KUBBE
Alm. 1. Kuppel (f) 2. Gewölbe (n), Fr. Coupole (f), İng. Dome, cupola. Binâların üzerlerini örtmek için kullanılan mimarî bir sistem. Dâire veya dörtgen binaların üzerini örtmekte kullanılan kubbe, genellikle dînî mimârîde kullanılmakla beraber, sivil ve askerî binalarda da yer almaktadır.
Kubbe inşâsında başlıca iki metod vardır. Birincisi, kubbeyi ağırlıksız kabul edilerek yuvarlak plan şeması üstünde kürevî bir çatı olarak uygulamak. İkincisi, kubbeyi abanma ve destek hesaplarını da içine alarak gerçek mîmâri kâideleri içinde ele almaktır. Bu uygulamada önemli olan kareden dâireye geçişte meydana gelen boşlukların doldurulmasıdır. Bu boşluklar, “tromplar” (küçük yarımküre), “pandantifler” (konkavüçgen) veya “Türk üçgenleri” denilen geometrik elemanlarla doldurulur.
Kubbe mîmârîsi ilk olarak Mezopotamya’da görülür. M.Ö. 16 ve 13. asırlarda Ege bölgesindeki binâlarda yer almaya başlayan kubbe, M.Ö. 1. asırda Roma mîmârîsinde bir unsur olarak kullanılmaya başlandı. Ancak bu kubbeler mîmârîye yenilik getirmedi. Zamanla Bizans mîmarîsine kayan Roma sanatı, buna da daha rasyonel çözümler getiremedi.
Kubbe mîmarîsinde zirveyeOsmanlı mîmarları ulaşmıştır ve neoklasik dönem mîmarîsinde bile bu zirvenin üzerine çıkılamamıştır. Kubbenin yapılmasındaki ideal olan mekan bütünlüğünü temin etmekle, mîmarîdeki son şeklini Osmanlı mîmarları vermiştir. Abanma ve taşımadaki problemlere rasyonel çözümleri de Osmanlı mîmarîsi getirmiştir. Türk mîmarîsi, ana mekânda geometrik ve köşeli, üst yapıda kubbeye uygun olarak dairevî ve kürevî biçimleri anlayış içinde tatbik etmiş mekân içindeki dayanakları görünür hâle getirdiği gibi dış payanda sistemi ile kubbe ağırlığını toprağa kadar götüren kademeli teşkilâtı gerçekleştirmiştir. Osmanlı medeniyetinin merkeziyetçi dünya görüşüne uygun olarak, bu düşünce tarzı mîmarî karakterde de hâkim hâle getirilmiştir.
Mîmarîmizde en üst noktayı teşkil eden Mîmar Sinan, kubbe inşâsında da bâzı yenilikler getirmiştir. Erken devirdeki Türk üçgenleri ve bunu tâkib eden sarkıtlarla süslü pandiflerin yerine, kubbeye geçişte daha yumuşak olan trompları kullanmıştır. Klâsik devir mimarisinin bir sentezi olan Mimar Sinan, mîmarimizde mekânların simetrik olmasına yarayan kubbeyi aşılamaz bir unsur olarak Edirne Selimiye Camiinde başarıyla tatbik etmiştir. Selimiye’de, kubbe için en mühim problem olan abanma ve taşıma münâsebeti ve bu münasebete dayanmayan ana mekânın yuvarlak unsurlarını tekrarlayan kubbe problemleri aynı anda halledilmiştir.
Avrupa Ortaçağ mîmârîsinde mühim bir mîmârî unsur olarak görülmeyen kubbe, rönesansla birlikte ehemmiyet kazanmaya başlamıştır. Fakat bu yine de Avrupa mîmarîsinde mîmarî fonksiyonların simetri ekseni olacak tarzda hiç bir devirde binalarda kullanılmamıştır. Floransa’daki Santa Maria del Fiore kilisesinin kubbesi Avrupa mîmârîsinin kubbe anlayışına yeni bir şekil getirmiş ve bunun gelişmiş bir örneği olan Roma San Pietro Kilisesinin kubbesi, batı için nümûne olmuştur.
Neo-klasik mîmarîde kubbe sivil mîmarîye de tatbik edilmeye başlanmış, fakat kubbe inşâ tekniğine bir yenilik getirememiştir. Daha sonra betonarme tekniği kubbe çatıyı düz çatıya çevirmiştir. Son zamanlarda yeni metodlar geniş boşlukların üzerini kapatmada kullanılmaya başlanmıştır.
Türkiye’de Bulunan Bâzı Câmilerin Kubbe Ölçüleri
|
Çap |
Yükseklik |
Ayasofya Câmii |
33 m |
24,3 m |
Süleymâniye Câmii |
26,50 m |
48 m |
Selimiye Câmii |
31,28 m |
43,28 m |
Sultanahmed Câmii |
24 m |
43 m |
Üç Şerefeli Câmi |
24,10 m |
28,40 m |
(Bkz. Vezirler)
Topkapı Sarayında başta sadrâzam olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının toplanıp, devlet işlerini görüşerek karara bağladıkları yer. Buraya Dîvân yeri de denilirdi.
Topkapı Sarayının her tarafından görülen dört köşeli büyük kulesinin üstünde olan kubbealtına orta kapıdan girilir. Bina, beyaz mermer ve yeşil parafinden gâyet güzel sütunlar üzerine saçak konularak inşâ edilmiştir. Saçak, önündeki taşlığın üzerini de örtmektedir. İlk kubbealtı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yapılmıştı. Şimdiki kubbealtı binâsı Üçüncü Selim ile İkinci Mahmûd Han zamânında tâmir edildiklerine dâir iki kitâbe taşımaktadır.
Kubbealtındaki üç salonun soldakinde dîvân toplanırdı. Salonun etrâfındaki sedirlerde dîvân âzâları, ortadaki makamda ise sadrâzam otururdu. Pâdişâh bu salona açılan Kasr-ı Adil adı verilen kafesli pencereden dîvân müzâkerelerini tâkib ederdi. İkinci salon Dîvân-ı Hümâyun Kalemi olup, dîvân kânunları burada tasdik edilirdi. Kubbealtının arkasındaki dört köşeli yüksek kuleden etrafta olan hâdiseler seyredilirdi.
Üçüncü kubbenin altındaki salonda devletin asıl defter ve kayıtlarını kapsayan ruznâmeler, piyâde ve süvârî mukabeleleri, cizye mukataa, mevkufat gibi defterler sandıklar içerisinde saklanırdı. Burası her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûn ile mühürlenirdi. İlk kubbe arasındaki yerde reisülküttap ile dîvân-ı hümâyun kâtipleri otururdu. Bu üç kubbenin dışında, sekiz kubbealtında dış hazîne saklanırdı.
