KUMAŞ
Alm. Stoff (m), Tuch (n), Fr. Etoffe (f), İng. tissue; fabric, material; cloth; texture. Elbise yapımında veya döşemecilikte kullanılan ipek, yün, keten vb. dokumaların genel adı. Kumaşı ilk olarak Âdem aleyhisselâm kullandı. Hazret-i Âdem yeryüzüne indirildiğinde Allahü teâlâ Cennet’ten ona birer çift koyun, keçi, öküz ve deve gönderdi. Bunlardan birini boğazlamalarını ve yününden hazret-i Havva’nın eğirmesini, bunu dokuyarak kendisine hırka, hanımına gömlek yapmasını emretti. O zamandan beri insanların örtünme ihtiyaçlarını karşılamak için kumaş yapmak ve kullanılır hâle getirmek başlıbaşına bir meslek ve zenaat oldu.
Kumaşın yapımında kullanılan ipliğin ham maddesi üç yoldan elde edilir: 1) Hayvanlardan yün, ipek; 2) Bitkilerden pamuk, keten vs; 3) Sentetik olanlar ki tahta selülozünden royan; kömür ve petrolden naylon, tergal, krylon.
Uzun yıllar elle dokunan kumaşlar makinanın keşfi ile fabrikalarda seri halde îmâl edilmeye başlandı. Günümüzde tekstil sanayi başlı başına bir sanat dalı hâlindedir. Tabiî ve sun’î hammaddelerden istifade edilerek yapılan kumaşların çeşidi pek çoktur.
Üretiminde kullanılan tekniğe göre üç çeşit kumaş vardır:
Dokuma kumaş: Uzunlamasına çözgü ipliği ile, bunların arasından geçen atkı ipliğinin dokunmasıyla elde edilir.
Dokunmamış kumaş: Genellikle mekanik ve kimyasal işlemlerin sonucunda gelişigüzel veya tabakalandırılmış liflerin birbirine kenetlenmesiyle elde edilir. Mekanik usulle ucu kanca şeklinde kırılmış iğnelerle liflerin birbirine dolanması sağlanır. Bâzı liflerin basınç ve sıcaklık etkisiyle keçeleşme özelliğinden istifâde edilerek elde edilen keçe ise dokunmamış kumaş cinsindedir.
Örgü kumaşlar: Bir tek bobinden gelen iplik üstüne ileri geri hareketle ilmik atılması veya örgü makinalarında olduğu gibi birçok ipliğin bitişik dizideki ipliklerle bir ilmikle tutturulması yoluyla elde edilir.
Dokuma kumaşlar, yapı olarak atkı adı verilen bir sıra ipliğin, çözgü adı verilen ikinci bir iplik sırasının altından ve üstünden geçmesiyle elde edilir. Yalın dokuma adı verilen dokumalarda atkı ipliğiyle çözgü ipliği birbiriyle dik açı yapacak şekilde dokunurlar.
Kumaş örgü desenlerinde en küçük birime “armür” adı verilir. Başlıca üç çeşit armür vardır: Bez ayağı, serj veya dimu, saten.
Bez ayağı; atkı ipliğinin çözgü ipliklerinin bir altından, bir üstünden geçirilmesiyle elde edilir. Bez ayağı, “hasır örgü” veya “tafta” olarak da adlandırılır.
Serj veya dimi, atkı ipliklerinin, her çözgü ipliğinin altından veya üstünden geçmesiyle meydana gelir. Bu örgünün diğerlerinden farkı, her atkı ipliğinin geçişinde, bu ipliğin bir öncekine göre sağa veya sola ipliğin kaymasındandır. Buna “diyogonol desen” de denir. Diyogonol desenler kumaşın altında üstünde görülür.
Atkı ile çözgü ipliklerinin birbirlerinin altından ve üstünden geçirilmesi sırasında yapılan belirli değişikliklerle düz ve fitilli kadife ile halı gibi dokumalar elde edilir. Çizgili, damalı ve desenli dokumalar, iki veya daha çok doku çeşidinin, dokumanın tamamında bir araya getirilmesiyle elde edilir. Bunlardan en tanınmışı olan balıksırtı desende S ve Z diyogonallar arka arkaya gelir. Zemin yapısına ilâve edilen ipliklerin düzenlemesiyle istenilen desenler teşekkül ettirilir.
Dokumalarda renk: Atkı ve çözgü iplikleri boyunca çeşitli renklerin kullanılmasıyla değişik tipte desenler elde etmek mümkündür. Renkli iplik grupları büyükse, renkli çizgiler ve damalar ortaya çıkar (Ekose kumaşlarda olduğu gibi). İplik grupları küçükse, dokuma renk görüntüsü belirgin özellikte olmadığı için, atkı ve çözgü ipliklerini meydana getirdiği çok sayıda desenin teşekkül ettiği bir dokuma görüntüsü ortaya çıkmış olur.
Kumaşlarda desen: Günümüzde desen basma, metal yüzeylere desen oyulmuş merdanelerle yapılır. Bu baskı çeşidinde desen merdanesi, büyükçe bir döner silindir üstünden geçen kumaşa deseni basar. Desendeki her renk için ayrı bir merdane kullanılır. Her renk için bir merdanenin lüzumlu olması bu çeşit baskının pahalıya mâl olmasına sebebiyet verdiğinden bu tür usul, yalnızca binlerce metreden meydana gelen sürekli basma işlemlerinde kullanılır.
Serigrafi: Serigrafide, dikdörtgen bir çerçeveye gerilmiş kare gözenekli bir kumaş üstüne fotokimyasal usulle geliştirilmiş bir şablon kullanılır. Bu usulde çerçeve kumaşın üstüne yerleştirilir ve boya bir lastik tarak vâsıtasıyla yayılarak deliklerden kumaşa geçirilir. Bu çeşit renk verme yalnızca özel baskılar için kullanılır. Elle yapılan bu renk verme işleminde, kumaş bir masaya yayılır. Her renk için ayrı bir çerçeve, masa boyunca hareket ettirilir ve desen basılır. Serigrafide sürekli desenlerin basılması istenilen iyi bir sonucu vermez. Bu sebeple serigrafiden daha süratli olan mekanik sistemli merdaneyle baskı daha süratli olduğu için serigrafiye tercih edilir. Bu usulde, kumaş, daha kısa bir masada, sonsuz bir kayış çevresinde döndürülür. Çerçeveler yukarıdan kumaşa bastırılıp kaldırılır ve kumaşa yeni bir rengin basılması için kayış hareket ettirilir.
