KURBAN

Alm. Opfer (-tier) (n), Fr. Sacrifice (m), İng. Sacrifice. Umûmî mânâsıyla Allahü teâlâya ibâdet maksadı ile belli üç günde kesilen hayvan. Allah’a yakın olmak O’nun rızâsını elde etmek için kan akıtmak. İslâmiyette kurban; koyun, keçi, sığır ve deveden birini“Kurban Bayramı”nın ilk üç gününde kurban niyetiyle kesmek demektir. Kurban, lügatte“yakın olmak, yaklaşmak” mânâsınadır. Mecâzî olarak, bir inanç, ideal uğrunda fedâ edilen veya kendini fedâ eden kimseye de kurbân denir.

Kurban, Müslümanların zengin olanlarına emir edilen mâlî bir ibâdettir. Yolcu olmayan (mukîm olan) akıllı ve bülûğ çağına giren (çocuk olmayan) hür ve Müslüman erkek ve kadının, ihtiyacından fazla nisap miktârı malı veya parası varsa Kurban Bayramında kurban kesmeleri vâcib olur. Ayrıca adakta (nezirde) bulunan kimseye de kurban kesmesi vâcibdir (Bkz. Adak). Buna “Adak kurbanı” denir. Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükür etmek niyetiyle hayvan kesmeye de “akika” denir(Bkz. Akika). Hac ibâdetinin vâciblerinden birini bilerek veya bilmeyerek vaktinde ve yerinde yapmayan kimseye de hacda Mîkât denilen yerleri geçerek, Mekke’ye ihramsız giren kimsenin de yaptığı bu kusurların karşılığı, cezâ olarak kurban kesmesi lâzım olur.

Târihte ibâdet niyetiyle yapılan ilk kurban, hazret-i Âdem’in oğulları Hâbil ile Kâbil’in kurbanlarıdır. Aralarında çıkan ihtilafta hangisinin haklı olduğunu anlamak için, cenab-ı Hakk’a kurbanlarını arzettiler. Hâbil’in kurbanı kabûl olmuştu. Bunu çekemeyen ve isteğine kavuşmak için çalışan Kâbil, kardeşi Hâbil’i öldürmüştü.

İnsanların uydurduğu çeşitli inançlarda da tapındıkları putlar için kesdikleri hayvanlara kurban demişlerdir. Böyle inançlara sâhib insanlar, eski çağlarda putları için hayvanların yanısıra çeşitli yiyecekleri, hattâ insanları, çocukları da kurban etmişlerdir. Günümüzde ise; bâzı iptidaî kabilelerde aynı vahşet ve çılgınlığa rastlanmaktadır.

İslâmiyetteki hayvan keserek kurban emri hazret-i İbrâhim ile oğlu İsmâil (aleyhisselâm) kıssasına dayanır. Bu hâdise, İslâm târihlerinde uzun anlatılmaktadır. “Hazret-i İbrâhim, Allahü teâlâ kendisine bir erkek evlât verirse, O’na kurban edeceğini (nezretmişti), adamıştı. Oğlu İsmâil (aleyhisselâm) doğup belli bir yaşa gelince nezri kendisinin rüyâsında hatırlatıldı. Rüyâda bildirilen emri, yerine getirmek için yanına bıçak ve ip alarak, oğlu ile berâber Mekke’de dağa çıktılar. Mina denilen yere gelince, Kur’ân-ı kerîm’in Saffât sûresi 102. âyetinde meâlen bildirildiği gibi: “İbrâhim; Ey Oğulcuğum! Rüyâda seni boğazladığımı görüyorum. Bir bak ne dersin.” dedi. (Oğlu İsmâil de): “Babacığım sana emredilen ne ise onu yap! İnşaallah, beni sabredicilerden bulursun” dedi.” baba ve oğul, Allah’a teslimiyetin en güzel örneğini gösterdiler. Bu hâdiseden sonra, Allahü teâlâ Cennet’ten kurbanlık bir koç gönderdi. Böyle olduğu Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmektedir. Aynı sûrenin 103. âyetinde meâlen: “Vakta ki, ikisi de Allah’ın emrine teslim olunca, İbrâhim oğlunu alnı üzere yatırdı. (Bıçak çocuğu kesmedi) “Ey İbrâhim! Rüyâna sâdık oldun. İyi hareket edenleri biz böyle mükâfâtlandırırız” dedik. “Bu iş, açık bir imtihandı. Oğlunun yerine (kesilmek üzere) büyük bir koç verdik.” bildirilmektedir. İbrâhim aleyhisselâm bu koyunu aldı ve Peygamber efendimize Hicretin ikinci yılında kurban kesmesi emrolundu. Kevser sûresinde meâlen; “O halde (Bayram) namazını kıl ve kurbân kes!” buyruldu. Hem kendisi, hem de ümmeti  için kurban keserdi. Resûlullah (sallallahü âleyhi ve sellem) kurban hakkında buyurdu ki;

Hasislerin (cimrilerin) en kötüsü, kurban kesmeyendir.

Kurbanlarınızı büyük ve yağlı yapınız! Muhakkak ki, onlar sırat üzerinde sizin binekleriniz olacaktır.

İnsanın yediği her lokma kurban eti, ona Cennet’de iki hörgüçlü deve gibi büyük kuş olur.

Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevap yazılır.

Âdemoğlu için, kurban bayramı günü, Allah katında, kurban kanı akıtmaktan daha sevgili bir şey yoktur.

Ey Fâtıma! Kalk! kurbânının yanına git. Ve kesilirken şu duâyı oku; “İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabilâlemine, lâşerîke leh.” (Mânâsı; Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur.) Muhakkak ki, kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe işlemiş olduğun her günah bağışlanır. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbânın kanını ve etini getirip terâzinin sevaplar kefesine koyarlar, yetmiş kat fazlasıyla. (Bu müjdelere kurban kesen bütün Müslümanlar ortaktır.)

Kurban olacak hayvanlar: Kurban, koyun, keçi, sığır, deveden birinden olur. Horoz, tavuk... vs. kurban olmaz. Koyun ve keçiyi bir kişi kurban edebilir. Sığır ve deveye yedi kişiye kadar ortak olup, kesebilirler.

İki türlü kurban vardır:

1. Zenginin, Kamerî takvimindeki Zilhicce ayının onuncu günü kesmesi vâcip, gerekli olan kurban.

2. Adak kurbanı: Bunu da Kurban bayramında kesmek lâzımdır. Kurban demeden, sâdece hayvan kesmeyi nezir eden (adak yapan) kimse istediği zaman kesebilir.

Diri kurban veya parasını sadaka vermek dînimize göre uygun değildir. Kendisinin veya vekil edeceği birinin kesmesi gerekmektedir. Bir gözü görmeyen, topal olup yürüyemeyen, dişlerinin yarısı yok olan, gözünün, kulağının veya kuyruğunun çoğu ön veya arka bir ayağı kesilmiş olan çok zayıf olan hayvan kurban olmaz. Boynuzu kırık, boynuzsuz, uyuz, burulmuş olan hayvan kurban olabilir. Erkek ve dişi hayvan da kurban olarak kesilir.