Kubbealtında devleti idâreye memur olan heyet toplanırdı. Burada devlet işleri görüşüldüğü gibi halkın önemli dâvâlarına da bakılırdı. Dîvân toplantıları; Pazartesi, Salı, Cumartesi ve Pazar günleri olurdu. Görevliler sadrâzamdan önce gelir beklerlerdi. Sadrâzam gelince bütün görevliler karşılar, onun selâm verip odaya girmesinden sonra arkasından onlar da içeri girerlerdi. Vezirler, kâdıaskerler, defterdarlar ve nişancı yerlerini alırlar özel merâsimle toplantı açılırdı.
Toplantı bittikten sonra kubbealtında yemek yenirdi. Üç sofra kurulur, herkes kendi sofrasındaki yerine otururdu. Yemekten sonra yapılan işler hakkında sadrâzam pâdişâha arzda bulunur ve emirlerini alırdı. Belli günlerin hâricinde, ordunun harbe gidiş ve gelişlerinde, bayramlarda, saltanat değişikliklerinde, yabancı elçiliklerin kabûlünde kubbe altında toplantılar olurdu.
Devlet meseleleri Bâbıâli’de görüşülmeye başladıktan sonra, kubbealtı kısmen önemini kaybetti.
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden, şâir. İsmi Ahmed bin Hacı İbrâhim’dir. Daha ana karnında, “Kuddûs, Kuddûs” diye Allahü teâlâyı zikrettiği için Kuddûsî mahlasıyla meşhur oldu. 1769 (H.1183) senesinden Niğde’nin Bor kazâsında doğdu. 1849 (H.1265) senesinde aynı yerde vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık’ta defnedildi.
Babası büyük bir velî olan Ahmed Kuddûsî küçük yaştan îtibâren babasından ders aldı ve tasavvufda Ahrâriyye yolunun edebini öğrendi. Zâhirî ilimleri öğrenmek için uzun müddet medrese tahsili yaptı. 1786’da babası vefât edince, ilâhî bir emir üzerine Turhal’a gittti. Turhal Şeyhi denilen zâtın sohbetlerinde bulunarak olgunlaştı. Oradan Erzincan’a giderek birkaç ay kaldı. Sonra Şam ve Mısır’a gitti. Bir müddet sonra hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu ilk Hicâz seferinde Hira ve Uhud Dağında, uzun günler uzlette kaldı. Medîne’deki Mescid-i Nebî çevresinde riyâzetler çekti. Resûlullah efendimizin lutuf ve hitablarına kavuşarak yüksek derecelere ulaştı. Ertesi sene hac mevsiminde tekrar hac ibâdetini yerine getirdikten sonra, memleketi olan Bor’a döndü. 1807 ve 1810 senelerinde cereyan eden Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı. Tekrar Hicâz’a giderek uzun süre Mekke ve Medîne arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini terbiye için çileler çekti. Bor’a dönünce, on üç yıla yakın evinde inzivâ hayâtı yaşadı. Birçok kerâmetleri görüldü. Kendisini çekemiyenler iftirâ ettiler. Devrinin ileri gelen devlet adamlarının dikkatini çekerek İstanbul’a dâvet edildi. Zamânın pâdişâhının iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Daha sonra Bor’a dönen Ahmet Kuddûsî, bir ara Konya’ya gitti ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’nin kabrini ziyâret etti. Vefâtına yakın vasiyetnâmesini yazdırdı ve Eski Mezarlığa defnedilmesini istedi. Vefât edince istediği yere defnedildi. Kabri oradadır. Ancak Bor’un içinde ziyâret edilmek üzere bir makam yaptırılmıştır.
Bir çok şiirinde Allahü teâlâyı taleb etmeyi, mal, mevkı ile dünyâya ve maddeye âit olan her şeyin sevgisini kalpten çıkarmayı tavsiye ederdi. İslâmiyetin yüceliğini, emir ve yasaklarını pâdişâhlara da anlatırdı. İnsanların devlete bağlı olmalarını tavsiye eder, fitneden sakınmalarını söylerdi. Baş olmak, dünyâlık elde etmek ve halkı başına toplayıp onların hizmet ve hürmetlerini celb etmeye çalışmanın insanı şeytana oyuncak edeceğini anlatırdı. Allahü teâlânın emirlerini ihlâs ile yerine getirmeyi tavsiye ederdi.
Eserleri:
1) Dîvân-ı Kuddûsî, 2) Külliyât-ı Kuddûsî Efendi. Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir: Dîvân, Pendnâme, Vasiyetnâme, İcâzetnâme, Nesâyıh-ı Ahmed Kuddûsî, Hazînet-ül-Esrâr ve Ganîmet-ül-Ebrâr, Medâyıh Risâlesi, Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, Mektublar, çeşitli konularda Arapça olarak yazılmış risâleler.
Dîvânından bâzı şiirler.
Aradım, bulmadım Rum’da Hicâz’da,
Kandadır ey gönlüm! Bilmem durağın.
Eglenüben kaldı aşk-ı mecâzda,
Hakîkat râhına gitmez ayağın.
Coşkun sular gibi akup çağlarsın,
Kendini odlara yakup dağlarsın,
Gece gündüz efgân edüp ağlarsın,
Eridi kalmadı yürekte yağın.
Kuddûsî’ye cefâ etme ey gönül!
Hem ömrünü hebâ etme ey gönül!
Gel meyl-i mâsivâ etme ey gönül!
Bâki kalur sanma, geçer bu çağın.
Taşlanmayınca
Velî olmaz kişi taşlanmayınca,
Sivâ endişesi boşlanmayınca,
Kemâle iremez sâlik dirîgâ,
Bu ışkın oduna haşlanmayınca.
Söğütte hiç biter mi tatlu elma,
Yarılıp sarılup aşlanmayınca.
Yiyemez körpe kuzu dürlü otu,
Büyüyüp gün-be-gün dişlenmeyince.
Namaz
Ol Hüdânın kullarına ulu ihsânı namaz
Menzil-i âlâya insanı ref eyleyen namaz
Var ibâdetlerin pekçok gerçi envâı fakat
Onların hep cümlesinin şems-i tâbânı namaz
Onda topladı ibâdetleri cebbâru Celîl
Bil Muhakkak ki hepsinin oldu sultânı namaz
Eyle Kudsî sen namaza gece-gündüz hep devâm
Arttırır gönül içinde nûr-i irfânı namaz
KUDRET NARI (Momordica charantia)
Alm. Balsamapfel, Vunderapfel (m), Fr. Pomme (f) baume, İng. Balsamaple. Familyası: Kabakgiller (Cucurbitaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yalnız bahçelerde yetiştirilir.