Çıkartma baskı: Kumaşa desen basmada en son yenilik çıkartma baskıdır. Kâğıt merdaneyle baskıda kusursuz bir baskı elde edilir. Bu usulde 200°C’ye kadar ısıtılarak gaz hâline gelmiş olan boyayla, kâğıda desen basılır. Bir sıcak pres içinden kumaşla birlikte desen basılı kâğıt geçirilir. Kâğıttaki desen pres vâsıtasıyla kumaşa geçer. Bu çeşit baskı, boyayı soğutmayan ince kumaşlarda iyi sonuç vermektedir.
Alm. Schublehre, Messkluppe (f), Fr. Compas (m), İng. Callipers. 0,02 mm hassasiyetle uzunluk ölçebilen sürgülü cetvel. Yalnız cetvellerden farklı olarak 1/10, 1/20 veya 1/50 hassasiyetinde okuma imkânı verir. Kullanma maksadına göre değişik büyüklük ve şekillerde yapılırlar.
Sürgülü kumpaslar genellikle; uzunluk ölçülerinin alınmasında, dış ve iç çapların ölçülmesinde ve derinlik ölçümünde kullanılırlar.
Sürgülü kumpaslar metrik ve inç sistemlerine göre yapılırlar. Bir mm’lik iki çizgi arasına rastlayan ölçüleri verniyer denilen bir bölüm ilave edilerek 1/10, 1/20, 1/50 mm hassâsiyetinde ölçme imkânı sağlanmıştır. Verniyer, sürmeli kumpasın yardımcı bir ölçü cetvelidir ve esas ölçü bölümlerinden daha küçük değerlerin okunmasını sağlar.
1/10 hassâsiyetindeki kumpas verniyerinin meydana gelişi şöyledir: Esas ölçü cetvelindeki 9 mm’lik aralık verniyerde 10 eşit parçaya bölünmüştür. Burada verniyerin 10 bölümü olduğu ve toplam boydan 1 mm kısaldığı için her verniyer bölümü esas bölümlerden 1/10 mm kısalmış olur. Buna göre bir verniyer bölümü 1-1/10=0.9 mm eder. Verniyerin sıfır çizgisinden sonraki çizgisi ile cetvelin sıfırdan sonraki çizgisi arasında 1-0.9=0.1 mm’lik bir aralık kalır.
Verniyerin 10. çizgisi, cetvelin 9. çizgisinin karşısına gelir. Buna göre verniyerin sıfır çizgisinden sonraki birinci çizgisi 0.1 mm, 2. çizgisi 0.2 mm, 0.3-0.4-0.5-0.6-0.7-0.8-0.9-1 mm diye ilerlemekte ve böylece de mm’nin 1/10’u okunabilmektedir.
Okuma kolaylığı sağlamak maksadıyla vernier bölümünün üzerine göstergeli bir saat eklenerek saatli kumpaslar da yapılmıştır. Son yıllarda bilgisayar tekniği kumpaslara da intikal etmiş olup, Digital kumpaslar da yapılarak piyasaya sürülmüştür. İç çap ve dış çap ölçen kumpasların yanında derinlik kumpasları ve mihengir denilen yükseklik ölçen kumpaslar da mevcuttur.
Alm. Taube, Fr. Tourterelle, İng. Dove. Familyası: Kumrugiller (Peristeridae). Yaşadığı yerler: Bahçelerde, ormanlarda, evlerin yakınında. Özellikleri: Güvercinden daha küçük, ötücü bir kuş. Eşler birbirlerine çok düşkündür. Tâne ile beslenir. Çeşitleri: Küçük kumru, gülen kumru, orman kumrusu, en çok bilinenlerdir.
Güvercinler (Columbae) alt takımının kumrugiller familyasından, park, bahçe ve ufak koruluklarda çiftler hâlinde yaşayan güvercine benzer güzel ötücü bir kuş. Genellikle kahverengi tüylüdür. Şeklen güvercine benzemekle beraber, ondan daha küçük ve zarif yapılıdırlar.
Eşlerine bağlılığı ile meşhurdur. Eşlerden biri ölecek olursa, kalan eş ömür boyu başkasıyla eşleşmez. Etini yememek daha iyidir. Bir lokma et için, eşinin ömür boyu mutsuz olmasına sebep olunmuş olur. Dal parçalarından basit bir yuva yaparlar. Senede iki yumurta yumurtlarlar. Yavrular, yumurtadan çıktıktan 18 gün sonra uçarlar. Göçmen ve kalıcı olanları vardır.
Küçük kumru (Streptopelia senegalensis) 26 cm boyundadır. Çoğunlukla Trakya bölgesinde ve İstanbul civarında yaşarlar. İnsanlardan kaçmazlar. Yerli ve gezici kuşlardandır. Türk kumrusu (S. decaocta) veya diğer adıyla “gülen kumru”. Mavimsi külrenginde olup baş ve boynu tarçın rengindedir. 28 cm boyundadır. Anadolu ve Trakya bölgelerinde boldur. Parklarda, kasaba ve köy bahçelerinde bulunur. Bâzı yerlerde “Yusufçuk” adı ile anılır. Halk tarafından çok sevildiğinden korunmaktadır.
Orman kumrusu (S turtur) Güney Avrupa’da bol olup, kışı Afrika’da geçirir. Evcil kumru (S. risoria) beyaz renklidir. Çoğunlukla güvercin diye bilinir.
Alm. Biber (m), Fr. Castor (m), İng. Beaver. Familyası: Kunduzgiller (Castoridae). Yaşadığı yerler: Kuzey yarımkürede, akarsu kenarlarında. Özellikleri: Kamburumsu vücutlu, geniş yassı kuyruklu. Su içinde kulübe ve bentler yapar. Ağaçları kemirerek devirir. Ağaç kabuklarını yer, soyulmuş dalları çamurla sıvayarak bent ve yuva yapar. Arka ayakları perdeli olduğundan iyi yüzücüdür. Postu için avlanır. Ömrü: 20-30 yıl. Çeşitleri: Avrupa (Castor fiber) ve Amerika (Castor Canadensis) kunduzları olmak üzere iki türü bilinir.