Kurban nasıl kesilir: Kesilecek yerde önce diz boyu çukur kazılır. Kurbanın gözleri tülbent ile bağlanır. Kıbleye döndürülerek sol yanı üzerine yatırılır. Boğazı çukurun yanına getirilir. İki ön bir arka ayağı uçlarından bağlanır. Üç defâ bayram tekbiri okunur sonra “Bismillâhi Allahü ekber” diyerek boğazından kesilir. Bıçak boğaza sürüldüğü zaman; yemek ve hava boruları ile iki yandaki birer kan damarından üçü bir anda kesilmelidir. Hayvanın çırpınması durmadan ensesi kesilmez, derisi yüzülmez. Kurban etinden zengin, fakir herkes yiyebilir. Kesilen kurbanın etini üçe taksim edip, birini fakirlere, birini eşe dosta, birini de eve bırakmak müstehaptır. Sevâbı çoktur. Kesilen kurbanın ve her hayvanın yedi yerini yemek dînimize göre haramdır. Bunlar; akan kan, bevl (idrar) âleti, hayaları (Koç yumurtası diye satılmaktadır), bezleri(gudde), safra kesesi, dişi hayvanın önü ve bevl kesesi (mesâne)dir.

Kurban hakkında riayet edilmesi gereken kâideler ve kurban kesmesi vâcib olmayan fakîrin kurban diyerek kestiği hayvan hakkındaki hükümler ilmihal kitaplarında uzun yazılıdır. İhlâs Holding A.Ş. yayınlarından Tam İlmihal Seâdeti Ebediyye kitabında bu hususta çok geniş bilgi vardır.

KURDEŞEN

Alm. Nessel ausschlag (m), Nesselsucht (f), Fr. Urticaire (f), İng. Urticaria, nettle-rash. Vücudun çeşitli yerlerinde belirebilen kısa süre içinde kabaran ve kaybolan, kaşıntılı ve kızarık döküntüler. Kurdeşene tıp dilinde ürtiker ismi verilmektedir. Kurdeşen, allerjik hadiselerin deri üzerindeki bir tezahürüdür. Oldukça sık rastlanan bir hastalıktır.

Kurdeşenin çeşitli sebepleri vardır: Çuha çiçeği ve ısırgan otunun deriye teması, böcek ısırmaları, sıcak, soğuk, sürtünme tahrişi veya vurma, çarpma tazyiki, polenler tozlar ve buharların solunum yoluyla alınması, bazı ilâçlar, kan nakli, serum ve aşılar, bazı kimyevî maddeler, kanser hücrelerinin parçalanma ürünleri, iltihap yuvaları, mide-barsak bozuklukları, mantarlar ve özellikle tenya, solucan ve kıl kurdu gibi parazitler kurdeşene sebebiyet vermektedirler.

Sebep ne olursa olsun, meydana geliş mekanizmasında; derideki bâzı özel hücrelerden (mast hücreleri) histamin, bradikinin, seratonin gibi maddelerin salınıp, mahallî ödem gelişmesi yatmaktadır.

Döküntülerin rengi açık sarı, açık kırmızı veya alacalı olabilir. Kaşıntı ve yanma yanında hafif ateş müşahade edilebilir. Nadiren döküntüler ağız, dil ve gırtlakta da yerleşerek ses kısıklığına, nefes darlığına ve hatta ölüme bile yol açabilirler.

Tedavinin esası, kurdeşeni meydana getiren sebebi bulup ortadan kaldırmaktır. Kurdeşenli hastaya kuvvetli müshil verilerek barsaklar boşaltılır. Ses kısıklığı olan durumlarda adrenalin kullanılır. Diğer durumlarda antihistaminler verilir, döküntüler için de kaşıntı giderici losyon veya solüsyonlar tavsiye edilir. Ağır durumlarda kortizonlu iğneler zerkedilir.

KUREYŞ

Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîle. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dedelerinden on birincisi olan Fihr’in adı. Kabîlesi hac için Mekke’de toplandığından Kureyş denildi. Nuh âleyhisselâmdan sonra Arabistan yarımadasında yerleşenlere “Arâb-ı bâide” denir. Âd, Semûd ve Amâlika bunlardandır. Hud aleyhisselâm Âd kavmine, Sâlih aleyhisselâm Semûd kavmine gelmiştir. Bunlar Sâm’ın soyundandır. Bunlardan sonra, gelip Yemen’e yerleşen Kahtân evladlarına “Arâb-ı âribe” denir. Bunlar Yemen’de Himyer Devletini kurdu. Bu devlet çökünce, önce Habeşler, sonra İranlılar, Yemen’e vâli tâyin ettiler. Etrâfa Himyerîlerden Medîne’deEvs ve Hazrec kabîleleri meydana geldi. Şam tarafına gelenler, Gassân Devletini kurup, Hıristiyan oldular. Irak’a gelenler Hire Devletini kurdu. İsmâil aleyhisselâmın on iki evlâdının Arâb-ı âribe ile karışmasından Arâb-ı müsta’ribe meydana geldi.

Arâb-ı müsta’ribeden Benî Adnan ve bunlar arasında da Mudar ve Rebîa kabîleleri meşhur oldu. Beni Mudar’dan Kenâne, Kureyş, Hevâzin, Sakif, Temîm ve Müzeyne kabîleleri meydana geldi. Bunlardan Kureyş Mekke’de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. Kureyş bu sırada Mekke’de bulunan Huzâa kabîlesine üstünlük sağladı ve Mescid-i Haram’a ve Kâbe’nin hizmetlerine bakarak bu üstünlüklerini kuvvetlendirdi. Kureyş’in bu hizmetinden dolayı Kâbe’yi büyük bilen bütün Arap yarımadası Kureyş’in üstünlüğünü kabûl etti ve bu kabileye hürmet gösterdi. Arap yarımadasındaki kabile reisleri, mühim işlerde anlaşmak için, Mekke’deki Dâr-ün-Nedve denilen yerde toplanıp meşveret ederlerdi.

Kureyş kabîlesi de Hâşimî, Emevî, Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzûm, Adiy, Cumah, ve Sehm adında on kola ayrılmıştı. Peygamber efendimizin soyu Hâşimoğulları kolundan devâm etmiştir. Hâşim, çok cömertti. Bir kıtlık yılında Şam’dan getirdiği buğday unundan ekmek yaptırdı. Birçok deve ve koyun kestirip tirit yaptırarak bütün Mekke ahâlisini doyurdu.

Hâşim, kabiliyyetli, dirâyetli, cömert, fazîletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan bir zât olduğu için ismi âilesine ve soyuna ad oldu. Bu sebeble onun soyuna Hâşimîler denilmiştir. (Bkz. Hâşimîler). Kur’ân-ı kerîm’de Şu’arâ sûresi 219. âyetinde Peygamber efendimiz için meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Sen, yâni senin nûrun hep secde edenlerden dolaştırılıp sana ulaşmıştır.”

