KÖRFEZ

Alm. Meerbusen, Golf (m), Bucht (f), Fr. Golfe (m), İng. Gulf; bay. Bir deniz veya gölün kara içine uzanan kısmı. Genellikle kıyı geniş bir kıvrım yaparak körfezi meydana getirir. Antalya, İskenderun, İzmir körfezinde olduğu gibi. Körfezin meydana gelmesinde kıyı gerisindeki arazi yapımının çok önemli rolü vardır. Eğer dağlar kıyıya paralel olarak uzanıyorsa böyle kıyılarda girinti çıkıntı azdır. Böyle yerlerde körfezlere rastlanmaz. Dağların kıyıya dikey olarak uzandığı yerlerde ise kıyı girintili çıkıntılıdır. Böyle kıyılarda deniz, vâdiler boyunca, toprağı aşındırmak suretiyle içerilere doğru girerek körfezleri meydana getirmiştir. Körfezlerin biçimleri deniz suları altında kalmış bulunan kara topografyasının jeomorfolojisiyle yakından ilgilidir.

Körfezler limanların kurulması ve gemilerin barınması için çok uygun yerlerdir. Bu sebepledir ki, dünyânın büyük ve ticâret hacmi geniş limanları hep böyle körfezlerde bulunurlar. Meselâ Hamburg, Cenova, Napoli, Pire, İzmir limanları bu çeşit limanlara misâl sayılabilir.

KÖRFEZ İŞBİRLİĞİ KONSEYİ

Basra Körfezi etrâfında istikrar ve işbirliği sağlamak gâyesiyle altı körfez ülkesi tarafından kurulmuş olan teşkilât. İngilizce Gulf Cooperation Council kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olarak GCCdiye de bilinir.

1981 senesinde kurulan Körfez İşbirliği Konseyi bir savunmadan ziyâde ticârî ve ekonomik bir teşkilâttır. Üyeler arasında ticâret anlaşmaları, müşterek askerî tatbikatlar, eğitim kurumları anlaşmaları yapılmıştır. Siyâsî alanda daha çok İran tehdidine karşı kurulmuştur. Körfez İşbirliği Konseyi, Kuveyt’in 1990 Ağustosunda Irak tarafından işgâl edilmesinden sonra Kuveyt’in yanında Irak’a karşı tavır almıştır.

Körfez İşbirliği Konseyine üye olan ülkeler şunlardır: Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Umman.

KÖRFEZ SAVAŞI

Alm. Golfkrieg, Fr. La Guerre de Golfe, İng. Gulf war. ABD öncülüğünde, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır gibi 28 devletin askerî koalisyonuyla Irak Devleti arasında yapılan savaş.

Bu savaşa Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in çıkardığı Körfez Krizi sebeb olmuştur. 1980-1988 yıllarında İran ile savaşan Irak, ekonomik yönden ağır zararlara uğramış ve bu savaş sonrası kolay kolay ödeyemeyeceği bir dış borç yükü altında kalmıştır. Bu durumdan kurtulmak isteyen Saddam Hüseyin, çâreler aramaya başlamış ve 1991 yılı ilk yarısında Ortadoğu’da huzursuzluğa yol açacak bâzı iddialar ortaya koymuştur. Bu iddiâlar Körfez Krizinin ilk filizleri olmuştur. İddiâların başlıcaları şunlardır: Körfez ülkelerinin 1981-1990 arasında petrol fiyatlarını sürekli düşürerek Irak’ı zarara sokmaları; Kuveyt’in Rumeyla bölgesindeki Irak’a âit petrollerden de faydalanmış olması; Kuveyt toprakları üzerinde târihi hakkı olduğunda ısrar etmesi ve Irak-İran savaşı sırasında Kuveyt’in Irak’a yaptığı para yardımını silmesini istemesiydi.

Kuveyt ile ilgili iddiâlarının Kuveyt tarafından kabul edilmemesi üzerine, Saddam Hüseyin, meseleyi bir oldu-bitti ile çözümlemek istemiş ve 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmek ve bir hafta sonra da ilhak etmek suretiyle Körfez Krizinin çıkmasına sebeb olmuştur. Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt topraklarından şartsız ve derhal çekilmesini isteyen bir karar almıştır. ABD öncülüğünde onu destekleyen müttefik ülkeler, Irak’ın Suudi Arabistan’a veya diğer bir Ortadoğu ülkesine muhtemel taarruzunu önlemek üzere “Çöl Kalkanı” adı verilen bir harekâtı uygulayarak Basra Körfezi ve Suudi Arabistan başta olarak bölgeye deniz, hava ve kara birlikleri göndermeye başlamışlardır. 33 ülke kuvvet göndermek veya yardım yaparak, Irak’a karşı teşkil edilen bu koalisyon kuvvetlerine katılmış veya bu kuvvetleri desteklemişlerdir. Bunlar arasında sekiz Arap ülkesi de vardır. Gerçi Arap ülkeleri; Saddam’a karşı olanlar, Saddam’ı destekleyenler ve çekimser kalanlar olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır. Ancak Arap Birliği, Irak’ı kınamış ve derhal Kuveyt’ten çekilmesini istemiş ve Irak saldırısına karşı “Çok Uluslu Arap Ordusu” kurulmasını oy çoğunluğuyla kararlaştırmıştır. Bu sebepten Mısır ve Suriye, Saddam’a karşı olanların başında gelerek, Suudi Arabistan’a kuvvet göndermişlerdir. Ürdün, Yemen ve FKÖ, Saddam’ı desteklemişlerdir. Bu arada Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, oy çoğunluğuyla Irak’a karşı ekonomik yaptırım ve silâh ambargosu kararı almıştır.

Saddam’ın vazgeçmez tutumu karşısında BM Güvenlik Konseyi, Eylül 1990 ayı içinde Irak’a karşı hava ambargosu uygulama kararı almış ve daha sonra bunu deniz ablukası şeklinde bir kararla genişletmiştir. Ayrıca 29 Kasım 1990 târihinde almış olduğu bir kararla, Irak’ın 15 Ocak 1991 târihine kadar Kuveyt’i terk etmemesi hâlinde güç kullanılmasını kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler, ABD ve Müttefik Ülkelerin ısrarlarına rağmen, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i terk etmemekte kararlı olduğunun anlaşılması üzerine 17 Ocak 1991 târihinde, Irak’a müttefik “Çok Uluslu Hava Güçleri”nin taarruzları ile Körfez Savaşı başlamış oldu. Irak ve Kuveyt’te özellikle stratejik hedefler bombalandı. “Çöl Fırtınası” adı verilen bu harekât, 24-28 Şubat 1991 târihlerinde “100 Saatlik Kara Harekâtı” ile Kuveyt’te Irak Kara Kuvvetlerinin büyük bir kısmının imhâsı ve kalanlarının esir veya Kuveyt’i terk etmeleri ile sonuçlandırıldı.

