KOZMOLOJİ

Alm. Kosmologie (f), Fr. Cosmologie (f), İng. Cosmology. Kâinatın yapısını, bir bütün hâlinde inceleyen ilim. Kozmoz kelimesi, uzayın güzelliği anlamına gelir. Kozmoloji çalışmaları, çok eski zamanlara kadar uzanmaktadır. Modern kozmoloji ise Einstein’in izâfiyet teorisi neticesinde 1917’den sonra ortaya çıkmıştır.

Kozmoloji ile ilgili çalışmalar, tahmînen M.Ö. 4000 yıllarında Mezopotamya’da başladı. Bu devirde kozmoloji, astroloji ile astronominin karışımı idi ve kâinatdaki bütün maddelerin dünyâ etrâfında döndüğü iddia ediliyordu.

Yahûdî ve Hıristiyanlar kitaplarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakikatleri de böyle sanarak, yeryüzünü, düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrafında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın insan gibi, kürsîde oturup işleri yürüttüğünü sanmışlardır. Tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlara uymadığından fen adamlarını dinsizlikle itham edip saldırmışlardır.

Kur’ân-ı kerîmde; “Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, halbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir.” meâlindeki Neml sûresi 8. âyet-i kerîmesini büyük âlim Beydâvî (vefatı M. 1285) tefsir ederken; “Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi boşlukda hızla gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz” buyurmaktadır.

Meşhur İbni Hazm Ali bin Ahmed El-Fasl kitâbında, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asır önce isbât etti. Yer küresinin çapı ve güneşin yükseklik dereceleri Mûsâ bin Şâkir’in oğulları Ahmed ve Muhammed kardeşler tarafından, Halîfe Me’mun zamanında Sincar ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Yaşadığı devirde ve günümüze kadar kitapları senet kabul edilen büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî (1059-1111) dünyânın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının hesaplarını çok ince bir şekilde yazmıştır.

İslâm âlimleri, kozmolojiyi, bir yandan kâinâtdaki fizik-ötesi âlemleri kavramak için yardımcı ilim olarak kullanırken; diğer yandan da kâinâtı fizikî olarak incelemişlerdir. İslâm kozmolojisinin sembolü, mîrac hâdisesidir. Bilindiği üzere Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gecede kısa bir an içinde, Mekke’den Kudüs’e oradan da yedi kat göklerin ötesine gitmiş. Cenab-ı Hakk’ı görmüş ve O’nunla konuşmuştu.

On ikinci asırda yaşamış büyük İslâm âlimi Fahreddîn Râzî Tefsir-i Kebir adıyla bilinen meşhur tefsirinde mîrâcın fiziksel olarak da inkâr edilemeyeceğini, fen ve matematik yoluyla çeşitli şekilde ispat etmektedir. Kitapları, astronomi ve kozmolojik gerçeklere büyük açıklamalar getirmiştir.

İslâm kozmolojisi üzerine İbn-i Arabî çok eser yazmıştır. İbn-i Arabî, Arabî harfler ve rakamları ile İslâm kozmolojisinde sembolizmi ortaya koymuştur. Birûnî ile Kutbuddîn Şirâzî, astronomi ve matematik çalışmaları ile kozmolojide büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir.

1500 senelerinde İslâmî ilimlerin tesiri ile rönesans hareketleri başlamış ve Avrupa’da, müspet düşünen bilim adamları ortaya çıkmıştır. Bunlar fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temeliniİslâm kitaplarından aldılar. Bunlardan Kopernik, Batrûcî ve İbn-i Şâtır’ın eserlerinden alarak kozmoloji üzerinde çok isâbetli görüşler ileri sürdü. Kopernik, güneşi ışık ve ısıdan ibâret düşünüp, kâinâtın ortasında kabul etmiş, dünyâ ve gezegenlerin, güneş etrafında bir yörüngede döndüğünü söylemiştir. Kepler ve Galileo da Kopernik’in fikirlerini desteklemişlerdir. Son senelerde yapılan incelemeler açıkça göstermiştir ki Kopernik bu nazariyesini Batrûcî ve İbn-i Şâtır’dan alarak kendine mâl etmiştir.

Galileo, 1610 senesinde jüpiterin dört uydusunu keşfetmiştir. İslâm âlimlerinin kitablarından öğrenerek, dünyânın kendi etrâfında döndüğünü söylediği vakit, Hıristiyân âlemi birbirine karışmış ve kendisi aforoz edilmiştir. Hıristiyanlar, 16. yüzyılda bile hâlâ dünyânın tepsi gibi düz olduğunu sanıyorlardı.

Newton’un, uzaydaki kütlelerin birbirini çekmesi prensibini açıklamasından sonra modern kozmolojiye geçilmeye başlandı. Uzayın güneş sisteminin de ötesinde daha geniş olduğu anlaşıldı. 1924 senesine Amerikan astronomu Edwin Huble, Samanyolu yıldız sistemini (galaksi) teşhis ederek, kozmolojide en büyük adımı attı. Fakat daha sonra kâinâtta Samanyolu galaksisi gibi daha birçok galaksilerin varlığı anlaşıldı.