Resûlullahın dedeleri, anne ve babası mü’min idiler. Hiçbiri kâfir olmadılar. Peygamber efendimiz de; “Allahü teâlâ, İsmâil (aleyhisselâm) evlâdından, Kinâne ismindeki kimseyi ve onun sülâlesinden, Kureyş ismindeki zâtı beğendi, seçti. Kureyş evlâdından da Hâşimoğullarını sevdi. Ondan da beni süzüp seçti.” buyurdular.

KURGUBİLİM

Alm. Science-fiction (f), Fr. Science (f) fiction, İng. Science-fiction. Teknolojik ve bilimsel delillerin hayal gücü ile birleştirilerek yazılmış hikâye ve roman gibi edebiyat eserleri veya çevrilen filmler. Kısaca, muhtemel geleceğin tahmin edilmesi ve teknolojinin abartılarak hayal gücü sınırlarının zorlanması.

Günümüzde kurgubilim kendi sâhasında büyük bir ilerleme göstermiştir. Artık çoktan gerçekleşmiş bulunan Ay’a seyahatleri ve hatta Merih uçuşlarını bile geride bırakan kurgubilim, galaksimiz Samanyolu’nun bilinmeyen köşelerine gitmekte, kitapların sahifelerinde, ekran ve perdelerde bizi, yıldızların arasında dolaştırmakta, Andromeda gibi diğer galaksilere ve uzayın uçsuz bucaksız derinliklerine uzanmaktadır. Öte yandan yakın bir gelecekte pekçok işi insanların elinden alacak olan robotların dünyâsını anlatmakta, insan zekâsına meydan okuyacak olan bilgisayarların tehdidine işâret etmekte, muhtemel bir nükleer savaş sonrası dünyânın dehşet verici hayat şartlarını çizmektedir.

Kurgubilim denilince akla hayaller gelir. Kurgubilim her şeyden önce hayal gücüne dayanır. Yâni hayâlle gerçek karşı karşıyadır. Fakat bu hayaller hiçbir zaman teknolojik ve fizikî gerçeklere ters düşmez. Bir uzay gemisi fizikî kanunlarından hareketle en çok ışık hızı ile hareket edebilir. Bu hızdan fazlası hayallere sığabilse bile fizikî kanunlar ve hele teknoloji ki -günümüzde en fazla saatte 50 bin kilometre hıza ulaşabilmiştir- buna izin vermez.

Kurgubilim bir ölçüde de muhtemel geleceğin tahminidir. Bu tabiri ilk defa Amerikalı elektrik mühendisi Hugo Gernsback, bilim magazinlerindeki hikayelerini isimlendirmek için kullanmıştır. Bu tür hikayeler yeni teknik ve ilmi buluşlara ilginin artmasına ve sadece bunları ihtiva eden dergilerin çıkmasına sebeb olmuştur. İlki 1920’lerde yayınlanan Garnsback’ın Hayret Verici Hikayeler sergisidir. Edebiyat tarihinin ilk kurgubilim yazarlarından olan Jules Vern, 19. yüzyılda ilk romanlarını yayınladığı zaman herkes ona gülmüş, çıldırdığına hükmetmiş, Ay’a gitmenin, günlerce su yüzüne çıkmadan yüzebilen denizaltının, gökte uçabilen çelik uçakların ve roketlerin boş hayallerden ibâret olduğunu söylemişlerdir. Fakat bütün bunlar yirminci yüzyılda birer birer gerçekleşmekte gecikmemiştir. Yirminci yüzyılın başlarında yayınlanmaya başlayan ilk uzay çizgi roman kahramanı Flash Gordon’ın mâcerâları da yavaş yavaş kitap sahifelerinden çıkarak gerçek olma yolundadır.

Kurgubilim edebiyatından örnekler:

“Gemi ile gece tarafında boşlukta yüzüyorlardı ve gemi bütünüyle karanlıkta kalıyordu. Uzaktan, belki bir milyon kilometre uzaktan, Dünya ve Ay iki parlak küre olarak görünüyorlardı. Bütün bu muhteşem manzaranın içinde gemi pek küçük kalıyordu.

Aşağıda bu soğuk ve hafif parıldayan karada, gecenin karanlığında ateş böcekleri gibi ışık saçan küçük kıvılcımlar görünüyordu. Bunlar Ay’da ilk kurulan şehirlerin ışıklarıydı.

Sonra gökyüzünde hiç göz kırpmaksızın parlayan ve haftalar boyu orada kalacak olan Merih’in sabah yıldızını gördü. Fakat, o daha çok “Dünya” olarak tanınırdı.

Gözleri birdenbire duvardaki termometreye takılan kaptan Nolan’ın gözleri dehşetle büyüdü. Sıcaklık gene yükseliyordu. Sanki termometrenin içindeki kırmızı çizgi hiç durmadan hareket ediyor gibiydi. Daha şimdiden 40 dereceye yükselmişti. Terden sırtına yapışan elbisesini yırtarcasına çıkardı. Kaptan Nolan bir ümit ışığı arıyormuş gibi gözlerini geminin burnundan ışıl ışıl parlayan nihayetsiz uzay boşluğuna çevirdi. Fakat orada soluk ve uzak bir galaksiden ve yıldızlardan başka bir şey gözükmüyordu.”

KURŞUN

Alm. Blei (n), Fr. Plomb (m), İng. Lead. Çok eskiden beri bilinen ve kullanılan, dokuz kimyâsal elementten biri olan, yumuşak ve ağır bir metal. Sembolü, Lâtince “plumbum”den dolayı “Pb”dir.

Târihi: Çok eskiden beri kullanılmaktadır. İlk zamanlar, gümüşle aynı cevherden elde edildiği için beraber tanınmıştır. M.Ö. 3000 yıllarından önce Mısır’da elde edilip, kullanılmıştır. Eski yerleşim merkezlerinden olan ve Çanakkale’ye yakın bulunan Abidos’ta bulunan bir kurşun heykel, M.Ö. 3000 civârına âittir. M.Ö. 1100’de Finikelilerin, İspanya’nın Atlantik kıyısındaki kolonilerinde, önemli miktarda kurşun ve altın mevcuttu. Ayrıca Finikeliler, Kıbrıs’taki ve Ege Denizi adalarındaki kurşun yataklarını işletmişlerdir.

Altıncı yüzyılda Atina yakınlarında keşfedilen kurşun yatağı, Atina’nın belli başlı gelir kaynağını teşkil etmiştir. Bu ocaklar M.S. ikinci yüzyıla kadar çalışmıştır. Daha sonra ilk elde etme işlemi sırasında değerlendirilmeyen cevher, tekrar muamele edilerek gümüş elde edilmiştir.