Kuzey yarımkürenin orman kenarlarındaki akarsularında yaşayan kürklü, kemirici bir memeli. Toplum hayâtı yaşar. Mühendislik özelliğiyle tanınır. Şişman, kamburumsu görünüşlü, yuvarlak başlı, kısa kulaklıdır. Kuyruk hâriç ortalama 70 cm boyunda ve 30 kg ağırlığındadır. 50 kg gelenleri vardır. Geniş ve yassı kuyruğu 40 cm uzunlukta olup, pullu bir deriyle kaplıdır. Yüzerken dümen vazîfesi görür. Tehlike durumunda suya çarparak çıkardığı seslerle arkadaşlarını uyarır. Karada ağaçları kemirirken ayağa kalkmak için destek olarak kullanır. Bent ve yuva yaparken çamur ve toprağı sıkıştırmak ve düzlemek için duvarcı malası gibi kullanır. Post tüyleri iki katlıdır. Üsttekiler gâyet sert olup dikensizdir. Alttakiler ise ince ve sık tüylüdür. Aralarından su geçmez. Makbul olan bunlardır. Üsttekiler kürkçüler tarafından yolunur. Çoğunun postu kestâne renginde ise de siyah, sarı ve beyaz tonlusu da vardır. Ayakları beş parmaklıdır. Ön ayaklar küçük ve perdesizdir. Toprağı eşmeğe ve malzeme tutmaya yarar. Daha büyük olan arka ayakları tamâmen perdelidir. Bunları yüzerken kürek gibi kullanır. Arka ayağının ikinci parmağı yarık olup, kuş gagasına benzer iki tırnağı vardır. Bunlarla ıslak tüylerini tarar. Kunduz kolonileri genellikle ormanlık bölgelerde ağır akan ve zemini gözüken su kenarlarında yaşarlar. Sert odunlu ağaçların kabuklarını kemirerek beslenirler. Kök ve yaprak da yerler. Akça, ıhlamur ve huş ağacı kabuklarını severler. Kozalaklı ağaç kabuklarını aslâ yemezler. Kozalaklı ve ağaçsız bölgelerde rastlanmazlar.
Eskiden Asya’nın kuzey memleketlerinde, Kanada’da ve Avrupa’nın Tuna gibi büyük nehir kıyılarında bol bulunurdu. Britanya Adalarında nesilleri tükenmek üzeredir. Avrupalılar Kuzey Amerika’ya ilk ayak bastıklarında kunduzlar, hemen hemen bütün orman nehirlerinde bulunurdu. Kolay avlandıklarından nesilleri azaldı. Bugün Don ve Elbe nehirlerinin bâzı yerlerinde, Polonya ve Rusya’nın hızlı akarsularında nesilleri korunmaya çalışılmaktadır.
Kunduzlar hârika su mîmarlarıdır. Dünyânın en güzel yuva yapım ustalarıdır. Kubbemsi yuvalarını göl ve nehirlerde yaparlar. Evlerini yapmadan önce nehirlerin önüne barajlar kurarak sun’î göller meydana getirirler. Kış gelmeden önce yuvaların bitmesi için, kunduz âileleri birbirlerine yardım ederler. Keskin dişleriyle ağaçları kemirerek devirir, bent ve yuva yapımında kullanırlar. Bir baraj için tonlarca kütük harcarlar. Aralarına ağır taşlar yerleştirerek balçıkla sıvayarak birbirine tuttururlar. Balçığı kuvvetlendirmek için yaprak ve otla karıştırırlar. Sıkıştırmak ve düzeltmek için de geniş ve yassı kuyruklarını duvarcı malası gibi kullanırlar. Suyun basıncını yenmesi ve yıkılma olmaması için barajın alt tarafı geniş, üst tarafı dar yapılır. Yaptıkları bentlerin uzunluğu 15 m’den 300 m’ye kadar olabilir. Suyun akışının sağlanması için üstten bir miktar açıklık bırakılır.
Kubbemsi yuvalarının dış atmosfere karşı kapısı yoktur. Giriş su altından iki kanaldan gerçekleşir. Kunduz, yuvasından nehrin içine açılan iki toprak altı kanalı kazar. Birincisi genel giriş kapısı, ikincisi emniyet kapısıdır. İkinci kanal daha derinden kazılmış olup ilk girişin daha aşağısından nehre açılır. Böylece kunduzlar göl donduğu zaman bile emniyet içinde gidip gelebilirler. Yuvalarının yüksekliği su seviyesinden 3 metre kadar yukarı olabilir. Genişlikleri ise 2-7 metreyi bulur. Dışarıdan bakıldığında kubbe, ağaç yığıntısından ibârettir. Kubbe, dal ve otlar karışık çamurla sıvandığından son derece dayanıklıdır. Ancak sıvanmamış olarak bırakılan küçük bir kısım havalandırmayı sağlar. Sert dallarla örülmüş hava bacasından yuvaya avcı bir hayvanın girmesi mümkün değildir. Yuvada iki veya daha fazla odacık vardır.
İçleri kuru ağaç kabuğu ve yapraklardan yapılmış yataklarla döşenmiştir. Amerikan kunduzları iki katlı kulübeler yaparlar. Avrupa kunduzları böyle mükemmel yuvalar yapamadıklarından ayrı bir tür olarak kabûl edilirler.
Kunduzlar, suyun akış istikâmetine göre dâimâ yuvanın alt tarafına barajlar yaparlar. Böylece yaz mevsiminde su seviyesini sâbit tutmuş olurlar. Böyle barajlar yapmasalardı, yazın su seviyesi düştüğünden yuvalarına giden su altı kanalları ortaya çıkardı.
Yazın karaya çıkarak kök, su bitkileri ve ağaç kabuklarıyla beslenir, bir kısmını da kış için depo ederler. Suyun son seviyesinin altında kışlık depoları vardır. Kemirdikleri ağaçların kabuklarını yer, çıplak kısımlarıyla bent ve yuvalar yaparlar.