Temmuz-ağustos aylarında çiçek açan 1-2 m boyunda çiçekleri tek cinsli, tırmanıcı bitkiler. Yapraklar el şeklinde, uzun saplı, loplu olup, loplar uzunca oval şekilde, kenarları dişli, sivri uçludur. Çiçekler sarımsı veya kırmızımtrak renklidir. Meyveleri 10-20 cm boylarında, geniş bir mekik şeklinde olup, üzerleri girintili çıkıntılı ve pürüzlüdür. Önceleri yeşil olan meyveler olgunlukta sarımsı renk alırlar. Tohumları 1 cm kadar boyunda, yassı ve gelişigüzel şekillidir. Daha çok tropikal Asya ve Afrika’da yayılmıştır.
Kullanıldığı yerler: Yapraklarında uçucu yağ ve acı maddeler bulunmaktadır. Mide ülserine karşı çok iyi ilâç olup şöyle hazırlanır: İki kudret narı doğranıp, şişedeki bir kilo zeytin yağına konur. Şişe güneşte bırakılır. Birkaç hafta sonra, sabahları aç karnına, bir çorba kaşığı içilip bir saat hareketsiz sırt üstü yatılır. Hazırlanan bu yağ, bâsur için de içilir, derideki yaralara da sürülür.
Onuncu ve on birinci yüzyıllarda Bağdat’ta yetişmiş olan Hanefî fıkıh âlimlerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed el-Bağdâdî; künyesi Ebü’l-Hüseyin’dir. Kudûrî diye meşhur olmuştur. 973 (H.362) senesinde Bağdat’ta doğdu.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin önde gelenlerinden olan ve Ahmed ibni Kemâl Paşa hazretlerinin tasnifine göre, fıkıh âlimlerinin Eshâb-ı tercih tabakasından olduğu bildirilen Kudûrî, Ebû Abdullah Muhammed Yahyâ el-Cürcânî’den fıkıh ilmini öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ubeydullah bin Muhammed Havşebî ve birçok âlimin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunup, onlardan ilim öğrendi. Kendisi de uzun seneler ilim öğretip, talebe yetiştirdi. Meşhûr âlim Hatîb-i Bağdâdî kendisinden ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyet edenlerdendir. 1037 (H.428) senesi Receb ayının beşinci Pazar günü Bağdat’ta vefât etti. Ebû Half kapısı girişinde bulunan evinin yanına defn olundu. Daha sonra da Mensûr caddesindeki bir türbeye naklolundu.
İlminin çokluğu, ibâresinin güzelliği, akıcı lisânı ile fıkıh âlimleri arasındaki yeri ve derecesi çok yüksek olan Kudûrî’nin, Kur’ân-ı kerîmi okuması çok hoş ve tatlıydı. Devamlı ibâdet eder ve Kur’ân-ı kerîm okurdu. Zamânındaki ve kendisinden sonraki âlimler onun ilim ve takvâdaki yüksekliğini kabul edip, medhettiler. Muhtasâr-ı Kudûrî diye tanınan meşhur fıkıh kitabından çok faydalandılar.
Eserleri:
1) Muhtasar-ı Kudûrî: Binlerce fıkhî meselenin kısa ve öz olarak ifâde edildiği bu eser, Hanefî fıkhının temel kitaplarındandır. Bu kitap senelerce medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu esere birçok şerhler yazılmıştır. En meşhûrları; Cevhere, Lübâb ve Ebû Nasr-ı Aktâ’nın Tashîh-i Kudûrî’sidir. 2) Şerh-i Muhtasar-ül-Kerhî, 3) Et-Tecrîd, 4) Kitâb-ün-Nikâh.
Alm. Toılwut (f), Fr. Rage (f), İng. Rabies. Merkezi sinir sistemini ağır şekilde tutan bir zoonoz (insanlara hayvanlardan geçen hastalık). Bugün bile insanlarda ölüme sebep olmaktadır. Etkeni, Rhabdoviruslar grubundan bir RNA’lı virüstür. Kuduz hayvanlarının salyasında bulunur ve genellikle ısırma suretiyle bulaşır. Tabiî konakçısı olan vampir (kan emici) yarasanın, yağ dokusu ve tükürük bezinde bulunur. Bu yarasa dışında bütün memelilerde koruyucu tedbirler alınmazsa hemen daima öldürücüdür. Bugüne kadar belirtiler ortaya çıktıktan sonra kurtulan çok az sayıda vak’a bildirilmiştir. Ölüm özellikle solunum felci ile olur.
Hastalığın kuluçka süresi sekiz günden iki yıla kadar değişebilir. Ortalama kırk gündür. Bu devrede kuduz aşısı veya anti serumu yapılırsa hastalık belirti vermeden önlenebilir. Aşının gayesi vücutta çabuk ve yüksek seviyede antikor hasıl edip virüsün nötralize edilmesidir. Klinik belirtiler çıktıktan sonra aşıdan fayda beklenemez.
İnsanlara hastalığın bulaşmasında başlıca aracı olan köpekte ilk belirtiler, hayvan evcilse fark edilen huy değişmeleridir. Hayvan alışılmış hareketlerini yapmaz, garip davranışlar içine girer. Ot, tahta, kumaş vb. şeyleri yemeye çalışır, huysuz ve huzursuzdur, çeşitli hayallere dalar ve çevresine saldırır, devamlı koşar, ağzından salyası akar ve dört-beş gün içinde felçler gelişerek ölür.
Hastalığın gelişimi: İlk olay canlı virüsün deri veya mukozalardan vücuda girmesidir. Virüsü önce bu bölgedeki çizgili kas hücrelerinde çoğalır. Bunun ardından sinir uçlarından içeri giren virüs, sinir yolunu takip ederek merkezî sinir sistemine ulaşır. Tecrübî olarak kanda virüs bulunabileceği de gösterilmiştir. Ancak hastalığın teşekkülünde ve yayılmasında bunun pek önemi yoktur. Beyinde hemen sâdece gri cevherde çoğalan virüs yeniden otonom sinirler yolu ile tükürük bezleri, böbrek üstü bezi, böbrek, akciğer, karaciğer, iskelet kasları, deri ve kalp gibi diğer organlara ulaşır. Virüsün özellikle tükürük bezine ulaşması hastalığın salya ile bulaşmasını sağlar. Kuluçka süresinin çok farklı olabilmesi vücûda giren virüs sayısına, girdiği yerin merkezî sinir sistemine uzaklığına, tutulan doku miktarına ve kişinin savunma mekanizmalarına bağlı gibi görünmektedir.