Romalılar zamanında kurşunun kıymetini ilk anlayan Sezar olmuştur. Kurşun levhalar yanında, 3 m’lik su boruları yapılmıştır. Borular, levhaların eklenmesiyle elde edilmiştir. Kurşun zehirlenmesinden haberleri olmadığı ve daha uygun madde bulunamadığı için Romalılar da Eski Yunanlılar gibi su dağıtım sistemlerini kurşun borulardan meydana getirmişlerdir. Kurşun borular, günümüzde kanalizasyon borusu olarak yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.

Romalılardan başlayarak, kurşun, çatı kaplamalarında kullanılmıştır. Câmilerimizin kubbelerinin kaplaması kurşundur. Ayrıca kurşun, Osmanlı mimarları tarafından yapı taşlarının birbirine bağlanmasında, kolayca şekil verildiği için, kullanılmıştır.

Özellikleri: Kurşun yumuşak, mavimsi gri olup, yeni döküldüğünde veya kesildiğinde parlaktır. Ancak hava ile temas sonucu rengi matlaşır. Sanayi atmosferinde koyu gri veya siyaha dönüşür. Çivi ile çizilebilir ve kolayca kesilebilir. Kâğıtta iz bırakabilirse de, kurşunkalemlerde kurşun yerine granit kullanılır.

Periyodik tabloda IVA grubunda bulunur. Atom numarası 82, atom ağırlığı 201,19’dur. 194Pb-214 Pb arasında izotropları vardır. Tabiî kurşunda % 1,5 204Pb, % 23,6 206Pb, % 22,6 207Pb ve % 52,3 208Pb mevcuttur. Değerlilikleri (valensi 2+ ve 4+ dır.) Erime noktası 327,4°C ve kaynama noktası 1750°C’dir. Özgül ağırlığı suyunkinin 11,35 katıdır. Altın hariç, günlük kullanılan veya çok bilinen metallerin en ağırıdır. Kolayca şekil verilebilir. Bakırla mukayese edilirse, kurşun kötü bir ısı ve elektrik iletkenidir. Ses ve radyasyon geçirgenliği de oldukça azdır.

Üzerinde çok az ince bir koruyucu tabaka meydana geldiğinden, dış tesirlere dayanıklıdır. Eğer bu tabaka sülfat, karbonat veya fosfat gibi çözünmez kurşun tuzu ise, korrozyona (çürümeye, aşınmaya) mukavemeti iyidir. Eğer bu tür örtü kazınarak ortadan kaldırılırsa yenisi hasıl olur. Diğer taraftan, eğer nitrat ve asetat gibi çözülebilir kurşun tuzu örtü olarak meydana gelirse korrozyona karşı mukavemet düşük olur.

Cevherleri: Kurşun pekçok ülkede, özellikle ABD, Meksika, Avustralya, Kanada ve BDT’de bulunur. Tabiatta diğer metallerle, bilhassa gümüş ve kalayla bir arada bulunur. Pekçok mineral kurşun ihtivâ ederse de, ticârî önemi olan galen (kurşun sülfür, PbS)dir. Diğer kurşun minerallerinden seruzit (kurşun karbonat, PbCO3) ve anzelezit (kurşun sülfat, PbSO4) başta gelenlerdendir. Ancak bunlara galenden daha seyrek rastlanır.

Elde edilişi: Kurşun elde edilmesinde cevher önce zenginleştirilir daha sonra eritilir.

Zenginleştirme: Kurşunun ticârî önemi olan cevheri, % 2-20 arasında kurşuna sâhiptir. Ortalama % 4 civârındadır. Ocaktan çıkartılan cevherlerin içindeki lüzumsuz kaya parçaları mümkün olduğu kadar ocaklara yakın yerlerde ayrılır. Bu, sülfitli cevher için yüzdürme (flotasyon) ile yapılır. Çok ince öğütülen cevher dört kat su ile karıştırılarak hızla akıtılır. İstenilen cevher üstte kalırken, değersiz kısım altta kalır. Böylece elde edilen kısımda kurşun miktarı % 60’ın üzerindedir.

Eritme: Fırınlara gelen cevher önce kavrulur ve böylece sülfürü uzaklaştırılır. Daha sonra kireçtaşı ve uygun maddelerle fırına konur. Fırına hava verilerek, metal oksitlerin ortaya çıkması sağlanır. Daha sonra erimiş metal alınır. Bu şekilde elde edilen yarı bitmiş üründe az miktarda altın, gümüş, bakır, çinko, antimon, arsenik ve bizmut gibi yabancı elementler de vardır.

Sinter ve yüksek fırın eritmesi: Altın, gümüş, bakır ve çinko ihtiva eden mineraller mutad olarak bu metodla işlenir. Kükürdün bertaraf edilmesi için mineral, önce sinterlenir (kavrulur). Aynı zamanda küçük tanecikli olan mineral, yüksek fırına yüklenecek hâle getirilir.

Sinterlenmeye tâbi tutulmuş filiz, yüksek fırında eritmeye tâbi tutulur. Fırına % 80 sinterlenmiş filiz, % 10-13 kok, arsenik miktarını ayarlamak için % 1-3 kadar demir rendesi, % 7 kadar da curuf teşkil edici yüklenir. Sinterlenmiş filizde bulunan PbO, indirgen özellikte olan CO tarafından metalik kurşuna (Pb) indirgenir. Yine sinterlenmiş filizde bulunan Pb2SO4 ve PbS çeşitli etkilerle Pb hâline geçer. Bu olaylar, 1000-1400° sıcalıkta olur. Erimiş kurşun potada toplanır. Potada toplanan erimiş kütle en altında kurşun, sonra sıra ile şpays (esas kısmını arsenürler ihtivâ eder), mat ve cüruftan meydana gelmiştir. En alttaki erimiş, kurşun, sifonla alınır. Bu kurşunun saflığı % 92,5-99,6 arasındadır.

Saflaştırma: Bu işlemde kurşun eritilir ve sıcaklığı, bakırın donma noktasının altına düşürülür. Kristalize bakır alınır. Daha sonra yumuşatılarak, antimon ve arsenik hava ile oksitlenir ve bu oksitler alınır.

Yumuşatılan kurşunun gümüşünü almak için biraz çinko ilâve edilir. Mevcut altın ve gümüş kalayda çözülür. Çinko, kurşundan daha hafif olduğu için yukarı çıkar. Sıcaklığın düşürülmesiyle ve daha sonra oksitlenerek çinko alınır.

Diğer bir saflaştırma şekli de, özellikle fazla miktarda bizmut bulunması durumunda kullanılır. Bu tür saflaştırma şeklinde elektrolitik metod kullanılır. Bizmut da kıymetli bir yan ürünü olarak elde edilir.

Kurşun alaşımlarının kullanılışı: En önemli kullanma yerleri, akümülatörler, lehim, kurşun borular, kablo kaplaması, cephane, boya ve benzin katkı maddeleridir. Ucuz olması ve kolayca dökülebilmesi sebebiyle eskiden beri bazı şekillerin yapımında kullanılmıştır. Seramikte dikkatsiz kullanılması, kurşun zehirlenmesine sebep olur.

