akışına devam eder. Kurak geçen yaz mevsiminde suyu bazan yatağı kuruyacak kadar azalır.

KÜF

Alm. Schimmel (m), Fr. Moisissure (pl), moisi (m), İng. Mould. Mantar türünden çok küçük canlı varlıklar. Çok sayıda olunca kadife gibi manzara arz ederler. Bozulmaya yüz tutan organik maddeler üzerinde nem ve ısı etkisiyle meydana gelirler. Bayat ekmekte, çürük yemişlerde sık sık rastlanır. Halk dilinde maddelerin oksitlenmesi sonucu yüzeyini tutan pas tabakasına da küf denmektedir.

Küfün birçok türü vardır. Çoğu zararsızsa da bazısı insanlarda, sporotrikoz gibi deri altı urcukları meydana getirir. Pembe lekeli bir deri hastalığı olan Pitiryazis versikolor da bir nevi küften ileri gelir.

Küfler çeşitli mantar (fungi) türlerinin belirli bir bölümünü meydana getirirler, gerçek mantarlar “true fungi”dirler. Bitki âleminin beş bölümünden biri Thallphyta alt âleminin bitkiye benzer organizmaların büyük bir heterogan grubunu teşkil ederler. Kök, sap ve yapraktan yoksundur, klorofilsizdir. Çok küçük ve asalak iplik gibi mantardır. Bunlar gıdalarda önemli rol oynar. Bakteri ve mayalar tek hücreli olduğu halde küfler çok hücrelidir. Hemen bütün küfler aerobiktir, atmosfer oksijenine ihtiyaçları vardır. Geniş asidik ve sıcaklık sınırı içinde gelişebilirler. Çoğalma genellikle sporlar ile olur. Bunlardan spor, bakterilerinkinin aksine olarak gerçek çoğalma organıdır. Bu sporlar mikroskobik boydadırlar; havada, toprakta, gübrede ve yem üzerinde ve sterilize olmamış cihazlarda bulunurlar.

Küflerin gelişmek için fazla rutubete ihtiyaçları vardır. Mayalar gibi az asitli ortamı severler.

Tek hücreli bakteri ve mayalardan farklı olarak küflerin yapıları karışıktır. Bütün diğer mantarlar gibi klorofilsiz oldukları için besin maddelerini kendileri yapamazlar. Küfler, ölü organik maddeler üzerinde yaşayanlar (çürükçü bitkiler), canlı organik maddeler üzerinde yaşayanlar (asalak bitkiler) olmak üzere iki türlü beslenme yapısına mâliktirler.

Sporlar, havaya yayıldıkları zaman beslenmeye elverişli bir yer bulduklarında oraya yerleşerek gelişirler. Spor, filizlendiğinde iplik biçiminde sürgün verir ki buna “hypha” denir. Bu dallanarak başka hypha’ları verir, sonunda karma karışık yumuşak tüylü bir örgü meydana gelir ki buna miselyum (Yunanca mantar) denir.

Küfler, süt ve mâmüllerinde hiç istenmezler, çünkü çoğunda tadına zarar ve küflü koku verirler. Sütlü ürünler üzerinde düğme gibi yassı bir biçimde yerleşebilirler ve genellikle yüzeyi katman şeklinde örterler. Küflü peynir genellikle yenir, küf gelişmesi yüzeydedir. Üstteki küf kazımakla atılınca sağlam ürün kalır. Bâzan küf çatlak boyunca peynirin içine girerek ürünü tahrip edebilir. Rokfort ve gorgozola gibi bazı peynirlerin imali için küfler gereklidir. Bu peynirlerin karakteristik tadı küflerle sağlanır. Küf kültürü îmâl sırasında ilave edilir. Gelişmesi için gerekli hava verdirmek gâyesiyle peynir içine şişlerle delikler açılır. Kamamber peynirinde ise yüzey bir küf tabakasıyle örtülür ki olgunlaşma sırasında bu gelişir.

Zararlı küflerden ziyâde faydalı küfler bugün tıpta ehemmiyet kazanmıştır. Antibiyotikler, küf türünden bir takım canlı varlıklar üretilerek yapılmıştır. Bakteriler içinde elverişli, karanlık ve nemli organik ortamlarda üreyen bazı küfler, aynı ortamda kendilerine rakip mikropların çoğalmasını durduran antibiyotikler çıkarır (penisilin, streptomisin, teramisin vb.).