Hastalığın merkezî sinir sistemine yerleşmesi ile burada kanlanma artar, sinir hücre çekirdekleri harap olmaya başlar ve bu kusurlu sinir hücreleri sahaya hücum eden savunma hücreleri tarafından ortadan kaldırılır. Bölgeye gelen iltihabî hücrelerin artışı ile bir beyin iltihâbı meydana gelir. Zamanla klinik tablo da ağırlaşarak ilerler.
Belirtileri: Kuduz bir hayvan tarafından ısırılıp tedavi edilmeyen bir insanda ilk belirtiler kuluçka devri bittikten sonra 1 ilâ 4 gün sürebilir. Bu belirtiler; ateş, baş ağrısı, ısırık yerinde hassasiyet ve kaşıntı, kırgınlık, halsizlik, boğaz ağrısı, kas ağrıları, kolay yorulma, iştahsızlık, bulantı, kusma ve kuru öksürük olabilir. Duygusal devrede; içine kapanma, her şeyden alınma, gözlerde korku hissi, yüz mimiklerinde değişme, hatıralarla hırçınlaşma gözlenir. Daha sonra huzursuzluk, beş duyuya âit hayaller, kavgacılık, düşüncelerde garip değişmeler, kasılmalar, hava akımından, parlak ışıktan, yüksek sesten, su içmekten hatta görmekten korkma gelişir. Sudan korkmanın sebebi, yutkunma kaslarının şiddetli ağrı vermesidir. Salyasını yutamayan hastanın ağzı köpürür ve sonunda felçlerle ölür.
Teşhis: Hastanın klinik bulgu vermesi hâlinde hikâyesinde kuduz yönünden şüpheli bir hayvan ısırığının bulunması teşhiste yardımcıdır. Ancak mühim olan hasta klinik bulgu vermeden risk altında olup olmadığının tesbit edilmesidir. Çünkü klinik bulguları takiben başlanan tedavinin başarılı olma ihtimali çok azdır.
Teşhiste laboratuar bulguları: Komplikasyonlar olmadıkça kan kimyası normaldir. Kanda dolaşan beyaz küre (akyuvar) sayısı hafifçe artar. Ancak normalden (5-7 bin/mm3) 30 bin/mm3’e kadar herhangi bir değerde de olabilir.
Her virüs enfeksiyonunda olduğu gibi kesin teşhis şu metodlarla konabilir:
1. İltihaplı doku ve sıvılardan (beyin, tükürük, beyin-omurilik sıvısı vb.) virüsün izole edilmesi ve gösterilmesi,
2. Aşısız kişide bir seri serum çalışması ile kuduz virüsüne karşı oluşmuş antikor miktarının dört kat arttığının gösterilmesi,
3. Virüs bulaşmış dokuda hassas bir metod olan Floresan Antikor Tekniği ile virüs antijeninin gösterilmesi.
Ölen veya öldürülen şüpheli hayvanın beyin dokusundan veya beyin biopsilerinden şu çalışmalar yapılabilir:
1. Beyin dokusu nümunelerinin fareye enjeksiyonu ile virüs üretme ve izole etme çalışması,
2. Floresan Antikor Tekniği ile virüs antijeninin gösterilmesi,
3. Işık veya elektron mikroskobu ile Negri cisimciklerinin aranması.
Negri cisimcikleri: Seller boyası ile pembe boyanın hücre çekirdeğine yakın bulunan, kuduz hastalığına has virüs parçacıklarıdır. Beyinde özellikle ammon boynuzu, beyin kabuğu, beyin sapı ve beyincik purkinje hücrelerinde dağılım gösterir. Negri cisimcikleri görüldüğünde kuduz teşhisi konur ise de görülmemesi kuduz hastalığı olmadığı mânâsına gelmez. Zira kuduz vak’alarının % 20’sinde gösterilememektedir.
Korunma: Esas korunma bulaştırmada en önemli rolü oynayan başı boş köpeklerin ortadan kaldırılmasıdır. Ev hayvanları, kuduz virüsü ile karşılaşma riski yüksek olan veterinerler, mağaracılar, laboratuvar işçileri, hayvan bakıcıları önceden aşılanmalıdır. Şüpheli ısırıklarda yara yeri hemen ilk fırsatta bol su ve sabunla yıkanmalıdır.
Tedâvi şartları: Her sene dünyada milyonlarca insan hayvanların şüpheli saldırılarına maruz kaldığı için bütün bu kişilerin tedavi altına alınması yerine tedavi için bazı şartların varlığı aranır. Çünkü aşı ve anti serum tedavilerinin de riskleri mevcuttur.
İnsana sebepsiz saldıran hayvanlar mümkünse yakalanmalıdır. Yakalanan vahşî veya aşısız evcil hayvanlar öldürülüp kafası en kısa zamanda beyin dokusunda kuduz yönünden tetkik yapılabilecek bir laboratuvara gönderilmelidir. Bu yönden en güvenilir metod Floresan Antikor Tekniği’dir. Eğer bu teknikle kuduz virüsü tesbit edilemezse hayvanın salyasında kuduz virüsü olmadığı kabul edilir ve saldırıya maruz kalan kişinin tedâvisi gerekmez. Ancak Floresan Antikor Tekniği veya cisimciği müsbet çıkarsa tedâvi îcâbeder. Negri cisimciği tetkiki menfî de olsa kuduz şüphesini ortadan kaldırmaz.
Saldıran hayvan aşılı ise ve yakalanırsa, müşahade altına alınır. Hayvan 10 gün içinde hastalık belirtisi verirse kafası yine tetkike gönderilmelidir. Eğer hayvan bu süre zarfında hastalık belirtisi göstermezse tedavi gerekmez.
Yakalanamayıp kaçan hayvanlar kuduz kabul edilir ve tedâviyi gerektirir.
Tedâvi: Tedâvinin üç ana prensibi vardır:
1. Yara tedâvisi: Kuduz şüphesi olan hayvan tarafından ısırılan yer hemen ilk fırsatta bol su ve sabunla veya tentürdiyot gibi alkollü dezenfektanlarla yıkanmalıdır. Çünkü kuduz virüsü sabun ve alkole hassastır. Bulunabilirse zefiran veya cetavlon gibi kimyevî dezenfektanlar da faydalıdır. Ayrıca tetanoz aşısı uygulanmalı ve tetanoz için antibiyotik (genel olarak penisilin) kullanılmasına başlanmalıdır.