Akümülatörler: Hem metalik kurşun ve hem de kurşun oksitler önemli miktarda kullanılır. Akümülatör petekleri, % 4-12 antimon, % 0,25 kalay ve çok az miktarda arsenik, gümüş ve bakıra sahip olan kurşundan dökülür. Bu peteklerin üzeri aktif malzeme olan kurşun oksitle kaplanır.

Lehim: En önemli birleştirici madde olan lehim, bir kurşun alaşımıdır. En yaygın kullanılan lehimde % 50 kalay ve % 50 kurşun vardır. Lehim, otomobil sanâyiinde radyatörlerin kaynak yapılmasında, konserve ve elektronik sanâyiinde kullanılır. Esas lehim, % 64 Sn-36 Pb alaşımıdır ve bu 181°C’de erir. Kolay erimesi isteniliyorsa % 60 Sn-% 40 Pb alaşımı yapılır.

Yatak malzemesi: Bu tür malzemeler kalay, antimon ve bakırlı kurşun alaşımlarıdır. Kurşun miktarı, % 10-90 arasında değişir. Otomobil mil yatakları, dizel motorları yatakları ve demiryolu araba yatakları bu türdendir.

Matbaa malzemesi: Matbaa harfleri genel olarak bir kurşun alaşımıdır. Meselâ linotayp (linotype) makinalarda kullanılan malzeme, % 84,5 kurşun, % 4 kalay ve % 11,5 antimon ihtivâ eder.

Kablo kaplaması: Telefon, telgraf ve elektrik kablolarının kaplanmasında kurşun kullanılır. Kurşun alaşımı, % 0,1-0,2 arsenik, % 0,07-0,2 bizmut ve % 0,05-0,25 kalaya sâhiptir. Oldukça mukavim olup, atmosfer şartlarına dayanıklıdır.

Cephâne: Yüksek kulelerden gelen kurşun, bir elekten geçirilerek suya düşer ve sertleşir. % 1 arsenik ilâve edilerek akışkanlık arttırılır. Bu suretle daha düzgün küre şekli elde edilir. Sertlik için % 2,6 antimon ilâve edilir. Silah kurşunu ise kablolar şeklinde kurşunun hazırlanarak, kesilerek ve sonra istenilen şekil verilerek elde edilir. Kurşunun cephane olarak kullanılması, yoğunluğundan dolayıdır.

Kurşun levha: İçindeki antimon miktarına göre yumuşak veya sert olan levhalar özellikle sülfürik asitli, kimyasal işlemler yapan sanâyide kullanılır. Kurşun, kalayla yiyecek kabı olarak kullanıldıysa da, kurşun zehirlenmesi sebebiyle vazgeçilmiştir. Ayrıca, demir döküm borularının ek yerlerinde bileşim elemanı olarak ve radyasyona karşı koruyucu olarak da kullanılır.

Bileşikleri ve kullanış sahaları: Kurşun-2-asetat Pb (CH3COO)2 mordan olarak, kurşun kaplamacılığında, tıpta deri hastalıklarında (eskiden) ve boyalarda kurutucu olarak kullanılır. Teknikte çok kullanılan üstübeç veya kurşun beyazı, kurşun hidroksi karbonattır (PbCO3 Pb(OH)2). Kauçuk endüstrisinde aktivator olarak, özel camların yapılmasında, sır (mine) yapımında kullanılır. Buna litarz da denir. Kurşun akümülatörlerde de PbO kullanılır.

Kırmızı Kurşun oksit (Pb3O4), iyi bir pigment olup, piyasada sulgen olarak bilinir ve özel camların imâlinde kullanılır. Tetraetil kurşun (Pb(C2H5)4) patlamalı motorlarda vuruntuları önlemede katalizör olarak kullanılır.

Kurşun-210’la târihleme: Radyoaktif kurşun-210 izotopunun kararlı kurşun-206’ya oranından faydalanılarak arkeolojik yaş belirlenmesi yapılabilmektedir. Uranyum-238’in radyoaktif bozunma serisinde yer alan radon-222’nin bozunmasıyla kurşun-210 meydana gelir. Radon-222 gaz halinde kayaç ve minerallerden ayrıldığı durumlarda yaş belirlenmesi Pb-210 ile yapılır.

KURŞUN ZEHİRLENMESİ

Alm. Bleivergiftung, Fr. Saturnisme (m), İng. Lead-poisoning. Kurşunun; hazım, solunum veya deri yoluyla vücuda girmesi sonucu ortaya çıkan bir zehirlenme çeşidi. Önceleri kullanılan yağlı boyalar, kurşun ihtivâ ettiğinden zehirlenmeler ortaya çıkabiliyordu. Bunun yanında kurşun veya bileşiğini kullanan endüstrilerdeki işçilerde kurşun zehirlenmesi görülebilir. Ayrıca, patlamalı motorlarda vurmayı önlemek için benzine tetra etil kurşun ilâve edilir. Ancak ekzoz gazı ile havaya geçen kurşun, günümüzde düşük seviyede olup, zehirlenmeye sebeb olmayacağı tahmin edilmektedir.

Vücuda günde yaklaşık 0,3 miligram kurşun girer. Bunun % 10 kadarı barsakta emilir. Bir küçük bölümü kana girerse de idrar ve ter ile birlikte dışarıya atılır. Eğer alınan kurşun, günde 0,6 miligramı geçerse, vücud bunun hepsini dışarı atamaz ve birikme başlar. Genellikle çocuklarda bu durum yazın görülür. Bu mevsimde güneş ışığının bol oluşu sebebiyle vücutta D3 vitamini çoğalır. Bu vitaminin barsaklarda kurşunun emilmesini arttırıcı yönde tesir ettiği zannedilmektedir.

Vücuttaki faydası bilinmeyen kurşunun, zararı büyüktür. Kandaki hemoglobin üretimine zarar verdiği gibi, böbrek ve kalbe de etki edebilir. En önemli tahribat, beyin ve omurilik sinir sisteminde ortaya çıkar. Şişmeler hasıl olur. Zehirlenmenin belirtileri, kansızlık ve sinirlilik olarak görülür. Kurşun seviyesi yüksek kimselerde bu hastalık ölüme sebep olabileceği gibi, tedavi sonucu kurtulsa bile, kalıcı beyin tahribatları meydana gelir.

Tedâvi, kurşunun zehir olamayan bir şekle getirilmesi ve idrarla atılmasının sağlanmasıyla yapılır. Bu tür tedâvi zor olup, birkaç ay sürebilir. Önemli olan vücutta kurşun seviyesini arttıracak ortamın önlenmesidir.

KURT (Canis lupus)

Alm. Wolf (m), Fr. Loup (m), İng. Wolf. Familyası: Köpekgiller (Canidae). Yaşadığı yerler: Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’nın orman, ova ve bataklık alanlarında. Özellikleri: Köpekten daha iri ve yabanîdir. Gündüz ininde barınır, gece avlanır. Kışın sürüler meydana getirerek avlanırlar. Derisi boz, sarı ve siyahımsı kıllarla kaplıdır. Ömrü: 15-20 yıl. Çeşitleri: Kır kurdu, kızıl kurt, boz kurt vs.

