KUŞLAR (Aves)
Alm. Vögel, Fr. Oiseaux, İng. Birds. Vücutları tüylerle örtülü, akciğer solunumu yapan, sıcakkanlı, yumurtlayan, gagalı, kanatlı omurgalı hayvanların ortak adı.
Omurgalıların kalabalık bir sınıfıdır. Gagalarında diş bulunmaz. Günümüzde karada ve suda yaşayan 8600 kadar türü mevcuttur. Çoğu uçucudur. Kivi ve deve kuşu gibi uçamayan nadir çeşitleri de vardır. Hepsi sıcakkanlı ve yürekleri dört gözlüdür. Büyük ve küçük dolaşım birbirinden tamâmen ayrılmıştır. Genellikle vücut ısıları 41-42°C’dir. Derileri tüy ve teleklerle kaplıdır. Tüyler vücut ısısını muhâfaza eder. Derilerinde salgı bezleri yoktur. Yalnız kuyruk diplerinde yağ salgılayan bir çift bez vardır. Su kenarlarında yaşayanlarda bu fazla gelişmiştir. Bacakları keratin pullarla örtülüdür. Ayakları dört parmaklı olup, üçü önde biri arkadadır. Ağaçkakan gibi tırmanıcı kuşların parmaklarının ikisi önde, ikisi arkadadır. Baykuş, gök kuzgunu ve guguk kuşlarında dördüncü parmak hem öne hem de arkaya döndürülebilir. Bâzılarının parmakları arasında yüzme derisi bulunur. Pelikan, karabatak ve sümsük kuşlarında dört parmak da perdelidir. Ördek ve Martılarda öndeki üç parmak perdelidir. Uzun müddet karla kaplı olan bölgelerde yaşayanların parmakları tüylüdür. Balık kartalının parmaklarının alt yüzeyinde, balıkların kaymasına mâni olmaya yarayan özel dikenler vardır. Afrika devekuşları iki, Güney Amerika ve Avustralya devekuşları üç parmaklıdır. Dövüşken kuşların ayaklarında birer adet mahmuz bulunur. Ağaçkakan ve papağanların dilleri etli ve yumuşaktır. Kuşlarda vücut, uçmaya elverişli şekilde yaratılmıştır. Kemiklerin içinde ilik yoktur. Hava ile doludur. Havada üşümemesi için ve sıcaktan rahatsız olmaması için soğuk ve sıcak geçirmeyen bir tüy örtüsüne sâhiptir. Kuyruk tüyleri dümen vazifesini görecek şekilde yaratılmıştır. Ayrıca fren vazifesi de görmektedir.
Tüyleri son derece hafif ve kuvvetlidir. Ana tüy gövdesinden çıkan ince tüycükler birbirine minicik çengellerle kenetlenmiştir. Hattâ bu tüycüklerin insanı şaşırtan kendi kendini tâmir gücü de vardır. Parçalanmış tüy dikenleri bir araya getirildikten sonra uzunlamasına birkaç kere okşanınca mikroskobik denilebilecek kadar küçük kancaların tekrar birbirine geçip eskisi gibi kenetlendiği görülür. Kuşlar tüylerini gagalarıyla tarayarak düzeltir. Ter bezleri bulunmadığından tüyler her zaman kurudur.
Uçma olayında büyük enerjiye ihtiyaç duyulduğundan kuşlarda gelişmiş bir sindirim sistemi vardır. Mîde ve barsak kuruluşu, diğer hayvanlarınkinden farklıdır. Meselâ bunlarda “kursak” denilen bir torba da bulunur. Burası alınan gıdâyı depolamaya ve devamlı mîdeye aktarmaya yarar. Besinler mîdeye gelmeden önce kursakta iyice yumuşatılır. Mîdeleri de iki gözlüdür. Birincisinde mîde özsuları salgılandığından, “bezli mîde” adını alır. İkincisine “taşlık” adı verilir. Kuş enerji depo edebilmesi için yediğini hemen hazmeder. Mesâne bulunmadığından posalar derhal dışarı atılır, vücut hafifler.
Mîde ve barsakların posayı aşağıya iten hareketleri müthiştir. Yuvasını henüz terketmemiş bir ardıç kuşu uçmanın tekniğini şuurlu olarak bilmez. Bunun için gerekli yakıt hesâbını yapamaz. Ama içgüdü olarak önüne çıkan koskoca bir solucanı hemen kursağına indirir. Karga yavrusu, sanki uçmak için fazla gıdâ gerektiğini biliyormuş gibi, her gün kendi ağırlığının birkaç katı öteberi yutar.
Bu canlı tayyarelerin motoru kalpleridir. Pompalama faâliyetlerini hızlı bir şekilde yürütebilmesi için dakikada 500-1000 kadar kalp atışı mevcuttur. Başlıca uçuş takımları da göğüs kaslarıdır. Bu kasların en büyükleri, kanatları aşağı çeker. Havaya karşı çekilen bu kanatlar sâyesinde kuş da yukarı ve ileri doğru itilir. Kanat kasları, “karina” denen güçlü göğüs kemiğine tutunmuştur.
Solunum sistemi de hayret vericidir. Çok yükseklerde uçarken hava molekülleri seyrek olduğu için kemiklerinin içindeki hava keseciklerinden istifâde eder. Kuşlarda akciğerler son derece gelişmiş olmasına rağmen küçüktür. Bununla berâber iletim kabiliyetleri yüksektir. Ciğerler göğüs boşluğunda serbest olmayıp sırt duvarına yapışıktır. Akciğerlere bağlı dokuz adet hava kesesi mevcuttur. Hava deposu görevi yapan bu keseler uçma esnâsında kuşun ağırlığını azaltır ve akciğerlere hava akımını arttırır. Uzun kemiklerin boşluklarına kollar vererek kemikleri hava ile doldururlar. Deri altlarında hava hücreleri hâlini alırlar. İyi uçan ve yüzen iri kuşlarda deri altının her tarafına yayılmışlardır. Pelikanların derilerine dokununca bu hava hücrelerinden dolayı çatırtılı bir ses çıkar. Deniz kırlangıcı (Sterna) ve martı (Larus) gibi iyi uçan küçük kuşlarda, içi hava dolu kemikler azalmış, yerine ilik dolmuştur. Devekuşu ve diğer uçma kâbiliyetini kaybetmiş kuşlarda da kemiklerin içi ilik ile doludur.
Solunum ağızla başlar, sonra gırtlak ve soluk borusu gelir. Soluk borusunun sonunda, daha çok ötücülerde gelişen ses gırtlağı (sirenks) bulunur. Soluk borusu (trekea) iki bronşa, bronşlar da akciğerlerin içinde kılcal hava kanalcıklarına ayrılırlar. Bu hava borucukları, memeli hayvanlarda ve insanlarda olduğu gibi hava petekleri ile (alveoller) sonlanmaz. Kanalcıklar birbiri ile ağızlaşarak birleşir ve ciğerlerde hava borucukları ağı meydana getirirler. Hava, bu borucuklar içinde dolaşır. Kanalcıkların bir kısmı ise akciğerlerden çıkarak hava keselerinde biterler. Kuşların solunum sistemlerinde işe yaramayan faydasız bir boşluğa rastlanmaz.