2. Pasif bağışıklama: Kuduz antiserumları ile yapılır.
3. Aktif bağışıklama: Ölü kuduz virüsü aşıları ile yapılır.
Filistin’de bulunan, Mûseviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlarca mukaddes kabul edilen ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu şehir. Çeşitli kaynaklarda Yeruşalayim, Jerusalem, Uruşelim, Yerusalim, Makdis, Beyt-ül-Mukaddes, Beytül-Makdis, İlya veEyliyâ isimleriyle de zikr edilen Kudüs dünyanın eski şehirlerindendir.
Kudüs şehrinin kimler tarafından ve hangi tarihlerde kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Nuh Aleyhisselâmın torunu ve Ham’ın oğlu Ken’an’ın neslinden gelen Ken’anîlerin kurduğu bir site olduğu zan edilmektedir.
Ken’anîler bu bölgeyi ele geçirdikten sonra şimdiki şehrin yukarısında bulunan Sahiyun tepesinde Yebhus ismiyle bir kasaba kurdular. Bu kasaba büyüyerek site şehri hâlini aldı. Kitâb-ı Mukaddes’e göre İbrâhim aleyhisselâm Salem kralı Ken’anlı Melkisedele ile burada karşılaştı. İbrâhim aleyhisselamın oğlu İshak ve torunu Yâkub aleyhisselam, içinde Kudüs şehrinin de bulunduğu Ken’an diyarında yaşadılar. Bu bölgenin insanlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattılar. Bir ismi de İsraîl olan Yâkub aleyhisselâm, oğlu Yûsuf aleyhisselâm Mısır’a Mâliye nâzırı olunca diğer oğullarıyla birlikte, Kudüs’ün bulunduğu bölge olan Ken’an diyarından ayrılıp Mısır’a gitti ve oraya yerleşti. Yâkub aleyhisselâmın on iki oğlunun neslinden gelen ve İsrâiloğulları adıyla anılan insanlar Mısır’da kaldılar. ÖnceMısır’da rahat bir hayat süren İsrâiloğulları sonradan Fir’avn adı verilen Mısır krallarının zulmü altında yaşadılar. İsrâiloğullarının Mısır’da bulunduğu sırada Kudüs ve diğer Filistin şehirlerinde Amâlikalılar adı verilen ve putlara tapan bir kavim yaşıyordu.
Mûsâ aleyhisselâm kardeşi Hârûn aleyhisselamla birlikte İsrâiloğullarını Allahü teâlânın emriyle Fir’avn’ın zulmünden kurtarıp Mısır’dan çıkardılar. İçinde Kudüs’ün de bulunduğuArz-ı Mev’ûd denilen bölgeye götürmek üzere yola çıktılar. Fakat İsrâiloğulları taşkınlık yapıp Mûsâ aleyhisselâmı dinlemediler. Arz-ı Mev’ûd’da zâlim ve kuvvetli hükümdarların bulunduğunu ileri sürerek Mûsâ aleyhisselâmla birlikte harbe gitmekten çekindiler. Allahü teâlâ hazret-i Mûsâ’nın bedduası üzerine İsrâiloğullarına kırk yıl Arz-ı Mev’ûd’a girmeyi haram kıldı. İsrâiloğulları kırk sene yersiz, yurtsuz, vatansız bir şekilde Tih sahrasında şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve halifesi olan Yûşâ bin Nûn aleyhisselâm İsrâiloğullarını Arz-ı Mev’ûd’a götürdü. Amâlikalılarla ve diğer yerli kavimlerle uzun müddet muhârebe ederek Eriha, Kudüs gibi şehirlerin bulunduğuFilistin, Ürdün ve Şam topraklarını ele geçirdi. İsrâiloğullarını bu beldelere yerleştirdi. Yâkub aleyhisselâmın oğullarından Yehûda’nın ve Bünyamin’in neslinden gelenler Kudüs ve çevresinde yerleştiler.
Zaman zaman kendilerine gönderilen peygamberlere isyan eden İsrâiloğulları diğer kavimlerin esâreti altına düştüler. Daha sonra Dâvûd aleyhisselâm hükümdâr oldu. Kudüs’ü tekrâr aldı. Böylece İsrâiloğullarının en parlak zamanı başladı. Bir müddet sonra Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma peygamberlik vâzifesini verdi. Hem peygamber, hem hükümdâr olan Dâvûd aleyhisselâm Kudüs’de Mescid-i Aksâ’nın inşâsını başlattı. Mescidin temelini attı, bir adam boyu kadar yükselince inşaatın tamamlanmasını oğlu Süleyman aleyhisselâma vasıyyet etti. Dâvûd aleyhisselâmın vefâtı üzerine 12 veya 13 yaşında sultan, daha sonra peygamber olan Süleymân aleyhisselâm babasının hazırlattığı temeller üzerine Mescid-i Aksa’yı (Beyt-i Makdis’i) yaptırdı. Bu ma’bedi yedi yılda pek sanatkârâne inşâ ettirdi. Sonra usta ve mühendislere on iki mahallesi olan Kudüs şehrini yaptırdı. Her mahalleye İsrâiloğullarından bir kabîle yerleştirdi. Saraylar inşâ ettirip Kudüs’ün etrâfını surlarla çevirten Süleyman aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen içinde Tevrat’ın on emri yazılı olduğu levhaların ve kutsal emânetlerin bulunduğu Tâbut-ı Sekîneyi yâni Mukaddes sandığı Mescid-i Aksa’ya (Beyt-ül-Makdis’e) bir odaya yerleştirdi.