Etçiller (Carnivora) takımının, köpekgiller familyasından, köpeğe benzeyen yırtıcı bir hayvan. Genellikle ıssız bölgelerde yaşar. Ağırlığı 35-50 kg’dır. Bazı Kanada kurtlarının ağırlığı 85-90 kiloya ulaşır. İri bir kurt, 120 cm uzunluğunda, omuz hizasında boyu 90 cm’dir. Ayrıca 50 cm uzunluğuna varan kuyruğu vardır. Bu geniş ve tüylü kuyruk ile soğuk havalarda uykuya yattığı zaman çıplak burnunun ve ayaklarının etrâfını sararak donmaktan korunur. Kuyruğu sarkık, kulakları diktir.

Görme, işitme duyuları keskindir. Gece avlanmaya çıkar. Aç kaldığında insana da saldırır. Köpekten farklı olarak kuyruğu daha uzun, kulakları daha büyük ve dik, postu daha tüylü, boyu daha uzun, dişleri ve çenesi daha iri ve kuvvetlidir. Koyunlara düşmanlığı ile şöhret bulduğundan, insanlar tarafından avlanarak nesli hayli azalmıştır.

Köpekgiller ailesinin en büyük, vahşî üyesidir. Boz kurt (Canis lupus), Amerika’da Arktik Adalarından Meksika’ya kadar, Avrupa veAsya’da özellikle Hindistan ve Çin’in bazı kısımlarında çok bulunur. Postu boz sarı ve siyahımtrak kıllarla kaplıdır. Kızıl kurt (Canis niger), Amerika’da Teksas-Florida arasındaki bölgeye has bir türdür. Boz kurttan daha ufaktır, az çok kır kurduna benzer. Kır kurdu (Canis latrans) ise Kuzey Amerika’da yaşar. Her gece kendine has sesiyle ulur. Postu kürkçülükte değerlidir. Tavşan ve küçük kemirgenleri bol bol avlar. Bu sebepten faydalı sayılabilir. Kurtlar çok değişik şartlarda, karda, buzda, tundralarda, orman ve bozkırlarda yaşayabilirler. Yerin altında 9 metre uzunluğa varan tünellerde yaşadıkları gibi kayalık mağaralarda da barınabilirler. Kurtlarda örnek bir aile yaşayışı vardır. Erkek herhangi bir sebeple eşinden ayrılmadığı müddetçe ömrünün sonuna kadar eşiyle yaşar. Eşlerden biri yaralandığında diğeri ona besin taşıyarak bakar. Dişi ölürse, erkek yavruları besleyerek büyütür. Çiftleşmesi köpekte olduğu gibidir. Çiftleşme esnasında kaçamadıklarından emniyetli yerleri seçerler. Eşleşmeden iki ay (64 gün) kadar sonra gözleri kapalı 4-6 yavru doğar. Genellikle mayıs ayında yavrularlar. Yavrularını mağaralarda, dik yamaçlarda ve dağ eteklerindeki tabiî oyuklarda beslerler. Doğumdan 14 gün sonra yavruların gözleri açılır. Bir iki hafta anne sütü ile beslenen yavrular sütten hemen kesilir. Bu zamanda anne, mîdesindeki yarı sindirilmiş etleri kusmak sûretiyle yavrularını besler. Erkek kurdun avlanıp, mîdesinde yavrularına et getirmesi yavrular büyüyünceye kadar devam eder. Yavrular üç haftadan sonra anne ve babaları ile dışarı çıkıp günlük hayata alışırlar. Dişiler erkeklerden önce gelişir. Dişiler 2, erkekler 3 yaşında erginleşirler. Kurtlar 12 yaşında ihtiyarlamaya başlar, iki sene sonra dişleri iyice kesmez olur. Ömrü en fazla 20 yıldır.

Kışın sürü hâlinde ava çıkan kurtlar öyle pek fazla kalabalık değildir. Bu, normal olarak hepsi aynı ailenin fertlerini içine alan 10-12’yi geçmeyen bir topluluktur. Belli avlanma sahalarında dolaşan kurtlar, geyik, dağ koyunu gibi hayvanları avlarlar. Açlığa çok dayanıklı olup, aç kalınca karpuz, böğürtlen gibi nebâtî besinler de yerler. Kurt yiyecek bulduğu zaman ağırlığının beşte biri kadar yiyebilir. Kalanını tekrar yemek için toprağa gömer.

Kurdun uluması çok meşhurdur. Duyulduğu zaman hayvanları bile ürperten, her birinin ayrı mânâsı olan 6 değişik uluması vardır.

Kış aylarında ava çıkacakları zaman sürüden biri uzun uzun ulur. Bunu tâkiben hepsi birden ulumaya başlar. Bu birlikteki uluma kurt sürüsünde birliği, beraberliği ve bir heyecanı hasıl eder. Ava çıkan sürünün önünde en güçlü ve en iri olan reis bulunur. Karda sürüye yol açar ve bir avla karşılaştıklarında ava önce kendisi saldırarak, diğerlerini cesaretlendirir. Zayıf ve cılızlar sürünün son saflarında yer alır. Kışın insana saldırmaktan bile çekinmezler. İnsan soğukkanlılıkla kurtlara karşı koyarak birini yaralarsa hepsi üzerine saldırarak yaralı kurdu parçalayarak yerler. Hatta saldırıya uğrayan kişi ağaca çıkarak, parmağını kesip kanını ağaç dibindeki kurtlardan birinin üzerine damlatabilirse sürü o kurda saldırır. Böylece insana saldırmaktan vazgeçerler. İlkbahar ve yaz aylarında sürü dağılır. Yalnız veya 2-3 bireylik grup hâlinde avlanmaya başlarlar.

Kurdun koyuna saldırışı ekseri sabah vaktinde olur. Köpeğin yorulup uyumasını bekler. Avlanma sahalarını kaya, oyuk ve çalılıklara bıraktıkları idrarları ile, sınırlarlar. Yabancı bir kurt koku vasıtası ile yabancı bir sahaya girdiğini anlar. Bölge kurtları uluyarak yabancıyı ikaz ederler.

Kurt postundan kürk, eldiven ve davul zarı yapılır. Dişi kurtların insan yavrularını da besledikleri hikâye edilmektedir. Roma şehrinin kurucusu Romüs ve Romülüs’ün dişi bir kurt tarafından beslendiği rivayet edilmektedir. Boz kurt, kahramanlık ve cesaret sembolü olarak Ergenekon, Oğuz ve diğer Türk destanlarına geçmiştir. Hunların, Uygurların bayraklarında boz kurt (bozkurt) resmi vardı. Eski Türk bayraklarının sopalarının ucunda, kılıç kabzalarında tunçtan, bakırdan veya altından kurt başları bulunurdu.