Güneş sistemi, samanyolu galaksisinde bir nokta gibi kalmaktadır. Samanyolu, spiral şeklinde, yıldızlar kümesi gibi kabul edilmektedir. Güneş sisteminin bu Spiralin merkezine mesâfesi 30.000 ışık senesidir. Yıldız hareketlerinin dikkatlice incelenmesi sonucu. Samanyolunun da döndüğü anlaşılmıştır. Ayrıca Samanyolu içindeki yıldızların da belli yörüngelerde döndüğü tesbit edilmiştir. Bu dönme hızları, galaksi merkezine doğru daha hızlıdır. Güneşin sürati, galaksi merkezine göre sâniyede 250 km ve peryodu 100 milyon senedir.

1946 senesinde İngilizler, uzaydan gelen kuvvetli radyo dalgaları tesbit ettiler. Bunlar, Cygus galaksisinden geliyordu. 1949’da ise Taurus A galaksisinden gelen radyo dalgaları tesbit edildi. Bunların, galaksideki muazzam infilâklardan hâsıl olduğu anlaşıldı. Bu çeşit radyo dalgası galaksilere, radyo galaksi veya kuaser denir. Bu radyo dalgalarının tesbiti ile, kâinâtta, zamanla yeni yeni galaksilerin meydâna geldiği ve dolayısı ile kâinâtın durmadan değişikliğe uğradığı ve yoktan var olduğu anlaşılmıştır.

İslâm kozmolojisinde astronomi ve fizik ölçülerinde ilk çalışmaları yapanlar El-Bîrûnî ile Kutbuddin Şirâzî’dir. Bilhassa El-Bîrûnî’nin astronomi ve matematikle, kozmoloji çalışmaları önemlidir.

KÖK

Alm. Wurzel (f), Fr. Racine (f), İng. Root. Kara hayatına uymuş olan gelişmiş bitkilerde, genel olarak toprak içerisine doğru büyüyen bir toprak altı organı. Görevi, bitkiyi toprağa bağlamak, topraktan su ve su içerisinde erimiş hâlde bulunan tuzları (anorganik maddeleri) emerek gövdeye iletmektir. Kökler, besin maddeleri biriktirmek suretiyle depo organı vazifesini de görürler. Her ne kadar kök toprak içerisinde bulunuyorsa da, bazı bitkilerin kökleri hava veya su içinde de gelişebilir. Havada gelişen köklere hava kökleri, suda gelişen köklere su kökleri denir. Karayosunları ve eğreltiler gibi ilkel bitkilerde gerçek kök olmayıp, köksü (rizoid) uzantılar vardır.

Genel olarak dış görünüşü bakımından kökün gövdeden farkı, yaprak taşıyan düğümlere (nöd) ve düğümler arasına (internöd) sâhib olmaması ve kloroplast ihtivâ etmemesinden dolayı yeşil renkli görünmemesidir. Toprak altında bulunan kök ve yan köklerden ibâret kök sisteminin yüzeyi, toprak üstündeki gövde ve yan dalların yüzey toplamına eşit veya daha fazladır.

Çimlenmekte olan tohumdan süren genç kök, embryonun radikula (kökü verecek meristem bölgesi) kısmının gelişmesiyle meydana gelir. Genç bir kökte şu kısımlar ayırt edilir. En uç kısmında sarımsı veya kahverengimsi konik şeklinde kaliptra (yüksük) bölgesi, yukarıya doğru 1-2 mm uzunlukta uç meristem bölgesi, daha üstte uzama bölgesi, sonra kök tüylerinin bulunduğu kök tüyü bölgesi gelir. Kök tüylerinin bulunduğu bölgenin üstünde kök tüylerinin düşmesiyle koruma ödevini yapmak üzere meydana gelmiş koyu renkli mantarlaşmış koruyucu doku bölgesi bulunur. Suda çimlendirilen bir kısım tohumlar kök tüyleri bulundurmayabilirler. Kök tüyleri toprakta bulunan su ve tuzların emilmesine yardımcı olurlar. Kökler; ana kök, yan kök ve ek kök gibi çeşitlere ayrılırlar. Tohumun çimlenip, radikulanın gelişmesiyle meydana gelen köke, ana kök denir. Ana kökten belli bir açı teşkil edecek tarzda çıkan köklere yan kök denir. Yan kökler de dallanarak üçüncü-dördüncü ve daha fazla dereceden yan köklere ayrılabilir. Bâzı bitkilerde ana kökün yerini, ömürleri bitkinin ömrü kadar uzun olmayan kökler alabilir. Bu köklere ek kökleri adı verilir. Ek kökler, vazife ve yapıları bakımından ana köklere benzerlerse de kökten başka bir organdan meydana gelirler. Soğanlı bitkilerde görülen kökler ek köklere örnek gösterilebilir. Bâzı yapraklardan meydana gelen köklerle, eşeysiz üreme yoluyla bitkilerin çoğaltılmasında kullanılan dal çeliklerinin verdikleri kökler de ek köklere örnek gösterilebilir.

Kökler de temel vazifelerinden başka vazifeleri görmek üzere değişikliğe uğrayabilirler. Bâzı baklagillerdeki yumru kökler, bitkiyi daha fazla derine çekerek daha sıkı tesbit eden çekme kökleri, savunma vazifesini görmek üzere diken şeklini almış kökler, parazit bitkilerin üzerinde yaşadıkları bitkinin besin maddelerini emmek için bitkinin dokusuna gönderdikleri sömürme kökleri (havstoryum), hava içerisinde gelişen hava kökleri, su içerisinde gelişen su kökleri değişikliğe uğramış kök çeşitlerine misâl olarak gösterilebilir.