On iki kabîleye ayrılmış olan Yahûdiler Süleyman aleyhisselâmın vefâtından sonra iki devlete ayrıldılar. On kabîle İsrâil Devletini, diğer iki kabile ise Yehûda Devletini kurdular. Azgınlaşarak, hak yoldan ayrılıp taşkınlık ettiler. Kendilerine gönderilen birçok peygamberi şehid ettiler. Gadab-ı İlâhiye uğradılar. İsrâil Devleti M.Ö. 721’de Asûriler, sonra da Yehûda Devleti M.Ö. 586’da Bâbilliler tarafından yıkıldı. Bâbil hükümdârı Buhtunnasar Kudüs’ü işgâl etti, şehri yakıp yıktı. Yahûdîlerin çoğunu öldürdü. Kalanlarını da Bâbil’e sürdü. Buhtunnasar’ın Kudüs’ü yağmalaması, esnâsında hakîki Tevrat ve Zebûr yakılıp yok edildi. İran hükümdârı Şireveyh, Bâbillileri yenince Yahûdîlerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin verdi. İsrâiloğulları M.Ö. 520’den sonra Mescid-i Aksa’yı yeniden tamir ettiler ve Kudüs şehrini imâr ettiler. Bâbil’e götürülenler arasında bulunan ve hakîkî Tevrât’ı ezbere bilen Uzeyr aleyhisselâm Tevrât’ı ve emirlerini İsrâiloğullarına anlattı. Fakat taşkınlık gösteren İsrâiloğulları, Uzeyr aleyhisselâma Allah’ın oğlu dediler. Daha sonra da Tevrât’a ve Zebûr’a birçok yabancı parçalar ve hurâfeler eklediler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri gelen hak dîni bozdular. Allahü teâlânın gadâbına uğradılar. Önce Perslerin sonra da Makedonyalıların esâreti altında yaşadılar. M.Ö. 63 senesinde, Romalı kumandan Pompey, Yahûdîleri dağıttı. Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı yakıp, yıktı. Böylece Kudüs ve Yahûdîler Romalılar Devleti hâkimiyetine girdiler. M.Ö. 20 veya 24’te Romalıların, İsrâiloğulları soyundan gelen Filistin Vâlisi Herod, Mescid-i Aksa’yı (Beyt-i-Makdis’i) Süleyman aleyhisselâmın yaptırdığı ölçüleri daha da genişleterek yeniden yaptırdı. Kudüs şehrini de tekrar imâr ettirdi.
Kudüs Romalıların idâresi altındayken, insanları ıslâh için Allahü teâlâ tarafından gönderilen İsâ aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etmediler. Annesi hazret-i Meryem’e de iftirâ ettiler. İsâ aleyhisselâm Romalıların Yahûdî asıllı Filistin valisine, halkı Romalılar aleyhine kışkırtıyor” diyerek şikâyet ettiler. Vâli Îsâ aleyhisselâmı yakalatıp Haç’a gerilmesini emretti. Fakat Allahü teâlâ Nisâ sûresi 156-158. âyetlerinde bildirildiği gibi onu gökyüzüne kaldırdı. İsrâiloğulları daha sonra Roma hakimiyetine karşı isyan ettiler. M.S. 70 senesinde Romalı komutan Titüs Kudüs’ü tamâmen yakıp yıkarak şehri virâneye çevirdi. Beyt-i mukaddes (Mescid-i Aksa) de yandı. Sadece batı duvarı kaldı. “Ağlama Duvarı” adı verilen bu duvar yüzyıllarca Yahûdîlerdeki millî ve dînî şuuru ayakta tutmuştur. Bu tahrib ile Kudüs’ün Mûsevilere ait ma’muriyeti son buldu.
Titüs’ün katliâm ve zulmünden sonra Yahûdîler Kudüs ve çevresinden çıkarıldılar. Esir edilerek Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere Mısır’a ve dünyânın diğer yerlerine sevk edildiler. Daha sonra tekrar Filistin’de toparlanıp Romalıların hakimiyetine karşı M.S. 132-135 senelerinde tekrar ayaklandılar. Ayaklanmanın bastırılması sırasında tamamen yakılıp yıkılan ve yerle bir edilen Kudüs şehrine Yahûdîlerin girişi yasaklandı. Roma İmparatoru Hadrianus şehrin yıkıntıları üzerindeColonia Aelia Copitolina adlı bir pagan sitesi kurdurdu. Mescid-i Aksa’nın yerinde de tanrı Jüpiter için bir tapınak yaptırdı.
Hıristiyanlığın yayılması ve Bizans imparatorlarının Hıristiyanlığı kabûl etmeleri üzerine, Bizans imparatorları Mescid-i Aksa’yı tâmir edip Kudüs’ü îmâr ettiler. İmparatorluğun hâkimi durumunda olan Hıristiyanlar için mukaddes bir şehir hüviyetine giren Kudüs’te hazret-i Meryem’in hazret-i Îsâ’nın ve havârilerin hatıralarına birçok kiliseler yaptırdılar. Kudüs, Hıristiyanların dînî merkezi hâline geldi. Hıristiyanlar hac için Kudüs’e gelip kutsal yerleri ziyâret ettiler.
İslâmiyetin ilk yıllarında Müslümanlar Kudüs’de bulunan Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de Mîrâc’a giderken Kudüs’den göke yükseldi.
Kudüs 614 senesinde Sâsânîler tarafından istilâ edildi. Sâsâniler kadın ihtiyar, çocuk demeden Kudüs ahâlisini kılıçtan geçirdiler ve kiliseleri tahrib ettiler. Sâsâniler daha sonra geri çekildiler. 638 (H.16) senesinde hazret-i Ömer Kudüs’ü muhasara etti. Hıristiyanlar cizye vermeyi kabul ederek Müslümanların himâyesine girdiler. Hazret-i Ömer’e Kudüs’ün anahtarlarını bizzat kendileri teslim ettiler. Böylece kendi devletleri olan Bizans’ın ağır vergi ve işkencelerinden eziyet ve cefalarından ve zulümlerinden kurtuldular. Çok kısa zamanda düşman zan ettikleri Müslümanlardaki adâlet ve merhameti açıkça gördüler. İslâmiyetin iyilik ve güzelliği emr eden, insanları dünya ve âhiret seâdetine kavuşturan bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama olmadan bölük bölük, mahalle mahalle İslâmiyeti kabul ettiler.
Kudüs’ü fethedip İslâm topraklarına katan hazret-i Ömer, Hıristiyanların; “İstediğiniz bir kiliseyi kendinize mâbed olarak seçiniz.” şeklindeki tekliflerini kabul etmedi. İlk namazı kilise dışında bir yerde kıldı. Çok zamandan beri çöplük haline gelmiş harâb bir halde bulunan Heykel-i mukaddes denilen mahalli (Beyt-i mukaddes mahalli) temizleyip buraya büyük ve güzel bir câmi yaptırdı.