KURTBOĞAN (Aconitum)

Alm. Eisenhut, Sturmhut (m), Fr. Aconit, İng. Aconite. Familyası: Düğünçiçeğigiller (Ranunculaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kuzey ve Doğu Anadolu.

Yaprakları elsi, çiçekleri tek simetri gösteren, taç yaprağının biri mihver şeklinde olan, etli ve kalın köklü, çok yıllık otsu ve zehirli bir bitki. Kaplanboğan olarak da bilinir. Memleketimizde dört türü bulunmaktadır.

Kutul kurtboğanı (A. nasutum): 90-100 cm boyundadır. Çiçekleri mor renkli, üst taç yaprağı külah şeklindedir. Trabzon, Çoruh ve Erzurum çevresinde yaygındır. Dere kenarı ve çalılıklarda yetişir.

Doğu kurtboğanı(A. orientale): 1-2 m boyunda, taban yaprakları büyük ve parçalara ayrılmıştır. Çiçekler salkım durumunda, kirli sarı renklidir. Rize, Çoruh, Kars çevresinde yaygındır.

Trabzon kurtboğanı(A. ponticum): Çiçek rengi, kirli menekşe rengindedir. Doğu kurtboğanından sadece bu farkı ile ayrılır.

Van kurtboğanı (A. cochleare): 60-100 cm boyunda, yaprakları parçalı, gövde üzerindekiler sapsızdır. Çiçekler mor renkli, sık ve kısa tüylüdür. Van çevresinde yaygındır.

Kullanıldığı yerler: Köklerinde akonitin alkaloidi vardır. Akonitin çok kuvvetli bir zehirdir. Birkaç miligramı öldürücüdür. Dört mgr’ı insanı öldürebilir. Bundan dolayı daha çok dıştan kas ve mafsal romatizma ağrılarına karşı kullanılır.

KURTOĞLU MUSLİHİDDİN REİS

Ünlü Türk denizcisi. Babası, Anadolu kıyılarından Kuzey Afrika’ya göç ederek yerleşen ve denizcilikle uğraşan Kurt Begdir. Küçüklüğünden îtibâren diğer üç kardeşi ile birlikte babasının yanında denizciliğe başlamış, levendlikte pişmiş ve tecrübe kazanmıştır. İki kardeşi, Hıristiyanlarla yapılan çarpışmalarda şehid oldu. Biri de Rodos şövalyelerine esir düşüp, zindana atıldı. Dînine olan bağlılığı, kardeşini esâretten kurtarma arzusu, cesâreti, zekâsı, atılganlığı ve gemicilikteki kâbiliyeti onu kısa zamanda Akdeniz’de şöhrete kavuşturdu. Her geçen gün kuvvetinin artması, devamlı bir deniz üssü ihtiyâcını ortaya çıkardı. Bunun üzerine otuz gemi ve altı bin gemici ile Tunus Sultanına mürâcaat ederek ondan, Bizerte limanını üs olarak istedi. Bizerte limanının coğrafî durumu, İspanya ve İtalya kıyılarına yapılacak çıkartmalar için çok müsâitti. Bu limanın verilmesi ile üsse kavuşan Kurtoğlu, emrindeki gemilerle çıktığı deniz seferlerinde zaferden zafere koştu.

1516 yılında Hızır, Pîrî ve Kurtoğlu reislerin birleşmesi ile meydana gelen donanma Hızır Reisin emrinde denize açıldı. Bütün bölgeyi tarayan donanma; buğday, çuha ve savaş malzemesi yüklü bulunan gemileri zaptetti. Bu zaferlerinden sonra aynı yıl Mısır’a sefer hazırlığı yapan Yavuz Sultan Selîm Han (1512-1520) Kapucubaşısını Bizerte’ye göndererek Kurtoğlu’nu Osmanlı Devleti hizmetine dâvet etti. Yavuz Sultan Selîm Hanın dâvetine hemen uymak isteği, Fransa donanmasının Akdeniz’e açılmasıyla, gecikti. Bizerte Kalesine çekilerek Fransızlarla karşı müdafaada bulunan Kurtoğlu onları perişan ederek, bozguna uğrattı. Elde ettiği altı Fransız gemisini donatarak Osmanlı emrine girmek için hemen hareket etti. Kurtoğlu  Mısır Seferine (1516-1518) çıkan Osmanlı donanmasına ancak Eylül ayında katılabildi. Osmanlı donanması elde ettiği ganîmetlerle İstanbul’a hareket edince Mısır sularının güvenliği ve koruması, Kurtoğlu’na bırakıldı. Nil Nehri ağzı ile limanların sıkı kontrolü, Mısır Hükümdarı Tomanbay’ın (1517) denizden kaçmasına imkân vermedi. Tomanbay’ın teslim olmasından sonra Mısır Fâtihi Yavuz Sultan Selîm Han, kendisini ordu karargâhına çağırdı. Sultanla görüştükten sonra gemisi ile Nil’de berâberce seyâhat yaptılar.

Osmanlı donanma birliklerinin Mısır Seferinden dönmesinden sonra Mısır kıyılarının korunması kendisine verilen Kurtoğlu, İskenderiye limanına yerleşti. Donanması ile sık sık denize açılarak emniyet görevini başarı ile yerine getirdi. Yavuz Sultan Selim Hanın vefâtından sonra İskenderiye’den ayrılarak tekrar Akdeniz’e açıldı ve İslâm düşmanlarıyla mücâdeleye başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, (1520-1566) 1521’de Belgrat’tan zaferle dönünce, Türk gemilerine rahat vermeyen Rodos şövalyelerinin işini kökten halletmeyi düşündü. Sefer hazırlıklarına başlayıp, Rodos’u almaya karar verdi. Sevdiği, üstün vasıflara sâhip Kurtoğlu’nu da Osmanlı donanmasının başına getirdi. 1522 Rodos Seferinde başarılı hizmetlerde bulundu. Adanın zaptı ile, Ege Denizi ve Akdeniz tamâmen Osmanlıların kontrolüne girdi. Kurtoğlu, fetihten sonra Rodos sancakbeyliğine tâyin olundu. Akdeniz ve Hind Okyanusunda şerefle Türk bayrağını dalgalandırdı.

Kurtoğlu Muslihiddîn Reis’in oğlu Kurtoğlu Hızır Reis de Hind, Süveyş ve Mısır kaptanlıkları ünvânıyla Osmanlı Devletinde önemli hizmetlerde bulundu. İkinci Selîm Hanın Açe Müslümanlarını Portekizlilere karşı korumak üzere gönderdiği asker ve malzemeyi bu ülkeye götürdü.

Hayat ve savaş hâtıralarını yazdıramayan Kurtoğlu’nun gazâları ve hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Bununla berâber, hakkındaki yazılanlar hâlâ zevkle ve heyecanla okunmaktadır. Ölüm târihi bilinmemektedir.

