KUĞU (Cygnus)
Alm. Schwan (m), Fr. Cygne (m), İng. Swan. Familyası: Ördekgiller (Anatidae). Yaşadığı yerler: Göl ve nehirlerin berrak su kenarlarında. Özellikleri: Uzun ve kıvrık boyunlu, beyaz veya siyah-beyaz tüylü, büyük bir su kuşu. Boyu 1,5-2 metre, kanat açıklığı 3 metre kadardır. Göçücüdür. Ömrü: 100-150 yıl. Çeşitleri: Sessiz kuğu (C.olor), ötücü kuğu (C.cygnus), Bewick kuğusu(C.bewick), kara kuğu (C.atratus), karaboyunlu kuğu (C.melanocoryphus) iyi bilinenleridir.
Ördekgiller familyasından uzun ve zarif boyunlu, geniş kanatlı, yaban kazına benzeyen bir su kuşu. Boyu, 1,5-2 m, kanat açıklığı 3 m’yi bulur. Yaban ve evcil türleri vardır. Çoğunun tüyleri bembeyazdır. Avustralya kuğuları siyah tüylüdür. Güney Amerika’da kara boyunlu olanları da vardır. İlk defa İngiltere’de kraliçe tarafından yetiştirildi. Krallara mahsus sayılarak, halk tarafından beslenmesi yasaklandı. Kraliçe Elizabet’ten sonra herkese serbest bırakıldı. Avrupa’nın birçok göl ve nehirlerinde süs kuşu olarak yetiştirilir. Suya olan ilgisi kaz ve ördekten çoktur. Sesleri çirkindir. Gençlerinin eti lezzetlidir. Vahşî kuğular, bitki, böcek, kurbağa ve sülük gibi küçük su hayvanlarıyla beslenirler. Göl ve nehirlerin sazlık kıyılarında yuva yaparlar. Geniş kanatlarıyla iyi uçar, perdeli ayaklarıyla da gayet iyi yüzerler. Göçücüdür. Boyunları uzun olduğundan suyun içindeki yiyecekleri rahat arayıp bulurlar. Suya dalmadan uzun başlarıyla sığ suların diplerini karıştırarak besin ararlar.
Büyüyünce uçup gitmemeleri için yavru iken kanatlarının bir kemiği çıkarılır. Eskiden eti için, bugün ise yalnız süs ve parklarda teşhir için beslenirler. Erkek kuğular hırçın olup, bazen çocuklara saldırdığından tehlikeli olabilirler. Dünyada tropik bölgeler dışında hemen hemen her yerde yaşayan kuğular, mutedil ve soğuk bölgeleri severler. Sessiz kuğular, parklarda en çok rastlanan süs kuşlarıdır. Boynundaki kıvrım ve portakal renkli gagasının dibindeki siyah kabarcık ile diğerlerinden kolayca ayrılır. Kuzey Avrupa, Doğu Sibirya, Balkan Yarımadası, Güney Rusya ve Türkistan’da yabanî olarak bulunurlar. Soğuk yerlerde yaşadıklarından bulundukları suyun donmaması için küçük bir alanda devamlı hareket ederler veya kıyıdaki tuzlu sulara göç ederler. Soğuk memleketlerde ve kışın suları donan yerlerde kuğu beslemek çok güçtür.
Dişi kuğu ırmak kenarında çalı çırpıdan, biraz yüksekçe bir yuva kurarak içine yumurtlar. Senede 5-10 yumurta yapar. Bazı türlerde kuluçka müddeti 5-6 haftayı bulur. Dişi beslenmeye gidince yerine erkek yatar. Kuluçka esnasında yuvaya kimseyi yanaştırmaz. Ehlî (evcil) kuğulara ekmek ve hububat gibi yemler suya atılarak verilir. Suda arayıp bulurlar. Kümese ihtiyaçları yoktur. Bununla beraber bâzan içine girip oturmaları için küçük bir kulübe yapılabilir. Yumurtadan çıkan yavrular havla örtülü olduğundan yuvada birgün kurutulur. Sonra anne tarafından suya götürülür. Yiyecek aramaya alıştırılan yavrular gündüz annelerinin sırtında, gece kanatlarının altında bulunurlar. İyice büyüyünceye kadar anne ve baba tarafından bu korunma devam eder. 4-5 ayda uçacak hâle gelirler. Erkek ile dişi kuğu birbirine çok bağlıdır. Ölünceye kadar birbirinden ayrılmazlar.
Dokuz kadar çeşidi sayılabilen kuğu kuşlarının, Amerikan kuğusu, sessiz kuğu, ötücü kuğu, Avustralya karakuğu kuşu en meşhurlarıdır.
Alm. 1. Handpuppe (f), 2. Marionette (f), Fr. 1. Poupée (f) 2. Marionette (f), fantoche (m), İng. 1. Doll 2. puppet. Baş, kol, ayak gibi hareket etmesi gereken yerleri iplikle sanatçının parmaklarına bağlanıp perdenin üstünden özel sahnelerde oynatılan karton, tahta vb. şeylerden yapılmış bebeklere verilen ad.
Kendi arzu ve isteği dışında, başkalarının istediği gibi hareket eden zayıf karakterli insanlara, hareketleri ve yönetimi başkaları tarafından olanlara da “kukla” ismi verilmektedir.
Kukla antik çağda, Çin’de, Mısır’da ortaya çıktı. Yunanistan ve Roma’da da çok yaygındı.İtalya’da kukla ortaçağdan beri vardı. Sonradan Fransa, İspanya, İngiltere, Almanya, Hollanda, Avusturya ve Türkiye’de de gelişti.
Kuklalar başlıca üç çeşittir:
1. El kuklası: Tahta, alçı veya plastik maddelerden yapılır. Diğer kuklalara nazaran daha büyüktür. Bu kuklaların boyun (ense) kısmındaki açıklıktan kukla oynatan şahıs elini sokarak parmaklarını da özel deliklere geçirir. El ve parmak hareketleriyle kuklaların çeşitli azalarını oynatır.
2. Çubuklu kukla: El kuklası ile yapılan maddelerden oluşur. Diğer kuklalardan ayrılığı, ayaklarına ve ellerine tutturulan çubuklar vâsıtası ile aşağıdan idâre edilmesidir.