Körfez Savaşına katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askerî heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Suudi sınırının kuzeyindeki Safven kasabası yakınında çölde bir çadır içinde ateşkes görüşmeleri yapıldı. Irak, Kuveyt’i ilhak kararını kaldırmak ve tazminât ödemek başta olmak üzere bütün şartları kabul etmek zorunda kaldı. Bu şekilde Körfez Savaşı fiilen sona ermiş oldu. 1991 yılı Nisan ayının ilk haftasında, Irak’ın BM Güvenlik Konseyi tarafından ortaya konan ateşkes şartlarını kabul ettiğine dâir yazılı mürâcaatı ile de Körfez Harbi resmen sona erdi.

Körfez Savaşı fiilen sona ermesine rağmen Amerika bâzı bahanelerle zaman zaman Irak’ı bombalamaya devam etmiştir. 23 Ocak 1993 gecesi Güney Irak’ı; ABDeski Devlet Başkanı George Bush’a Kuveyt’te bulunduğu sırada suikast plânladıkları gerekçesiyle 26 Haziran 1993 gecesi de Bağdat’ı bombalamıştır.

Türkiye, Körfez Savaşına fiilî olarak katılmadı. İncirlik’teki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsâade etti ve Birleşmiş Milletlerin aldığı bütün kararlara uydu. Ayrıca, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattı.

KÖRLÜK

Alm. Blindheit (f), Fr. Cècité (f), İng. Blindness. Ferdin bir işte çalışmasını engelleyecek onu, hayâtı için başka insanlara, kuruluşlara veya cihazlara muhtaç kılacak bir görme kaybının olması. “Daha iyi olan gözde iyi düzeltme ile onda bir veya daha az görme keskinliği veya görme alanının en geniş çapının 20°’den az bir açı meydana getirmesi” şeklinde târif edilir. Bir işçinin görmesi, işini daha fazla devam ettiremeyecek kadar zayıflarsa “endüstriyel körlük” ortaya çıkmış demektir. Ehliyetin iptal edilmesini gerektirecek derecedeki körlük ise“otomobil körlüğü”dür. Bu gözde tam görme kaybı, diğer göze büyük değer kazandırmasına karşılık, görme kapasitesini sâdece % 10 azalttığı söylenir.

Körlük sebepleri: Önlenebilir körlüğün dünyadaki sebepleri, trahom, onkosersiyazis ve kseroftalmi denen göz kurumasıdır. Trahomdan iki milyon, onkosersiyazisten ise takriben bir milyon kişi ve ksereoftalmiden de yüz bin kişi kördür. Dünyâ Sağlık Teşkilâtının yayınlarında glokom (göziçi basıncı artması), katarakt (göz merceğinin kesifleşmesi), göz arka tabakası olan retinanın kopması ve şeker hastalarının retina tabakası harâbiyeti ayrı ayrı belirtilmemiştir. Fakat göz doktorları bu hastalıkların herbirinin körlük sebebi olarak onkosersiyazis ve kseroftalminin önüne geçeceği inancındadırlar. Her üç hastalık için de bir takım tedavi yolları olduğuna göre körlüğün önlenebilir sebepleri arasına sokulmamaları için hiçbir sebep yoktur. Onkosersiyazis, Afrika’da Simulium Damnosum isimli bir karasineğin, yuvarlak bir kurt olan onchocerca volvulus’un yumurtalarını ısırarak bulaştırmasıyla meydana gelen bir hastalıktır. Bu kurdun yumurtaları nehirlerde olduğu için bu hastalığın yaptığı körlüğe nehir körlüğü de denir (Bkz. Trahom). Kseroftalmi ise A vitamini yokluğu veya yetersizliğine bağlıdır. Ayrıca protein ve kalori yönünden eksik veya yetersiz beslenme ile şiddetlenir. Özellikle bu tip eksik beslenme olan memleketlerde çocuklarda, gözün camsı cisimin yumuşamasına ve iltihaplanmasına, hattâ delinmesine de yol açabilir.

Körlüğün diğer sebepleri: Glokom (göz tansiyonu artması), şeker hastalığı, katarakt (göz merceğinin bulanması) retinanın kopmasıdır. Glokoma halk arasında “karasu” da denir. Ayrıca, lepra (cüzzam), herpes simplex denen uçuk (virüsünün) âmilinin camsı cisim bulundurması da bir körlük sebebidir. Retinayı besleyen atardamar ile bu dokunun kanını toplayan toplar damarın tıkanma veya daralması da körlük sebebidir. Ayrıca, doğuştan 7 yaşına kadar beyindeki görme fonksiyonlarının ve görme yollarının gelişme yokluğu veya azlığına bağlı olarak göz tenbelliği denen “ambliyopi”nin de körlük sebebi olduğu muhakkaktır. Muâyene ile herhangi bir hastalık tesbit edilemez. Sâdece gözün görme derecesi muhtelif oranlarda düşüktür ve gözlük camları ile değişmez. Bu safhada çocuk eğer 12 yaşından küçükse ve eğer bir göz sağlamsa, sağlam göze kapatnüs uygulanır. Bu kapatranın şeklini hekim tâyin eder (Hastalığa ve görme derecesine göre). Ayrıca, görme uyaran cam Tcsh’de tenbelik tedâvisinde faydalıdır. Sebepleri arasında irsiyetin rol aldığı düşünülmektedir. Bütün annelerin bebeklerinde altıncı aydan îtibâren ortaya çıkan ve şaşılık ile birlikte olan bu tip göz tenbelliğini düşünerek mutlaka bir göz hekimine gitmeleri zaruridir.

Körlüğün önlenmesi: Tedâvisinden çok, önlenmesi mühimdir. Bu da çocukluk çağında tedbirli davranmakla mümkündür. Fakat, gördükleri için şükreden bütün dünyâ insanlarının, bir kişinin kör olmasını önlemek için her türlü maddî ve mânevî yardımda bulunması insanlık îcâbıdır.