KÜFÜR

Alm. Unglaube (m), Irglaube (m), Fr. Incredulite (f), Fausse Croyance (f), İng. Unbelief, Disbelief, İnfidelity. Allahü teâlâya inanmamak ve O’nun bildirdiklerini reddetmek, beğenmemek. Ateist (dinsiz) olmak. Küfür, lügatte örtmek, hakîkati gizlemek demektir. Mecâzî olarak, bir kimseye söverken kulanılan çirkin ve kötü söze de denir. Küfür, îmânın zıddıdır (Bkz. Îmân). Küfür inkâr etmek şüphe etmek tekzib etmek (yalanlamak) ve tereddüt etmek ile hâsıl olur.

Dinde inanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfür olur. Dînin bildirdiği şeylere meleklerin, insanların ve cinlerin îmân etmeleri, inanmaları emir olundu. Allahü teâlânın, ilk peygamberi hazret-i Âdem’den son peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar gelen bütün peygamberlere gönderdiği dinlerdeki îmân esaslarını kabûl etmemek küfürdür.

Hazret-i Muhammed ile gönderilen ve son din olan İslâmiyette Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâ tarafından getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalple inanıp ve bunları dil ile ikrar etmeye, söylemeye “îmân” denir. Söylemeye mâni, engel bulunduğu zaman, söylememek affolur. Meselâ, korkutulduğu, hasta, dilsiz olduğu, söyleyecek vakit bulamadan öldüğü zaman söylemek îcâbetmez. Anlamadan, taklid ederek, inanmak da îmân olur. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek günah olur. Bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Herbirini bilmeden hepsine inandım demek de îmân olur. Îmân hâsıl olması için, İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeylerden sakınmak da lâzımdır. İslâmiyet’in emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’ân-ı kerîm ile melek ile, peygamberlerden biri ile alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yâni işittikten sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de inkâr olur. İslâm dîninde bildirilen her hangi bir hükmü inkâr etmek küfür olur.

İslâm dîninde küfür üç çeşittir. Bunlar cehlî (câhillik sebebiyle) cuhûdî (inat ile inkâr ederek) ve hükmî (kâfirlere benzemek sebebiyle) küfürdür.

1. Küfr-i cehlî: İşitmediği, düşünmediği için kâfir olanların küfrüdür. Cehl (cehâlet) de iki türlüdür. Birincisi cehl-i basit’tir. Böyle kimse, câhil olduğunu bilir. Bunlarda, yanlış îtikât olmaz ise de bilmez olduklarını bildikleri hâlde, bu çirkin halden uzaklaşmaz, ilme yaklaşmazlarsa, hayvandan daha aşağı olurlar.

Îmân edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhur olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de ehemmiyet vermemek küfr olur. Cehlin ilâcı, çalışıp öğrenmektir.

Cehlin ikincisi, cehl-i mürekkeb’dir. Yanlış sapık îtikât etmektir. Yunan felsefecilerinin ve Müslümanlardan yetmiş iki bid’at fırkasından aşırı gidenlerin ve felsefeye kayanların îtikâdları böyledir. Bu cehâlet, birincisinden daha fenâdır. İlâcı bilinmeyen bir hastalıktır. Îsâ aleyhisselâm; “Sağırı, dilsizi tedâvi ettim. Ölüyü dirilttim. Fakat, cehl-i mürekkebin ilâcını bulamadım.” demiştir.Çünkü, böyle kimse cehlini ilim ve kemâl sanmaktadır. Câhil ve ruh hastası olduğunu bilmez ki, ilâcını arasın! Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlayap, bu dertten kurtulabilir.

2. Küfr-i cühûdiye: “Küfr-i inâdî” de denir. Bilerek, inâd ederek kâfir olmaktır. Kibirden, mevkî sâhibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkmak sebebi ile hâsıl olur. Firavun’un ve yoldaşlarının küfürleri böyle idi. Mûsâ aleyhisselâmın mûcizelerini gördükleri halde, îmân etmediler. Bizim gibi bir insana inanmayız dediler. Kendileri gibi insan olan Firavun’a “ilâh” dediler. Ona tapındılar. Rum İmparatoru Herakliyüs de, tahtından, saltanatından ayrılmak korkusu ile îmân etmedi.