3. İpli kukla: Kuklanın en yaygın türü olup, kuklacılar arasında “holden kukla”da denir. Bunların boyları fazla büyük değildir. Dünyâdaki birçok kukla tiyatrolarında, çok çeşitli sahne eserlerinin oynandığı kukla türüdür. İpli kuklaların vücutlarında birçok oynak yer vardır. Organların oynaması çeşitli yerlerine bağlanan iplerle sağlanır. Bu ipler de kontrol çubuğuna bağlıdır. Kontrol çubuğu da 25 cm uzunluğundaki bir sopa ile buna çapraz olarak tutturulmuş daha kısa başka bir sopadan meydana gelir. Bu sopa kuklanın ağırlığını taşır. Küçük sopaya da kuklanın kulaklarının yanından gelen iki ip bağlıdır. Ellerden gelen ipler, kontrol sopasının önüne belden gelen ipler de arkasına bağlıdır. Kuklacı bâzan ipleri, bâzan da kontrol çubuğunu hareket ettirerek kuklaları oynatır.
Bu kuklaların sahnesi tiyatro sahnelerinin bir benzeridir. Aradaki fark, ipli kuklaların girip çıkabilmesi için sahnenin iki yanının açık olmasıdır.
Bunlardan başka;
Araba kuklası: Arabalarda oynatılır.
İskemle kuklası: Daha çok çingenelerin oynattığı kukla türü olup, hareket imkânları sınırlıdır.
Dev kuklalar da vardır.
Kuklalardaki konular genellikle serbest olup kuklacıya bağlıdır.
Alm. Steinkauz, Fr. Chouette chevêche, İng. Little owl. Familyası: Baykuşgiller (Strigidae). Yaşadığı yerler: Orman kenarlarında, meyve bahçelerinde, samanlık çatılarında, sıcak baca yakınlarında. Özellikleri: 22 cm boyunda. Kahverengi tüylü, gece avlanan bir kuş. Ömrü: 60-70 yıl. Çeşitleri: Baykuşların bir türüdür.
Yuva yapmayıp, terk edilmiş tavşan ini, ağaç ve kaya kovuklarında yaşayan bir baykuş türü. Kuzey Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika’da küçük orman, meyve bahçeleri, çalılık ve açık arazilerde yaşar. Bâzan samanlık ve baca yakınlarında da barınır. Ülkemizde, baykuşların en yaygın ve tanınanıdır. Kahverengi tüylerinde seyrek beyaz benekler bulunur. Gece avlanır. Böcek, sürüngen, fare, küçük kuş ve kurbağalarla beslenir. 3-5 yumurta yapar. Kuluçka süresi 28-29 gündür. Yavrular dört, beş hafta yuvada kalır. Kukumav, zararlı böcek ve küçük kemirgenleri avladığından tarım için son derece faydalı bir hayvandır.
İnsanların karşılıklı ilişkilerinden doğan birbiri üzerindeki hakları. İslâm dîninde Müslümanların gözetmesi gereken haklar. Hakkullah (Allahü teâlânın hakkı) ve kul hakkı olmak üzere iki kısımdır. Hakların gözetilmesi ve yerine getirilmesi açık ve kesin bir şekilde bildirilmiştir. Başkasının malına, canına, nâmusuna zarar veren kul hakkı altına girmiş olur. Kul hakkı Allahü teâlânın hakkından önde gelmektedir. Çünkü Allahü teâlâ çok merhâmetli olup hiç bir şeye muhtâç değildir. İnsanlar ise, çok şeye muhtâc olup, cimridirler. Kul hakkı ile ilgili Peygamber efendimiz buyurdu ki:
Birisinin hakkını alan kimse, ölmeden önce, onunla helâllaşsın! Paranın, malın geçmeyeceği kıyâmet gününe, üzerinde kul hakkı bulunarak gitmesin! Dünyâda yapmış olduğu ibâdetleri, orada hak sâhibine verilecektir. İbâdeti yoksa veya biterse, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecektir.
Bir kimsenin, başkasına zarar vermesi, malını çalması ve yemesi, iftirâ etmesi, dövmesi, sövmesi, yaralaması, ücretsiz birinin çocuğuna iş gördürmesi, alay etmesi, gıybetini yapması, kalbini kırması, eli ve dili ile eziyet etmesi kul haklarındandır.
Kul hakkının en mühimi hoca ve ana-baba hakkıdır. Gayr-i müslimlerin haklarına tecâvüz etmek Müslümanın hakkına tecâvüz etmekten daha büyük günâhtır. İbn-i Âbidîn şöyle buyrulmaktadır:
“Zımmîye, yâni gayri müslim vatandaşa zulmetmek, Müslümana zulmetmekten daha fenâdır. Hayvana işkence ise daha fenâdır.”
Kıyâmet günü hak sâhipleri, haklarını mutlaka alacaktır. Hattâ boynuzsuz koç, boynuzlu koçtan vurma hakkını alır. Dünyâda hak sâhibine hakkı ödenmezse veya hakkını helâl etmezse, âhirette iyilikleri alınıp hakkı olana verilir.
Kul hakkından kurtulmak için, hak sâhiplerinin hakkı ödenir, helâllaşılır, ona iyilik ve duâ edilir. Hak sâhibi ölmüş ise, çocuklarına, vârislerine haklar verilip ödenir. Vârisleri bilinmiyorsa, o mikdâr para fakirlere sadaka verilip sevâbı hak sâhibine niyet edilir.
Bir gün, Resûlullah efendimiz Eshâbına buyurdu ki: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” Eshâb-ı kirâm da: “Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır. Kiminin kanını akıtmıştır. Kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem’e atılır” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: “Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel işlese; fakat üzerinde çok az kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennet’e giremez.”
Kul hakkı ile ilgili olarak Peygamber efendimiz vefâtından birkaç gün önce sevgili Eshâbına buyurdu ki: “Benim üzerimde kimin hakkı var ise gelsin, hakkını benden alsın. Ve helâllaşalım!” O anda hazret-i Ukâşe isimli Sahâbî hemen ayağa kalkarak dedi ki: “Yâ Resûlallah! Siz bana bir gün şöyle elinizle vurmuştunuz, ben o hakkımı sizden almak istiyorum! Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Gel yâ Ukâşe! Hakkını benden al!” o anda bütün Eshâb-ı kirâm hayretle hazret-i Ukâşe’ye bakıyorlardı. Hazret-i Ukâşe, Resûlullah efendimizin yanına giderek dedi ki:”Yâ Resûlallah! Siz bana gömleksiz olarak sırtıma vurmuştunuz.” Hemen Peygamber efendimiz gömleğini sıyırıp buyurdu ki: “Vur yâ Ukâşe!” Resûlullah efendimizin aşkıyla yanan hazret-i Ukâşe hemen Peygamber efendimizin mübârek sırtındaki Nübüvvet Mührü’nü gâyet nâzikçe öpüp dedi ki: “Yâ Resûlallah! İşte benim maksadım bu idi.”