Kuşlarda diafram yoktur. Akciğerleri bizim gibi şişip gevşemez. Uçuş esnâsında kanat çırpma sonucu, göğüs kemiğinin açılıp kapanmasıyla hava keselerine yapılan basınçla akciğerler körüklenir ve hava akciğerlere rahatlıkla girip çıkar. Akciğerlerin bu özelliği solunumun çabuk olmasına ve dolayısıyla besinlerin oksijen tarafından çabuk yakılarak kuşlar için gerekli yüksek enerjinin elde edilmesini sağlar.
Kuşlar rahat uçabilmek, düşmanlarından korunabilmek ve avlarına yaklaşabilmek için keskin bir görüşe sâhiptir. Durdukları yerden 300 dereceyi görürler. Çulluğun görüş alanı 360 derecedir. Yâni çulluk, arkasını da görür. İnsan ancak 160 dereceyi görür. Kuşlarda üç göz kapağı bulunur. Alt göz kapağına bağlı olan üçüncü kapak içten dışa doğru sürgü gibi açılır. Avcı kuşlar çok yükseklerden avlarını görürler. Şâhin, insan gözünden sekiz kat daha iyi görür. Kartal, altı defâ büyüten dürbünle bakan bir insanın gördüklerini rahatça görür. Çit kuşu, ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük böcek yumurtalarını net bir şekilde fark eder. Gözünü teleskop gibi de ayarlayarak uzaktaki cisimleri de rahatça görür. Kuşlar yumurta ile ürerler. Ördek ve devekuşu hâriç, hiçbirinde çiftleşme organı yoktur. Eşler dışkılık açıklıkları ile birbirini döllerler. Erkeklerde bir çift erbezi, dişilerde ise bir tek yumurtalık vardır. Tavukgiller hâriç, diğer kuşlar tek eş tutarlar. Çiftleşme dönemlerinde, genellikle erkek kuşlarda düğün elbisesi denen bir tüy değişimi ve renklenme görülür. Bunun yanında öterek, dişilere kur yapma ve dans gösterileri de görülebilir.
Kuluçka olma şekillerine göre yuva şekilleri vardır. Güney kutupta yaşayan penguenlerin ayaklarında yumurtalarını bırakmaya yarayan kıvrımlar bulunur. Avustralya’da yaşayan bâzı kuşlar yumurtalarını volkanik sıcak kumlara bırakarak yavrularını çıkarırlar. Bâzıları da erkeğin toplayıp yığdığı yapraklar üzerine yumurtalarını bırakırlar. Fermantasyon sonucu meydana gelen ısıda yavrular çıkar. Bir kısım penguen ve martılar sâhillerdeki oyuk ve yarıklara yumurtlarlar. Bâzılarının dişisi kovuklarda yuvaya girdikten sonra, girişte küçük bir deliğin dışındaki kısmı dışkısı ile sıvayarak kendini hapseder. Kuluçka süresince erkek onu pencere deliğinden besler. Ayrı yetiştirilen yavru kuşlar, hiç görmedikleri halde iç güdüleriyle türlerine has yuva şeklini yapmışlardır. Ötmeleri bâzılarında irsidir. Bir kısmı ise bunu sonradan öğrenirler. Bir yavru bülbül, ötmediği devrede 10 gün süre ile dinlediği başka bir kuş gibi ötmeğe başlamıştır.
Kuşların bâzıları otçul, bâzıları etçil, fakat ekserisi hem otçul hem etçildir. Otçul olanlar tohum meyve ve bitki parçaları ile beslenir. Etçil kara kuşlarının besinlerini genellikle böcekler ve kemirgenler teşkil eder. Etçil su kuşlarının besinleri de kurbağa, yılan ve balıklardır. Hem etçil hem de otçul olanlar balözü, böcek ve tohum yerler.
Yumurtaların şekli, rengi, benekleri ve sayısı türlere göre değişir. Turna bir yumurta, keklik 15-20 adet yumurtlar. Kuşlar yavrularını böcek ve böcek larvaları ile beslerler.
Kuşlar, zararlı böceklerin baş düşmanıdır. Yeryüzünde 8.000’i aşkın kuş türü bulunmaktadır. Bunlardan 850 kadarı kuzey Amerikada yaşar. Belli bir bölgede yaklaşık 200 çeşidi bulunabilir. Öte yandan New York şehrini çevreleyen 90 km’lik alan içinde çoğu insanlara zararlı yaklaşık 15.000 tür böcek vardır. Bu kadar çok haşaratın kısmen de olsa kuşlar tarafından kontrol altında tutulduğu gerçeği, kuşların insana yardımcı olduklarını gösterir. Tabiatta dâimâ bir denge temâyülü vardır. Ne yazık ki, zaman zaman insanlar bu dengeyi bozarlar.
Kuşların beslenme konusu incelendiğinde şu hakîkat ortaya çıkar: Pekçok kuşun yiyeceklerinin önemli bölümünü tarıma zararlı yabânî bitkilerin tohumları teşkil eder. Yabânî otlarla mücâdele çiftçilere büyük mâli külfetler yüklemektedir. Kuşlar hiçbir masraf olmadan zararlı tohumları yiyerek onların artmasının önüne geçerler. Serçeler, bıldırcınlar ve ispinozlar her yıl binlerce ton yabâni bitki tohumu yiyerek çiftçilere yardım ederler. Kuş bilimcileri küçücük bir ağaç serçesinin günde hemen hemen 28 gr kadar yabânî ot tohumu yediğini tahmin ederler. Sâdece bu kuşun bile çitfçilere nasıl faydalı olduğunu bu tesbit açıkça göstermektedir. Kuşlar olmasaydı zararlı bitki ve böceklerin kontrolünde güçlük daha fazla olurdu.
Doğan, baykuş ve bunlara benzer bâzı kuşlar eskiden beri zararlı kabûl edilirdi. Fakat son yapılan incelemeler bu düşüncenin yanlış olduğunu ortaya çıkarmıştır. Onların yiyecekleri olan fâre, sincap, tavşan gibi hayvanlar, bu kuşların kümes hayvanlarına verdikleri zarardan daha fazla zarara sebeb olurlar.
Kuşların Göçü: Küçücük kolibri kuşundan koskoca kartallara kadar binlerce kuş türü her sene vakti geldiği zaman üreme ve kışlama bölgeleri arasında uzun yolculuklar yaparlar. Yılda iki defâ Kuzey ve Güney yarıküreleri arasında göç ederler. Kış aylarında havaların soğumasıyla besin bulmak zorlaşır ve rekâbet artar. Bu sebeple Kuzey yarımkürede üreyen göçmen kuşlar, her sonbaharda Güney yarımküreye doğru göç hareketine girişir. Güney daha sıcak ve besin bakımından daha zengin olduğundan iyi bir kışlama alanı teşkil eder. İlkbaharın başlamasıyla da güneyden kuzeye dönüş göçüne başlarlar. İlkbaharda kuzey bölgeleri kuş akınlarına uğrar.