3. Küfr-i hükmî: İslâmiyetin îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söyleyen ve işleri yapan, kalbinde tasdik olsa ve inandığını söylese de kâfir sayılır. İslâmiyetin, tâzimini emir ettiği şeyi tahkir etmek, kötülemek böyledir. Bunun için, Allahü teâlâya lâyık olmayan şey söyliyen kâfir olur. Meselâ, “Allah arştan veya göklerden bize bakıyor.” demek, “Sen bana zulmettiğin gibi, Allah da sana zulmediyor.” demek, “Filan Müslüman benim gözüme Yahûdî gibidir.” demek, yalan bir söze; “Allah biliyor ki, doğrudur.” demek ve melekleri küçültücü şeyler söylemek ve Kur’ân-ı kerîmi, hattâ bir harfini küçültücü söz söylemek, bir harfine bile inanmamak, çalgı çalarak Kur’ân-ı kerîm okumak, değiştirilmeden önceki hakîkî olan Tevrât’a ve İncîl’e inanmamak, bunları kötülemek, Kur’ân-ı kerîmi şâz olan harflerle okuyup Kur’ân-ı kerîm budur demek küfür olur. Peygamberleri küçültücü söz söylemek, Kur’ân-ı kerîmde isimleri bildirilen peygamberlerden birine inanmamak, meşhur sünnetlerden birini beğenmemek, çok iyilik yapan birisi için, “Peygamberden daha iyidir.” demek küfürdür. Birisi peygamber olduğunu söylese, kendisi ve buna inananlar kâfir olur. “Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.” hadîs-i şerîfini işitince; “Ben minber, hasır ve kabirden başka birşey görmüyorum.” demek küfür olur.

Âhirette olacak şeylerle alay etmek küfürdür. Kabirdeki ve kıyâmetteki azaplara, akla, fenne uygun değildir diyerek inanmamak, “Ben Cennet’i istemem, Allah’ı görmeyi isterim.” demek küfür olur. “İslâmiyete inanmamak alâmeti olan sözler, fen bilgileri, din bilgilerinden daha hayırlıdır.” demek, “Namaz kılsam da kılmasam da aynıdır.” demek, “Zekât vermem.” demek, “Fâiz helâl olsaydı.”, “Zulmetmek helâl olsaydı.” demek, haramdan olan malı fakire verip sevap beklemek, verilen paranın haram olduğunu bilerek, verene hayır duâ etmek, “İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin kıyâsı (Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümleri) hak değildir.” demek küfürdür. İslâm bilgilerine inanmamak, bunları ve din âlimlerini aşağılamak da küfür olur.

Kâfir olmayı isteyen kimse, buna niyet ettiği anda kâfir olur. Küfre sebeb olduğunu bilerek ve arzusuyla küfür kelimelerini söyleyen kâfir olur. Bilmiyerek söylüyorsa, âlimlerin çoğuna göre yine kâfir olur. Küfre sebeb olmıyan kelime söylemek isterken, şaşırarak küfre sebeb olanı söylerse kâfir olmaz.