Kökün iç yapısına kısaca bakarsak, gövdeden pek farklılık göstermez. Kökün genç bölgesinden enine kesit alınacak olursa dıştan içeri doğru koruyucu doku (epiderma veya eksoderma), kabuk (korteks) ve merkezî silindir (iletim elementlerinin bulunduğu orta kısım) den meydana geldiği görülür.

KÖK BOYA

Alm. Krapprot, Alizarin, Fr. alizarine, İng. alizarin. Pamuk ve yün mâmullerine renk vermek için bitki ve böceklerden elde edilen tabiî boya. Bu boyalar halk arasında “kök boya” olarak bilinir. On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar yaygın şekilde uygulanan bu usûl sentetik boyar maddelerin bulunması ile önemini tamâmen kaybetti. Yalnız kilimcilik ve halıcılık sanatının yapıldığı bâzı bölgelerde, az da olsa, kök boyadan istifâde edilmektedir. Tabiî boyacılık, tabiattaki bâzı böceklerle çoğu bitkilerin kökünden, dalından, yapraklarından, çiçek ve meyvelerinden faydalanılarak yapılır. Bu sebepten tabiî boyacılık genelde şu kısımlara ayrılır:

Kök boya: Bitkilerin kökünden istifâde edilerek yapılan boyama.

Çöp boya: Bitkilerin dalından, yapraklarından, çiçeklerinden, meyvelerinden ve böceklerin kabukları ile yapılan boyama.

Küp boya: Çivitotu, indigo boyama. Tabiatta boyarmaddeli pekçok bitki vardır. Ancak hem çekici renkler, hem de ışığa, suya ve yıkanmaya karşı yüksek haslık derecesi sağlayan bitkiler ile canlılar boya maddelerinin en değerli olanlarıdır. Bunların sayısı pek fazla değildir. Bu tür bitkiler ve canlılar geçmiş yüzyıllarda özel olarak yetiştirilmiş ülkeler arasında önemli bir alış veriş malı hâlini almıştır. Tarih boyunca değerli kabul edilen boyarmaddeler verdikleri renklere göre şöyle sıralanırlar:

Morlar-eflatunlar: Bu renkler Murex ve Purpura adlı iki kabuklu deniz hayvanı cinsine bağlı birkaç tür hayvandan çıkartılıyordu. Bir gr boyar madde elde etmek için 8000 kadar hayvana ihtiyaç vardı. Bu hayvanların salgı bezlerinde bulunan boya, tabiî hâlinde soluk sarı renktedir. Fakat güneş ışınlarının etkisiyle foto kimyasal bir olay sonucunda sarı-yeşil, yeşil, açık kırmızı ve koyu kırmızıdan geçerek en sonra mora dönüşür. Boyar madde önce su ve bekletilmiş idrârla karıştırılır, 10 gün kadar kaynatıldıktan sonra çözeltiye tekrar idrâr ilavesi yapılıp“Bal”la indirgeniyordu. Boyanın, ışık haslığı çok yüksek olarak elde edilmesi çok zor olduğu için pahalıya mal oluyordu. Bunun için çok eskilerde mor renk, toplumlarda güç ve yüksek mevkiyi belirten bir renk olarak kabul edilirdi.

Kırmızılar: Kırmız böceğinin dişilerinden elde edilir (Cocus cacti). Kırmız böceği (yapraklarını dökmeyen bir ağaç olan kırmız meşesi üzerinde yetişir). Kokinella (Koşnil) böceği: Bir kaktüs türü üzerinde yetişir. Bunların toplanıp kurutulması ile (70.000 kurutulmuş böcekten yarım kilo kadar boyar madde) elde edilir. Kırmızı renkli mercimek büyüklüğünde tâneciklerden meydana gelen boyar madde elde edilir.

Kökboya: Yün boyacılığında kırmızı elde etmek için en fazla kullanılan bitki kökboyadır. Anadolu’da çok değişik isimleri vardır. Boya çili, boyalık kökü, boya pürçü, boya sarmaşığı, kuş dolaştıran otu, dil karartan, kırmızı boya, kırmızı kök, yapışkan yumurta boyası vs. gibi. Bu bitkinin uzun dalları sarmaşık gibi toprağın üzerinde uzayan veya başka bitkilerin üzerine tırmanan çalı görünüşünde olup, yapraklarının alt yüzü kedi dili gibi tüylüdür ve ele yapışır. Anadolu’nun hemen her yerinde yetişir. Boya için kökler kullanılır. En az üç yaşına gelmiş bitkilerin kökleri iyi sonuç verir. Bunlar ilkbahar ve sonbaharda toplanır. Tâze olarak veya kurutulup öğütüldükten sonra da kullanılır.

Târihte “Türk kırmızısı” olarak bilinen renk, kök boya kullanılarak yapılan ve haslık derecesi çok yüksek olan bir boya çeşididir. Kökboyada bulunan birçok boyarmaddenin en önemlisi olan “alizarin”in sonradan sentetik olarak elde edilmesi ile, boyama usûllerinde önemli değişiklikler oldu. Daha sonra anilin boyaların geliştirilmesiyle kökboya kullanımı giderek azaldı.