İlkbaharda kuzeye gelen kuşlar, ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimleri olmak üzere yılın dörtte üçünü bu geniş alanlarda geçirirler. Yalnız kış mevsiminde tropik bölgelerde barınırlar.
Barn kırlangıçları, her ilkbaharda Brezilya ve Arjantin’den yola çıkarak 7000 millik tehlikeli bir yolu aştıktan sonra Labrador ve Alaskaya gelerek yumurtlarlar. Baltimor sarıasması, her mayıs ayında Güney Amerika’dan kalkarak 2000 millik bir yolculuktan sonra New York’un Scardale bölümüne gelir.
Kuzey Amerika ormanlarında yumurtlayan siyah çalı bülbülleri, her sonbahar gökyüzünde büyük sürüler hâlinde bir araya gelerek kışlamak için Atlantik sâhillerine ve Güney Amerika’ya göç ederler. Ağırlıkları 9-10 gram gelen bu küçücük kuşlar hiç mola vermeden asgari 86 saat boyunca uçarak 2400 millik bir mesâfe katederler. İlkbaharda göç eden diğer birçok tür gibi geldiği rotayı tâkip ederek tekrar eski yerlerine geri dönerler. İspinozun dişisi göç ettiği halde erkeği göç etmez. Memleketimizde de leylekler, kırlangıçlar ve daha birçokları sonbahar geldiğinde binlerce kilometreyi aşarak Afrika’ya göç ederler. Bir yıl önce kışladıkları yerlerine giderler. İlkbaharda ise, kuzeye göç ederek kuluçka yuvalarına dönerler. Ülkemiz, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında göç eden kuşlar için bir köprü oluşturması ve 400’ü aşkın göçmen türü barındırması bakımından özel bir konuma ve milletlerarası önemi hâizdir.
Kuşların ayaklarını halkalama metoduyla, radar veya uçaklarla tâkip ederek, birçok türün göç yollarının haritaları çıkarıldı. Kuş göçleri herkes tarafından görülmeye değer büyük bir şovdur.
Göçmen kuşların çoğu (özellikle küçük ötücü kuşlar) göç için gerekli enerjiyi uzun yolculuğa çıkmadan önce ne bulurlarsa yiyerek vücutlarında depoladıkları yağdan sağlarlar. Yağ onların adeta yakıt tankıdır. Bazıları göçten hemen önce ağırlıklarını iki katına çıkartırlar. Nijerya’da kışlayan ötleğenlerin ağırlığı, ekim-şubat ayları arasında 10-13 gr gelir. Avrupa’ya dönüşten önce mart-nisan aylarında ve bilhassa mayıs başında 20 gr’a ulaşır.
Yapılan hesaplamalarda, 8 gr yağa sâhip olan bir bülbülün, 3000 km uçabilecek kadar yakıta sâhip olduğu anlaşılmıştır. Bu yakıtla Büyük Sahrayı kolayca aşabilmektedir. Kırlangıçlar ise önceden yağ depolamazlar. Yol boyunca rastladıkları böcekleri avlayarak gerekli enerji ikmalini yaparlar.
Yırtıcı kuşlar, leylekler turnalar ve pelikanlar gibi iri yapılı kuşlar, bedenlerinin büyüklüğü sebebiyle yağ depolayamazlar. Onlar, göç yolculuklarında, güneşin, toprak ve üstündeki hava katmanlarını ısıtması sonucu yükselen ve “termal” olarak adlandırılan hava kitlelerini kullanırlar. Geniş kanatlarını kullanarak bir termal yardımıyla yükselir ve termalden termale süzülerek yollarına devâm ederler. Bu metodla az enerji harcamış olurlar. Denizler üzerinde termallerin oluşmaması, karalar üzerinden dolaşarak daha uzun göç yollarını tâkip etmelerine sebep olur. Yolculuk ve mola esnâsında da avlanmalarına devâm ederler.
Göç sırasında bir kısmı gündüz, bir kısmı ise gece uçarlar. Bunun yanısıra yüzerek göç edenler de vardır. Böceklerle beslenen küçük kuşlar ve ördeklerin çoğu gece yol alır. Arı kuşları, kırlangıç ve kırlangıç benzeri kuşlar da gündüzleri uçarlar. Sığırcıklar 4000-5000 bireylik gruplar hâlinde göç ederler. Kartal ve atmaca gibi yırtıcılar, yalnız ve topluluklar hâlinde göçe katılırlar.
Gündüzleri birbirini gören hayvanlar, geceleyin de seslerle birbirinden ayrılmazlar. Kırlangıçlar hayatlarını sıcak bölgelerde geçirirler. Kuzey yarımkürede üredikten sonra kışlamak için temmuz-eylül arasında güney yarımküreye göç ederler. Yurdumuzda yaşayan kırlangıçlar nisan ayında iklimimize geri dönerler. Leylekler, ülkemize mart ayından îtibâren gelmeye başlarlar. Ağustos sonunda büyük topluluklar hâlinde, Güney Afrika’ya göç ederler. Deniz kırlangıçları, senede iki defâ kuzey kutbunda yumurtladıktan sonra kışı geçirmek için güney kutbuna uçarlar. Uzun kanatlı yelkovan kuşları, güney yarımküreye mahsus göçmen kuşlardır. Üreme bölgeleri olan Avustralya’nın güneyinden göç ederek, Kuzey Pasifiğin kutup bölgesine gelirler. Gidiş-dönüşü 30.000 km’yi bulan bu göçe 10 milyon civârında kuş katılır. En uzun göç yolunu, deniz kıyı kırlangıçı (Sterna paradisaea) kateder. Kuluçka bölgesi olan Kuzey Kanada kıyılarından sonbaharda göçe başlar. Atlantik’i geçerek Batı Afrika kıyıları boyunca uçarak kışı geçireceği bölgelerine inerler.
Kuşların bir kısmı, niçin ölüm pahasına uzun göçlere girişirler? Niçin diğer kuşlar gibi, göçmen kuşlar da yurtlarında kalıcı değildir? Bunları göçe zorlayan nedir? Soğuktan kaçmak ve besin bulmak için mi? Bu, ancak birçok sebebin bir kısmı sayılabilir. Çünkü birçoğu, gerekli besin ve elverişli iklim şartlarından çok daha fazla yolculuk yaparlar. Bazı türler de havaların soğuması ve besin azlığının baş göstermesinden önce güneye inerler.
Her göçmen kuş türü göç vaktinin geldiğini nasıl anlar? Kuşlarda göç isteğini uyandıran ve onları direnmeksizin yola çıkmaya zorlayan “biyolojik saat” nasıl çalışır? Hareket saati ne zaman çalar? Gidecekleri yeri nasıl bilir ve vardıklarında nasıl tanırlar? Yanılmadan yollarını nasıl bulur, hedeflerinin yönüne doğru nasıl uçar veya yüzerler?