Kunduzlar genellikle gece faâliyet gösteren hayvanlardır. Gündüz yuvalarının yakınına taşıdıkları ağaçların kabuklarını yerler. 10 cm kalınlıktaki bir ağacı 15 dakikada kemirip devirebilirler. Bâzan 1,5 m’den kalın ağaçları da devirirler. Keskin ön dişleri 10-12 cm uzunluğundadır. Kızılderililer bunları bıçak olarak kullanırlardı. Gece, ağaçları kemirirken âile kolonisinin bir tânesi nöbetçi olarak etrâfı gözler. Ağaç çatırdamaya başlayınca kemirmeyi bırakarak uzaklaşırlar. Devrilmediği takdirde bir miktar daha kemirirler. Ağaç büyük bir gürültüyle devrilmeye başlayınca hepsi suya dalarak etrâfı dikkatle dinlerler. Gürültüye dâvetsiz misâfirler gelmediği takdirde ağacı parçalara ayırarak yuva yakınlarına götürürler. Kışın tâze ağaç köklerine ulaşabilmek için bâzan 3-5 m içlere kadar kanallar kazarlar. Bu kanallarda dikkat edilen husus, içlerinde suyun devamlı bulunmasıdır. Bunun için kanallar su seviyesinin altından kazılır. Su altında yüzerken burun ve kulaklarının kapaklarını kaparlar. Ağzında dal parçası taşırken gevşek dudaklarını ön dişlerinin arkasına çekerek ağızlarını sıkıca kaparlar. İyi yüzer ve su altında 15 dakika kalabilirler.
Erkek yalnız bir dişiyle yaşar. Ocak veya şubatta su altında veya su kenarlarında eşleşirler. Doğum 100 gün kadar sonra nisan-mayıs aylarında gerçekleşir. Gözleri açık, yumuşak tüylü 2-4 yavru doğar. Yavrular büyüdükçe yuva içinden yeni kanallar açılarak yeni yuvalar yapılır. 2 yaşında erginleşir. 20-30 yıl kadar yaşarlar.
Kunduz kürkü oldukça değerlidir. Halk arasında “samur kürk”ü olarak da bilinir. Kuyruğunun altında “kunduz hayası” denen iki salgı bezi vardır. Castoremin denen salgıları, ilâç ve parfümeride kullanılır. Kunduz bir timsahla karşılaştığında kendini çamura bulayarak gizler. Yaklaşan timsahın açık ağzından hızla içeri dalarak iç organlarını parçalar. Sonra da karnını yararak dışarı çıkar.
Alm. Kung-fu, Fr. Kung-fu, İng. Kung-fu. Uzakdoğu’ya mahsus bir kültürfizik ve mücâdele sporu. Çıplak elle yapılır. Karateye benzemekle beraber sıçrama ve ayak hareketlerine fazla yer vermektedir. “Çin karatesi” veya “Çin savaş sanatı” olarak da anılır.
Kung-fu, günümüze ulaşıncaya kadar Wu-Shu, Chang-Kua Chuan, Shu Aichia, O Kua-Şu gibi isimlerle anılmıştır. Kesin başlangıç târihi bilinmemektedir. Çin’deSonhan Sülâlesi devrinde yaşamış olan operatör Hua Ta (MS. 190-265) bu sporun egzersizlerini numaraladı ve ayı, maymun, kuş, kaplan, geyik gibi hayvan isimleriyle açıkladı. Zaman içinde gelişen bu spor, 170 egzersiz ve 5 stil içinde toplandı. Bu stiller hayvan adlarıyla anılmaktadır.
Kung-fu uzmanları, kaplan stilinin kemikleri kuvvetlendirdiğini, ejderhanın ruhu olgunlaştırdığını, turnanın sinirleri güçlendirdiğini, leoparın üretkenliği arttırdığını, yılan stilinin ise iç enerjiyi geliştirdiğini iddia etmektedir.
Allahü teâlânın en son gönderdiği; emir ve yasaklarını, îmân ve ibâdet bilgilerini, güzel ahlâkı içine alan ilâhî kitap. Edille-i şer’iyyenin ilki, yâni İslâm dînindeki hükümlerin birinci ana kaynağı; semâvî kitapların sonuncusu.
Semâvî kitaplar ikiye ayrılır. Bir kısmı küçük sahifeler hâlindedir. Bunlara “suhuf”; büyüklerine ise “kitap” denir. İnsanlara bildirilen yüz suhuf ve dört kitaptır. Bunlardan on suhuf Âdem, elli suhuf Şîs (Şit), otuz suhuf İdris, on suhuf İbrâhim aleyhimüsselâma indirilmiştir. Tevrat hazret-i Mûsâ’ya, Zebûr hazret-i Dâvûd’a, İncil hazret-i İsâ’ya ve Kur’ân-ı kerîm hazreti Muhammed’e inmiştir.
Kur’ân lügatte “okumak” ve “toplamak” mânâsınadır. Kerim “şerefli, kıymetli” demektir. Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazım, lügate, incileri ipliğe dizmeye denir. Kelimeleri de, inci gibi yanyana dizmeye nazım denilmiştir. Şiirler birer nazımdır. Kur’ân-ı kerîm’in kelimeleri Arabî olup, bunları yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Dizilmiş olan bu kelimeler, âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da, mübârek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile gönderdi. (Bkz. Kırâat)
Kur’ân-ı kerîm vahy-i ilâhîdir. Vahy, fısıldamak, konuşmak mânâlarına gelir. Dînî bir terim olarak, Peygamberlere ilâhî bilgilerin aktarılması, Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını peygamberlerine okumasıdır.” (Bkz. Vahy)
Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimize bir defâda, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzan sûre sûre vahyolundu. Yirmi üç senede tamamlandı. Mekke’de nâzil olan âyet-i kerîmelere Mekkî, Medîne’de nâzil olanlara da Medenî dendi. Diğer semâvî kitap ve suhuflar ise bir defada inmişlerdir.
Peygamber efendimiz kendisine gelen vahyi ezberler ve aslâ unutmazdı. A’lâ sûresinin altıncı ayet-i kerîmesinde meâlen; “Sana (Cebrâil’in öğreteceği üzere Kur’ân’ı) okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın.” buyrulmuştu. Resûlullah efendimiz, kendisine gelen vahyi Eshâb-ı kirâmına okur, onlar da ezberlerdi. Emrinde husûsî vahiy kâtipleri vardı. Gelen vahyi, vahiy kâtiplerine yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Kur’ân-ı kerîm âyetleri, Resûlullah efendimizin sağlığında; derilere, kemiklere, taş parçalarına, hurma kabuklarına yazılıp en emîn yerlerde hürmet ve îtinâ ile muhâfaza edildi.
Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, Levh-i mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhirete teşrif edeceği sene, iki kere gelip, tamâmını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbdan çoğu, Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bâzıları da, bâzı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra, hazret-i Ebû Bekr’in hilâfeti devrinde mürtedlerle yapılan YemâmeHarbinde, yetmişten fazla kurra (hâfız) şehîd düştü. Bu durumdan hazret-i Ömer endişe edip, Kur’ân-ı kerîmin toplanması için halîfe hazret-i Ebû Bekr’e mürâcaat etti. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr’in emriyleZeyd binSâbit başkanlığında büyük bir heyet tarafından Kur’ân-ı kerîm sayfaları bir araya toplandı. Her sûrenin âyetleri, Peygamber efendimizin bildirdiği tertibe göre, bir araya getirildi. Hazret-i Ebû Bekr, bu heyete bütün Kur’ân-ı kerîmi kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece Mushaf (veya Mıshaf) denilen bir kitap meydana geldi. Kur’ân-ı kerîmin bu şekilde toplanıp tertib edilmesine “tevkîfî” dendi. Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın her harfinin tam tamına yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sûreler birbirinden ayrılmamıştı. Üçüncü halîfe hazret-i Osman, hicretin yirmi beşinci senesinde sûreleri birbirinden ayırdı ve sıraya koydu. Altı mushaf daha yazdırıp; Bahreyn, Şam, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medîne’ye gönderildi. Bugün, dünyâda bulunan, bütün mushaflar, hep bu yedi mushaftan çoğaltılmış olup, aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
Kur’ân-ı kerîm’de 114 sûre ve 6236 âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236’dan az veya daha çok olduğu meselâ 6666 âyet olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir.
Hazret-i Osman zamânında istinsah edilerek çoğaltılan mushaflarda hareke ve nokta yoktu. Müslümanlar, nokta ve harekeye muhtaç olmadan bu mushafları kendi tabiî okuyuşlarına göre okudular. Hazret-i Osman devrinden, Emevî halîfesi Abdülmelik bin Mervân, (vefâtı 705/H.86) devrine kadar kırk küsûr sene okumaya devâm ettiler. Ne zaman ki Arap olmayan milletlerin Müslüman olmaları ve dillerinin de başka olması, Kur’ân-ı kerîme nokta ve hareke konması ihtiyâcını hissettirdi. Haccâc bin Yûsuf 714 (H.95), Kur’ân-ı kerîmin yanlış okunmasını önleyecek işâretlerin bulunarak mushaflara konulması husûsunda tedbirler aldı. Kur’ân-ı kerîme ilk harekeyi Ebü’l-Esved ed-Düelî; noktalama işâretlerini de, Yahyâ bin Ya’mer koydu.
Eski mushaflarda âyet sonları iyice belirtilmediği gibi âyet arası vakıf yerleri de işâretli değildi. Baştan başa Kur’ân-ı kerîm âyetleri tarandı ve nerelerde durmak lâzım geldiği tek tek incelenip belirlendi. Mushaf yazan hattâtlar da zamanla âyet-i kerîmeleri birbirinden ayırmak için âyet sonlarına yuvarlak bir dâire veya gül deseni şeklinde muntazam işâretler koydular. Müslümanlara yol göstermek için bu konuda vakıf ve ibtidâ adıyla başlı başına eserler yazıldı. Böylece Müslümanların anlayacağı şekilde îzâh edildi. Altıncı asırda yaşayan Muhammed bin Tayfûr Secâvendî, kırâata dâir çalışmalarıyla meşhur oldu. Vakf ve İbtidâ adlı eserinde, Kur’ân-ı kerîm okurken îcâb eden vakıf ve ibtidaları açıkladı. Fas ve Cezâyir gibi magrib memleketleri hâriç, bütün şark memleketlerindeki Kur’ân-ı kerîm nüshalarında, Secâvendî’nin yolu tâkib edildi. Bugün mushaflarda kullanılan bu işâretlere, Secâvend denmesi bu zatın ismi sebebiyledir.
İslâm âlimlerinin büyüklerinden, Osmanlı Devletinin dokuzuncu şeyhülislâmı Ahmed ibni Kemâl Paşa Kur’ân-ı kerîmin secâvendlerini, yâni duraklarını yazdığı şiirinde şöyle bildirmektedir:
Cim: Câiz geçmek ondan, hem revâ,
Durmak fakat, evlâdır sana!
Ze: Câiz, onda dahî durdular,
Geçmeği, daha iyi gördüler.
Tı: Mutlaka durmak nişanıdır.
Nerde görsen, orda hemen dur!
Sad: Durmakta ruhsat var dediler.
Nefes almaya izin verdiler.
Mim: Lâzım durmak burada elbet,
Geçmede, küfürden korkulur pek!
Lâ: Durulmaz! demektir her yerde,
Durma hiç! Alma hem nefes de!
Bu tertible oku, itmâm et,
Sevâbın cümleye ihsân et!
Ayn: Bu harf, rükû demektir. Ömer Fârûk’un (radıyallahü anh) namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip rükûa eğildiğini gösterir. Ayn işâreti, hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır.
Kur’ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Her şâirin, nazım yapmak kâbiliyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkif’in ve Nâbî’nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyâtçıya, Mehmed Âkif’in, son yazdığı bir şiirini götürüp, bu, Nâbî’nin şiiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca; “Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî Efendinin ve Mehmed Âkif’in şiirlerini iyi bilirim. Bu şiir Nâbî’nin değil, Mehmed Âkif’indir” der. İki Türk şâirinin Türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm hiç bir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir Arab şâiri, bir sayfada, edebî sanat inceliklerini göstererek, bir şey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerine de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur’ân’dan haberi olmayan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve; “Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek” demiştir. Sıra âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde; “Burası hiç bir söze benzemiyor. Mânâ içinde, mânâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok.” demiştir.
Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak îzâh edilebilir, açıklanabilir.
Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını ve esrârını Resûlullah’a sorardı. Resûlullah’ın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini, Eshâbına bildirdiğini İmâm-ı Süyûtî haber vermektedir.
Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmi tefsir eden O’dur. Doğru tefsir kitabı da, O’nun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirâhatlarını fedâ ederek bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsir kitaplarını yazmışlardır. Beydâvî Tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. (Bkz. Tefsir)
Kur’ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınarak yazılmıştır. Kur’ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mânâ veremez. Okuyan kimseler, tercüme edenin bilgi derecesine göre anlamış olduğunu öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın buyurduğunu değil, tercüme edenin bozuk ve yanlış fikirlerine kapılarak ya bozuk îtikat sâhibi olur veya dinden çıkar.
Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanıp 1961’de, neşredilen Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe Meâli adındaki tercümenin önsözünde de diyor ki: “Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve i’câzı hâiz bir kitab, yalnız Türkçeye değil, hiç bir dile hakkıyla çevrilemez. Eski tefsirlerin ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. Kur’ân’ın yalnız mânâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyla vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif mânâlara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli mânâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek mânânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân tercümesi demeye cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi tercüme etmek başka, tercümeyi Kur’ân yerine koymaya kalkışmak başkadır.”
Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki; “Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitabın tam hakkını vererek aynen Türkçeye çevrilmesi mümkün değildir. Bu îtibârla, en isâbetli yol; âyetleri kelime kelime aynen tercüme etmek yerine, Arapça aslından anlaşılan mânâ ve meâli Türkçe ile ifâde yolu olsa gerektir. Kur’ân’ın nazm-ı celîlini, aslındaki i’câz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat, meâl olarak tercümesi mümkündür. Bir dilden başka bir dile yapılan tercümelerde, her iki dilin husûsiyetlerini hakkıyla belirtmeye imkân yoktur. Avrupa’da ilk Kur’ân tercümesi 1141 (H.537)de Lâtinceye yapılmıştır. 1513 (H.919)te İtalyancaya, 1616 (H. 1025)da Almancaya, 1647 (H.1056)de Fransızcaya ve 1648 (H.1057)de İngilizceye tercüme edilmiştir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercümeleri vardır.ÊAncak çeşitli eğilimli kimselerin yaptıkları tercümelerde, pek yanlış hattâ garazkârâne olanlar vardır.”
Kur’ân-ı kerîmin tefsiriyle ilgili bir diğer husus da şudur: Mısır, Irak, Hicâz, Fas Arapçaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, çalışıp, yıllarca dirsek çürütmek lazımdır. Böyle çalışıp anlayan, İslâm âlimlerinin yazdığı tefsirlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıdır. Derme çatma tercümeleri okuyanlar, Kur’ân-ı kerîmi mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ân’dan, İslâmdan soğuyup îmânını kaybedebilir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Benim kitâbım Arabîdir. Muhammed’e (aleyhisselâm), bu Kur’ân’ı Arabî dil ile indirdim.” buyurdu. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve mânâların toplamı Kur’ân’dır. Böyle olmayan kitaplara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitaplara Kur’ân diyen Müslümanlıktan çıkar. Başka dile, hattâ Arabîye çevrilirse, Kur’ân açıklaması denir. Mânâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur’ân olmaz. Hattâ hiç bir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa Kur’ân denmez.
Kur’ân-ı kerîmin, Lâtin harfleri ile yazılmasına da imkân bulunmamaktadır. Çünkü bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı olmadığından, mânâ bozulmaktadır. Okunan, Kur’ân olmayıp, mânâsız veya rastgele mânâlar veren, bir ses yığını olmaktadır.
Geçmişteki ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde mevcud olup, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Peygamber efendimizin en büyük mûcizesidir. İnsanlar, Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söylemekten âciz bırakıldılar. Kur’ân-ı kerîmin belâgatı, fesâhatı insan gücünün üstündedir.
Mevdûât-ül-Ulûm’da diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısımdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemiştir. Kendisini, isimlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden ve onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlayamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emir buyurmuştur. Bu ilimler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren kısas ve dünyâda-âhirette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler yâni ahbâr’dır. Bunlar, ancak Resûlullah’ın bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile, tecrübe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe, Arabî ilimler ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir.”
Kur’ân-ı kerîm, önce gelen bütün kitapları ve onlardaki hükümleri kaldırdı. Zâten Tevrât, Zebûr ve İncîl tahrif edilip asılları kalmamıştır. Kur’ân-ı kerîmin, kıyâmete kadar hiçbir zaman tahrîfât (değişiklik), unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmayıp, gönderildiği gibi muhâfaza edileceği, Hicr sûresi 9. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik ve muhakkak ki, onu tahrif ve tebdilden (değişikliğe uğramaktan) biz koruyacağız.” buyruldu.
Kur’ân-ı kerîmde kimsenin yapamayacağı, söyleyemeyeceği şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan altısı şöyledir:
Birincisi: İ’câz ve belâgattır. Yâni az söz ile, pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır.
İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, Arab harflerine ve kelimelerine benzediği hâlde, âyetler, yâni sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur’ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslim ediyor.
Üçüncüsü: Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arz ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.
Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmektedir ki, bunlardan çoğu zamanla meydana çıkmış ve çıkmaktadır.
Altıncısı: Kimsenin hiçbir zamanda, hiçbir sûretle bilemeyeceği ilimlerdir ki, Allahü teâlâ, ulûm-i evvelîni ve âhirîni Kur’ân-ı kerîmde bildirmiştir.
Kur’ân-ı kerîmde bildirilen ilimlerden bâzıları şunlardır:
1. Mahlûkları inceleyerek, Allahü teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu anlamayı göstermektedir. Fen bilgileri bu kısımdadır. İçindeki bilgilerden ancak bir kısmı bu günkü insanlar tarafından bulunabilmiştir. Hâlbuki, bu ilmî ve fennî esâslar, 1400 küsûr sene evvel Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Dünyânın nasıl meydana geldiği hakkındaki modern bilgiler, 50-60 sene öncesine kadar bilinmiyordu. Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 30-33. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnkâr edenler, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?” Yâsîn sûresi 37 ve 38. âyet-i kerîmelerinde; “İnkâr edenlere bir delil de gecedir. Biz ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi mahrekinde (yörüngesinde) yürür.”
İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi? (Enbiyâ sûresi: 30)
İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabâlar yapan Allah’tır. (Fürkân sûresi: 54)
Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve bilmedikleri bir çok şeylerden çift çift (yâni bol bol) yaratan Allahü teâlâ her türlü ayıp ve noksanlıktan münezzehtir. (Yâsîn sûresi: 36)
Buradan bitki ve hayvanat bilgilerine, fakat bunların yanında bilmedikleri birçok şeyler diye insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri atom enerjisi gibi yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına îmâlar vardır. Nitekim cenâb-ı Hak, Rûm sûresinin 22. âyeti kerîmesinde meâlen; “Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, O’nun varlığının âyetlerinden (işâretlerinden)dir. Doğrusu burada âlemler (insanlar, melekler ve cinler) için ibret vardır.” buyuruyor.
Bu sözler bugün genetik (kalıtım) ile uğraşan ilim adamlarına bir işârettir. Demek oluyor ki, “dil ve renk farklarında” henüz bizim bugün daha bulamadığımız bâzı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkmaktadır.