Mâviler ve lâcivertler: Çivit otunun uzun bir fermantasyon sonucu mâvinin çeşitli tonlarını sağlayan bir boya verdiği eski çağlardan beri bilinmekteydi. Elde edilen rengin zenginliği bitkinin cinsi ile, boyanacak malzemenin boya banyosuna kaç defa batırıldığına bağlıydı. Tâze banyo önce lâcivertleri, tükenmesine yakın da mâvi tonlarını veriyordu. İndigonun sentetik olarak bulunmasından sonra çivitotu kullanımı son buldu. Bu ot, Anadolu’nun birçok yöresinde kendiliğinden yetişmektedir. Gerek sentetik gerekse tabiî indigo kimyevî yönden aynıdır.

Boya “küpleme” usulü ile hazırlanır. Suda çözünmeyen boyar madde, ya fermantasyon veya kimyevî yolla indirgenir. Bazik bir ortam içinde çözünmesi sağlanır. Bu çözeltiye daldırılan boyanacak malzeme havayla temas ettiğinde önce yeşil iken, bilahare havanın oksijeni ile boyarmadde oksitlenerek renk mâviye ve lâciverte kadar gider.

Anadolu’da indigo “çivit mâvisi” adıyla bilinir. İçinde boya hazırlanan kap genellikle topraktan yapılmıştır. Buna “çömlek veya küp” denir. Bu bağlantı ile indigo çömlek veya küp boyası olarak ta adlandırılır. Bu boyanın hazırlanması ve boyama yapması uzun seneler çalışıp tecrübe kazanmakla iyi neticeler verdiği, yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. Boyarmaddeler ve bunların sağladıkları renkleri anlattıktan sonra boyar madde ile boyama işleminde kullanılan mordanlama maddelerinden bahsetmekte fayda vardır.

Çok eskiden halı ve kilim dokumacılığında kullanılan ipliklerin boyanması için bitkilerden çıkan özsulardan başka bir şey yoktu. Bu özsuların bir kısmı ipleri doğrudan doğruya boyayabildiği gibi, bâzıları da tek başına boyayamıyordu. İşte bu durumlarda boya banyosuna üçüncü bir kimyevî madde ilâvesiyle mordanlama denilen usul geliştirildi. Böylece tek başına işe yaramayan birçok boya maddesi kullanılabilir hâle geldi. Mordanın gâyesi boyarmaddelerden liflere mekanik veya kimyevî bağlarla bağlı ve suda çözünmeyen kompleksler meydana getirmektir. Böylece önce suda çözünebilirliği olan boyarmadde boya molekülleri ile mordan ve lif arasında kurulan bağlar sonunda suda çözünmez bir madde olarak liflerin üzerinde tesbit edilmiş olur.

Mordanlar boyanacak malzemenin boyanmasında hem rengin haslığını sağlamak, hem de aynı boyar maddeden değişik renkler elde etmek için kullanılmaktadır. Çünkü mordan niteliği olan maddelerin her biri aynı boyarmadde ile birbirinden farklı renkler verir.

Mordanlama: Belli mikdârda mordan maddesiyle yünün bir arada kaynatılması yoluyla gerçekleştirilir. Bâzan bu karışıma yardımcı maddeler de eklenebilir. Mordan, yine, boyama işleminden önce de uygulanabilir. Gerekirse mordanlı ipler bekletilir. İhtiyaç olduğunda istenen renklere boyanır.

Yün mordanlamakta kullanılan maddeler ağır mâden tuzları olup başlıcaları:

1. Şap: KAl (SO4)2 12H2O Anadolu’da en yaygın kullanılan mordandır. Her yerde kolayca sağlanabilir. Mordanlama yününün kilosu başına (yünün niteliğine göre) 150-250 gr kullanılır. Fazla mikdârda kullanılan şap, yünün sertleşmesine sebeb olabilir.

2. Krom: (Potasyum bi kromat) K2Cr2O7 dir. Yün boyamada şapa oranla daha koyu renkler verir. Kromla sarı boyarmaddelerden hardal renkleri, bâzen de koyu pastel yeşiller elde edilir. Kullanma oranı yünün kilosu başına 25-30 gramdır. Fazla oranda kullanıldığında yünü ve boyayı olumsuz yönde etkiler.

3. Saçıkıbrıs: (Demir iki sülfat - 7 mol su) FeSO4.7H2O’dur. Anadolu’da taş kara boya adıyla bilinmektedir. Saçıkıbrıs bütün boyarmaddelerden en koyu renklerin ve siyahların elde edilmesinde kullanılır. En fazla yünün kilosu başına 150 gr kadar konur. Daha fazla kullanılırsa uzun zaman sonra yünün çürümesine ve akmasına sebeb olur.

4. Göztaşı: (Bakır iki sülfat - 5 mol su) CuSO4.5H2O’dur. Birçok boyarmadde ile kahverengi, bâzıları ile de ilgi çekici olmayan koyu renkler verir. İkinci mordan olarak yeşil yapmakta kullanılır. 1 kg yüne 30 gr hesabıyla ilâve edilir.