Bu hâli gören Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ukâşe’ye gıbta ettiler, imrendiler. Çünkü Nübüvvet Mührü’nü öpen kimsenin kavuştuğu seâdeti biliyorlardı.
KULAĞAKAÇAN (Forficula auricularia)
Alm. Ohrwurm (m), Fr. Perceoreille, İng. Earwig. Familyası: Kulağakaçangiller (Forficulidae). Yaşadığı yerler: Gündüzleri taşlar, ağaç kabukları, yaprak döküntüleri altında saklanır. Gece ortaya çıkar. Özellikleri: 18 mm boyunda, ince uzun vücutlu, kahverengi bir böcek. Arka tarafında kıskaçları vardır. İyi koşar ve uçar. Sebze ve meyvelere zarar verir. Çeşitleri: 900 kadar türü vardır.
Kulağakaçanlar (Dermaptera) takımından, vücudunun sonunda kıskaçları bulunan bir böcek. İnce uzun vücudu, parlak sarı kahverengidir. Ön kanatları küçük ve derimsi yapıdadır. Damarlı ve saydam olan arka kanatları büyük ve yarım dâire şeklindedir. Kullanılmadıkları zaman boyuna ve enine katlanarak ön kanatlarının altına gizlenirler. Nâdir hallerde, gizlenmek için kulağa kaçtıklarından bu adı almışlardır. Bâzı yörelerimizde, saçkıran, diye tanınır. Petek gözleri iyi gelişmiş, ipliksi antenli böceklerdir. Erkeklerin kıskaçları kıvrık, dişilerinki düzdür. Kıskaçlar zehirsiz ve güçsüzdür. Hayvanî ve nebâtî (bitkisel) besinlerle beslenirler. Gündüzleri taşlar, yapraklar ve ağaç kabukları altında gizlenir, gece faaliyete geçerler.
Evlere girer, meyve ve tohum yiyerek bahçelere zarar verirler. Çiçeklerin üreme organlarını ve renkli yapraklarını kemirirler. Şeftali meyvelerine düşkündürler. Hızlı koşar ve uçarlar. 900 kadar türü vardır. Görünüş îtibâriyle hepsi Avrupa’da yaşayan kulağakaçan (F. quricularia) türüne benzerler, aralarında parazit yaşayanlar da vardır. Boyları 12-20 mm arasında değişir.
Alm. Ohr (n); Gehör (n), Fr. Oreille (f); ouie (f), İng. Ear. Başın iki yanında bulunan işitme ve denge organı. İki gözle görme derinlik hissini verdiği gibi, iki kulakla işitme seslerin yön tayininde önemlidir. Kulak, bir dizi kanal, zar, kemikçik ve sıvıların ilâhî ve hassas bir nizam ile dizilmesinden meydana gelmiştir. Ses dalgalarını ve durumla ilgili uyarıları elektrikî dalgalara çevirip merkez organa (beyne) yollaması insana işitme ve denge gibi iki büyük nimeti kazandırmıştır. İnsan kulağı, dış, orta ve iç kulak olmak üzere üç bölüme sahiptir.
Dış kulak: En dışta sesleri toplayıp yönlendiren kulak kepçesi bulunur. Kulak kepçesi kıkırdaklar ve bunların üzerini örten deriden meydana gelmiştir. Kıkırdaksız olan kısmına “kulak memesi” denir. Kulak kepçesi (yayvan) nin orta-ön kısmında bulunan deliğe “kulak yolu dış deliği” denir. Buradan dış kulak yolu başlar. Bu yol, anatomik özellikleri dolayısıyla sesin kalitesini bozmadan hassasiyeti arttırır. Dış kulak yolu 25 mm uzunluğunda düzensiz bir silindir olup, 1/3 dış kısmın çatısı kıkırdak, 2/3 iç kısmının çatısı kemiktendir. Bu yolun sonunda kulak zarı bulunur. Kulak zarı, dışta deri, ortada bağ dokusu, içte de orta kulak mukoza zarı olmak üzere üç kattan husule gelir.
Orta kulak: Temporal kemik içerisinde altı duvarlı bir kemik boşluğudur. Ön iç kısmındaki “östaki borusu” sayesinde yatakla birleşir. Bu durum kulaktaki iç ve dış basınçları dengeleme yönünden çok önemlidir. Östaki borusu normalde kapalı olup yutkunma ve esneme durumlarında açılır. Üst kısmından kulak arkasındaki mastoid kemiğin hava dolu hücrelerine açılır. Bu ilgi orta kulak iltihaplarının bu kemiğe geçmesi açısından önemlidir.
Orta kulakta bulunan önemli kısımlardan biri de kemikçikler zinciridir. Çekic, örs ve üzengi kemikçikleri zar ile iç kulağın bağlantısını sağlar. Bu üç kemikçik vücudun en küçük kemikçikleri olup zara gelen titreşimi takriben 12,19 kat arttırırlar ve iç kulağın “perilenf” sıvısına iletirler. Çekiç kemiği zara yapışıktır. Örs, ortada ve üzengi ise iç duvarda yapışıktır. Üzengi kemiğinin yapıştığı nokta oval pencere adını alır ve iç kulağa titreşimlerin iletimi buradan olur. Orta kulakta bunlardan başka zarı gererek hassasiyeti arttıran “Tensor timpani” kası ve “üzengi” kası bulunur. Üzengi kası çok şiddetli seslerin iç kulağa iletimini azaltmakla görevlidir.
İç kulak: Birbirleriyle birleşen bir takım kanallar ve boşluklardan yapılmış bulunan iç kulak bu karışık şekilden dolayı “labirent” adını almıştır. Labirent, “kemik labirent” ve “zar labirent” olarak iki bölümdür. Kemik labirent dışta ve koruyucu görevli olan kısımdır. Zar ve kemik labirentler arasını “perilenf” denilen sıvı, zar labirentin içini de “endolenf” sıvısı doldurur.
Labirent yapı ve görev bakımından “salyangoz” (koklea) ve vestibül kısımlarını ihtivâ eder. Vestibülde yarım daire kanalları ile, utrikül (kırbacık) ve saccül (kesecik) adlı boşluklar bulunur. Koklea işitme, vestibül ise denge organıdır.