Küfre sebeb olan bir işi, bilerek yapmak küfür olur. Bilmeyerek yapınca da küfür olur diyen âlimler çoktur. Beline zünnâr denilen papaz kuşağı bağlamak böyledir. Bunları mîzah için başkalarını güldürmek için, şaka için kullanmak da küfre sebeb olur. Îtikâdının doğru olması fayda vermez. Kâfirlerin bayram günlerinde, o güne mahsus şeylerini, onlar gibi kullanmak, bunları kâfire hediye götürmek küfür olur. Kalbine, küfre sebeb olan şeyler gelen kimse, bunları söylemezse, îmânının kuvvetine alâmet olur. Küfüre sebeb olan şeyi kullanan kimseye kâfir denmez. Müslüman bir kimsenin bir işinde veya sözünde, doksan dokuz küfür ihtimali ve bir de îmân ihtimâli olsa, bu kimseye kâfir denilmez. Müslümana hüsnü zan etmek lâzımdır. Müslüman hiçbir günâhı küçük görmemelidir. Bir kimse küçük günâh işlese, buna “Tövbe et.” denildikte, “Tövbe edecek bir şey yapmadım ki.” dese, yahut “Niçin tövbe edeyim?” dese, küfür olur. Bir mümini öldüren veya öldürülmesini emreden kimseye “İyi yaptın.” diyen kâfir olur. Mevki sâhibi bir Müslüman aksırınca, buna “yerhamükallah” diyen kimseye, “Büyüklere karşı böyle söylenmez.” demek küfür olur. Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek küfürdür. Leş, domuz, şarap gibi kendileri haram olan şeylere helâl demek küfür olur. Kesin olarak bilinen bütün günâhlara helâl demek de, küfür olur. Ezân, câmi, fıkıh, kitapları gibi İslâmiyetin kıymet verdiği şeyleri aşağılamak küfür olur. Abdestsiz olduğunu bildiği halde, namaz kılmak, bildiği halde kıbleden başka tarafa kılmak küfür olur. Bir kimseyi kötülemek için kâfir demek küfür olmaz. Kâfir olmasını isteyerek söylemek küfür olur. Günâh işlemek küfür olmaz. Günâh olduğuna ehemmiyet verilmezse küfür olur. İbâdet yapmanın ve günâhtan sakınmanın lâzım olduğuna inanmamak küfür olur. Câhile; “Îmân nedir? İslâm nedir?” diye sorulmamalı. Bunların cevapları söylenip, böyle midir, demelidir.

Küfre sebeb olan sözler ve hareketler çoktur. Bunlar görülünce hemen kâfir dememelidir. Küfrü irâde etdiği, dilediği açıkça anlaşılmadıkça sûizan etmemelidir. Müslüman küfürden çok korkmalı, az konuşmalıdır. Hadîs-i şerîfte; “Hep hayırlı, faydalı konuşunuz. Yâhut susunuz!” buyruldu. İslâmiyete uygun olmayan sözlerden ve hareketlerden sakınmalıdır. Ciddî olmalı, latifeci, oyuncu olmamalıdır. Akla, insanlığa uygun olmayan şeyler yapmamalıdır. Kendisini küfürden muhâfaza etmesi için, Allahü teâlâya çok duâ etmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Şirkten sakınınız. Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.” buyruldu. Şirk, küfür demektir. Bu kadar gizli şeyden korunmak nasıl olur denildikte, “Allahümme innâ ne’ûzü bike en-nüşrike-bike şey’en na’lemühû ve nestağfirüke limâ lâ-na’lemühû) duâsını okuyunuz.” buyurdu. Bu duâyı sabah ve akşam çok okumalıdır.

Îmâna gelmek çok kolaydır. Mahlûklardaki hesâba, nizâma, düzene bakmak ve bunlardaki incelikleri düşünmek, herkese vâciptir. Atomdan güneşe kadar bütün varlıklardaki düzen, birbirlerine bağlılıkları, bunların kendiliklerinden tesâdüfen var olmadıklarını, bilgili, hikmetli ve sonsuz kuvvetli bir varlık tarafından yaratıldıklarını açıkça göstermektedir. Aklı başında olan bir kimse, liselerde ve üniversitede, astronomi, fen, biyoloji ve tıp bilgilerini öğrenince, bu varlıkların bir yaratıcısı bulunduğunu ve her türlü ayıptan uzak olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun peygamberi olduğunu ve bildirdiklerinin hepsinin ondan geldiğini hemen anlar. Bu yaratana hemen inanır. Kâfirlerin, yâni kâfir olarak ölenlerin sonsuz Cehennemde kalacaklarını, müminlerin de sonsuz olarak Cennet nîmetleri içinde yaşıyacaklarını öğrenince seve seve Müslüman olur. Müslüman da îmânsız olmaktan çok korkar. Küfür olabilecek, inanç, söz ve işlerden çok sakınır. Son nefese kadar hep îmân sâhibi olmaya duâ eder.

KÜKÜRT

Alm. Schwefel (m), Fr. Soufre (m), İng. Sulphur. Tabiatta yaygın olarak bulunan genellikle sarı renkte kimyevî bir element. Kimyâda sembolü S olup çok eskiden beri bilinen elementlerden biridir.

Özellikleri: Periyodik cetvelde IVA grubunda bulunur. Atom numarası 16, atom ağırlığı ise 32.064’tür. 2-, 4+ ve 6+ değerliklerini alabilir. Oksijensiz bileşiklerinde kararlı olup dâimâ 2- değerliklidir. Reaksiyon verme kabiliyeti oldukça iyi olup soygazlar hâriç diğer elementlerin hepsi ile reaksiyon verir.