5. Kalay (Kalay iki klorür) SnCl2’dir. Açık ve parlak renkler verir. 1 kg yüne 30 gr kullanılır.

6. Krem tartar: (Potasyum asit tartarat) KHC4H4O6 dır. Mordanla yün lifleri arasındaki bağın kurulmasını kolaylaştırarak boyarmaddenin daha iyi tesbitini sağlar. Ayrıca yünün düzgün boyanmasını ve renklere parlaklık kazandırılması için kullanılır.

7. Sodyum sülfat: Na2SO4 banyodaki boyanın yüne geçmesini sağlar.

Konu teknik açıdan düşünülmediği zaman, mordanın etkisi yanlış anlaşılabilir. Boya banyosuna herhangi bir sebeple yardımcı olduğu için eklenen başka maddeler mordanlarla karıştırılmamalıdır. Meselâ Anadolu’nun birçok bölgelerinde yapılan araştırmalarda köylülerin tuz, limon tuzu, krem tartar, sirke, koruk, turunç suyu, ekşi dağ eriği suyu, çamaşır sodası, kül, kireç, kil gibi maddelerle yünü mordanladıkları belirtilmiştir. Bunların her biri boyadan elde edilen rengi veya yünün bâzı özelliklerini etkilemek için kullanılabilen, fakat mordanlık niteliği bulanmayan maddelerdir.

Bitkiler

Bâzı bitkilerin hepsi boya için kullanılırken bâzılarının da çiçeği, yaprağı, tohumları, meyvesi, kabuğu veya kökü kullanılır. Bunların toplama zamanları en önemli faktörlerden biridir. Genellikle toplanacak kısmın (çiçeğin, yaprağın, tohumun) en olgun olduğu zamanı seçmek gerekir. İkinci faktör ise bitkinin yetişmesi için en uygun iklim şartları nerede varsa oradan toplanmalıdır. Bitkinin dalında kurumuş çiçek ve yapraklar, boyama kabiliyetini kaybettiğinden işe yaramaz. Toplanacak bitki bir meyve ağacı ise meyvesinin kabuğu ile çekirdekleri de boyamada kullanılır. Kabuk ve dalları kışın da toplanabilir. Ağaca zarar vermemek için ya budama zamanı veya kesilmiş ağaçların kabuklarından faydalanılır. Boyarmadde ağacın gövdesinin dış kabuğunda veya dallarındaki kabuğun hemen içinde bulunur. Çeşitli yörelere göre değişik isimlendirilen kökboya bitkisinin kökünde bulunur. Bundan istifâde edebilmek için en az üç yaşında iyi olgunlaşmamış köklerin toplanmasına dikkat etmek lazımdır.

Toplanan bitkilerden hemen boyama yapılmayacaksa kurutularak bilâhare kullanma imkânı da vardır. Boyarmadde kaybı diye bir durum söz konusu değildir. Kurutma işi gölgede, havadar bir yerde ve bitki parçasının büyüklüğüne göre ya demetler hâlinde veya bir yaygı gazete kâğıdı üzerine sererek yapılabilir. Küflendirmemeğe dikkat edilmelidir. Zira boyar madde kaybına sebeb olabilir. Kurutulmuş bitkiler bez veya kâğıt torbalarda muhâfaza edilmelidir.

Boyacılık dikkat ve bilgi isteyen, kendine has kâideleri olan bir sanattır. İyi renk elde etmek için bütün şartlar yerine getirilmelidir. Bunlar:

Boyama suyunun miktârı (flote), yünün kilosu başına 35-40 litre olmalıdır. Boyanacak yün önceden temizlenerek üzerinde kimyasal yıkayıcı artık maddelerin kalmamasına dikkat edilmelidir. Yünün diğer yapay reyonlardan ayıran en büyük özelliği keçeleşme kabiliyeti oluşudur ki boyama esnasında sabun veya mayi deterjanlarla mâruz kalınca ısı ve hareketle çabucak keçeleşebilir. Hareket ve harâretle uzun süre muâmelede aynı neticeyi vereceğinden çalışmalarda dikkatli olmak gerekir.

Boyama yaparken rengin homojen bir durumda olması için (ala-bula yâni abraj olmaması) ya boya çözeltisinin veya boyanın malzemenin (yünün) hareket hâlinde olması lâzımdır. Anadolu’da bitki boyarmaddelerinde çalışan âilelerin mekanik hareket temin edebilecek bir boya kazanı olmadığı için genellikle 5-10 kg kapasiteli büyük tencere ve kazanlarda boyama yapmaktadırlar. Böyle durumlarda da kazana gerekli banyo suyu alındıktan sonra boyarmadde ve yardımcı madde verilir. Islatılmış yün ipleri de kazana basılır. Kazan sükûneti 30°C’den başlar. 60 dakikada kaynamaya gelecek şekilde ayarlanır. Bu arada banyo-sık sık karıştırılarak yünler alt üst yapılır. Böylece her tarafı aynı seviyede boyanır.

Kaynamaya ulaşan kazanın altındaki ateş kısılarak kaynama noktasında da 60 dakika kadar boyama işlemi devam eder. Bu süre boyanın yüne işlemesi ve sâbitleşmesi için yeterli sayılır. Suyun eksilmesini önlemek için ya boya yapılan kabın ağzı kapaklı tutulur veya boya kazanının yanında kaynar su bulundurulmak sûretiyle flote durumu ayarlanır.