Körlerin yeniden hayâta bağlanmaları: Son yıllarda teknolojik gelişmeler, körlere zengin ve daha üretici bir hayat ve yeni imkanlar tanımıştır. Bu gelişmeleri değerlendirmek için, körleri yakından tanımak gerekmektedir. Yapılacak tek şey, her körün kâbiliyeti nispetinde, en iyi yapabileceği bir işin, rahatlıkla yapacak derecede öğretilmesidir. Bunun için özel eğitim ve öğretim sağlık ekipleri vardır. Bu da körlerin rehabilitasyonu ile ilgili devlet müesseselerinde gerçekleştirilmelidir. Rehabilitasyon şöyle programlanabilir:

Az görenlerin görmelerine yardım etme hususu kânûnî kör olarak tanımlanan kişilere yapılan yardımı ihtivâ eder. Bunun için birçok tıbbî merkezlerde kurulan özel klinikler mevcuttur. Burada hastalara optik yardım imkânlarına göre görmelerini arttırıcı ekzersizler yaptırılır. Bu hastaların yakın görmelerini sağlamak için her iki göze 10 dioptrilik ince kenarlı mercek verilir. Tek göz için ise 40 dioptrilik ince kenarlı mercek verilir. Ayrıca yeterli aydınlanmanın rolü îzah edilmelidir.

Az görenlere okumaları için yardım da gerekir. Bunun için Braille sistemi uygulanır. Bu sistem noktayla okuma sistemi olup 1825’te ortaya atılmıştır.

Hareket eğitim: Özel kurslarla sağlanmalıdır.

Kılavuz köpekler: Sâhibine yardım edebilmek için özel eğitilmiş köpekler kullanılır. Ancak, bunun da sâhibinin insiyatifine göre hareket etmesi ve beslenme ve yatacak yerinin temini bir problem arz eder. Onun için baston daha çok tercih edilir.

Elektronik âletler: Harflerin görüntülerini dokunma ile algılayabilecek şekilde Optacon denen elektronik cihazlar vardır. Portatiftir. Ayrıca konuşan hesap makineleri de vardır. Bunlar giriş sinyallerini işitilebilir cevaplara çevirir. Bâzıları, kapalı devre televizyon temeline dayanan çeşitli optik büyütücüler piyasaya çıkarmıştır. Meselâ, Apollo elektronik görme cihazı, zoomlu bir kamera, ekran ve bir aydınlatıcıdan ibârettir.

KÖROĞLU

On altıncı asrın sonlarında Anadolu’nun her yerinde ve özellikle doğu bölgelerinde şöhret kazanmış; Özdemiroğlu Osman Paşanın İran Seferine katılmış, gür sesli bir dağbaşı şâiri olarak bilinir. Aslında bir celâlî eşkıyâsı olması; Osman Paşanın ordusuna bir sebeple katılmış bulunması büyük ihtimal dâhilindedir.

Son araştırmalara göre Köroğlu hakkında ilk doğru bilgi veren Evliya Çelebi Seyâhatnâmesi’nde onun Anadolu’nun kuzeybatı taraflarında eşkıyâlık etmiş, şöhretli bir haydut olduğunu kaydediyor. Diğer yandan Başbakanlık Arşivinde bulunan bâzı vesîkalarda asıl adı Rûşen Ali olan, Köroğlu diye şöhret kazanmış bir Celâlî eşkıyâsının 16. asır sonlarında Bolu taraflarında faaliyette bulunduğu doğrulanmaktadır.

Fakatİran Seferine katılışı sebebiyle Köroğlu’nun şöhreti ve hâtırası daha çok Doğu Anadolu bölgesinde yayılmış ve yaşanmıştır. Doğu illeri halkı, masalımsı bir ifâdeyle, onu dağ başlarında yaşayan, zulmeden zenginlerin cezâsını verip, mallarını fakirlere dağıtan bir kahraman olarak tanıyıp sevmektedirler.

Diğer yandan eşkıyâ Köroğlu bir taraftan savaş destanları, mersiyeler, kahramanlık şiirleri, öte yandan ince duygulu aşk şiirleri söyleyerek sanatında âdetâ iki ayrı şahsiyeti birleştirmiş bir halk şâiridir.

Sesinin kuvveti, sözünün sağlamlığı ile birinci sınıf saz şâirlerinden olduğu şu koçaklamasında açıkça görülmektedir:

Mert dayanır namert kaçar

Meydan gümbür gümbürlenir

Şahlar Şahı divan açar

Divan gümbür gümbürlenir

 

Yiğit kendini öğende

Oklar menzili döğende

Kılıç kalkana değende

Kalkan gümbür gümbürlenir

 

Ok atılır kal’asından

Hak saklasın belâsından

Köroğlu’nun nârasından

Her yan gümbür gümbürlenir 

KÖROĞLU DAĞLARI

İç Batı Karadeniz’deki sıradağ. İç Anadolu bölgesini Karadeniz bölgesine bağlayan sıradağlar. Doğuda Osmancık dolaylarında Kızılırmak dirseğinden, batıda Bilecik dolaylarında Sakarya vâdisine kadar uzanır.

Kuzeyindeki Bolu-Ilgaz Dağlarından Devrez veUlusu-Gerede Çayı yatakları ile ayrılır. Güney sınırını ise Sakarya Nehri, Kimir Çayı ve Kızılırmak tâyin eder.

Dağların doğu batı istikâmetinde uzunluğu yaklaşık 400 km civârındadır. En yüksek noktası Aladağ kütlesi üzerindeki Köroğlu Tepesi (2499 m)dir. Diğer yüksek noktalar: Özbek Dağı (2313 m), Yıldırım Dağı (2034 m), Işık Dağı (1998 m) ve Semen Dağı (1882 m)dır.

Köroğlu Dağları, çok sık çam ve gürgen ağaçları ile kaplıdır. Bölgede yaşayan halkın büyük bir kesimi geçimini orman ürünlerinden sağlar.

Köroğlu Dağları bölgesinin genel iklimi, Karadeniz iklimi diye adlandırdığımız yaz ve kış bol yağış alan iklimdir. Ancak bölgenin güney kesimlerinin iklimi kara iklimine daha yakın olduğu gibi bitki örtüsü bakımından da diğer bölgelerine nazaran fakirdir.

Çankırı, Kastamonu, Ankara, Zonguldak demiryolları ve Ankara, İstanbul, Beypazarı, Geyve karayolları bu dağların arasındaki geçitlerden geçer.

KÖROĞLU DESTANI

Köroğlu destanı, büyük bir aşk ve yiğitlik mâcerâsı, zamanla hikâyeleşmiş bir halk destanıdır.

Köroğlu destanının bugün elimizde bulunan belli başlı nakilleri Âzeri, Özbek, İstanbul, Topol ve çeşitli Anadolu nakilleridir. Bütün bu nakilleri tetkik ederek destanın esasını ortaya koyan Pertev Nâili Boratav’a göre Köroğlu destanının ana olayı şöyledir:

Köroğlu küçük bir çocukken, babası, hizmet ettiği beye seçtiği iki tayı beğendiremez. Bu yüzden gözlerine mil çekilerek cezâlandırılır. Köroğlu böyle zulüm görmüş bir babanın oğlu olarak büyür, delikanlı olur. Babasının felâketine sebeb olmuş taylara da -körün tavsiyesine göre- bakılmıştır. Bunlardan bir tânesi Köroğlu’nun Kırat’ı olacaktır.