KURTUBA CÂMİİ

İspanya’da Müslüman Endülüs Emevî Devleti zamanında yapılan muhteşem câmi. Müslümanlar, Tarık bin Ziyad kumandasında 711 yılındaİspanya’ya geçip, buraları zaptettiler. Kurtuba (Cordoba) şehrini kendilerine başşehir yaptılar. Yarı vahşî bir görünüşü olan bu şehri, tam bir medeniyet merkezi hâline getirdiler. Büyük bir saray, hastâneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında bir de büyük câmi’a (üniversite) kurdular. Avrupa’da ilk kurulan üniversite budur. O zamanlara kadar Avrupalılar çok geride kalmışlardı. Müslümanlar onlara ilim, tıp öğrettiler ve hocalık yaptılar.

Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdurrahman, Kurtuba’da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdat’ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişamlı olmasını istiyordu. Kurtuba’da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir Hıristiyanın idi. Bu adam arsası için çok para istedi. Âdil bir hükümdar olan Birinci Abdurrahman, isterse orayı zorla alabilirdi. Katiyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar bu para ile kendilerine üç küçük kilise yaptılar. Câminin yapılmasına 785 senesinde başlandı. Abdurrahman, günde birkaç saat yapı alanına gidiyor, bizzat kendisi bir amele gibi çalışıyordu. Yapı malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan’ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımları için doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak’tan ve Suriye’den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fil-dişi bu arâziye yığıldı. Her şey çok güzel ve her şey çok boldu. Câmi ihtişamlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeye başladı. Birinci Abdurrahman’ın ömrü, câmiin bittiğini görmeye yetmedi. 787 senesinde öldü. Ondan sonra hükümdâr olan oğlu Hişam ve torunu Elhakem câminin tamamlanmasına gayret ettiler. Câmi on senede tamamlandı. Fakat, bundan sonra, her sene bir parça ilâve edilerek en son şeklini 990 yılında yâni ancak 205 sene sonra aldı. İkinci Elhakem 976’da câmiye altından bir minber yaptırdı. İşte, böylelikle bu câmi pek muazzam pek haşmetli ve son derece de güzel bir eser olarak ortaya çıktı. Câmi 120x120 m boyutunda, bir kare şeklinde idi. Karenin iki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu kolların uzunluğu 135 metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kol, binanın esas gövdesinden çıkan kısımları arasında, bir açık avlu meydana getirmişti. Câminin içinde her biri 10 m yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyânın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütun tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça meydana getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bir sütun ormanında kayboluyordu.

Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayran kalıyordu. Câmiye giren herkes âdeta büyüleniyordu. Bu kadar güzellik o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.

Câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde özel portakallıklar kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında bahçeler, havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslümanların abdest alabilmesi için pekçok şadırvan yapılmıştı. Zemini en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişti. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Duvar ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmeyecek gibi görünüyordu. Geceleyin binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu. 1632 senesinde Mısır’da vefat eden meşhur tarihçi Ahmed El-Makkarî, Nehf-ut-Tîb min-Gasni Endülüs-ir-Ratib adlı kitabında, câmiden bahsederken, onu aydınlatan lamba ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin, Ramazan ve bayramlarda ise, hepsinin yandığını, lamba ve kandillerin yanması için, senede 24.000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca câmiye güzel koku vermek için, her sene 120 okka amber ve ödağacı yakıldığını yazmaktadır.

Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Hıristiyanlar, 1492’de Endülüs Devletini mahv edip Kurtuba’ya girince, ilk iş olarak, bu câmiye saldırdılar. Câmiye sığınan Müslümanları merhametsizce boğazladılar. O kadar ki, câminin kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra, altın minberi parçalayarak aralarında taksim ettiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaştılar. Minberde saklanan ve hazret-i Osman’ın yazdığı Kur’ân-ı kerîm’in bir eşi olan inci ve zümrütle işlenmiş nefis Mushafı ayaklarının altına alarak çiğnediler. Böylece, bu iki eşsiz eser (mushaf ve minber) tahrib ve imha edildi. Vahşî İspanyollar, bütün Müslüman ve Yahûdîleri kılıç tehdidi ile zorla Hıristiyan yaptılar. Dînini değiştirmek istemeyenleri, hemen öldürdüler. Ellerinden kaçabilen Yahûdîler, Türkiye’ye sığındılar. Bugün Türkiye’de bulunan Yahûdîler, bunların torunlarıdır. Halbuki, Müslümanlar, ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine katiyen mâni olmamıştı.

Hıristiyan İspanyollar görülmemiş bir vahşet ile Müslüman ve Yahûdîleri yok ettikten sonra, bu şahaser câmiyi yıkmağa başladılar. Önce minarelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağmaladılar. Bunların yerine âdi taştan yapılmış, güyâ melek şeklinde çirkin başlıklar koydular. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdi taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmağa çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları âdi kireçle badana ettiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerceydi. Câminin içinde büyük bir mermer yığını hâlinde serilmiş, kalmıştı. Yirmi kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı. Nihayet, en son bir vahşet eseri olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise koymaya karar verdiler. Bunun için, o zaman, İspanya ve Almanya İmparatoru olan Beşinci Karlos’tan (1500-1556) izin istediler. Karlos (Charles Quint), bu teklifi evvela reddetti. Fakat, fanatik kardinaller onu mütemâdiyen sıkıştırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfûzu olan kardinal Alonso Maurique vardı. Bu kardinal, aynı zamanda papayı da bu iş için kandırmış ve papanın da câminin kiliseye çevrilmesini arzu ettiğini gören Charles Quin, bu işe muvafakat etmek zorunda kalmıştı. Böylece, câminin ortasına bir kilise yapılmasına karar verildi. Kilise yapmak için birçok sütun daha yıkıldı ve câmide kalan sütun sayısı 812’ye düştü. Yâni, en azından 400 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 m boyutunda çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtuba’ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü; “Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyâda bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrib edeceğinizi bilseydim, size müsâde etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdi bir binâdan ibârettir. Halbuki, bu haşmetli câminin bir eşini yapmak mümkün değildir.” dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harâb olmasına rağmen, İslâm mîmârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayran kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar. Yukarıdaki yazı 1894 yılında Almanya’da Würzburg şehrinde yayınlanmış olan “Spanien= İspanya” adlı eserden alınmıştır. Bu eser Prens Salvator, Prof. Graus, Teolog Kirchberger, Baron Von Bibra, Bayan Theelfall tarafından hazırlanmıştır.

Kurtuba’daki câminin adı bugün “La Mezquita Kilisesi”dir. Bu kelime “Mescid” isminden gelmektedir. Yâni, hâlâ bu binâ mescid ismini taşımakta, onu ziyâret edenler, bir kilise değil, İslâm medeniyetinin büyük ve haşmetli bir eseri olarak görmektedir.

Netice olarak şu denebilir ki; Fâtih Sultan Mehmed Hanın Ayasofya’ya muhteşem girişleri ile, İspanyolların Kurtuba Câmiine zâlimâne girişleri dünyâ âleminin ibretle hatırlayacağı misallerden olmalıdır.