Koklea: 2,5 kere üzerine kıvrılmış bir salyangoz kabuğu biçimindedir. İşitmeyi sağlayan koklea bölümüne “korti organı” denilmektedir. Koklea kanalının içinde devamlı bir şerit gibi devam eden korti organında işitme, titreşimden elektrik dalgalarına çevrilerek, beyine iletilmeye hazır hâle getirilir.
Vestibül: Kesecik, kırbacık adlı boşluklar ve üç yarım daire kanalından yapılmıştır. Yarım dâire kanalcıkları ütrikül (kırbacık) kısmına açılır. Bu organda dengenin sağlanmasında görevli iki tür reseptör (alıcı) bulunur.
Kinetik reseptörler; her üç yarım daire kanallarının şişkin kısımlarında bulunurlar ve hareketler esnasında ortaya çıkan basınç değişikliklerini algılarlar.
Pozisyon reseptörleri; duran bir insanda başın pozisyonu ile yerçekimi arasında ilgiyi kurarak dengeyi sağlar.
İşitme: Titreşimlerden saniyede 16-20.000 frekanslar (sıklık) arasında olanlar insan kulağı tarafından ses olarak alınmaktadır. Titreşim kulak kepçesi tarafından toplanıp dış kulak yolundan zara iletilir. Zarın titreşmesiyle ona bağlı olan çekiç kemiği de titreşir ve kemikçikler sistemi hareket eder. Bu sistem sesin şiddetini ortalama 16 (12-19) defa arttırmaktadır. Üzengi kemiğinin yapıştığı oval pencereden titreşimler sıvı sisteme iletilir. Sıvı sistemin hareketi ve koklea içindeki korti organına tesiriyle elektrikî uyartılar doğarak ses beyinde idrak edilebilecek hâle gelir.
Kulak İltihapları
Kulağın en çok görülen hastalığı. Çocukluk çağlarında oldukça fazla görülen bu hastalığın başlıca iki şekli vardır. Birincisi irinsiz orta kulak iltihapları, ikincisi irinli orta kulak iltihapları. İrinsiz ortakulak iltihaplarının pekçok sebepleri olmakla beraber başlıcaları şunlardır: Çocukluk çağlarında sık sık tekrarlayan üst solunum yollarının virüs enfeksiyonları, allerji, atmosfer basınç farkları. Bu şekilde hastanın şikâyetleri şunlar olabilir: Kulakta âni tıkanma ve âni ağrı, yavaş gelişirse işitmede azalma, kulakta çalkantı hissi, bâzan çınlamalar. Tedavisinde orta kulağa çeşitli metodlarla hava vererek negatif basınç düşürülmeğe çalışılır.
İrinli orta kulak iltihaplarında ise âmiller, irin yapıcı mikroplardır. Bunlar soğuk algınlığı, nezle, üşütme, genel vücut mukavemetinin kırıldığı durumlarda kolaylıkla orta kulağa ulaşarak orada çoğalır ve iltihap meydana getirirler. Halsizlik, ateş nabızda hızlanma, zonklama şeklinde kulak ağrısı, gittikçe artan ağır işitme, uğultu ve çınlamalar başlıca şikâyetlerdir. İrinin orta kulakta birikip zarı germesiyle gecikilmiş vakalarda dayanamayan zar, zayıf bir yerinden patlak verir ve irinin dışarıya akmasıyla hastanın şikayetleri ortadan kalkar. Fakat bundan sonra bir akıntı başlar. Bu şeklin tedavisi ise, zarın kendiliğinden delinmesine fırsat vermeden aynı işi doktorun yapmasıdır. Çünkü, zarın en tehlikesiz yeri olan arka-alt dörtte biri doktor tarafından delinerek bu iş yapılır. Kendisi delinirse, daha değişik tehlikeli yerlerden olma ihtimali fazladır. Aynı zamanda doktorların yaptığı düzgün kesik çok daha kolay kapanır. Fakat, kendiliğinden delinmelerde kulak zarı kolay kolay kendini tamir edemez ve zar delik olarak kalır. Her iki durumda da irin boşaldıktan sonra uygun antibiyotiklerle destek sağlanır.
Herhangi bir sebeple iyi tedâvi edilmemiş orta kulak iltihaplarında ileride çeşitli kötü durumlar meydana gelebilir. Zar tamâmen tahrip olup işlemez hale gelebilir, kemikçikler iltihâba iştirak edip çalışmaz olabilirler veya orta kulaktaki iltihap damarlar yoluyla beyine ulaşabilir. Kemikçiklerin normal durumda olmasına rağmen zarın işlemediği durumlarda plastik ameliyatla yeni bir zar yapılabilir. Zar olarak vücudun herhangi bir kısmından alınan fasia adı verilen zara benzer teşekküller kullanılır. Bu sâyede oldukça iyi işitme temin edilebilir.
Had orta kulak iltihapları en çok bebeklik çağında görülür. Çocuk oldukça huzursuzdur. Sürekli ağlar, elini kulağına götürür, kulağına parmakla bastırılınca çığlığı basar. Otoskopla bakılırsa, kulak zarının kızardığı ve dışa doğru bombeleştiği görülür. Bu dönemde yapılan uygun tedâvi ile durum kısa zamanda normale döner. Müzminleşen vak’aların tedâvisi de giderek zorlaşır. Hastanın kulağı yıllarca akar durur. Halk arasında yanlış olarak yerleşmiş bulunan “akan kulaktan zarar gelmez” inancının da tedâvinin ihmâl edilmesinde rolü vardır. İhmal etmeyip hemen hekime gitmelidir.
Alm. Turm (m), Burg, Festung (f), Fr. Tour (f), İng. Tower. Yuvarlak veya çok kenarlı plan üzerine inşâ edilmiş, muhtelif gâyeler için kullanılan yüksek mîmârî binâ.
Mîmârî bir terim olmakla berâber, kule kelimesi çeşitli ilim dallarında muhtelif mânâları ifâde eder. Meselâ, bayındırlıkta “su kulesi” suyu tazyikli olarak dağıtmak için kullanılan yapı. Denizcilikte savaş gemilerinin kaptan köşklerinin üzerinde yer alan gözetleme mahalli. Mâdencilikte, mâden kuyusunun ağzına inşâ edilen çıkarma makinasının monte edildiği beton yapı. Petrolcülükte kuyu açma âletlerine destek vazîfesi gören mâden çatılı iskele. Sanâyide düşey monte edilmiş silindir biçimindeki kataliz odası, reaktör, damıtma ve absorbasyon odası. Sporda ise yüzücülerin dalış yapmaları için hazırlanmış atlama yeri.