Neden bâzı grupların sâdece belli bireyleri göçe katılır da diğerleri katılmaz? Bütün bu sorulara tatminkar cevap bulmak oldukça güçtür. İlim adamları son yıllarda göçlerle ilgili kıymetli bilgiler elde ettiler. Bununla berâber hâlen çözüm bekleyen sayısız bilmece mevcuttur. Ancak âşikâre olarak görülen şudur ki; göçmen kuşlar yerleşik olanlardan ayrı bir bünyeye sâhiptir. Birçok yön bulma kâbiliyetleri ile birlikte doğarlar. İlkbahar ve sonbaharda günlerin uzayıp kısalmasıyla gün ışığına bağlı olarak göçmen kuşların hipofiz ve epifiz bezlerinin hormon salgısı değişmeye başlar. Hormon uyarısıyla bünyelerinde, önüne geçilmez bir göç isteği belirir. Yapılan incelemeler netîcesinde, gün aydınlığı süresinin değişmesine bağlı olarak kuşların eşeylik organlarının (erbezi ve yumurtalıkların) büyüyüp küçüldüğü tesbit edilmiştir.
W. Rowan aynı türden iki kuş grubunu sert Kanada kışında ayrı kafeslere yerleştirerek farklı ışık periyotlarına tâbi tuttu. Bu deneyle fotoperyodizmin (ışık sürelerinin) kuşlardaki etkisini gözledi. Normal gün ışığına mâruz bırakılan birinci grubun vücutlarında görünür bir değişim olmadı. Işık periyodu arttırılan diğer kafes kuşlarının ise eşeylilik organları ve kanatları ilkbahar mevsiminde olduğu gibi büyüdü. Her iki grup da serbest bırakıldığında, ikinci grubun hazırlıksız bir göç girişimine kalkıştığı tesbit edildi.
Kuşların, göçü etkileyen fotoperyodizme paralel olarak vücutlarında yağ birikiminden başka, yön bulma kâbiliyetleri, yerin manyetik alanına, havanın barometrik basıncına, polarize ve ultraviole ışınlarına, frekansı çok düşük seslere ve kokuya olan duyarlılıkları da onları son model cihazlarla donatılmış bir pilottan üstün kılar. Vakti geldiğinde bünyelerinde göç saati çalar. Programlanmış en modern kompütürlerden daha karmaşık olan bu varlıklar îtirazsız göç emrine boyun eğerler. Eski yerlerine döndüklerinde, çoğu zaman ayrıldıkları ağaca, hattâ uçuşa kalktıkları aynı dala konarlar.
Bütün göçmen türler, her yıl aynı zamanda göç etmezler. Bâzan hava durumu sebebiyle hareketlerini değiştirebilirler. Fakat San Juan Capistrona kırlangıçları gibi bâzıları da her yıl göçmen bir biçimde aynı günler içinde göç yerlerine gidip gelirler. Umûmî olarak gece uçarlar. Gündüz yiyecek bulmak için avlanırlar.
Kuzey kutbundan kalkan bir kuşun, elinde bir harita ve pusulası varmış gibi yüzlerce mil ötede hedefine varması ve vakti gelince tekrar aynı noktaya dönüşünü îzah etmek oldukça güçtür. Hele, yeni yumurtadan çıkan yavruların, uçmayı öğrendikten hemen sonra, hiç bilmedikleri ana ocağına tek başına dönmeleri son derece şaşırtıcı bir olaydır. Tek bir rota üzerinden uçmaları ve kendilerinden bir önceki neslin yaşadıkları topraklara konmaları fevkalâde bir yön bulma tekniğinin varlığını gösterir.
Uzun zaman, göçmen kuşların yollarını, coğrafi işâretlere göre buldukları zan ediliyordu. Gerçekten de gündüz uçan birçokları deniz kıyılarından, vâdi yataklarından, dağ silsilelerinden ve kıyılardan giderler. Bunları yol bulma işâreti olarak kullanırlar.
Ancak kuşlar yollarını yalnız bu tip coğrafi işâretlerle tâyin etselerdi, gece yol alanlar hedeflerine varamazdı. Çok uzak yerlerden salıverilenler de şaşkına dönerdi. Birkaç yıl önce Pasifikten geçen uçaklar için tehlikeli olmaya başlayan albatrosların bir kısmı, yakalanarak Filipinlere nakledildi. 4120 mil mesâfeden bir ay içinde geri döndüler. Diğer bir kısmı ise, tam aksi istikâmete doğru götürüldü. Bu kuşlar da, bir günde 317 mil mesâfe uçarak 10 gün içinde hiç bilmedikleri yollardan geçerek asıl bölgelerine geri geldiler.
Belki de en esrarlı mesele kuşların şaşırmadan, binlerce mil, hiçbir nirengi (işâret) noktası, yön alacak yeri olmadan yönlerini nasıl bulduğudur.
Bunu nasıl yapıyorlar? Eskiden ornitologlar (kuş uzmanları) kuşların rüzgârlarla, dünyânın manyetik alanıyla veya koriolis tesiriyle (dünyânın ekseni etrâfında dönmesinden kuzey yarımkürede hava akımlarının sağa, güneyde sola sapma göstermesi) yönlerini bulduklarını iddiâ ederlerdi. Yine eskiden genç kuşların yaşlıları tâkip ettiğini zannederlerdi. Ancak Frank Bellrose’nin yapmış olduğu araştırmaya göre, bu fikirler geçersiz kabul edildi. Meselâ, güneye doğru göç etmekte olan mâvi kanatlı teal kuşlarından bir grubu yakalanarak işâretlendi. Yetişkinleri hemen salıverildi. Gençler, yaşlılar güneye iyice yaklaştıktan sonra bırakıldı. Güneye ve göç edilecek sahaya daha önce hiç uçmamış genç kuşlar, aynı yollardan geçerek aynı yere vardılar. Gittikleri istikâmetten o kadar emindiler ki, genç olduklarından yaşlılardan daha hızlı gittiler. Bu kuşlar, yaşlı kuşları değil, bünyelerinde doğuştan mevcut olan yön bulma sistemini tâkip ettiler.
Başka bir deneyde bir grup dalgıç kuşu İngiltere’deki Stokholm Adasından alınarak Venedik’ten salıverildi. Bu kuşlar karalardan geçmeyi sevmedikleri halde Alp Dağlarını aşarak Fransa üzerinden İngiltere’deki yuvalarına vardılar. Yapılan bu tip araştırmalar göçmen kuşların yollarını tâyin ederken biyolojik pusulalarına destek olarak yeryüzü şekillerinden ve güneşten de istifâde ettiklerini ortaya koydu.
Son senelerde Almanya’da yapılan araştırmalar, göçmen kuşların daha yumurtadan çıkar çıkmaz, ne zaman, nasıl ve hangi yol üzerinden göç edeceklerini, nerede durup dinleneceklerini ve nereye ineceklerini önceden bildiklerini ortaya çıkardı. Araştırma ekibinden Peter Borthold Almanya’dan Ekvator Afrikası’na göç eden “kara başlı çalı bülbülleri” ile yaptığı araştırmalar sırasında, iki ayrı soya mensup çalı bülbülünden meydana gelen yavruların, göç yollarının ne analarının ne de babalarınınkine benzediğini, ikisinin arasında bir başka göç yolu bulduklarını belirledi.