2. Târihi inceleyerek îmân edenlerin, İslâmiyete uyanların mesud olduklarını, îmânsızların ise, dünyâda azâb içinde yaşadıklarını anlatmaktadır.
3. Âhiretteki nîmetleri ve azapları bildirerek, îmânlı olmaya teşvik etmektedir.
4. Dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmak için, nasıl yaşamak lâzım olduğunu öğretmektedir.
5. Müşriklerle (inanmayanlarla), münâfıklarla (inanmış görünenlerle), Yahûdîlerle ve Hıristiyanlarla nasıl mücâdele yapılacağı bildirilmektedir.
Kur’ân-ı kerîmi okuyup ona uygun îmân eden, hidâyet üzere olur. Doğru yolda bulunur. Allahü teâlâya kavuşturacak olan doğru yolu bulur. Cehennem azâbından kurtulur. Hattâ bunun sevâbı dedelerine, çocuklarına ve torunlarına tesir eder. Îtikâdı düzgün bir kimse Kur’ân-ı kerîmi okuyup, sâlih Müslümanların yazdığı ilmihâl kitaplarında bildirdiği üzere amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevâblara kavuşur. Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
Hoca çocuğa besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.
Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur’ân-ı kerîmi mushafa bakarak okumaktır.
Namazda okunan Kur’ân-ı kerîm, namaz dışında okunan Kur’ân-ı kerîmden daha sevaptır.
Kur’ân-ı kerîm okunan evden arşa kadar nûr yükselir.
Ebû Hüreyre buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîm okunan eve, bereket, iyilik gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. Kur’ân-ı kerîm okunmazsa bunun aksi olur.”
Kur’ân-ı kerîmi okumak, mühim sünnettir. Tecvid ilmine uygun olarak ve hürmet ile okunan Kur’ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir. Okuyanlara verilen sevapların aynısı, dinleyenlere de verilir.
Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı ilim adamları hayranlıklarını gizleyemeyip îtirâflarda bulunmuşlardır. Dünyânın meşhûr ediplerinden olan Goethe (1749-1832), Batı-Doğu Dîvânı adlı eserinde şöyle diyor: “Kur’ân’ın içinde pekçok tekrarlar vardır. Onu okuduğunuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor.”
Prof. Edward Monte; “Allah’ın birliğini en temiz, en yüksek, en kutsal ve inandırıcı ve başka hiçbir din kitabının üstün gelemeyeceği bir dil ile anlatan kitap, Kur’ân’dır.” demektedir.
Gaston Kar; “İslâm dîninin kaynağı olan Kur’ân’da cihan medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim medeniyetimizin Kur’ân’ın bildirdiği temel kurallardan kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir.” demektedir.
İngiliz Râhibi Beowerth-Simith, Muhammed ve Muhammed’e bağlı Olanlar adlı eserinde; “Kur’ân üslûb temizliği, ilim, felsefe ve hakîkat mûcizesidir” diyor.
Prof. Carlyle; “Kur’ân okundukça onun alelâde, gelişi güzel bir edebî eser olmadığını hemen hissedersiniz. Kur’ân, kalpten gelen ve başka kalplere hemen nüfûz eden bir eserdir. Diğer bütün eserler bu muazzam eser yanında çok sönük kalır. Kur’ân’ın göze çarpan ilk karekteri onun doğru ve mükemmel bir yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. İşte bence Kur’ân’ın en büyük meziyeti budur. Bu meziyet diğer bir çok meziyetlere de yol açmaktadır.” diyor.
Alm. Frosch, Fr. Grénouille, crapaud, rainette, İng. Frogtoad. Familyası: Kara kurbağasıgiller (Bufonidae) Su kurbağasıgiller (Ranidae). Yaşadığı yerler: Suda, karada ve ağaçlarda. Avustralya ve çevre adaları hâriç, bütün dünyâya yayılmışlardır. Özellikleri: Vücutları çıplak ve tıknazdır. Kuyrukları yoktur. Uzun arka bacakları sıçramaya elverişlidir. Erginleri akciğer, larvaları solungaç solunumu yapar. Ömrü: 10-40 yıl. Çeşitleri: 2000 kadar türü bilinmektedir. Su kurbağası, kara kurbağası, göl kurbağası, ağaç kurbağası, petekli kurbağa, Amerikan öküz kurbağası meşhur türleridir.
Vücudu sıçramaya elverişli kuyruksuz amfibyumlara verilen genel ad. Amfibyum, suda ve karada yaşayan demektir. Üçgen biçimli kafaları, patlak gözleri vardır. Çoğunun üst çeneleri dişlidir. Ön bacakları 4, arka bacakları 5 parmaklıdır. Çoğunlukla suda yaşayan türleri vardır. Boyları genellikle 7-15 cm arasında değişir. Burun delikleri çok öndedir ve bunları zar gibi bir kapakla istediği zaman kapatabilirler. Ucu yapışkan dilleri uzun ve geriye doğru kıvrıktır. İleriye hızla fırlatarak böcek avlarlar. Deri solunumları güçlüdür. Başlarının yanlarında balon gibi şişen ses keseleri vardır. Kurbağalar böcek, solucan ve sümüklü böcekleri severek yerler. Kurbağalar işitmede en duyarlı canlılardandır. İşitme duyuları görme duyularından çok daha hassastır. Dış kulakları bulunmaz. Ancak hareket eden avlarını fark ederler. İnce ve çıplak derilerinde müküs ve zehir bezleri vardır. Müküs yapışkan bir sıvıdır. Vücûdu su kaybına karşı korur. Derilerindeki zehir tahriş edicidir.
Yılan ve kuşlar zehirlerinden etkilenmezler. Tehlike ânında suya dalarlar. Kara kurbağaları gündüzleri gizlenir, gece avlanmaya çıkarlar.
Erişkin kurbağaların hepsi akciğerleriyle solur ve suda yumurtlar. Nâdir bâzı türler yumurtalarını vücutları üzerinde taşır. Yumurtadan çıkan siyah renkli ve kuyruklu larvalarına “tetari” veya “iribaş” denir. Solungaç solunumu yapar, sudaki küçük bitki ve böceklerle beslenirler. Kendilerinden küçük tetarileri de yerler. Gelişme devrelerinde önce arka ayaklar, sonra ön ayaklar belirir. Kan dolaşımları balıklara çok benzer. Akciğerler gelişince solungaçlar kaybolur. Daha sonra kuyruk da körelir. Sudan karaya sıçrayarak barınacak yer ararlar. Üç yılda erginleşirler. Renkleri yaşadıkları çevrelere uygundur. Renk değiştirenleri de vardır. Ağaç kurbağaları yeşil renkli olduğundan düşmanları tarafından fark edilmezler. Ön ve arka ayakları arasında perde olanları ağaçtan yere planör uçuşu yaparak inerler. Yarı geçirgen derileri, yaprakların terleyerek çıkardığı suyu emer. Üreme dönemlerinde suya dönerler.