Mîmârî bir unsur olarak kulelerin inşâsı eski çağlardan beri bilinmektedir. Meşhur Bâbil Kulesi, Mısır’daki Medînet-Habu Tapınağı en eski kulelerdir. Ortaçağda kuleler, kalelerde çoğalmış ve değişik şekiller almışlardı. Aynı zamanda kalelerin son müdâfaa noktası olmuşlardır. Yine bu devirden kalma ıssız kuleler de haberleşme gâyesiyle kullanılmıştır. İtalya’daki derebeylik şatolarının kuleleri ise, âilenin güç ve debdebesini gösteren birer mîmârî eseri olarak inşâ edilmiştir. Aynı zamanda ortaçağ savaşlarında kalelere taarruz edenlerin kullandıkları tahtadan inşâ edilmiş hareketli kuleler de vardı. Mesela, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul Muhasarasında kullandığı kuleler bunların en gelişmiş şekliydi (Bkz.İstanbul’un Fethi).
On altıncı asırdan sonra ise mâdenî güllelerin savaşlarda kullanılmaya başlamasıyla, tahkimatların ana elemanlarından birini teşkil etmeye başladı, yâni ateşe ve karşılıklı ateşe elverişli olması kulelerin ehemmiyetini artırdı. Başlangıçta kare olan kuleler, zamanla silindir şekline geçmiş ve sonunda yerini burçlara bırakmıştır.
Günümüz mîmârisinde şehirlerde yükselen gökdelenler de birer kule görünümündedir. Chicago’daki Trikune ve Sears gökdelenleri doğrudan kule, diye anılmaktadır.
Türkiye’de bulunan ve târihî değeri olan meşhur kuleler; İstanbul’daki Galata ve Bâyezîd (Serasker) kuleleri ile birlikte Ankara ve İzmir’de yapılmış paraşüt ve televizyon yansıtıcı kuleler de vardır. Çeşitli şehirlerimizde on dokuzuncu yüzyılda yapılmış saat kuleleri de bunlardandır.
İstanbul’da Çengelköy ile Vaniköy arasında kışla ve lise olarak başlangıçtan bu yana pekçok değişikliklere uğrayan bugünkü askerî lise. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u aldığı zaman şimdiki Kuleli’nin bulunduğu yerde Papas Korusu adı ile anılan bir koru ve içerisinde bir manastır ile kule vardı. Yavuz Sultan Selîm Han (1512-1520) zamânında bu manastır yeniçerilere kışla olarak verildi. Kışla mevkii zamanla saraya çiçek ve sebze yetiştiren güzel ve süslü bir bahçe hâline getirildi. Bundan sonra Kuleli Bahçesi diye anılmaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) bahçede dokuz katlı büyük bir kasr yaptırdı.
Sultan Üçüncü Ahmed Han (1705-1730) zamânında ise Bizans devrinden kalan kule yıktırıldı. Kaymak Mustafa Paşa tarafından 1774 yılında sâhile şirin bir mescid yaptırıldı. Şimdiki okulun bulunduğu yerdeki ilk binâyı Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) süvâri askerleri için kışla olarak yaptırdı. SultanAbdülmecîd Han devrinde (1839-1861) ise kışlanın yanında, iki tarafında kuleler olan yeni bir binâ ilâve ettirdi. Bu târihten îtibâren Kuleli kışla denilmeye başlandı. Sultan Abdülmecîd Hanı tahttan indirmek için Kafkasyalı Hüseyin Paşa tarafından tertiplenen hareketin suçluları 1859 yılında burada mahkeme edildiler. (Bu hâdise târihte Kuleli Vak’ası olarak bilinmektedir.)
Kırım Savaşına iştirâk eden Fransız ve İngiliz askerleri bu kışlaya yerleştirildi (1854). Burası bir müddet müttefik askerler için kışla ve hastâne olarak kullanıldı. Kışla 1856 yılında İngilizler tarafından boşalttırılırken kasden yakıldı ve tamâmen harâb oldu. Sultan Abdülazîz Han devrinde (1861-1876) iki katlı kışla yeniden inşâ edildi (1871). Böylece bugünkü binâ yapılmış oldu. Mekteb-i Fünûn-i İdâdî adı ile açılan askerî lise, 1872 yılında Kuleli kışlasına taşındı. 1901 yılında Kuleli Askerî İdâdisi (Askeri Lise) adını aldı. Balkan Harbi sırasında hastâne hâline getirilen okul 1913’te öğretime tekrar başladı.
Birinci Dünyâ Savaşı sonrasında, İstanbul işgal edilince okul İngilizler tarafından boşaltıldı. Bu mukaddes ocak, Ermeni çocukları ve göçmenleri için “Ermeni Yetimleri Mektebi” adı altında kullanıldı(1920). İstiklâl Harbinin sona ermesinden sonra 1923-1924 öğretim yılında “Kuleli Askeri Lisesi” olarak açıldı. İkinci Dünyâ Harbine kadar öğretime devâm eden okul 1941’de Konya’ya taşındı.Kuleli Kışlası, bin yataklı Askerî Hastâne hâline getirildi. 1947 yılında okul tekrar Askerî Lise olarak öğretime açıldı. Öğretimine hiç ara vermeden günümüze kadar devâm eden okul, silahlı kuvvetlerimize kültürlü seçkin subaylar yetiştirmektedir.
Eskiden karakollarda bulunan yeniçerilere verilen ad. Osmanlı Devleti, kuruluşundan îtibâren iç huzûrun temini için lüzumlu bütün tedbirleri zamânında almıştır. Celâli isyanları sırasında yer yer bozulan emniyet kısa zamanda eski hâline getirilmişti. Şimdi olduğu gibi o devirde de şehirlerin muhtelif yerlerinde karakollar bulunurdu. Buralara Yeniçerilerin lüzumu kadar er, çavuş, subay tâyin olunurdu. O zaman karakollara “kulluk” dendiğinden buradaki görevli yeniçerilere de “kullukçu” denirdi. İstanbul dışındaki kullukçulara “yazakçı” adı verilirdi. Zâbit (subay), çavuş ve erlerin kendilerine has giyimleri vardı.
Zâbitler, resmî günlerde mensub oldukları ocağın elbiselerini giyerlerdi. Normal günlerde ise başlarına astarsız kavuk, sırtlarına dar kollu ve açık önlü kaftan, altına mintan, bacaklarına şalvar giyer; bellerine kuşak sarar, arasına bıçak sokarlardı. Çavuşlar aynı zamanda yazı işlerine baktıklarından kaftan üzerine bağladıkları kuşak arasına divit koyarlardı. Erlerin giyimleri ise daha basitti.