Kütle numaraları 29 ile 38 arasında değişen dokuz izotopu vardır. Tabiatta bulunan kükürtün takribi % 95’i S-32 kararlı izotopudur. % 4’ünü S-34 kararlı izotopu teşkil eder. Diğer kararlı izotoplarının kütle numaraları ise 33 ve 36’dır. Radyoaktif izotoplardan S-29 yarılanma süresi 0.19 saniye S-35 izotopunun yarılanma süresi 88 gündür. Saf kükürt tadsız ve kokusuzdur. Karbon disülfürde ve karbon tekraklorürde çözünür, fakat suda çözünmez. Elementin erime noktası 119°C, kaynama noktası ise 444,6°C’dir. Kükürt havada 261°C’de hemen yanabilir. Isı ve elektrik iletkenliği zayıftır. Kükürtün yoğunluğu 2,07 g/cm3’tür. Sertliği mohs derecesine göre 2,5 civârındadır.

Kükürtün çeşitli allotropları vardır ve bunların bazı kimyevî özellikleri birbirinden farklıdır. Bu allotroplardan en meşhuru ortorombik kristal hâlinde kükürt olup, buna a kükürt de denir ve amber rengindedir. Monoklin kristal yapıya sâhib olan b-kükürt hafif sarı renktedir. Isıtılmakla a-kükürt b-kükürt hâline dönüşebilir. b-kükürt soğutulduğu zaman tekrar a- kükürte yavaş olarak dönüşür. Daha başka kristal halleri de vardır. Bunları l-kükürt ve m-kükürttür.

Kükürt ısıtılırsa, 115-120°C dolayında açık sarı renk alır. 160°C’de l-kükürt hâlini alır. 160°C’den sonra renk koyulaşır ve polimerleşme başlar. 187°C’de bütün kütle reçine gibi donar. 444,6°C’de akıcı bir sıvı ele geçer. Bu sıvı suya dökülürse sarı, saydam ve yumuşak lastik gibi kütle ele geçer. Buna amorf kükürt denir.

Kükürt buharları S8 ve S6, yüksek sıcaklıkta ise S4 ve S2moleküllerinden oluşur. a ve b kükürtler 8 atomlu moleküller hâlindedir.

Bulunuşu: Kükürt tabiatta çok yayılmış olarak bulunur. Bir kısmı elementel hâlde; bir kısmı ise bileşik hâlindedir. Yerküresinin % 0.052’sini teşkil eder. Elementel hâlde, Türkiye’mizde, Amerika’da, İtalya veİspanya’da bulunur. Yurdumuzdaki en mühim yatak Keçiborlu’dadır.

Bileşik hâlinde en çok pirit (FeS2) halkopirit (CuFeS2), glanit (PbS), çinkoblend ZnS ve sülfatlar hâlinde bulunur.

Elde edilişi: Serbest halde kükürt ihtiva eden yataklardan Kükürt-Fransh metodu ile elde edilir. Bu metodla 350 metre kadar derinlikteki kükürtler çıkarılır. Kükürt yatağına kadar içiçe geçmiş üç boru indirilir. En iç borudan basınçlı hava, dış borudan ise 160°C’de sıcak su buharı gönderilir. Buhar sıcaklığı ile eriyen kükürt basınçlı havanın sürüklemesi ile ikinci borudan yeryüzüne çıkar. Su-kükürt karışımı havuzlara alınarak bekletilir ve kükürt çöker. Bu kükürt % 99 saflıktadır.