Kaynamanın sonunda banyo soğumaya bırakılır. Yünler yavaş yavaş soğutulmalıdır. Bâzı durumlarda (boyanın rengine göre) yünleri bir gece boya çözeltisinin içinde bırakıp ertesi günü çıkartılır. Daha fazla beklemesi yünün mukâvemetine zararlı sayılır.

Soğutulan yünler iyice temiz suyla durulanıp kurutulur. Özellikle dal, ağaç kabuğu veya bitki parçaları kullanıldığında boyarmaddeyi bir gün önceden suya yatırmak gerekir. Aynı kazanda yüne karışmamaları için; bitki parçaları tülbent bir torbaya konarak aynı anda boyama da yapılabilir. Başka bir metod da bitkiyi önceden kaynatıp posalarını süzüp geriye kalan renkli suyuna yünler basılarak boyama yapılır. Böyle durumlarda boyamaya girebilmek için banyo sükûnetinin düşük olmasına dikkat edilir. Aksi takdirde âni sıcaklık değişmeleri yünün keçeleşmesine sebeb olur.

Boyarmaddenin mikdârı yapılacak rengin durumuna göre değişir. Ancak bu miktârı kesin bir şekilde belirleyebilmek zordur. Sebebi, bitkinin boyama gücünün tâze veya kurutulmuş olmasına göre değişmesidir. Boyamada kullanılacak miktar önceden kestirilmezse bitkiyi bolca kullanmak yolu seçilmelidir. Kokinella (Koşnil), kökboya, safran gibi çok kuvvetli boyarmaddeler dışında yaş olarak kullanılacak yaprak ve çiçeklerin ağırlığı yünün 1-6 katı kadar olabilir. Bütün boyarmaddelerden artan renkli banyolar dökülmez, herhangi bir kapta biriktirilerek bunlardan koyu renklerin yapılmasında istifâde edilir. Bu sular ne kadar bekletilirse bekletilsin boyama özelliğinden birşey kaybetmezler.

Boyamada kullanılan suyun da çok önemi vardır. Mümkün olduğu kadar yumuşak su kullanılmalıdır. Aksi halde sert su içerisinde iyon hâlinde çözünmüş bâzı maddeler meydana gelen renkleri olumsuz yönde etkileyebilir. Demir bileşikleri ise kesinlikle rengi koyulaştırırlar. Boyama yapılan sular boya rengini olumsuz yönde etkilerse, sarnıçlanmış yağmur suyu kullanarak daha iyi netice vereceğini belirtmekte fayda vardır.

Mâvi renkler indigo “Çivit boyası” ile yapılır. Yeşil renkler de önceden sarıya boyanmış yünün indigo banyosuna batırılması ile elde edilir. Turuncular yünün önceden sarı ile boyanıp sonra kökboya ile boyanmasından yapılabilir. Siyah renk ise saçıkıbrıs mordanlı yün kullanarak tanenle boyarmaddelerden (Debbağ sumağı, mazı, meşepalamudu gibi) siyah elde edilebilir, ancak en iyisi kahverengi yünün koyu bir çivit banyosunda mâviye boyanması ile daha iyi sonuç sağlanır.

Pamuk liflerinin boyanması yüne oranla daha zordur. Yün boyamada kullanılan bitkilerin çoğundan pamuklu boyamasında da istifade edilir.

Pamuklu dokumaların boyanmasında mordan olarak genellikle tanen “Galotannik asit” kullanılır. Bileşiminde tanen bulunan bitkilerden (Debbağ sumağı ve mazı) bu gâyeyle faydalanılır.

Pamukluların boyanmasında en fazla dikkat edilecek hususlardan birisi boyanacak dokunmuş pamuklunun çok iyi temizlenmiş olması lazımdır. Aksi hâlde boyama abrajlı olur. Günümüzde pamuklu boyamada yaygın olarak uygulanan metod sentetik boyalarla tabiî boyaların birarada kullanılmasıdır. Evlerde daha ziyâde soğan kabuğu, nar kabuğu, ceviz kabuğu ve yaprakları ile ebegümeci, safran, bakkamağacı hatta sirke de bekletilmiş paslı çivilerden yapılmış boyalar da kullanılmaktadır.

KÖK BÖRİ (El-Mâlik el-Muazzam Muzaffer ed-Dîn Ebû Nasr)style='mso-bidi-font-weight:normal'>

Erbil Atabeyi. Begtiginliler Sülâlesinin Türkmen boyundan Zeyneddîn Ali’nin oğludur. 1154 yılında doğdu.