Osmanlı ordusunda yetişen 17. yüzyıl halk şâirlerinden. Asıl adı Süleymân’dır. Zonguldak vilâyetinin Safranbolu kazasında doğdu.
Sultan Dördüncü Murâd Hanın, Bağdat Seferinde bulunmuş ve padişahın ölümünden sonra Sultan İbrahim Han devrinde de yaşamıştır. Sultan (Avcı) Mehmed Hanın vezirlerinden Muhasip Mustafa Paşayı iyi yetiştirmiştir.
Şiirlerinde yiğitlik, aşk ve hikmet temalarını işleyen Kuloğlu; lirik, sağlam ve gür söyleyişli bir şâirdir.
Kuloğlu, Dördüncü Murâd Hana hayrandır. Nitekim bu yiğit padişahın vefâtı üzerine en güçlü ağıtlarından birini söylemiştir.
AĞIT
Sultan Murâd eydür: Şimdi zamâne
Bana da kalmadı beyler elvedâ
Büküldü kametim döndü kemâne
Gezüp seyrettiğim iller elvedâ
Ardımca gelirdi zülfü melekler
Tersine devretti çarh-ı felekler
Yeniçerim, sipahiler, solaklar
Önümce yürüyen kullar elvedâ
Gazâya gitmeye beyler dizilsin
Kulların hep esâmisi yazılsın
Tabutum çözülsün, kabrim kazılsın
Varup seyrettiğim çöller elvedâ
Ecelim yetişti, yıldızım indi
Dostlarım ağladı, düşmanım güldü
Yapılan kadırgam deryâda kaldı
Şu Malta’ya giden yollar elvedâ
Kuloğlu, dostların yüzü ağ olsun
Düşman olanların bağrı dâğ olsun
Sultan İbrâhim Han şimdi sağolsun
Harben fethettiğim iller elvedâ
Alm. Henkel (m), Fr. Anse (f), mahche (f) d’un vase, İng. Handle, ear. Kapların, kaldırırken tutulan, halka ve hafif kavis şeklinde bükülmüş yeri. Bâzı vazo ve cam eşyâların bağlantı yerlerinde veya yan taraflarında kendilerinden olan hafif kabarcık biçimindeki süslenmiş olan kısımlarına da bu ad verilir. Elektrik ampullerinin içlerindeki havayı boşaltıp, içine başka bir gaz doldurmak için ampule, boru biçiminde bir çıkıntı eklenir ki buna da kulp ismi verilmektedir.
Bâzı yerlerde, kusur yüklemek, bir eşyâyı hatalı, bir kimseyi kabahatli ve küçük düşürmek için de bu terim kullanılır. Hattâ insanlar arasında da, “Her şeye bir kulp takarsın!” diye deyim hâline gelmiştir. Kişilerin davranışlarında, işinde, yaşayışında belli bir düzen ve disiplin olmadığı zaman da “tutulacak kulpu yok” derler.
Alm. Rhematische Gelenkkrankheit (f), Fr. Fibrositis, İng. Fibrositis. Kol, bacak ve gövdede sebebi tam açıklanmayan ağrılı durum. Tıp dilindeki ismi fibrositis olan kulunç, oldukça sık karşılaşılan bir durumdur. Sıklıkla boyun ve sırt ağrısı olarak karşımıza çıkar. Fakat adalenin bulunduğu her yerde bulunabilir.
Romatizmal şikâyetlerle gelen hastaların % 11 kadarını kulunçlu hastalar teşkil eder. Primer (birincil) fibrositiste sâdece ağrı vardır. Sekonder (ikincil) fibrositis ise, müzmin enfeksiyonların ve bağ dokusu hastalıklarının seyri esnâsında görülür. Sadece kulunç denince primer fibrositis anlaşılmaktadır.
Kulunç ağrısı, tetik nokta denen bâzı bölgelerde daha fazla duyulur. Tetik noktaya basmakla ağrı artar. Hareketsizlikle de ağrı artar. Hafif egzersizle ağrı azalır, ağır egzersizle artar.
Kulunç, psikosomatik bir hastalık olarak düşünülmekte ve şahsın psişik gerilim sonucu kasılmış adalelerini şuurlu olarak gevşetmemesi sebep olarak görülmektedir: Adale içinde sert düğümcükler ve şeritler ele gelir. Nodüllerin (düğümcükler) bulunduğu yerler, tetik noktalara uyar. Bu düğümcüklerin, adale içinde birikmiş olan sümüksü maddelere veya daha sık olarak yerleşmiş olan normal adale hücrelerine bağlı olarak meydana geldiği düşünülmektedir.
Kuluncun ağrı dışında hiçbir tehlikesi ve zararı yoktur. Hastaların bu yönden rahat olması gerekir. Tedâvide, lokal sıcak tatbikatı, sinir ve adale gevşetici ilâçlar kullanılır. Adaleyi hastanın şuurlu olarak gevşetmesini sağlayacak gevşeme egzersizleri belki de tedâvinin en önemli bölümünü teşkil eder. Elektronik akupunktur cihazı ile yapılacak uygulamalar da çok faydalıdır. Ayrıca halk arasında “şişe çekmek” diye bilinen uygulama da fayda sağlar.
Alm. Sand (m), Fr. Sable (m), İng. Sand. Taş ve çakılların, tabiî veya sun’î olarak, kırılıp ufalması ile ortaya çıkan taneli malzeme. Yaklaşık olarak çapları 0,02 mm ile 2 mm arasındadır. Kayaları meydana getiren bütün mineraller kumlarda görülürse de, çoğunlukla bir kısmına rastlanır. Pekçok sebeplerden dolayı da kuvars minerali daha fazla bulunur. Kuars kayalarda en çok rastlanan kaya cinsi olup, çok serttir. Daha küçük parçalara bölünmesi zor olup, suda erimez ve çözülmez. Bâzı bölgelerde önemli miktarda feldispat, demir cevheri ve volkanik cam ihtivâ eden kumlara da rastlanır. Pekçok kuvarslı kumda feldispat ile beyaz mika parçaları da vardır. Bu yumuşak olup, zamanla çözülür. Bunlara ilâveten her kumda az mikdârda da olsa ağır kaya mineralleri mevcuttur.