Maden kömürlerinin destilasyonu esnasında elde edilen hidrojen sülfür (H2S) oksijen ile reaksiyona sokulur ve elementel kükürt elde edilir:

2H2S+O2 ―> 2H2O+2S

Pirit (FeS2) de önemli bir kükürt kaynağıdır. Piritten elde edilen kükürt dioksit (SO2), hidrojen sülfür ile reaksiyona sokulursa serbest kükürt ele geçer:

SO2+2H2S ―> 3S+2H2O

Kükürt dioksit, karbon monoksit ile reaksiyona sokulursa yine kükürt elde edilir:

SO2+2CO ―> S+2CO2

Bileşikleri: Kükürtün oda sıcaklığında reaksiyon verme özelliği yok gibidir. Oda sıcaklığında ancak flour ve civa ile reaksiyon verebilir. En önemli bileşiği sülfat asidi (H2SO4)dir. (Bkz. Sülfat asidi.) Kükürt dioksidin su ile reaksiyonundan sülfit asidi elde edilir:

SO2+H2O ―> H2SO3

Sülfit asidi organik bileşiklerin sentezinde kullanılan bir maddedir. Saman ve kumaşların ağartılmasında, kâğıt sanâyiinde beyazlatıcı olarak, metalurjide, analitik kimyâda, meyve ve yiyeceklerin saklanmasında, parafinlerin rafinasyonunda ve sülfit bileşiklerinin elde edilmesinde kullanılır.

Sülfit asidi renksiz bir sıvı olup, karakteristik bir kokusu vardır. Yoğunluğu 1,03 g/cm3 olup suda çözünür. Oldukça kararsız olup hava ile okside olarak H2SO4 hâlini aldığı gibi SO2 fazlasından dolayı bozunabilir.

Kükürt monoklorür (dikükürtdiklorür) çok bilinen bir kükürt halojen bileşiğidir. Formülü S2Cl2 olup bazı yağların klorlandırılmasında, mobilyada kullanılan kuruyan yağların elde edilmesinde, yağların ve kauçuğun soğuk vulkanizasyonunda, organik maddelerin klorlandırılmasında, askeriyede zehirli gaz olarak, böcek öldürücü olarak ve şekerin saflaştırılmasında kullanılır.

Kükürt monoklorür erimiş kükürt içinden klor gazı geçirmek suretiyle elde edilir. Sarımsı-kırmızı renkte olup, keskin pis bir kokusu vardır. -82°C’de donar ve 138°C’de kaynar. Su ile kolayca çözünür. Organik çözücülerde de çözünür.

Tiyonil klorür; kükürt oksiklorür olarak da bilinen bu bileşiğin formülü SOCl2’dir. Organik sentezlerde klorlama vasıtası olarak, A vitamininin, antihistaminiklerin, boyaların elde edilmesinde kullanılır. Renksiz veya kırmızı sıvıdır. Deriyi yakar ve su ile bozunur. Buharı da sıhhat için zararlıdır.

Kükürtdioksit (SO2); renksiz, atmosferik basınçta iğneleyici, astım yapan bir gaz veya yüksek basınçta renksiz bir sıvıdır. Kükürdün havada yakılması ile elde edilir. Ayrıca metal sülfürlerin kavrulması ile, hidrojen sülfürün yakılması ile ve yağ, tabiî gaz rafinasyonunda veya gaz fabrikasyonunda yan ürün olarak elde edilir. Suda bol miktarda çözünerek sülfit asidini meydana getirir. Alkol ve eterde çözünür. 0°C’de spesifik giavitesi 1,43’tür. Sıvı SO2 elektrik akımı iletmez. Atmosfer basıncında -10°C’de kaynar. Yağların ve yiyeceklerin beyazlatılmasında, etlerin saklanmasında, kimyasal maddelerin elde edilmesinde, kâğıt îmâlatında, soğutmada ve camların tavlanmasında kullanılır.

Kullanılışı: Kükürt, sanâyide hammadde olarak yaygın bir şekilde kullanılan maddelerden biridir. Meselâ Amerika’da yıllık kükürt tüketimi kişi başına 45 kg’dır. Bu oran Avrupa’da ortalama 32 kg, Hindistan’da 0,9 kg’dır. Üretilen kükürtün % 86’sı sülfat asidi îmâlâtında, bu asidin de % 47’si gübre îmâlatında kullanılır. Çelik ve petrol sanayiindeki işlemlerde, cevherden, metalleri elde etmede, kauçuk üretiminde, boyalarda, sentetik fiber üretiminde, katalizör olarak deterjan, sentetik reçine birçok organik ve anorganik maddelerin yapımında kullanılır. Zirâatte böcek ve mantar öldürmede ve radyoizotop olan S-35 birçok ilmî araştırmada kullanılır.