Meselâ, annenin göç yolu İspanya-Cebelitârık üzerinden Fas, babanınki Yugoslavya-Türkiye üzerinden Mısır ise, bunlardan meydana gelen yavruların Tunus üzerinden geçen ortalama yolu tercih ettikleri tesbit edildi. Böylece bu davranışların, kuşların genetik yapısına daha önceden “yazılmış” ve irsî olduğu ortaya kondu.
Bütün bunlara rağmen kuşların çoğu zaman göç yollarını değiştirdikleri ve bunda genetik unsurların yanısıra bâzı çevre faktörlerinin de etkili olduğu bilinmektedir. Meselâ, kuşların yemesi için pencerelerde kırıntıların bulundurulmasının âdet olduğu Büyük Britanya, Almanya’dan sıcak bölgelere göç eden kuşları çekebilmektedir.
Çeşitli deneyler genç kuşların içgüdüsel bir yön duyusuna sâhib olduklarını ve buna uyduklarını, yaşlı ve tecrübelilerin ise hârikulâde bir pusulaya ve yerlerinden uzaklaştırıldıklarında dahi rota değiştirip doğru yolu bulabilme kâbiliyetlerine sâhib olduğunu göstermektedir.
Sonbaharda güneye göçeden bir kuş yakalanarak bir kafese konursa, ilginç bir olay gözlenir. Kafes ne tarafa çevrilirse çevrilsin, kuş dâimâ göç istikâmeti olan güneye döner.
Alman kuş bilgini Gustow Kramer yapmış olduğu gözlem ve deneyleriyle kuşların yönlerini güneşe göre kestirdiklerini ilk bulanlardandır. Ekim aylarında yakaladığı Avrupa sığırcıklarını altı şeffaf olan yuvarlak boş kafeslere koydu. Kafesin şeffaf kısmında davranışlarını gözledi. Bunların kafeslerinde rahat durmadıklarını, durunca bile kafesin bir köşesinde güney istikâmetine devamlı döndüklerini gördü. Güney bu kuşların normal göç istikâmetiydi. Kafes döndürülünce kuşlar da buna uyarak tekrar dönüyorlardı. İlkbahar aylarında kuşlarda yine göç huzursuzluğu başlıyordu. Bu sefer de tam aksi istikâmete, yâni kuzeye dönüyorlardı.Güneş ışığından başka bir şey görmeyen sığırcıklar, hep doğru istikâmete dönüyorlardı. Kramer kafese gelen güneş ışığının istikâmetini değiştirmeye karar verdi. Döner aynalar kullanarak ışığın kafese giriş istikâmetini 90 derece değiştirdi. Kuşlar da buna bağlı olarak yönlerini 90 derece değiştirdiler. Demek ki, güneşe göre, yönlerini ayarlıyorlardı...
Kuşların çoğu gündüz güneşe göre hareket ederler. Ancak birçok kuş da gece göç eder. Yapılan araştırmalar kuşların gündüz güneşe, geceleyin ise ay ve yıldızlara göre uçuş istikâmetlerini bulabildiklerini ispat etti.
Ardıç kuşları gökyüzünü göremeyecekleri yuvarlak bir kafese konulduklarında göç huzursuzluğuyla mevsimlik göç istikâmetlerine döndükleri tesbit edildi. İyi ama bunlar güneşi, ayı ve yıldızları göremedikleri hâlde yönlerini nasıl buluyorlardı?
Araştırmalar birçok hayvanın vücutlarında biyolojik pusulalara sâhip olduklarını ortaya çıkarmaktadır.
Amerikalı araştırıcılardan Walcott ve Koetor ilk olarak bâzı deneyler yaptılar ve güvercinlere küçük mıknatıslar takınca kuşların yönlerini tamâmen şaşırdığını gördüler. Araştırmalar netîcesinde göçmen kuşların boyun kısımlarında ferromanyetik tâneciklerin bulunduğu ve arzın manyetik alanına göre hassâsiyet gösterdikleri keşfedildi. Şimdiye kadar tetkik edilebilen göçmen kuşların kafa yapısında bulunan tâneciklerin demir açısından zengin bir mineral olan manyetit (Fe3O4) olduğu anlaşıldı.
Bu tabiî pusulalarından göç esnâsında âzamî derecede istifâde ederler. Dünyânın manyetik alanının kuvvet çizgilerine göre kendi durumlarını tesbit ederek doğru yönü bulurlar. Kafalarının içindeki bu pusulaları sâyesinde kapalı havalarda da yollarını bulurlar. Bulutlu bir günde bile yönlerini şaşırmazlar. Fakat başlarına kuvvetli bir mıknatıs bağlanınca bulutlu günde güvercinler yollarını tamâmen kaybederler. Çünkü takılan mıknatısın oluşturduğu sun’î alan, tabiî manyetik alanı değiştirir. Onlara evlerini bulduracak hiçbir ipucu bırakmaz.
Güvercinlerin boyun kısmında pusula vazifesi gören manyetit adlı mâden zerreciklerinin keşfinden sonra, kuşların yönlerini koku alarak da bulabildikleri ortaya çıkarılmıştır.
Posta güvercinleri doğru rota bulmaya yarayan “bir koku alma organına” sâhiptirler; koku alma organlarını yuvalarına dönüşte kullanmakta ve atmosferde her tarafa dağılmış zerreler hâlindeki maddecikler, güvercinlerin “koku alma koordinat şebekesinin” muhtemelen temelini teşkil etmektedir. Max Planck Enstitüsünün Seewiesen’deki Davranış Psikolojisi bilginleri bunu böyle tahmin etmektedir.
Koku alma duyusu asgarî 700 km’ye kadar olan mesâfelerde yön bulma için vazgeçilmez bir vâsıtadır. Kuşlar herhalde havadaki zerrecikleri algılamakta, bunlar yardımıyla yabancı bölgelerde “mevki tâyini” yapmaktadırlar. Bunun için hangi maddelerin sözkonusu olduğu bu ana kadar tesbit edilememiştir.
Daha 30 sene önce, posta güvercinlerinin de diğer göçmen kuşlar gibi güneşi“pusula” olarak kullanabildikleri ispatlanmıştı. Daha sonra yerin manyetik alanının da aynı şekilde kendilerine yön belirleyici olarak hizmet ettiği tesbit edilmişti. Bununla berâber koku alma koordinat şebekesinin varlığı anlaşılmadan önce, posta güvercinlerinin yüzlerce kilometre uzaklıktaki yuvalarını nasıl bulabildikleri iknâ edici bir şekilde îzâh edilememekteydi.
Pusula kullanmak isteyenin haritaya da ihtiyaç duyacağı ilim adamlarının tebliğinde yer almaktadır. Bu “harita”nın güvercinlerin koku alma organı ile bağlantılı olması gerektiğine Pizalı araştırıcılar dikkat çekmişlerdi. Çünkü, koku alma duyuları ortadan kaldırılmış güvercinler yuvalarını artık bulamamaktaydı. Kuşlar çok iyi hava tahmincileridir. Havadaki çok hafif barometrik basınç değişimini fark edebilirler. Fırtına çıkacağını önceden keşfederler. Keskin bir görme gücüne sâhiptirler. Deneyler güvercinlerin polorize ve ultraviole ışınları da gördüklerini ortaya çıkardı. Bu ışıklardan denizlerden uçarken faydalanırlar. Ayrıca, frekansı çok düşük uzun dalga alt sesleri de duyarlar. İnsan kulağı sâniyede 10-20 titreşimin altındaki sesleri duyamaz. Kuşlar ise çok daha düşük sesleri işitebilirler. Bunun sâyesinde göç eden bir kuş kendisinden çok uzakta patlayan bir fırtınayı veya 1000 km uzaktaki gök gürültüsünü işitebilmektedir. Binlerce kilometre ötedeki atmosfer basıncı değişikliklerinin meydana getirdiği çok düşük frekanslı elektromanyetik dalgaları fark edebilmektedir. Kuşlar insanlardan çok daha geniş bir dünyâyı görür, duyar ve hissederler.