Kırat eşi bulunmaz bir küheylân olunca, kör baba, ona oğlunu bindirir ve intikamını almak için dağbaşlarına yollar.

Körün oğlunun adı, bu ayaklanmalardan îtibaren artık Köroğlu’dur.

Köroğlu Çamlıbel’de yerleşir; kahramanlığıyla ün salar. Bu şöhretiyle etrafına namlı yiğitler toplar. Bunların bir kısmını mağlub ederek kendine hayran bırakır; onlar Köroğlu’nun vefâlı ve fedâkâr yiğitleri, delilleri olurlar. Bir kısmını da kaçırarak kendine yoldaş yapar. Kendi gibi kahraman bu adamlarıyla beylere, paşalara, hükümdârlara fermân okur; onları bunaltan ve titreten bir kuvvet hâlini alır. Beylerin, paşaların zulmünden kaçan başkaları da gelip ona sığınır. Köroğlu, âdî bir haydut olarak kalmaz. Zayıfların hâmisi olur. Zenginlerin servetini alarak fakirlere dağıtır.

Bu arada Köroğlu’nun aşkları, bilhassa sultan kızı kaçırmak gibi mâcerâları olur. Çamlıbel saltanatı böylece devam ederken, tüfek keşfedilir.

Köroğlu, bu delikli demiri görüp üzülür. Uzaktan bir hîle ile adam öldürüldüğünü öğrenince, artık yiğitliğin târihe karıştığını anlar.

Delüklü demür çıktı mertlik bozuldu.

Yâhut:

Tüfek icâd oldu, mertlik bozuldu.

Eğri kılıç kında paslanmalıdır. 

gibi mertçe mısralar söyleyip ortalıktan sır olur (kaybolur).

KÖRÜK

Alm. Blasebalg (m); (Falten)-Balg (m); Gebläse, Fr. Soufflet (m), İng. Bellows. Çeşitli yerlerde, ateşi canlandırmak için, daha çok demirci ve kalaycıların kullandıkları bir alet. Açılıp kapanarak içindeki havayı ateşe üfleyen bu âlet, uzun zaman el sanatları ile uğraşan erbabı tarafından kullanılmıştır. Değişik boy ve tipte olanları vardı. Genellikle basit iki deri tulumdan meydana gelirler. Bütün körüklerde hava akımının devamı, birbiri üzerine konmuş iki körüğün sıra ile sıkıştırılması ile temin edilir.

Eskiden Anadolu’da çok kullanılan körükler, küçük iş yerlerinde hâlâ istifade edilen âletlerdendir. Bilhassa demirci ve kalaycılar kullandıkları kömürün devamlı hararetini muhafaza etmeleri için kurdukları körük ile ateşi devamlı üflerler. Kömürün üzerindeki demir parçası, kor; kalaylanacak kap da sıcaklığını muhâfaza edecek halde bulunur. Demirci ve kalaycılar bu işleri yapmak için körükçü çırakları kullanırlardı.

Bir şeyin üstüste katlanmış açılıp kapanmıya elverişli kısmına da körük adı verilmektedir. Fotoğraf makinası körüğü, kitap körüğü gibi.

KÖS

Alm. grosse Kesselpauke (f), Fr. Gros tambour (m), İng. Big drum. Mehterhânede ve askerî mûsikîde kullanılan büyük davul. Kelimenin aslı Farsça kûs olup, Türkçe telaffuzu kös şeklindedir. Bu büyük davulu çalana farsça “kûsî veya kûs-zen” Türkçe’de “kösçü” denmiştir. Kösler, bakır üzerine deve derisi geçirilerek yapılırdı. Evliya Çelebi, ordu için yapılan 150 çift deve kösü ile fil kösleri gördüğünü yazmaktadır. Köslerin en küçüğü, at ve katırlara yüklenirdi. Bunlardan daha büyükleri ise deve ve filler tarafından taşınırdı. Kanûnî Sultan Süleyman Hanın Zigetvar Seferine götürdüğü fil kösü, hâlen askerî müzede bulunmaktadır. Bunun çapı 130, yüksekliği ise 127 santimetredir.

Mehterânın büyüklüğü ve dağları çınlatan sesiyle sembolü olan kösler, yüzyıllarca cenk meydanlarında, sefer yıllarında dövülmüşlerdi. Gönüllerde ferahlık, vücûda zindelik, gayret, sadâkat ve cenge sabırsızlık hislerini ruhlara işleyen kösler, Osmanlı ordusunun mâneviyâtını yükseltirdi. Yeri, göğü inleten sesiyle düşmanları perişan ederdi. Kös, hayvanın iki tarafına sarılır, köscü de tam ortaya semer kısmına otururdu. İki elinde tuttuğu eşit büyüklükteki tokmakla usul vururdu. Sanki her tokmağın vuruşu zihinlerde “Allah bir” hissini uyandırdığından kösçü arada bir “Yektir Allah” diye bağırırdı.

KÖSE MİHAL

Osman Gâzinin silâh arkadaşı. Bizans İmparatorluğunun hudut kalelerinden Harmankaya hâkimi idi. Osman Gâzinin Eskişehir Beyi ile yaptığı muhârebede karşı tarafta bulunan Köse Mihal esir düştü. Osman Bey, Köse Mihal’in yiğitliği ve kahramanlığına bakarak kendisini affetti ve çok geçmeden de iyi bir dost oldu. Hıristiyan derebeyler, bir düğün vesîlesiyle Osman Beyi dâvet edip öldürmek için plân hazırladıkları sırada Köse Mihal, Osman Beyi zamânında haberdâr ederek tehlikeden kurtulmasına ve Yarhisar ile Bilecik’in zaptına sebeb oldu.

Mihal Bey, Türklerle arasındaki dostluk veOsman Beyin münâsebetleri sebebiyle 1313 yılında Müslüman oldu ve Abdullah adını aldı. Bundan sonra devamlı Osman Gâzi ile birlikte hareket eden Mihal Bey, Sakarya Vâdisinde Göynük ve Mudurnu ile diğer bâzı kalelerin fethinde bulundu ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Osmanlı Devletinin ilk yıllarındaki ilerlemesinde ve gelişmesinde büyük faydaları görülen Köse Mihal Bey, ayrıcaOrhan Gâzi ile, Bursa’nın fethinde ve diğer fütûhât hareketlerinde de bulundu.