KÜL

Alm. Asche (f), Fr. Cendre (m), İng. Ash. Bazı maddelerin yanmasından sonra geride kalan toz madde. Bitkisel yakıtların yanarken kül bırakması, bileşimlerinde bulunan inorganik maddelerden ileri gelir. Küllerde potasyum karbonat bulunur (sodyum karbonat ancak deniz bitkilerinde bulunur). Bundan dolayı sodyum karbonat yerine kül kullanıldığı da olmuştur. Karın ağrısına karşı eski insanların küllü su içmeleri bundandır. Yine çok eskiden, bitkilerin yakılmasıyla elde edilen küllerden potasyum karbonat çıkarılarak barut yapılırdı. Bugün bazı küllerden potasyum gübresi olarak faydalanılmaktadır (özellikle killi topraklar için).

Küllerde, özellikle tahıl küllerinde bundan başka mağnezyum ve kalsiyum fosfatlar ile karbonatlar ve silis vardır. Ayrıca küllere renklerini veren demir ve mangan oksitlere de rastlanır.

Kararmış kapların külle oğulması da eskiden beri bilinen bir usüldür. Küldeki kimyevî maddeler, bu arada potasyum karbonat, kapların üzerindeki kiri mekanik ve kimyasal yolla çıkararak kabın temizlenmesini sağlar.

Taşkömüründeki kül daha çok alüminyum silikattan meydana gelir. Piyasada satılan taşkömürde % 10-15 arasında kül olabilir. Ocak içinde eriyerek yanmayı önleyen kütleler meydana getirir ve çok zor sökülebilir. Kemiklerin hava temasıyla kavrulmasından elde edilen kemik külleri de vardır. Bunlar da en çok trikalsiyum fosfat üretiminde kullanılır.

KÜL TEGİN

Göktürklerin Kutlug devri kumandanlarından, Bilge Kağan’ın kardeşi. Babası, Göktürklerde millî şuuru uyandırarak, İkinci Hâkanlık devrinin kurucusu İlteriş Kutlug Kağan, annesi İl-Bilge Hâtun idi. Babası Kutlug Kağan’ın 692 senesinde vefât ettiğinde, yedi yaşındaydı. Ağabeyi Bilge ile amcası Kapagan Kağan’ın yanında büyüyüp, yetişti. Atabeki, büyük edip ve prens Yolluğ Tegin idi. Onun terbiyesinde yetişip, Türk töresini, devlet idâresini ve lüzumlu âdab ve erkânı öğrendi. Küçük yaşından îtibâren Bilge ile berâber amcası Kapagan Kağan’ın yanında akınlara, seferlere katılmaya başladı.

702 senesinde devlet hizmetine girdiğinde, on altı yaşında idi. Amcası Kapagan Kağan ile Mâveraünnehr’deki Suğdakiler üzerine yapılan sefere katıldı. Muvaffakiyetle dönüldü. 706 senesinde elli bin kişilik Çin ordusunun imhâ edilmesinde çok büyük hizmeti geçti. Piyâde kuvvetleriyle hücuma geçerek Çin kumandanını esir etti. Esir Çin kumandanını Kağana gönderdi. 707 senesinde Çinliler ile yapılan muhârebede üç at değiştirecek kadar çetin mücâdelelere katıldı. Yaralanmasına rağmen muhârebeye devâm etti. Bu muhârebede Çin ordusu yok edildi. Çinlilerin teşvik ettiği isyanların bastırılmasında mühim hizmetlerde bulundu.

Kapagan Kağan’ın 716 senesinde vefâtıyla, ağabeyi Bilge’nin kağanlığa geçmesine çalıştı ve muvaffak oldu. Kendisi cesâret ve muharipliği ile meşhûr olduğundan, ordu kumandanı ve doğu bölgesi şadlığına getirildi. İç isyanların ve taht kavgalarının bastırılmasında vazîfe aldı. Âsîleri mağlub ederek, Türklerin birlik ve berâberliğini sağladı. 731 târihinde Moga Kurgan’daki karargâhında öldü. Onun ölümü başta Bilge Kağan olmak üzere Türk milletini mâteme boğdu.