Bâzı kıyı ve nehir kumlarında hafif kısımların çözülmesi sonucunda ağır kısımların daha yoğun olduğu göze çarpar. Ekonomik bir şekilde işlenirse bunlardan elmas ve diğer kıymetli taşlar; altın, platin, kalay, momazit ve diğer cevherler elde edilir. Okyanus dibinde bulunan yeşil kum, eski devirlere âit tabakalarda bulunur. Renkleri sâhib oldukları glakonit mineralinden dolayıdır. Potasyum hidratlı bir kum suyun sertliğini almak için ve gübre olarak da kullanılır.
Cam endüstrisinde ve ilgili endüstrilerde çok saf kuarslı kumlar olan silis kum kaynağı kullanılır. Metallerin eritildiği fırınlarda kuars tanecikleri birleştirmek için de saf kuars kumuna ihtiyaç vardır. Normal olarak rastlanan kumun en çok kullanıldığı yerlerden biri de beton îmâlatıdır.
Binaların iç ve dış sıvaları da kumun en çok tercih edildiği yerlerdir. Yeraltında suyun toplandığı yerlerden birisi de kum tabakalarıdır.
Alm. Sandaal, Fr. Ammodyte, équille, cicerelle, İng. Sandeel. Familyası: Kumbalığıgiller (Ammodytidae). Yaşadığı yerler: Soğuk ve ılık bölgelerin kumsal sahillerinde. Özellikleri: Uzun vücutları küçük yuvarlak pullarla kaplıdır. Sürü hâlinde gezerler. Tehlike anında kuma gömülürler. Çeşitleri: Küçük kum yılanbalığı, büyük kum yılanbalığı iyi bilinen türleridir.
Kemiklibalıklar takımından, soğuk ve ılıman denizlerde kumların içine gömülerek barınan uzun vücutlu gümüş renkli bir balık. Yılanbalığına benzeyen uzun vücutları, küçük pullarla kaplıdır. Dilleri ve karın yüzgeçleri bulunmaz. Soğuk ve mutedil bölgelerin kumsal sahillerinde sürü hâlinde dolaşarak yaşarlar. Çok yırtıcı ve etçildirler. Öldürdükleri küçük balık ve kurtçuklarla beslenirler. Tehlike anında süratle kuma gömülürler. Sonbaharda sâhillere yaklaşıp sivri çeneleriyle kumu kazarak içine yumurtlarlar. Sırtları mavimtrak, karın kısımları gümüşî beyaz parlaklığındadır.
Küçük kum yılanbalığı (Ammodytes tobianus) 15-20 cm, büyük kum yılanbalığı (A. lanceolatus) 25-30 cm uzunluktadır. Yurdumuzda Adalar civârında avlanır. Çoğunlukla balık yemi olarak sarf edilirler.
Kıpçakların batıdaki adı. Türk asıllı olup beyaz tenli, sarı saçlı ve mâvi gözlü olduklarından “sarışınlık” vasıflarından dolayı Kıpçakları; Macarlar “Kun”, Bizanslılar “Kumonos”, Almanlar “Falben” diye adlandırmışlardır. Güney Rusya bozkırlarında hâkim olup, Tuna’ya kadar olan topraklara sâhib oldular. Kıpçak Türk lehçesine Avrupalılar “Kumanca” derler. Kırım’daki Alman râhipler ve İtalyan tüccarların yazdığı Codex Cumanicus Kumanca lügat ve ilâhî kitabıdır. Kumanca 15. yüzyıla kadar Macaristan ve Romanya’da konuşuldu. Hâlâ Kumanca coğrafî adlar mevcuttur. (Bkz. Kıpçaklar)
Alm. Glücksspiel (n), Fr. Jeu (m) de hasard, İng. Gambling. İnsanlara zararı dokunan kötü alışkanlıklardan ve haksız kazanç yollarından biri. Bir malı, eşyâyı veya parayı ele geçirmek ve onu mülk edinmek niyetiyle, oynanan her türlü tâlih, şans oyunu. İki veya daha çok kişi arasında, bahse girilen konuyu kaybeden tarafın mal vermeyi kabûl etmesi şartıyle yarış etmek, bilmece çözmek, bir oyunun ve at yarışı vs. gibi bir sporun sonucunda bahse girmek, ilmî bir münâkaşada bulunmak yollarından her biri kumar olur. Tek tarafın mal, para vermeyi kabul etmesi hâlinde kumar olmaktan çıkar.
Kumar adı verilen her türlü tâlihe, şansa ve tahmine dayanan oyun ve eğlenceler, insanlık târihinin hemen hemen her devrinde bütün toplumlarda oynanmış ve yapılmıştır. Toplumu kemiren bir sosyal yara olmuştur. Alın teri dökmeden, çalışmadan kazanmak hırsına kapılanlar, çalışıp kazanan insanların mâlî servetlerine çeşitli yollarla sâhip çıkmak istemişlerdir. Tenbelliği ve miskinliği âdet hâline getirenler, köşe başlarında ve kumar masalarında, varlık sâhibi olan kimseleri avlayıp, kandırıp aldatmak yollarını bulmuşlar ve insanların zaaflarından faydalanmak sûretiyle bunda muvaffak da olmuşlardır. Çeşitli oyun ve eğlenceleri kumara vâsıta yapmışlar ve böylece haksız kazanç yollarına sapmışlardır. Binbir emek sarf ederek, sıkıntı ve meşakkat çekerek kazandıkları mal varlıklarını, kumar masalarında bir anda kaybetmek bedbahtlığına düşmüşler ve kendileriyle berâber âilesini, çoluğunu-çocuğunu perişan etmişlerdir. Kumar oynamayı ve böylece para kazanmayı sanat hâline getiren ve kendini açıkgöz yerine koyan kumarbazlar, nice insanların âile yuvasının yıkılmasına sebeb olmuşlardır. Kumar masasında, bir anda malını kaybedenler, çoğu cinâyetle ve hapishâneye düşmekle sonuçlanan nâhoş, çirkin olaylara sebeb olmakta, evde kendisini bekleyen yavrularını mahzûn etmekte ve onları derin bir üzüntüye boğmaktadırlar.
Bütün mal varlığını bir anda kaybeden kumarbaz, hanımının, kızının nâmusunu da kumarla sattığı ve hattâ kendisinin hürriyetini de kaybederek köle olmayı kabûl ettiği devirler olmuştur. Eski Roma’da, Yunan ve Cermen toplumlarında böyle olaylara sık sık rastlanmıştır. İslâmiyetten önceki devirlerde, Araplar arasında kumar meşhur olmuştur. Çin’de ve İran’da da yaygın olan kumar oyunu için hususî yerler yapılmıştır.