Babası Zeyneddîn Ali Küçük Begtigin, Musul Atabeylerinden İmâdeddîn Zengî’nin kumandanlarındandı. İmâdeddîn Zengî tarafından Musul vâlisi tâyin edildi. İmâdeddîn Zengî’nin ölümünden sonra, Zeyneddîn Ali, sınırlarını Şehrizor, Hakkâri, Tekrit, İmâdiye, Sincar Sahrâsı ile Harran Kalesini içine alacak şekilde genişletti. Zeyneddîn Ali, son zamanlarında yaşlılığı ve hastalığı sebebiyle iktâlarını Musul Atabeyi Kutbeddîn Mevdûd’a bırakarak Erbil’e çekildi. Kök Böri o zaman on dört yaşında idi. O yıl babası ölen Kök Böri, Erbil atabeyi oldu. Fakat Erbil’i idâre ile vazîfeli Mücâhidüddîn Kaymaz ile arası açıldı. Kaymaz, Kök Böri’nin idârecilik için yetersiz olduğunu, halîfeye bildirdi. Halîfenin muvâfakatını alarak, Kök Böri’yi tevkif etti. Bir müddet sonra hapisten çıkarılan Kök Böri, giderek Erbil hâkimiyetini yeniden temin için teşebbüslerde bulundu ise de, başarılı olamadı. Bağdat’tan Musul’a gelen Kök Böri, Musul Atabeyi İkinci Seyfeddîn Gâzinin hizmetine girdi. Seyfeddîn Gâzi de, Kök Böri’ye Harran şehrinin idâresini verdi.

Bu sıralarda Hama, Humus ve Baalbek’i alıp, Sincar Sahrâsına kadar gelen Selâhaddîn Eyyûbî, Seyfeddîn Gâziyi mağlup etti. İkinci karşılaşmalarında Seyfeddîn Gâzi, Selâhaddîn Eyyûbi’ye yine yenildi. Kök Böri bu ikinci karşılaşmada çok kahramanlık gösterdi. Eyyûbî ordusunun sol kanadını bozguna uğrattı fakat hezîmeti önleyemedi. Öteden beri kendisine hasım olan Kaymaz’ın Musul idâresinin başına gelmesini istemeyen Kök Böri, Selâhaddîn Eyyûbî’ye haber göndererek, kendisine tâbi olacağını veHarran’a gelmesini, kendisine yardım edeceğini bildirdi. Bunun üzerine Urfa’yı zapteden Selâhaddîn Eyyûbî, Urfa’yı Harran’a bağlayarak idâresini Kök Böri’ye verdi.

Selâhaddîn Eyyûbî’nin hemşiresi Râbia Hâtun ile evlenen Kök Böri, birkaç sene Selâhaddîn Eyyûbî’nin yanında kaldı. Haçlılara karşı olan mücâdelesinde çok kahramanlık gösterdi. Asıl şöhretine bu savaşlarda kavuştu. Saffâriye’de Haçlıları bozguna uğrattı. Kudüs kapılarının açılmasını ve Frenk Krallığının ortadan kaldırılmasını sağlayan Hattin Savaşında Kök Böri’nin mühim rolü oldu. Bu zaferlerden sonra tekrar Erbil’e döndü. Kırk dört yıl Erbil Atabeyi sıfatı ile bölgeye hâkim oldu.

Cengiz’in Moğol sürülerinin yağma ve çapulculuklarından, idâresi altındaki yerleri kahramanca korudu. Ömrü mücâdele ile geçen Kök Böri, dînine bağlı olan, âlimleri ve fakîhleri, himâye eden yardım müesseseleri kurmakta da devrinin seçkin devlet adamlarından idi. Câmi, medrese, han, misâfirhâne, hastâne; dul ve yaşlı kadınlar, süt emen yetim çocuklar için bakım evleri ve çocuk yuvaları yaptırdı. Çocuklara süt anneleri tuttu. Körler için dört tâne alilhâne, kurdurdu ve bütün bunların masraflarını karşılamak üzere zengin vakıflar tesis etti. Fakirlere, ihtiyar ve muhtaçlara her gün ekmek, mevsimlere göre de elbise ve diğer ihtiyaçlarını dağıtırdı. Erbil misafirhanelerinde yedirilip, yatırılan herkese giderken de yol paraları verilirdi. Her yıl hac seferleri tertip ederdi. Hacıların yoldaki emniyetini sağlamak için yanlarına muhâfız verirdi. Ayrıca memurlar tâyin edip, ellerine bol miktarda para vererek Mekke ve Medîne’deki fakir ve muhtaçlara dağıttırırdı. Mekke’de çok hayrâtı vardı. Arafat’a ilk olarak su getirtti. En büyük zevki, sofilerin, âlimlerin sohbetinde bulunmak, onların münâzaralarını dinlemek idi. Bunun için çok zaman medrese ve hânegâhlarda sabahlardı. Erbil, zamanında ilim, irfan ve medeniyet merkezi olmuş idi. Şehrin kalesini iyice tâmir ettirdi. Yeni binâlar yaptırdı. Peygamberimizi (sallalahü aleyhi ve sellem) çok sevdiğinin işâreti olarak İslâm âleminde ilk, büyük, muhteşem mevlit törenleri düzenledi. Zamanla törenler bütün İslâm ülkelerine yayıldı. Mezarı Küfe’de hazret-i Ali’nin kabri yanındadır.