Kül Tegin adına âbidevî bir eser yapıldı. Orhun Nehri sâhilinde Orhon Âbideleri veya Türük Bengü Taşları da denilen eser, Türk yâni Orhon Alfâbesiyle yazıldı. Âbide, Yollug Tegin tarafından yazılıp, 21 Kasım 731’de Orhun Nehri sâhiline dikildi. Âbide’de; Alpliği, cesâreti, muhâripliği, kumandanlığı ve Türk Milleti’ne hizmeti edebî bir lisanla anlatılır. Kül Tegin Âbidesi, Göktürk Târihi, kültürü, Türk dil ve edebiyâtı yönünden emsalsiz bir eserdir. Âbide’nin metni Türkçe yazılmış, ayrıca Çince tercümesine yer verilmiştir.

KÜLTEPE

Kayseri’nin 21 km kuzeydoğusunda bulunan, Karaev olarak da bilinen Karahöyük köyünün yakınındaki eski bir yerleşim yeri. Kültepe, yerlilerin oturduğu ve Kaniş olarak bilinen höyükten, diğeri aşağı şehir veya Asurlu tüccarların yerleştiği Karum alanından meydana gelmiştir. Höyüğün çapı 500 m, ova seviyesinden yüksekliği 20 metredir. Tepeyi dört yanından aşağı şehir, Karum çevirmiştir.Karum üç yönünde düz ova şeklinde görülmekle berâber doğu yönü ova seviyesinden 1.5, 2.5 metrelik bir yüksekliğe sâhiptir. Çapı 2 kilometreyi bulan Karum ve Kaniş kuvvetli birer sur ile çevrilidir.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarından îtibâren başlatılan ve hâlen devam ettirilen kazılar neticesinde bölgede eski dünyânın önemli ticâret merkezlerinden Kaniş Karum diye bilinen şehir ortaya çıkarıldı. Günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce Kuzey Mezopotamyalı Asurlu tüccarların, Anadolu’da kurdukları, aşağı yukarı yüz elli sene süren ticârî münâsebetler döneminde, Anadolu’da yaşayan insanlar Mezopotamya’nın uygarlığına açılmış, onlardan yazıyı öğrenmiş, kültür seviyelerini yükseltmişlerdir. Ortaya çıkanlar eski Asur dilinde yazılmış çivi yazılı tabletler Anadolu ile Asurlular arasındaki ticârî faaliyetler hakkında bilgi vermektedir. Anadolu’nun en eski, yazılı belgeleri olan ve Kültepe’de ortaya çıkarılan tabletler, Kaniş, Karum’un Anadolu’daki bu ticâret sisteminin başşehri olduğunu ve aynı zamanda Kaniş Krallığının da merkezi olduğunu ortaya koymaktadır.

Kaniş-Karum birbirinden taş döşeli sokaklarla ayrılan büyük mahalleleri, tam planlarıyla ortaya çıkarılmıştır. Yapılan çalışmalar neticesinde eski dünyânın ayrı dilleri konuşan iki ülkesinin temsilcilerinin bu şehirlerde yanyana yaşadıkları, onların tam planlarıyla korunmuş evleri, arşivleri, atölyeleri, depoları, dükkanları ortaya çıkarıldı. Geniş teşkilâtlı evlerin çoğunda ofis, oturma odaları, arşiv ve depolar birbirinden ayrılmıştır.Her iki şehir de yangınla tahrip edilmiş, bu felâketten sonra insanlar ancak canlarını kurtarabilmişler, yangına dayanıklı bütün eşyâları zamanımıza terk etmişlerdir.

Hitit ve Roma dönemlerinde de önemli bir merkez olma özelliğini koruyan Kaniş-Karum civârında yapılan kazılarda çok sayıda çanak çömlek kalıntıları, taşınabilir banyo küvetleri, taş sanduka mezarlarda değerli taş ve metallerden yapılmış takılar, mızrak ucu, balta gibi tunç silâhlar, terâzi ağırlıkları da ele geçirilmiştir. Taş kalıplara dökülerek yapılmış kurşun tanrı figürleri ve üç boyutlu oturan kadın figürleri, kabartma figürlerle bezeli ortostat parçaları da bulunmuştur.Helenistik dönemden önemli bir buluntu çıkmayan Kültepe’de,Roma dönemine âit çanak çömleğin yanı sıra ithal kaplar ele geçmiştir.

Kültepe’de ilk bilimsel ve sistemli kazı 1948’de birTürk ekibi tarafından Türk Târih Kurumu adına başlatıldı. Kazılar bugün de sürdürülmektedir.