Milyonlarca göçmen kuşun uzun mesâfeler katederek yaptığı yolculuk insanlar için hayâti değer taşır. Kuşlar zararlı böceklerin baş düşmanıdır. Karaların çoğunun bulunduğu kuzey bölgelerine göç etmeselerdi ve yılın dörtte üçünü burada geçirmeselerdi, haşereler buralarda muazzam bir bitki katliamı yapardı. Baharda milyonlarca böcek, bitkiler üzerine yumurta bırakır. Bunlardan çıkan tırtıllar, kuşlar tarafından yenilerek kontrol altında tutulur. Çeşitli kurt, böcek ve çekirge yumurtalarını yiyerek mutlak bir kıtlığın önüne geçerler.
Manyetik alanı hissedebilen hayvanların listesi günden güne artmaktadır. Manyetik bakteriler, arılar, güvercinlerden sonra en çok incelenen canlılardır. Manyetit, arıların karınlarının ön kısmında yer alan denge organının yakınında bulunur. Aynı maddenin varlığı yunusların kafasında da keşfedildi. Araştırmalar, köpekbalıklarının da dünyânın manyetik alanındaki değişimleri hissedebildiğini ortaya çıkardı.
(Bkz. Kuşlar)
(Bkz. Difteri)
Yûsuf Has Hâcib’in 1069-1070 yılında yazdığı meşhur eseri. İslâmî devir içinde Türk Dili ve Edebiyatı’nın olduğu kadar, Türk Kültür Târihinin de asla ihmal edemeyeceği bir siyâsetnâmedir. Kutadgu Bilig, siyâsî ve kültür bakımından, Türk-İslâm muhîtinin çok mühim bir merhalesini teşkil etmektedir. Böyle olmasına rağmen uzun müddet bir kenarda unutulup kalmıştır.
Eser, Tavgaç Ulug Bugra Karahan (Hakan) Ebu Ali Hasan bin Süleyman Arslan Kara Hana ithâf edilmiştir. Bu vesîka ile beraber Kutadgu Bilig’in zikrettiği Bugra Han hakkındaki vesikaların sayısı 15’e yükselmiştir. Bunların yedisi Türkçe, diğerleri Arapçadır. Kutadgu Bilig yazıldıktan bir hayli zaman sonra unutulmuş veya çok dar bir muhitin istifâdesinde kalmıştır. Kitâba ilk ilâve edilen 77 beyitlik bir manzûme vardır. Bu manzûm önsözde eserin kendisi ve yazarı hakkında malûmât verilmektedir. Burada hükümdârlara “ilig” ve “beg” yerine “melik” tâbiri kullanılmıştır. Şark meliki ve Maçin beylerinin hepsi bu kitabı benimsemişler ve kendilerine mirâs yolu ile intikal ettiği için başkalarına vermemişlerdir. Ayrıca diğer memleketlerde kitaba başka adlar da vermişlerdir. Çinliler Edebü’l-Mülûk, Maçinliler Enîsü’l-Memâlik, İranlılar Şehnâme ve Turanlılar (Türkler) Kutadgu Bilig demişlerdir. Bu önsözü yazan Kutadgu Bilig’i bir nevi siyâsetnâme olarak düşünmüştür ki, yerinde bir düşüncedir.
Kutadgu Bilig bu devreden sonra üçüncü olarak meydana çıkarılmıştır. Bu defa manzûm önsözün bir özeti, eksik bir mukaddime olarak eklenmiştir. Burada, manzûm önsözdeki “melik” tâbiri yerine “padişah” kelimesi kullanılmıştır.
Eser, yazı bakımından iki türlü alfabe ile yazılmıştır. Bunlardan biri Uygur alfabesi, diğeri ise Araplardan aldığımız İslâmî Türk alfabesidir. Uygur harfleri ile yazılan bâzı yazıların Fâtih devrine kadar sürmesi önceleri her iki alfabenin at başı gittiğini, Fâtih Sultan Mehmed Handan sonra Uygur harflerinin yerini tamâmen Türk-İslâm alfabesine bıraktığını söylemek gerekmektedir. Kutadgu Bilig’in bu bakımdan aslının nasıl bir alfabe ile yazıldığı bilinmiyor. Çünkü yeryüzünde bilinen üç nüshasından biri Uygur harfleri ile yazılmıştır. Bu nüsha Herat nüshasıdır. Diğer iki nüshası Arap harfleri ile yazılmıştır. Böyle olmasına rağmen islâmî-Türk yazısı ile yazılmış bir nüshadan istinsah edildiği kanâatini doğurmaktadır. Aynı durum daha sonra Karahanlı ülkesinde yazılan Atabetü’l-Hakayık gibi eserlerde de kendisini göstermektedir.
Balasagun’lu Yûsuf Has Hâcib, eserinde kendi adına yalnız bir yerde yer vermiştir. O asîl bir aileye mensûb olup, ilmî, fazîletleri, zühd ve takvâsı ile cemiyetin içinde hürmet görmüş biridir. Eserini Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kaşgar’a gitmiş orada tamamlayarak Tavgaç Kara Buğra Hanın huzurunda okumuştur. Bunun üzerine hükümdar iltifât etmiş ve kendisine Has Hâcib ünvanını vermiştir. Onun eserini yazmada en mühim âmil muhakkak ki çağdaşı Kaşgarlı Mahmûd’un da Türklüğü ve Türk milletinin değerlerine sâhib olma azminden başka birşey değildir. Kaşgarlı, Türkçenin Arapça karşısındaki durumundan hareketle ve Araplara Türkçeyi öğretmek niyeti ile yazdığı eserinde Türklerin gelecek için büyük ve devamlı bir hâkimiyetlerinin olacağından bahsetmiştir. Balasagunlu Yûsuf ise zamanında Fars dilinde bir Şehnâme’nin yazılmış olmasını görerek, Kutadgu Bilig’i Türk milletine bir Şeh-nâme hediye etmek arzusu ve Türkçenin kudretini göstermek niyetiyle yazmıştır. Yûsuf Has Hâcib eserini yazdığı zaman elli yaşlarında olması muhtemeldir. Şâir bu durumda 1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır. Nerede ve kaç yılında öldüğü belli değildir.