Gâzi Mihal Beyin türbesi Mihalgâzî yakınlarında olup, vefât târihi bilinmemektedir. Osmanlı târihlerinde 16. yüzyıl sonlarına kadar faâliyetleri görülen Mihallı akıncıları, Köse Mihal’ın oğul ve torunlarıdır (Bkz. Mihaloğulları). Gâzi Mihal Beyin torunlarının İslâma ve Osmanlı Devletine çok hizmetleri oldu. Bu âileden yetişenler devlet kademesinde hizmet alıp, vakıflar kurarak, birçok hayır eserleri bıraktılar.

KÖSEDAĞ SAVAŞI

Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle neticelenen ve 1 Temmuz 1243 târihinde meydana gelen savaş. İslâm-Türk târihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eden ve Kösedağ Savaşı diye meşhur olan bu savaş Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasına sebeb olmuştur.

Selçuklu Devletinin güçlü hükümdarı Alâeddîn Keykubâd’dan Moğollarçekiniyorlar bu sebeple Anadolu’ya saldıramıyorlardı. Alâeddîn Keykubâd’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Gıyâseddîn Keyhüsrev zamanında cesâretendiler. Anadolu içlerine doğru seferler düzenlemek için İran’daki Moğol orduları başkumandanlığına Baycu Noyan getirildi. Kafkasya’daki Gürcü ve Ermeni kuvvetlerinden de yardım alan Baycu Noyan, Anadolu Selçukluları üzerine saldırmak üzere fırsat kolladı. Baba İshak İsyânından ve Gıyâseddin Keyhüsrev’in tecrübesizliğinden istifâde ederek 1242 senesinde Erzurum’a saldırdı. Korkunç zulümler ve katliamlar yaparak, Müslümanların mallarını yağmalattı. Bu haberi alan genç ve tecrübesiz Sultan Gıyâseddîn Keyhüsrev 80.000 kişilik ordusuyla Sivas’ta ordugah kurup beklemeye başladı. Sultanın Sivasta olduğunu haber alan Baycu Noyan, buraya hareket etti.

Moğol askerlerinin Sivas’a hareket ettiklerini haber alan Sultan Gıyâseddîn Keyhüsrev, kumandanlarıyla istişâre etti. Tecrübeli kumandanlar Sultana silâh ve erzakla dolu olan Sivas’ta kalmasını burada tertibat alıp, yorgun düşen Moğollara karşı harp edilmesini söylediler. Devletin ileri kademesinde bulunan, fakat tecrübesiz ve harpten anlamayan bâzı kimselerin teşvik ve tahriklerine kapılan genç sultan harekete geçti. Sivas’ın seksen kilometre kadar doğusunda bulunan Kösedağ mevkiinde suyu ve otlağı bol olan bir yeri seçerek ordugah kurdu. Burası askerî bakımdan müdâfaası kolay, Moğolların tecâvüzüne imkan vermeyen bir arâziydi.

Dağ geçitleri tutulmuş, düşmanın gelmesi bekleniyordu. Ne yazık ki, sultan yine tecrübesiz kimselerin teşvik ve tahrikiyle müstahkem mevkileri bırakarak düşmanın karşılanmasını emretti. Gâlib geleceğinden emin bir halde tedbire bile lüzûm görmeden ilerleyen genç sultan az sonra Moğol ordusuyla karşılaştı. İlk başta geri çekilen Moğol kuvvetleri dönüş yaparak, Selçuklu öncü kuvvetlerini bozguna uğrattılar. Hiç harp görmemiş tecrübesiz sultan, öncü kuvvetlerinin bozguna uğradığını duyunca ordunun tamâmen yenildiğini sandı. Düşman eline geçmemek için otağını ve hazinelerini harp meydanında bırakıp Tokat’a oradan da Konya’ya doğru kaçmaya başladı. Sultanın harp meydanından kaçtığını henüz duymayan Selçuklu askerleri akşamın geç vakitlerine kadar düşmanla çarpışmaya devam ettiler. Sultanın harp meydanını terk ettiğini öğrenince onlar da çadırlarını bırakarak firar ettiler. Ertesi sabah çadırlarda bir hareket göremeyen Moğollar, bunun bir harp hîlesi olduğunu zannederek çadırlara iki gün yanaşamadılar. 3 Temmuz 1243 (H.14 Muharrem 641) târihinde korka korka çadırlara girdiler. Küçük bir çarpışma ile harp bitti. Seksen bin kişilik Selçuklu ordusu utanç verici bir mağlûbiyete uğradı. Selçuklu toprakları Moğol işgâl ve zulmüne uğradı. Erzincan, Sivas ve Kayseri’yi yağmalayan Moğollar pekçok Müslümanı şehid ettiler.

Kösedağ mağlûbiyetinde sultanı ikna edemeyen güngörmüş vezir Mühezzibüddin Ali Konya’ya gitmeyip Amasya’ya geldi. Moğol kumandanı Baycu Noyan’la görüşme yoluna gitti. Bâzı hususları anlatıp, pekçok hediyeler vererek daha fazla gitmemesini tavsiye etti. Bir müddet Anadolu’nun işgâlini durdurup geri dönmeleri Mühezzibüddin Ali’nin gayretleri sebebiyle oldu. Yapılan sulh antlaşmasıyla Selçuklular Moğollara vergi vermeyi kabul ettiler.

Türk târihinde benzeri görülmemiş olan Kösedağ Bozgunu, genç ve savaş tecrübesi olmayan Selçuklu Sultanı Gıyâseddin Keyhüsre’in fevrî hareketleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Daha önce Anadolu’ya girmeye cesâret edemeyen Moğollar, Kösedağ Bozgunundan sonra Anadolu’yu kolayca istilâ etmişler, şehirleri yağmalayıp, Müslüman halkı sevil-asker, kadın-çocuk demeden katletmişlerdir. Bu mağlûbiyet neticesinde Selçuklular Moğollara vergi vermeyi kabul etmişler, iki yüz yıllık Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışı başlamıştır.

KÖSEM SULTAN

(Bkz. Mahpeyker Sultan)

KÖSTEBEK (Talpa europea)

Alm. Maulwurf (m), Fr. Taupe (f), İng. Mole. Familyası: Köstebekgiller (Talpidae). Yaşadığı yerler: Genellikle Asya ve Avrupa’da toprak içinde kazdığı galerilerde, Afrika ve Amerika topraklarında yaşayan değişik türleri de vardır. Özellikleri: Silindirik küt vücutlu 15 cm boyunda. Postu sık kadife tüylüdür. Siyah, gri ve beyaz olanları vardır. Ön ayaklarıyla toprak içinde tüneller açar, böcek ve toprak solucanlarıyla beslenir. Ömrü: 4 yıl kadar. Çeşitleri: Köstebek, kan-su köstebeği, tepeli (veya yıldızlı) köstebek, su köstebeği, Amerika soreks köstebeği, Batı Amerika köstebekleri en çok bilinen türlerdir.