Eski Romalılar zar atarak kumar oynarlardı. Roma imparatorları şahsî ve hattâ devlet gelirlerini arttırmak için piyango düzenlerlerdi. Cermen kabîleleri arasında, yüksek meblağlar (mikdârlar) ortaya konarak kumar oynandığını Romalı târihçi Tacitus yazmaktadır. İnsanların hayâtına kasdedecek kadar ileriye vardırılan kumarda, çoğu zaman Cermenler hayatlarını bir zar atışına bağlarlardı.
Oyun kâğıtları ile kumar oynamak ve fala bakmak, başta İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkelerinde yaygındır. Zamânımıza kadar gelen çeşitli şekillerdeki kâğıt oyunları, toplumlarda hastalık derecesinde yayılmıştır.
İran’da, kumarın daha çok oyun kâğıtlarıyle oynanması şekli yayılmıştır. Kumarhâneler, bu iş için kurulmuş husûsî yerlerdi. Tek veya çift zarla oynanan her türlü tavla, satranç, dama ve hatta çocukların ceviz oynaması gibi oyunlardı.
Bugün hemen hemen her ülkede kânûnî yasaklamalara rağmen kumar oynanmaktadır. Bu oyunların bir kısmı çocuklar arasında bile yaygın hâle gelmiştir. Ceviz ve misket oynamak gibi. Avrupa ülkelerinin çoğunda, devletin hiçbir müdâhalesi olmadan kumar oynanmaktadır. Çeşitli târihlerdeki devlet yasaklamaları hiçbir fayda sağlamamıştır. Fransa’nın güneyinde Monaco Prensliğindeki Monte Carlo şehri, bugün Avrupa’nın başta gelen kumar merkezidir. Bugün kânûnî izin yolları da açık tutularak, birçok sportif faaliyetler, piyangolar ve at yarışları, insanların kazanç yolu hâline getirdiği bahs, şans, tâlih oyunları şeklinde kumar oynanmaktadır.
Türk Cezâ Kânunu’nda kumar: Birçok ülkenin kânunlarında olduğu gibi TCK’da da umûma açık yerlerde kumar oynamak ve oynatmak suç sayılmıştır. Suç unsuru teşkil eden kumarı oynayan ve oynatanlara karşı müeyyideler; 567, 568 ve 569’uncu maddelerde açıklanmıştır. Borçlar Kânunu’nun 504, 505 ve 506’ncı maddelerinde de, “kumar ve bahis oyunlarının bir alacak hakkı doğurmadığı, kumar oynayan ve bahse giren kimse tarafından imzâ edilen âdî borç ve kambiyo senedinin üçüncü bir şahsa devredilse bile bunlara dayanılarak hiçbir kimsenin bir hak taleb edemiyeceği ve hükûmetin izin vermediği, durumlarda piyangonun yasak olduğu ve bir alacak hakkı sağlamadığı” hükme bağlanmıştır.
İslâm dîninde kumar: Bütün ilâhî dinler, inananlar arasında, kumar oynamak sûretiyle haksız kazanç sağlamayı yasaklamıştır. İslâmiyette alış-veriş, yâni ticâret, hediye, zekât, sadaka ve mîras ile mal elde etme yollarının dışında, gasp, hîle, fâiz, rüşvet, kumar vs. gibi yollarla haksız kazancı yasak etmiştir, harâmdır.
Her şey ile yarış etmek ve bilmece çözmek helâldir. Bunları kumar ile yapmak harâmdır. Koşarak veya at ve silâh ile, ok ile hedefe atmak gibi harbde kullanılan şeylerle yapılan yarışlarda, bir taraftan mal şart etmek de kumar olmaz. Yâni iki kişiden yalnız biri, sen kazanırsan, ben sana vereceğim. Ben kazanırsam, sen bana vermeyeceksin derse veya bir üçüncü kimse, yarışa katılan cemâat arasından kazanana ben vereceğim derse bunun mahzûru olmaz. Kumar, yarışlarda olduğu gibi, tavla, dama taşları ve iskambil kâğıtları ile yapılan her türlü oyunda, spor oyunlarında da olur. Bunların hepsinde ve ilim adamları arasındaki kumarda, sözleri, tahminleri yanlış çıkanlar, tahminleri doğru çıkanlara mal, para vermektedir. Kimlerin tahminlerinin doğru çıkacağı önceden belli olmadığı için kumara katılanların herbirinde, hem almak hem de vermek ihtimâli vardır. Kumar oynamak, yarışmak demek değil, tahminde yanılıp yanılmamak demektir. Bunun için, oynayanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp, oynayanlardan kazanacaklarını önceden tahmin edenler arasında da kumar olabilir. Hattâ yalnız bir kişinin yaptığı işin başarılı olup olmıyacağını, tahmin edenler arasında da olur. Kumarda, sonu tahmin edilen işin oyun olması, kazançlı, başarılı olması veya zararlı olması arasında fark yoktur. Canbazın düşüp düşmeyeceğini, geminin batıp batmayacağını tahmin edenlerin, birbirlerine para vermek için sözleşmeleri de kumar olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın, kumarcıların isimleri veya para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen numara sâhiplerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veya bir miktârını dağıtmak kumar olur. Çünkü, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının çekileceğini ümid etmektedir. Bu tahminleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların önceden (vermiş oldukları paralardan almaktadırlar. Aldıkları para ile, önceden) bilete verdikleri paranın farkını, tahminleri yanlış çıkanlardan almış olmaktadırlar. Tahminleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı için ve bunlar önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden bilet ücreti olarak para toplanmakta, tahmini doğru çıkanların verdiği sonra kendilerine iâde edilmektedir. Önceden toplanan paraların hepsini piyango sâhibi alıp, büyük payı kendine ayırdıktan sonra, geri kalanlarını tahmini doğru çıkanlara vermektedir.
Çok yaygın olarak oynanan kazı kazan ise çocuk ve gençleri kumar bataklığının içine atan bir tuzaktır.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, kumarın da şarap gibi hem harâm ve hem de pis olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ Mâide sûresi 90 ve 91’inci âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Şarap (serhoş eden her türlü içki) kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, (cahiliyye devrinde kullanılan) fal okları hep şeytanın işinden pis şeylerdir. Onun için bunlardan sakınınız ki, kurtulasınız. Muhakkak şeytan, şarapta ve kumarda, aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Tavla oynayan, Allahü teâlâya ve resûlüne âsi olmuş karşı gelmiş olur.”