Eserde tasvir edilen hayat ve ideâlize edilmiş olan şahıslar şâirin kendi devrinden evvelki bir zamana aittir. Yusuf, ideal fertlerden teşekkül eden cemiyet ve devleti gözünde canlandırır. Sonra kendi devrinden acı acı şikâyet eder. Eserinde, büyük meziyet olarak gösterdiği hareket ve düşüncelerin kalmadığını söylemektedir. Eser, şâirin tasavvur ettiği ideal bir hayatı işlemesine rağmen, gerçeğin içinde dolaşır. Hattâ Türk Edebiyatı içinde bir tiyatro eseri hüviyetine bürünür. Eserde saâdet ve ikbâli (kut) temsil eden vezir Aytoldu ile aklı (ukuş) temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında şâirin kendisini tasvir etmiş olması mümkündür.
Türk yazı diline hakkıyla hâkim ve inceliklerine vâkıf olan şâir Uygur Türklerinin an’anesini devam ve inkişâf ettirerek, Türk Milletinin hayâtına geniş yer vermiştir. Böyle olmakla birlikte Yûsuf Has Hâcib zaman zaman tecrübelere yönelir. Tecrübeli yiğitlerin, büyüklerin, milleti düşünenlerin düşüncelerine eserinde yer verir ve bu sözlerin yabana atılamayacağından bahseder. Hattâ müdâfaa ettiği fikri buna benzer sözlerin eşiğine getirerek, atasözlerine, değer verdiği tecrübeli kimselerin buyruk ve işâretlerine bırakır. Bunların içinde pekçok sözün kaynağının hadislere dayanması esere ayrı bir değer katar ve ilk İslâmî eser olan Kutadgu Bilig değerler bakımından İslâmiyete dayanır. Böylece eser dünyâ ve âhiret saâdetinin ancak bu şekilde bulunacağı fikrini işler. Yûsuf Has Hacip, bu yönü ile ilk Türk eğitimcileri arasına girmeye de hak kazanmaktadır. Zâten Kutadgu Bilig; dünyâ ve âhiret saâdetini gösteren bilgi demektir.
Yûsuf Has Hâcib, İslâm sanatkârlarını örnek tutarak, arûz vezni kullanmıştır. Eser; Şehnâme vezni olarak bilinen; Fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûl vezninde yazılmıştır. Şâir bu vezni pürüzsüz bir şekilde kullanmıştır.
Muhtevâ bakımından ise Kutadgu Bilig; sahnesiz bir tiyatro eseri görünüşündedir. Hükümdâr Küntogdı’nın, âkibeti temsil eden Odgurmuş ile görüştükten sonra, dünyadaki hayâtın esâsını kavrayarak üzerindeki yükü taşımak istemediğini aklı temsil eden Ögdülmiş’e söylemesi üzerine; Ögdülmiş hükümdâra yapacağı işleri hatırlatır. Ve ona iyi ad kazanmak için yeni iş sâhası gösterir. Eserin başında “tevhid, naat, dört halifenin zikri ve yaz mevsiminin tasviri vardır. Bunlardan sonra Ulug Bugra Hanın medhiyesi yer alır. Bu şekli ile eser klasik tertib usûlüne uygunluk gösterir.
Kutadgu Bilig dört esas üzerine tanzim edilmiştir:
1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı (hükümdar),
2. Saâdet (kut); bunu Aytoldı (vezir),
3. Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu),
4. Odgurmış (zâhid) tarafından temsil edilmektedir.
Bunlardan başka Aytoldı’nın Hâcib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura kabulü sağlayan Hâcib, arada hizmet gören oğlan, haber getiren Yumışçı ve zâhidin yanında çalışan Kumarı da şahıslar kadrosu içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyâda ele geçirmek istedikleri saâdet (Aytoldı) ile kâinatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdî ve ictimaî ahlâk prensiplerine yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir.
Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdârın îtibârını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur. Şâir, bu âlim veziri hükümdârın yardımcısı olarak şahsî düşünce ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır. Ona devletin en yüksek müesseseleri hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir. Eserde sırası ile hükümdâr, vezir, kumandan, hâcib, mâbeyinci, sefir, sır kâtibi, hazînedâr, aşçıbaşı, şarâbdâr mansıbları ve bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hükümdâr, vezir ve diğer memûrlar şâirin tasvir ettiği ideal bir durumda maddî ve mânevî hayatı her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta ve ahalî hükümdara dua etmektedir. Hükümdar ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı bir zâhid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor.
Hükümdâr, Zâhid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vâsıtasıyla bir mektup gönderiyor. Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve âhiret meselelerinden konuşuyorlar. Bu konuşmalardan sonra Zâhid tereddüd ediyor. Kendisinde; dünyâda Müslümanlara hizmet etmekle ukbâyı(âhireti) kazanmak fikri doğuyor. Fakat dünyânın ağır basan kusurları karşısında niyetinden vazgeçiyor. Hükümdârın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye râzı oluyor. Ögdülmiş kendisine lâzım olan bâzı bilgileri veriyor. Fakat zâhid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın mümkün olmadığını ileri sürerek şehre gelmekten vazgeçiyor. Hükümdâr, kendisini görmek için zâhidin ayağına kadar geleceğini söyleyince Zâhid, hükümdârın yanına gidiyor. Hükümdârla konuşurlar. Zâhid en çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder. Hükümdâr bu sözlerin tesiri altında kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü yüklenmenin mânâsız olduğunu düşünür.
Ögdülmiş hükümdâra, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve ye’se kapılmamasını söyleyerek onu iyilik yapmaya teşvik ediyor.
Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır. Tövbe etmek ve gönlünü temizlemek lüzûmunu duymakta, kardeşi Zâhid ile istişâre etmek istemektedir. Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor. Odgurmış hastalık hakkında bir rüyâ görmüştür. Her ikisi bu rüyayı farklı tâbir etmişlerdir. Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülâsa ediyor. Ögdülmüş hükümdârın da muvâfakatı ile Zâhid’in yanına gelmiştir. Fakat o çoktan ölmüştür. Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş ve Zâhid için mâtem tutmuş, yasına hükümdâr da iştirâk etmiştir.
Şâir en sonunda esere dönüyor. Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten sonra sözlerini duâ ile bitiriyor.
Kutadgu Bilig’in nüshaları: Eserin bugün bilinen üç nüshası vardır:
1. Herat Nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır. Arap harfleri ile yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir. Hicri 4 Muharrem 843 tarihinde istinsah edilmiştir. Bu nüsha Fatih Sultan Mehmed Han devrinde, Uygur kâtiblerinden Abdürrezzak Bahşı için Fenârî oğlu Kadı Ali tarafından Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiştir. Eserin bundan sonraki mâcerası karanlıktır.
2. Fergana Nüshası: Kutadgu Bilig’in en önemli nüshasıdır. Nüshayı bulan Fitret, Maarif ve Okutguçı mecmuasında hakkında umumî bir bilgi vermiştir. Nerede, ne zaman ve kim tarafından, kimin için istinsah edilmiş olduğu belli değildir.
3. Mısır Nüshası: Bu nüsha Kahire’de, Hidiv kütüphanesinin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 yılında bulunmuştur.