Böcekçiller (İnsectivora) takımından, toprak altı tünellerinde yaşayan bir memeli. Vücûdu silindirik biçimli ve her tarafa yatabilen kadife gibi yumuşak sık tüylerle kaplıdır. Çoğu siyah renklidir. Nâdir olarak gri ve beyaz olanlar da vardır. Bacakları beş parmaklıdır. Ön ayakları, toprağı eşmeye yarayacak biçimde olup, şekilleri insan eline benzerse de tırnakları kuvvetli ve keskindir. 2-3 cm’lik kuyruğuyla berâber 15-17 cm boyundadır. 120 gr gelenleri vardır. Erkekleri dişilerden daha iridir. Gözleri göremeyecek kadar zayıf olup, kıllar arasında gizlenmiştir. İyi görmemekle berâber ışığı fark eder. Buna karşılık dokunma, koklama ve işitme duyusu çok hassastır. İstediğinde dış kulağını kapatabilir. Toprak içinde açtıkları galerilerde bitkiler için zararlı olan böcek kurtçuklarını ve toprak solucanlarını avlayarak beslenir. Açılan tünel içinde saatte 4 km hızla yol alır. Doymak bilmeyen bir iştahı vardır.

Hergün ağırlığı kadar besin yer. 12 saat içinde birşey yemezse açlıktan ölür. Esârette olanları günde 60 solucandan fazla yer. Sert olmayan topraklarda saatte 10-12 metrelik tünel açar. Tünellerin uzunluğu bâzan 50-100 metreye varır. Kazarken sivri burnuyla toprağı yukarı iterek yüzeyde tepecikler meydana getirir. Besili tüylü vücûduyla kazdığı tünelleri düzler. Postları dikine yükselen tüylerle kaplı olduğundan galerilerde ileri geri giderken dirençle karşılaşmaz.

Toprakta besin azaldığı takdirde ancak geceleri toprak yüzeyine çıkar. İyi yüzücüdür. Baykuş, tilki ve sansar baş düşmanlarıdır. Tehlike anında derideki bezlerinden sıvı bir madde ifraz ederek çok pis bir koku çıkarır. Düşmanları bu kokudan tiksinerek uzaklaşır. Kılları sık olduğundan toprakta kirlenmez ve ıslanmaz. Haşin ısırıcı bir hayvandır. Yalnızlığı sever. İlkbaharda çiftleşir. 35 günlük bir gebelikten sonra, tüysüz üç ile yedi kadar yavru doğar. İki haftada tüylenir, beş haftalık olunca yuvayı terk ederler. Bir yılda erginleşir. Dört yıl kadar yaşarlar. Köstebek zararlı böcek ve solucanları imhâ ettiğinden ve dehlizleriyle hava ve suyun toprak içine girmesini sağladığından faydalı sayılır. Bununla berâber ekilmiş tarlalarda toprak kümeleri meydana getirmesi ve dehlizleri kazarken bitki köklerini kesmesi zararlara da yol açtığından çiftçiler tarafından pek sevilmez. Tünellerine yağlı, petrollu paçavralar sokularak uzaklaşması sağlanır. Almanya gibi bâzı ülkelerde avlanması yasaklanmıştır. Buna rağmen bâzı memleketlerde kıymetli postu için bol miktarda avlanmaktadır. Yuvasını 30-60 cm derinlikte yapar. Genellikle tünellerin toprak yüzeyine olan yüksekliği hep aynı seviyededir. Allah’ın verdiği içgüdü sâyesine çok derinlere gitmediği gibi toprak yüzeyine de çıkmaz. Yuva olarak kullandığı merkezî odayı sel baskınına karşı korunacak bir şekilde geniş ve yüksek yapar, altını kuru yapraklarla döşer. Üst ve altında havalandırma tünelleri ve bunlara bağlı her gün sayısı artan avlanma galerileri vardır.

Memleketimizde yanlış olarak bâzan kör fâreye de köstebek denir. Kör fâre (Spalax typhlus) de köstebek gibi toprak içinde galeriler açar ve yüzeyde kümeler hâsıl eder. Boyu 22 cm olup kuyruksuzdur. Toprak kazmada, ön ayaklarından çok kesici dişlerini kullanır. Köstebeklerin burunları sivri, kör fârelerinki küttür. Ayrıca kör fârelerin küçücük gözleri ince bir deri ile örtülüdür. Köstebekler böcek yedikleri için genelde faydalı hayvanlardır. Kör fâreler ise kemiriciler (Rodentia) takımından olup bitkilerin toprakaltı köklerini ve yumrularını yediklerinden zararlı kabul edilirler.

KÖY

Alm. Dorf (n), Landgemeinde (f), Fr. Village (m); campagne (f), İng. Village; country. Genel idâre teşkilâtının en küçük yerleşim yeri, tüzel kişiliğe sâhip bir mahallî idâre. İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem’in çocukları çoğalıp yerleşmeye başladıkları zamanlarda yerleşim yerleri meydana gelmiştir. Târih boyunca çeşitli milletler tarafından köyler kurulmuş, insanlar buralarda hayatlarına devam etmişlerdir. Kuruldukları yerlerin özelliklerine ve geçim şekillerine göre köyleri sınıflandırmak mümkündür. Dağ, ova, kıyı, yayla köyleri veya balıkçı, ekinci, hayvancı, bahçeci köyleri gibi.

Türkiye’de kırsal nüfûsun yaşadığı yerleşme birimlerinin toplamı 74.000’dir. Bunların kırk bine yakını köy kânununun uygulandığı ve köy olarak târif edilen yerleşme yerleridir. Geriye kalanı ise, idârî yönden köylere bağlı çiftlik, mahalle, oba, mezra, iskele ve istasyon gibi çok az haneli yerleşim yerleridir. Küçük yerleşim yerleri büyüyünce, köy kanunu uygulanmasına girildiğinden, köy âdetleri değişmektedir.

5442 sayılı İl İdâre Kânunu’na göre yapılan idârî teşkilâtta köyler, bucak ve kasabalara bağlıdır. Köy kanunu ile merkezi idâreyle olan münâsebetleri düzenlenmiştir. Bu kanuna göre, nüfusu 2000’den aşağı olan yerler köydür. Köyü, muhtar ve köy ihtiyar meclisi idâre eder. Bunlar, seçmenler tarafından beş senede bir seçilir. Köyün öğretmeni ile imamı köy ihtiyar heyetinin tabiî üyesidir.