Hazret-i Ömer radıyallahü anh, İlya (Kudüs) ahalisine şöyle bir emân mektubu verdi;
“İşbu mektub Müslümanların emîri Abdullah Ömer’in İlya ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ve diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:
Müslümanlar, onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin herhangi bir yerini tahrîb etmeyecek, mallarından bir tanecik bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiç bir zor kullanılmayacak. Hiçbir Müslümandan en ufak bir zarar bile görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse varacakları yere kadar canları, malları, ırzları üzerine emân verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse tamâmen temînât altında olacaklar. Yalnız İlya (Kudüs) ahâlisinin verdiği cizyeyi (gelir vergisini) vereceklerdir. Eğer İlya halkından bâzıları, Rum halkı ile birlikte, âile ve malları ile birlikte berâber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, kiliseleri ve varacakları yere kadar canları, yol masrafları ve malları üzerine emân verilecektir. Yerli olmayanlar ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar onlardan hiçbir vergi alınmayacaktır. Allahü Âzimüşşânın ve Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) emirleri ve İslâm halifelerinin ve umum Müslümanların verdiği sözler bu mektubda yazılı olduğu gibidir.”
Kudüs’e ilk yerleşen Müslümanlar Medîneliler oldu. Eshâb-ı kirâmdan Ubâde bin Sâmit radıyallahü anh Kudüs’ün ilk vâli ve kâdısı oldu. Hazret-i Osman’ın halifeliği sırasında Kudüs’ün zengin sebze tarımından elde edilen geliri fakir halk için tahsis edildi. Emevîler devrinde hazret-i Muâviye ilk olarak burada halife olarak tanındı. Emevî halifelerinden Abdülmelik bin Mervân, Peygamber efendimizin Mîrâc’a yükselirken üzerine bastığı ve üzerinde mübârek ayak izi bulunan Hacer-i muallakın üzerine Kubbet-üs-sahra Camisini yaptırdı. Mescid-i Aksa ve Dârülimâre gibi yapıları ve Kudüs’e giriş kapılarını tâmir ettirdi. Emevi Halifesi Süleyman bin Abdülmelik ve diğer Emevi halifeleri de Kudüs’ün îmârı için gayret gösterdiler. Altıncı Emevi Halifesi El-Velid Mescid-i Aksa’yı bugünkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı. Emevi Halifesi İkinci Mervan bin Muhammed’e karşı çıkan bir isyan sırasında Kudüs şehri tahrib edildi. Daha sonra meydana gelen bir zelzelede de Kudüs şehri hasar gördü.
Abbâsîler zamanında da Kudüs’ün îmârına îtina gösterildi. Abbâsi halifeleri El-Mansur, El-Mehdî ve El-Me’mûn Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı tâmir ettiler. Abbâsilerin siyâsî otoritesi zayıflayınca, Kudüs önce Tulûnoğulları, daha sonra Eshâb-ı kirâm düşmanı Fâtımîlerin hâkimiyeti altına girdi. Fâtımîler Ehl-i sünnet Müslümanlara zulüm ve işkence yaptıkları gibi Hıristiyan ve Yahûdîlere de işkence yaptılar. Hıristiyanların kiliselerini ve Yahûdîlerin mâbedlerini yıktılar. Selçuklular Fâtımi hâkimiyetine son verdikten sonra, Selçuklu komutanı Atsız, Kudüs’ü 1070 senesinde Fâtımîlerden aldı. Kudüs halkı Atsız’a başkaldırınca Atsız burayı tekrar kuşatıp şehri ele geçirdi. Fakat Atsız Selçuklu hükümdârı Tutuş tarafından îdâm edilerek Kudüs bir Türkmen zabitinin oğlu olan Sukman’a teslim edildi. 1096 senesinde Fâtimî Sultanı El-Müsta’li Kudüs’ü ele geçirdiyse de 15 Temmuz 1099’da Haçlılar istilâ ettiler. Kudüs’ü yakıp yıktılar. Pekçok Müslümanı kadın, çocuk ve ihtiyar demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksa’yı yağmalayıp, tepelerine haçlar diktiler. İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler. Sultan Selâhaddin-i Eyyûbî 1187 (H.583) senesinde Kudüs’ü Haçlılardan kurtarıp Mescid-i Aksa’dan haçları ve putları kaldırttı. Eski hâline getirip yeni bir mihrâb yaptırdı. Selâhaddîn-i Eyyûbî Kudüs halkına çok iyi davrandı. Vergileri indirdiği gibi, Haçlıların kilise hâline çevirdikleri câmileri eski durumlarına getirdi. Selâhaddîn Eyyûbî’den sonra Eyyubîler arasında siyâsî anlaşmazlıklar baş gösterdi. Hıristiyanlar bu durumu fırsat bildiler. Şam ve Mısır Eyyûbileri arasındaki anlaşmazlıkta Şam tarafını tercih ettiler. Bu sayede 1244 senesinde Kudüs tekrar Hıristiyanların eline geçti. Mısır Eyyûbî Hükümdarı Es-Sâlih Necmeddîn Harezmlileri yardıma çağırdı. Harezmliler Sûriye’yi baştan başa geçerek Kudüs’ü ele geçirdiler. Böylece Kudüs Mısır Eyyûbîlerinin hâkimiyetine girdi. Bundan sonra Kudüs Müslümanlar elinde kaldı. Fakat daha sonra Moğolların istilâsına uğrayan Kudüs harabe hâline geldi. Mısır’da Eyyûbî Devletinin yerine Memlûkler geçince, Moğolları geri püskürtüp Kudüs’ü de işgalden kurtardılar. Memlûkler döneminde Sultanın naibi tarafından idâre edilen Kudüs bir ilim ve irfan merkezi hâline geldi. Memlûk Sultanları Kudüs’ün îmârına önem verdiler. Sultan Baybars, Mescid-i Aksa’yı tamir ettirerek şehrin kuzey-batısında fakirleri barındırmak üzere bir han yaptırdı. Sultan Nasîrüddîn Muhammed Mescid-i Aksa’nın arka kısmını mermer ile kaplattı. Mihrabın yanlarına iki pencere açtırdı. Harem’in yükseltilmiş kısmının kuzey tarafındaki sütunları ve Pamukçular kapısını tâmir ettirdi. Harem’deki iki mâbedin kubbelerini yaldızlattı.
Bir yıldırım düşmesi neticesinde yanarak yıkılan Kabbe-üs-Sahrâ Câmiinin kubbesini sultan Çakmak tâmir ettirdi. Sultan Eşref Kayıtbay Harem’in yüksek kısmı ile bunun batı duvarı arkasında bir çeşme yaptırdı. Mescid-i Aksa’nın Zincirler kapısı yanında bir medreseyi genişletti ve şehrin su yollarını tâmir ettirdi.