Eser üzerinde yerli ve yabancı Türkologlar çalışmışlardır. Fakat en önemli çalışma Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır. Prof. Dr. R.R. Arat; üç nüshanın karşılaştırmalı metnini 1947’de, metnin tercümesini 1959 yılında ölümünden önce yayınlamış; fakat ortaya çıkardığı fişlerle yaptığı çalışmaları ise ölümünden sonra Prof. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Kemal Erarslan, Dr. Nuri Yüce ve Dr.O.F. Sertkaya’nın gayretleri ile ortaya çıkarılmıştır. Eserin 3. cildini meydana getiren bu indeks kısmı Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1979 yılında neşredilmiştir.
Fıkıh, tefsir, astronomi ve matematik âlimi. İsmi, Mahmûd bin Mes’ûd bin Muslih el-Fârisî eş-Şîrâzî olup, lakabı Kutbüddîn’dir. 1236 (H.634) senesi Safer ayında Şîrâz’da doğdu. Hâfızası çok kuvvetli olan Kutbüddîn Şîrâzî, önce fen âlimi ve tabib olan babasından ilim öğrendi. Amcasından ve daha sonra da Zeki el-Berkeşâî Şems-ül-Ketbî’den tıp bilgileri öğrenerek tabib oldu. Matematik ve astronomi ilimlerini ise Nâsireddîn Tûsî’den öğrendi.
Kutbüddîn Şîrâzî, ilim aşkı ile pekçok ülkeleri gezdi, İran, Irak, Sûriye ve Anadolu’ya gitti. Sivas ve Malatya civârında bulundu ve kâdılık yaptı. Oradan Şam’a elçi gönderildi. Sonra Tebriz’e yerleşerek aklî ve naklî ilimlerde ders verdi. Çok talebe yetiştirdi. Zarîf ve latîfeci idi. Dımaşk’da da ders okuttu. Fakirleri gözetir, cemâatle namaza önem verirdi. Zamânın âlimleri ona, büyük âlim mânâsına gelen Şârih-ul-Allâme dediler. Şîrâzî, 1311 (H.710) senesi Ramazân-ı şerîf ayında Tebrîz’de vefât etti.
Büyük hadis âlimi Zehebî onun hakkında; “Kutbüddîn eş-Şîrâzî’nin îtikâdı düzgün ve kuvvetli olup, Kur’ân-ı kerîm’in çok okunmasını söylerdi. Kendisi medh olunduğu zaman tevâzu gösterir ve; “Keşke ben, Resûlullah’ın yaşadığı zamanda yaşasaydım da, kör ve sağır olsaydım. Belki Resûl-i ekremin mübârek nazarı bana rastlardı” derdi. Güzel huylu idi. Talebeleri ona çok hürmet ve saygı gösterirlerdi” demektedir.
Kutbüddîn Şîrâzî, çeşitli ilim dallarına âit bir çok eser yazdı. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Dürret-üt-Tâc li Gurret-ud-Dibâc-fil-Hikme: Matematik ve astronomi konusunda geniş muhtevâlı ansiklopedik bir eserdir. Eserin astronomi ile ilgili bölümü, Tûsî’nin eserinin şerhidir. Matematik bölümünde ise geometri ve aritmetik kısımları mevcuttur. Aritmetik bölümü; a) Farklı türden olan sayıların özellikleri, b) Mantıkî bağıntılar, c) Poligonal sayılar, d) Oranlar olmak üzere dört kısma ayrılmıştır. Kutbüddîn Şîrâzî, sayıları çift, tek, mükemmel, eksik gibi türlere ayırmaktadır. Daha sonra bunlarla ilgili özellikleri ele almaktadır. Bu arada aritmetik dizinin toplamının kapalı formülünü bildirmektedir. Çeşitli sayı serilerini incelemekte, onların genel terimleri için formüller geliştirmektedir. Asal sayılar dizisini incelemiş bunları diğer sayılarla karşılaştırıp özelliklerini bildirmiştir. Mükemmel sayı olarak (2n-1).2n-1’i târif etmektedir. Böyle târif ettiği diğer sayı dizileri, Sâbit bin Kurra’dan sonra sâdece Kutbüddîn Şîrâzî’nin eserinde bulunmaktadır.
2- Nihâyet-ül-İdrâk fî Dirâyet-il-Eflâk: Astronomi alanında en önemli eseridir. Bu kitap, yalnız çok tafsîlâtlı bir astronomi eseri olmayıp, aynı zamanda jeodezi, meteoroloji, mekanik ve optik dallarında da bilgiler vermektedir. Esas olarak Nâsıreddîn Tûsî’nin Tezkire adlı eserine dayanırsa da, ondan daha geniş olup, pek çok yenilikler ihtivâ etmektedir. İbn-i Heysem ve Nâsıreddîn Tûsî, gezegen yörüngelerinin kürevî yüzeylere teğet olduklarını ileri sürmüşlerdir. Kutbüddîn Şîrâzî, bunların arasında bir mesâfenin olabileceğine dikkat çekmektedir. Eserde ayrıca dünyânın durması veya hareket etmesine dâir uzun bir inceleme mevcuttur. Pek çok astronomik el kitapları gibi bu eser de kısmen coğrafî niteliğe sâhiptir. Meselâ, denizler hakkında bilgi vermekte ve iklimleri, Bîrûnî’ye benzer şekilde anlatmaktadır.
3- İhtiyârât-ı Muzafferî, 4- Kitâb-üt-Tuhfet-iş-Şâhiyye fil Hey’e: Astronomiye dâirdir. Nihâyet-ül-İdrâk’ın bir şerhidir. Bu eser, 1281’de tamamlanmış olup, dört bölümden ibârettir. El yazması, Leningrad Devlet Üniversitesi Kütüphânesinde mevcuttur. 5- Kitâb-ut-Tebsira fil-Hey’e, 6- Şerh-ut-Tezkiret-un-Nâsırıyye: Nasîreddîn Tûsî’nin Tezkiresi’nin şerhidir. 7- Kitâbu fe’altü felâ Takvimü fil-Hey’e, 8- Risâle fî Hareket-id-Derece ven-Nisbe Beyn-el-Mustevî vel-Münhanî: Dönme hareketi ve doğru ile eğri arasındaki münâsebet hakkında bir eserdir. 9- Risâle fî Beyân-il-Hâce ilet-Tıbb ve Âdâb-il-Etibbâ ve Nesâyahum: Tıbbın üzerine açıklamalar ve tabibin davranışı, vazifeleri hakkındadır. 10- Şerhu Hikmet-ül-İşrâk, 11- Feth-ül-Mennân fî Tefsîr-il-Kur’ân.
Şîrâzî, astronomi ile ilgili eserlerin yanında göz hastalıkları hakkında ve Fârisî olarak şiir şeklinde, dînî birçok eser yazmıştır. Bu eserler Taşkent, Özbek Bilimler Akademisinde Şarkiyat El yazmaları bölümünde mevcuttur.
Kutbüddîn Şîrâzî, optik alanında büyük rol oynamıştır. Meşhur talebesi Kemâlüddîn Fârisî başta olmak üzere bu alanda çalışan pekçok talebe yetiştirmiştir. Maalesef Kutbüddîn-i Şîrâzî’nin yazdığı eserlerin hiçbiri basılmamış ve ilgili ilim adamlarının tedkîkine sunulmamıştır.