Köy kanununa göre, yabancı uyruklu olanlar köyde mülk edinemezler ve İçişleri Bakanının izni olmadan orada yerleşip oturamazlar.

Osmanlılar zamanında bugünkü muhtarlık hizmetini görenlere, “köy kethüdası” denirdi. Halk arasında ise muhtara “köy kahyası” yahut sadece “kahya” adı verilirdi.

KÖY ENSTİTÜLERİ

Sâdece köyleri hedef alarak köy okullarına öğretmen, köylere tarım ve sağlık görevlisi yetiştirmek amacına dayanan ve 1940’da açılan eğitim kurumları. İlk öğretimin yaygınlaştırılması için CHP’nin 1935’teki kurultayında alınan kararlardan en önemlisi, askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapan köylü gençlerin, kısa bir eğitimden geçirildikten sonra kendi köylerinde görevlendirilmesi oldu. Bu uygulama 1936’da başladı. Açılan kursların başarılı olması üzerine Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın hazırlattığı bir proğram çerçevesinde, Eskişehir Çifteler’de, Kastamonu Gölköy’de ve İzmir Kızılçullu’da deneme mâhiyetinde üç köy öğretmen okulu açıldı.

Köy Enstitülerinin kuruluş gayeleri; medrese eğitiminin yerine sözde çağdaş ve pedogojik bir sistemle kendi örf ve âdetlerine zıt bir aydın grubu yetiştirmek içindi. Köy enstitüleri Anadolu çocuğunun iman yapısını sildikten sonra yerine ahlaksızlık, milliyetsizlik, maddecilik ve komünizma çatısının kurulması için girişilen hesaplı ve planlı bir teşebbüstü. Tanzimattan beri böyle bir eğitim sistemi zaten uygulanıyordu. Fakat Türk köylüsünün İslâmiyetin ahlakî prensiplerine bağlılığı dolayısıyla istenilen neticeler tam mânâsıyla alınamamıştı. Bunu bilen zamanın idârecileri köylüye dayanmayan hiçbir devrimin kalıcı olamayacağını iyi anlamışlardı. Bu sebeple Köy Enstitülerinin görünürdeki temel hedefi eğitim ve öğretimdi. Nitekim 1939’da İsmet İnönü kendini “Millî Şef” îlân ettirmesiyle Köy Enstitülerini Eğitim ve öğretimde daha aktif duruma getirdi.

3 Haziran 1942 günkü TBMM Oturumunda Köy Enstitüleri Teşkilât Kânunu görüşülürken o günün Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel şöyle demektedir. “Köydeki Öğretmen Cumhuriyetin ve inkılabların yayıcısı ve öğreticisidir. Her konuda köylüye rehber olarak yetiştireceğimiz öğretmen köy çocuklarını bizim, siyasal düşüncemize göre yetiştirecektir...”

Yine Meclis’te 5 Haziran 1942 günkü oturumda Geçici Komisyon Başkanı Salah Yargı da Köy Enstitüsü Mezunlarının köyde “Misyonerlik” yapacaklarını açıkca belirtiyordu.

4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat kânununun 10. maddesine göre Köy Enstitüsü mezunlarının görevleri belirleniyordu. Kânuna göre Enstitü mezunu öğretmenler Köyde; Eğitim ve öğretimi yerine getirecek, halkın ekonomik ve siyâsî açıdan önderi olacaktı. Aynı kânunun 11. maddesine göre ise, öğretmenin bu gayeleri gerçekleştirmesi için vereceği buyruklara herkes tarafından uyulması şartı ile köy öğretmen okulları proğramı genişletilerek 1940’da bu okullar, enstitüye dönüştürüldü ve 17 yeni köy enstitüsünün açılması kararlaştırıldı. Bu okulların çevresi içinde yer alan illerden nüfusları oranında öğrenci alınacaktı. Enstitülere beş yıllık köy okullarını bitirenlerle, üç yıllık okulları bitirenlerden iki yıllık hazırlığı başarı ile tamamlayanlar alınıyordu. Karma öğretim (Kız-Erkek bir arada) sistemine dayalı olan enstitülerde öğretim 5 yıl idi. Öğrencilerin ilk üç yıllık başarılarına bakılarak en başarılılar öğretmen, geri kalanlar ise köy hizmetlerine yönlendirilirdi. Enstitülerin yapım, öğretim ve uygulama harcamalarının karşılanmasında köy bütçelerine ve imeceye başvuruldu.

Başlangıçta çeşitli yüksek ve orta düzey meslek okullarından karşılanan öğretmen ihtiyâcı, daha sonraları yeni bir eğitim kuruluşunu faaliyete geçirdi. 1942-1943 öğretim yılında Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsüne bir yüksek köy enstitüsü eklendi. Öğretim süresi üç sene olan bu okula köy enstitülerinin en başarılı öğrencileri, öğretmenler kurulu kararı ve sınavla alındı. Derslerin bir bölümü Ankara’daki bâzı fakülte ve yüksek okullarda, uygulamalı dersler ise ilgili devlet kuruluşlarında görülüyordu. 1948’de toplam sayısı 21’e yükselen Köy Enstitülerinden, 5447 köy öğretmeni, 8756 eğitmen ve 3000 sağlık memuru mezun oldu.

1947’de eğitim programları büyük değişikliklere uğradı ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. 1951’de Köy Enstitülerinin programı klasik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirildi. Daha sonraki 1954’te çıkarılan 6234 sayılı kânunla da köy enstitülerinin adı ilköğretmen okulu olarak değiştirildi.

Köy Enstitüleri Demokrat Parti hükümeti tarafından Milli ve manevi değerlere aykırı eğitim göstermesi dolayısıyla 1954’de kapatılmasına rağmen; bu okullardan mezun olanlar burada aldıkları eğitim ve ideoloji ile halk arasında faaliyetlerini günümüze kadar devam ettirmişlerdir.

KRALSUYU

(Bkz. Altın)

KRAMP

Alm. Krampf (m), Fr. Crampe (f), İng. Cramp. Bir veya daha çok kasın, bütününün veya bâzı parçalarının irâde dışı ve ağrılı kasılmaları. En sık, ayak ve baldırda olur.

Bâzı kişiler krampa daha yatkındır. Sıklıkla gece ortaya çıkar ve yaşlılarda daha sık görülür. Aşırı sıcak ve kuvvetli egzersiz kramp gelişmesini kolaylaştırır. Sık ve önlenemiyen kramplar, omurilik ön boynuz hücreleri ve motor sinirlere bağlı hastalıklarda, meselâ amiyotrofik letaral skleroz ve spinal musküler atrofi; kas hastalıkları özellikle müsküler distrofi ve gebelik, aşırı sıvı kaybı ve sodyum kaybı durumlarında ortaya çıkabilir.