Afrika ve Güney Amerika’da yaşayan pipalar (petekli kurbağalar) suda beslenir. Dilleri ve göz kapakları yoktur. Erkek tarafından döllenen yumurtalar dişinin sırtındaki peteklere yerleştirilir. Kurbağa yavrusu tamâmen gelişmiş olarak anasının sırtındaki odacığı terk eder.
“Rheobatrachus silus” kurbağa türü yavrularını mîdesinde geliştirir. Yumurtadan çıkmak üzere olan yavrularını yutar. Mîde, besinleri barsağa iterek ifrazatını durdurur. Genişleyerek yavruların gelişmesi için emniyetli bir beşik olur. Kuluçka devresi tamamlanıncaya kadar iki ay hiçbir şey yemez. Genişleyen mîde, akciğerlerin faaliyetlerini durdurunca, deri solunumuyla hayâtını devam ettirir. Yumurtadan çıkan yavrular gelişimlerini tamamlayınca yemek borusundan tırmanarak ağızdan dışarı çıkarlar. Bundan sekiz gün sonra mîde eski hâline dönerek faâliyete başlar.
Karakurbağasıgiller (Bufonidae): Bu familyaya giren 17 cinsin en yaygını Bufo cinsi olup 200’den fazla türü bulunmaktadır. Madagaskar ve Avustralya dışında bütün dünyada yaşamaktadır. Kara kurbağalarının kısa ve bodur gövdeleri, kuru ve siğil gibi kabarcıklarla kaplı derileri, diğer kurbağalardan ayırt edilmelerini sağlar.
Kara kurbağası saldırıya uğradığı zaman derisindeki siğillerle korunur. Siğillerin herbirinden salgılanan süte benzer bir sıvı, düşmanın mukoza zarlarını tahriş eder. Fakat bu zehirin her düşmanına karşı etkisi yoktur. Meselâ yılan ve kuşlara bu zehirin tesiri olmaz. Kara kurbağaları geceleri dolaşırlar, gündüzleri ise duvar oyukları ve benzeri yerlerde gizlenirler. Geceleri hareket eden çeşitli küçük hayvanları yakalayarak beslenirler. Kara kurbağaları kış uykusuna yatmak için, tek tek veya gruplar hâlinde kendilerini toprağın gevşek yerlerine gömerler. Ormanlık bölgelerden daha ziyâde açık yerlerde yaşarlar. Kalın derileri kuraklığa dayanıklıdır. Mart ayında kış uykusundan uyanırlar. Erkek kurbağalar su bulunan yerlere giderek, dişileri çeşitli sesler çıkararak çağırırlar. Her erkek sırtına bindiği dişiyi suya çeker. Suyun içinde dolanırlar. Dişi kurbağa bu sırada 4-5 bin yumurtadan meydana gelen 2-3 metre boyundaki yumurta zincirini bırakır. Erkek bunları suda döller. Bu iş saatlerce sürer. Yavrular, sıcak havalarda daha erken olmak üzere, 12 gün kadar sonra yumurtadan çıkar. Tetari denen bu larvalar siyah renkli ve bacaksızdır. Yassı kuyruklarıyla küçük bir balığı andırırlar. Küçük bitki ve su böcekleriyle beslenir, solungaç solunumu yaparlar. Gelişme süresi ısıya göre değişmektedir. Bu süre genellikle üç aydır. Gelişimlerinin sonunda akciğerler meydana gelir. Solungaçlar körelir. Kuyruk kaybolur. Karaya sıçrayarak yeni hayatlarına başlarlar. Karaya çıkınca uzun süre su kenarlarından ayrılmazlar. Suda ve karada avlanırlar. Sonra su kenarlarını terk ederek bahçelerde barınacak yer aramaya çıkarlar. Üçüncü yıla girerken erginleşirler. Üremek için tekrar suya dönerler.
Karakurbağaları genelde sevimsiz canlılar olarak tanınırlar. Aslında böcek ve sinekleri yediklerinden insanlara faydalı hayvanlardır. En çok bilinen kara kurbağaları: Âdi kara kurbağası, Karolina kara kurbağası, dev kara kurbağasıdır.
Su kurbağasıgiller (Ranidae): Bu familyanın en kalabalık cinsi Rana’dır. Güney Amerika’nın güneyi, Güney ve Orta Avustralya, Yeni Zelanda ve Polinezya’nın doğusu dışında dünyânın her yerinde yaşar. 200 kadar türü vardır. Su kurbağaları zayıf, çevik, sivri başlı ve patlak gözlüdürler. Bu kurbağaların arka bacakları uzun ve parmakları perdelidir. Derileri pürüzsüz ve genelde kahverengi ve yeşildir. Daha çok çayırlık bölgelerde ve nemli arâzilerde yaşarlar. Renklerinin kahverengi ve yeşil olması kolaylıkla gizlenmelerini sağlar. Su kurbağaları nemli ve geçirgen bir deriye sâhip olduklarından, nemli yerlerde ve tatlı sularda yaşayabilirler. Bütün dünyâya yayılmış olan su kurbağalarının anavatanı Afrika’dır.
Su kurbağalarının üremesi kara kurbağalarına benzer. Dişi kurbağa binlerce yumurtasını suya bıraktığı sırada erkek bunları döller. Yumurtalarının her biri jelatinimsi bir kapsülle kaplıdır. Dibe çöken yumurtaların jelatinsi örtülerine çöpler yapışarak bunları gizler. Yedi gün sonra yavrular bu kapsülü delerek çıkarlar. Yavaş yavaş büyüyen yavrular buldukları besine göre 1-2 sene içinde gelişimlerini tamamlarlar.
Kış uykusunu yalnız veya gruplar hâlinde çamur ve bataklıklara gömülmüş bir halde geçirirler.
En çok bilinen su kurbağası türleri; yeşil su kurbağası, çayır kurbağası ve göl kurbağasıdır.