Kudüs şehri 1517 senesinde Yavuz Sultan Selîm Han tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. Kânûnî Sultan Süleyman Kudüs’ün surlarını yaptırdı ve Kubbet-üs-Sahrâ Camiinin mozayik kaplamalarını kaldırtarak, yeşil ve sarı ile karışık mavi çini ile kaplattı. Duvarın alt kısımlarına mozayik yerine mermer kaplattı. Şehre dört büyük çeşme inşâ ettirdi.
Kubbet-üs-Sahrâ Camiinin ve Kudüs surlarının bugünkü hali Kânûnî zamanından kalmadır. Sultan İkinci Mahmûd Han Kubbet-üs-Sahrâ Câmiinin yaldızlarını yeniletti ve câmiyi dışarıdan tâmir ettirdi.
Fransa kralı Napoleon Bonaparte Akka kalesini kuşattığı zaman bir kısım Fransız kuvvetlerini de Kudüs üzerine sevk etti. Fakat Fransızlar Türk kuvvetlerine yenilerek geri çekildiler. Daha sonra Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hakimiyetinde kaldı. Sultan Abdülmecîd Hanın tahta geçmesini müteâkip, 1840 senesinde yapılan bir andlaşmayla Kavalalı Mehmed AliPaşa Kudüs’ten çekildi. Osmanlı hâkimiyeti Birinci Dünyâ Harbine kadar devâm etti. Harbin son safhasına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan ve müstakil bir mutasarrıflığın merkezi olan Kudüs, Aralık 1917 târihinde İngilizler tarafından işgâl edildi. Harp sona erince Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından İdâri vekâleti İngiltere’ye verilerek Filistin’e bağlı kaldı. Şehirde Araplar ile Yahûdîler arasında birkaç defa şiddetli çatışmalar oldu. Bu arada Yahûdî topluluğun yerleşip, yayılma çabaları da hızlandı. Kudüs 29 kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından Milletlerarası bir statüye kavuşturuldu. Bu kararı Yahûdîler benimsedi, fakat Araplar karşı çıktı. Bu yüzden iki topluluk arasında şiddetli çarpışmalar meydana geldi.
14 Mayıs 1948’de İngiltere Kudüs üzerindeki koruma rejimine son verdi. Aynı gün İsrâil Devleti kuruldu. İsrâil Devleti Kudüs’ü de içine alırken, Ürdün, Filistin’in geri kalan bölümünü eski Kudüs şehriyle birlikte ilhak etti. Bir müddet sonra İsrâil hükümetinin birkaç bakanlığı Kudüs’e taşındı. 1967 Arap-İsrail (altı gün) savaşı sırasında Kudüs’ün Ürdün kesimi İsrâil birlikleri tarafından işgal edildi. Kudüs’de bulunan masum ve korumasız Müslüman-Araplara hergün akla gelmedik işkence ve zulüm yapıldı. İsrâil parlamentosunun 30 temmuz 1980 târihli kararıyla Birleşik Kudüs İsrâil’in başkenti îlân edildi. Günümüzde aynı durum devam etmektedir.
Filistin’in en eski şehirlerinden olan Kudüs, Akdeniz sâhilindeki Yafa’nın 72 km doğusunda Lût Gölünün 38 km kuzeybatısında, 31° 46’ kuzey enlemi ve 35° 15’ doğu boylamının birleştiği noktada yer almıştır. Kuzeye doğru yükselen ve genişleyen dalgalı ve dağlık bir zemin üzerinde kurulmuştur. Yüzölçümü 109 km2dir. İklimi yarı astropikaldir. Yazlar sıcak ve kurak, kışlar serin ve yağışlı geçer. Kudüs, eski şehir ile dış mahallelerden meydana gelmiştir. 12 m yükseklikte ve 4 kilometre kadar uzunlukta bir sur, yaklaşık bir dikdörtgen sahayı işgâl eden eski şehrin etrâfını kuşatır. Kuzeydeki Şam kapısı ile, batıdaki Yafa kapısından başlayan iki ana cadde şehrin yaklaşık ortasında birbirini keserek eski Kudüs’ü dört kısma ayırır. Kuzeydoğuda Müslüman mahallesi, güneydoğuda Yahûdî mahallesi, kuzeybatıda Hıristiyan mahallesi, güneybatıda Ermeni mahallesi yer almıştır. Mûsevîlerin, Hıristiyanların ve Müslümanların mukaddes saydığı yer ve makamlar, eski Kudüs’ün doğu kenarında, şehirden duvarlar ile ayrılmış 300x480 m genişliğinde bir sahanlık üzerinde yer alır. Buraya Harem-i şerif veya Harem adı verilmektedir.
Başlıca caddeler haricinde, eski Kudüs’ün sokakları dar ve dolambaçlı, evler umûmiyetle taştan yapılmıştır. Kudüs’ün dış mahalleleri umumiyetle batı ve kuzey-batı istikâmetinde yayılmıştır. Bu mahalleler 19. yüzyılın ortalarından îtibâren Musevî göçmenler tarafından kurulmuş, bilhassa 1920’den sonra çok gelişerek gerek saha, gerek nüfus bakımından eski Kudüs’ü fazlası ile aşmıştır.
1948 senesinde Kudüs’ün nüfûsunun ekseriyetini Yahûdîler teşkil ediyordu. 100.000 Yahûdîye karşılık 40.000’i Müslüman, 25.000 Hıristiyan olmak üzere 65.000 Arap nüfûsu vardı. 1977 senesinde Kudüs’ün 376.000 olan nüfûsunun 70.000’ini Araplar teşkil ediyordu. Bu Arapların 10.000’ini Hıristiyanlar teşkil ediyordu. Günümüzde Kudüs’ün nüfusu yeniden hızla artmaktadır. Rusya başta olmak üzere İsrail’e göç eden Yahûdîler Kudüs’e yeni yerleşim merkezlerine hızla yerleştirilmektedir.
Kudüs’te temel istihdam sahası devlet ve kamu kurumlarıdır. Ayrıca bankacılık, maliye ve sigortacılık merkezi olan Kudüs’te ağır sanâyi gelişmemiştir. Elmas kesimi ve cilalanması, basın ve yayın, ev âletleri, mobilya, kimyâsal maddeler ve ilaç üretimi ve el sanatları Kudüs’deki küçük sanayi kollarını teşkil etmektedir.
Üç büyük dînin de kutsal saydığı Kudüs’deki kutsal yerlerden ve dînî topluluklardan Din İşleri Bakanlığı sorumludur. Kutsal yerlerin idâresi, korunması ve bakımı her dînin yetkililerince yerine getirilmektedir. Kudüs’de bulunan İbrânî Üniversitesi ülkenin en önemli yüksek öğretim kurumudur.