Kramp mekanizması tam bilinmemekle beraber, sinir ve kas zarlarının aşırı çalışması durumunda ortaya çıkmaktadır. Elektromyografik tetkiklerde elektriki potansiyelin çok yüksek ve sık olduğu dikkati çekmiştir. Ağrı şiddeti ile kasın kasılma derecesi paraleldir. Muhtemelen bu, o sıradaki az kanlanmaya ve kasın fazla kasılması ile daha çok meydana gelen zararlı artıklara bağlıdır.

Masaj ve kuvvetli germe krampa karşı faydalıdır. Eğer kramp ciddî ise kas ağrısı birkaç gün süreyle sebat edebilir. Quinine sulfat ve procainamide veya diphenydramine hydrochloride (ticarî adı Benadryl) sık kramp gelmesini önleyebilir.

Kramplar özellikle denizde yüzme esnasında tehlikeli olmaktadır. Yüzerken gelen bir kramp büyük adaleleri tutarsa ve kişi tecrübesiz ise kolayca boğulabilir. Böyle bir krampla karşılaşan yüzücü, yanında taşıdığı bir küçük iğneyi kramp giren adeleye batırmak ve cimdik atmak suretiyle krampı giderebilir.

KRANK MİLİ

Alm. Kurbenwelle (f), Fr. Vilebrequin (m), İng. Crankshaft. Doğrusal hareketi dâiresel harekete çeviren bir mekanizma. Krank mili, biyel kolu ile motorun pistonuna bağlıdır. Pistonun biyel kolu aracılığı ile krank mili dirseklerine yaptığı basınç, mili dönmeye zorlar. Bu dönme hareketi belli düzenlerle otomobilin tekerleklerine aktarılır.

Krank mili üzerindeki dirsekler milin ekseninden dışmerkez olduklarından, dönme sırasında bir dengesizlik meydana getirmemesi için, dirseklerin ağırlığına eşit birer denge ağırlıkları konulmuştur. Krank milini donatan küçük eksenlere biyel kolu bağlanır. Her biyel kolu için bir eksen vardır. Yalnız (V) tipi motorlarda iki biyel kolu bir eksene bağlanır.

Motor kuvvetinin krank miline iletilmesi sırasında motordan kuvvetin akışı düzenli değildir. Bazı alanlar vardır ki, krank miline başka alanlardakinden fazla kuvvet biner ve mil daha hızlı dönmek zorunda kalır. Bu durum, krank milinde bir burulma titreşimi meydana getirir. Bu titreşim, titreşim amortisörü veya sönümleyici adı verilen ve küçük bir çift cihazla kontrol altına alınmıştır. Bu cihaz olmasaydı, belli bir hızdan sonra aşırı burulma sebebi ile krank mili, kırılabilirdi. Vantilatör kayış kasnağı da, buna takılı durumdadır. Krank mili, tekerleklerden başka motorun diğer eklemli parçalarını, (karbüratörü besleyen pompa, yağlama ve su pompaları, elektrik akımını sağlayan dinamo, vantilatör gibi) harekete geçirir. Dört zamanlı motorlarda piston alt ölü noktada iken, itici bir güç olmadığından, pistonun tekrar yukarı çıkması zorlaşır. Bunu yenmek için, milin uç kısmına volan yerleştirilmiştir. Volanda birikmiş olan güç, buradaki atalet kuvvetlerini yener ve krank mili, normal olarak dönmeye devam eder.

KRATER

Alm. Krater, Fr. Cratére, İng. Crater. Bir yanardağın ağzında meydana gelen çukur. Bu çukur bâzan yanardağın eteğinde de bulunabilir. Kraterin şekli ve ebâtları, yanardağın püskürttüğü lavın yapısına ve yanardağın etkinliğine göre değişmektedir. Kül, cüruf ve asit lavlar çıkaran yanardağların kraterleri çoğunlukla huni veya köse şeklindedir. Bazaltlı lavlar çıkaranlarınki ise, genelde leğen veya çanak şeklinde olur.

Kraterlerin iç kenarları, dış yamaçlarından genelde daha diktir. Kraterlerin bâzıları iç içe olabilir. Bunlar tek bir püskürmenin ürünü değildir. Kraterlerin büyük ebatta olanlarına kaldera denir. Bunun en büyük özelliği, genişliğinin derinliğinden fazla olmasıdır. Kalderalar çoğunlukla patlama veya çökme netîcesinde ortaya çıkmıştır.

Kraterlerin tabanlarında bâzan su birikerek bir göl meydana gelir ve bu tür göllere krater gölü denir. Dünyânın en büyük krater gölü ABD’nin Oregon eyâletindeki krater gölüdür. Ayrıca büyük meteorların yeryüzüne düşmesi büyük çukurlar meydana getirir. Bunlara da meteor krateri denir. Büyük sahra ve ABD’nin güney doğusunda bu tip kraterlere rastlanır.

Kraterlerin bir değişik şekli de patlak çukurlar olup bunlara patlama krateri denir. Dâire veya oval şekilleri olan bu tür kraterler başlangıç hâlindeki veya etkinliklerinin son bulduğu bölgelerde ortaya çıkar. Çukurların yamaçları oldukça dik ve çapı genelde 400-500 m arasında değişir. Bâzılarının içinde su birikerek patlama krateri gölleri meydana gelir.

Türkiye’nin çeşitli yerlerinde krater gölleri vardır. Nemrut Dağındaki, Nemrut Gölü en büyük krater gölüdür. Diğer krater göllerinden bâzıları şunlardır: Tuzla Gölü, Acıgöl (Konya), Acıgöl (Nevşehir), Gölcük (Isparta).

KRAVAT

Alm. Krawatte (f); Schlips, Binder (m), Fr. Cravate (f); scarf, cravat, İng. Tie, neck-tie. Boyun bağı. Tüccarlar arasında “fatura” mânâsında kullanılır. Kelimenin aslıFransızca cravate: Hırvat anlamında kullanılan croates veya cravates’den gelmektedir. Hırvatlar, boyunlarına uzun bez kurdelelar takarlardı. Bundan dolayı çeşitli kumaş ve derilerden yapılmış boyuna takılan ve kendine has bağlama şekli olan boyun bağlarına da “kravat” denmiştir. Memleketimizde ilk defa Tanzimattan sonra değişik tipte görülen kravat zamanla alışılmış ve erkek giyiminin bir parçası hâline gelmiştir. Fakat Anadolu’nun köylerinde, günümüzde bile kravat kullanmak âdet hâline gelmemiştir.