KÖKBACAKLILAR (Rhizopoda)

Alm. Wuszelfüsser (pl), Fr. Rhizopodes (pl), İng. Rhizopods. Bir hücreli hayvanlar (Protozoa) alt âleminin bir sınıfı. Kök biçiminde olan ve hareketlerini sağlayan yalancı ayak (Psödopot) denen protoplazma çıkıntılarıyla tanınırlar. Çoğunlukla denizlerde, tatlı sularda veya rutubetli topraklarda bulunurlar. Serbest veya asalak yaşayanları bulunduğu gibi, koloni teşkil edenleri de vardır. Eşeysiz çoğalırlar. Bir veya daha fazla nukleus (çekirdek) ihtiva ederler. Amipler, foraminiferler, güneş hayvancıkları ve ışınlılar olmak üzere dört takımıda incelenirler. (Bkz. Amip)

KÖKBOYA (Rubia tinctorum)

Alm. Krappwurzel, Färberröte (f), Fr. Garance (f), İng. Madder. Familyası: Kökboyagiller (Rubiaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Haziran-ağustos ayları arasında küçük beyazımsı renkli çiçekler açan, 30-100 cm boyunda, çengel şeklindeki tüyleriyle başka bitkilere tırmanan veya sürünen çok yıllık otsu bir bitki. Silindir şekilli, kırmızı renkli, sürünücü kökleri vardır. Gövde üzerinde, dörtte altısı bir arada dairevî olarak dizilmiş yapraklar, kısa saplı ve sivri uçludur. Küçük beyazımsı-sarı renkli erdişi çiçekler, bileşik-salkım tarzında çiçek durumları yaparlar. Meyveleri esmer-kırmızı renktedir. 1-2 adet küçük, sert ve yassı tohumları vardır.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin, ilkbahar veya sonbaharda topraktan çıkarılıp, gölgede kurutulan kökleri kullanılır. Kökboyada, hidroliz sonunda boya maddeleri veren üç glikozit vardır. Glikozitler, hidroliz sonucunda, alizarin, rubiadin ve purpurin boyalarını verirler. Bu hidroliz, köklerin kurutulması esnasında olur ve kökün boyacılıkta kullanılmasını sağlayan boya maddelerini meydana getirir. Köklerdeki boya maddelerinin yüzde miktarları, yetişme yerlerine göre değişiktir. Ortaçağda, önemli bir boya maddesi olarak faydalanıldı. Vermiş olduğu kırmızı renk boya maddesi, dokumacılıkta ve halıcılıkta yün ve boyamada kullanılırdı. Hâlen Anadolu’nun birçok yerinde, kırmızı yün boyası olarak istifâde edilmektedir. Tıbbî olarak, toz veya kaynatılarak kullanıldığında idrar söktürücü etkisi vardır.

Ticâreti: 1700 yıllarında Türkiye, dünya kökboya ihtiyâcının üçte ikisini temin etmekte idi. Bugün sentetik boyaların artması sebebiyle gerek istihsal gerekse ihrâcât çok azalmıştır.

KÖKNAR (Abies)

Alm. Tanne (f), Fr. Sapin (m), İng. Fir. Familyası: Çamgiller (Pinaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Karadeniz, Akdeniz, Marmara bölgelerinde deniz seviyesinden 300-1800 m yüksekliklerde.

20-70 m boylarında, yalnız uzun sürgünler taşıyan, kısa sürgünleri olmayan, yaprak dökmeyen bir orman ağacı. Göknar olarak da bilinir. gövdeleri düzgün, açık boz renktedir. Dallar yatay uzar, gövdenin alt dalları erken kurur. Yaprakları yassı, şeritsi, üst yüzü koyu yeşil, alt yüzü iki paralel beyaz çizgilidir. Koparıldığı zaman, yaprak tabanında küçük dairemsi bir tabla görülür ve dal üzerinde dairemsi bir iz kalır. Kozalaklar, dal üzerinde dik olarak oturur. Olgunlukta, kozalak pulları dökülür. Yalnız eksen kalır. Tohumları üç köşeli ve kanatlıdır. Köknar, gölgede, derin ve zengin topraklarda iyi yetişir. Âzamî 300 yıl yaşar. Soğuğa dayanır.

Memleketimizde dört köknar türü vardır. Bunlar: (A. bornmüllerianae) Kuzeybatı Anadolu Dağlarında; (A. nordmanniana) KuzeydoğuAnadolu Dağlarında; (A. cilicica) Toros Dağlarında; (A. equi-trojani) Kaz Dağında yetişir.

Diğer bazı köknar türleri ise şunlardır: (A. alba): Avrupa dağlarında, ormanlar halinde yetişir. Fransa’da gövdesinden terementin elde edilir. (A. balsamea): Amerika’da çok yaygın olan bu türün gövdesinden yaralama ile elde edilen reçineli balsam, Kanada balsamı adını alır. Optik sanâyiinde kullanılır. (A. concolor): Kuzey Amerika’nın batı bölgesinin dağlarında yetişir. İstanbul’da da yetiştirilir. Makbul bir park ağacıdır.

Kullanıldığı yerler: Kerestesi yumuşak, beyaz, hafif ve reçinesizdir. Memleketimizde, odunundan kâğıt fabrikalarında selüloz elde edilir. İnşaatlarda kalıplık olarak kullanılır. Köknarın körpe dal ve yaprakları ve tâze meyvaları solunum organları hastalıklarında kullanılır. Eterik yağ banyoları, insanı rahatlığa kavuşturur, canlılık verir. İnce ufalanmış köknar kabukları ile yün, siyaha boyanır.

KÖLE

Alm. Sklave (m), Sklavin (f), Fr. Esclave (m.f), İng. Slave. Harplerde esir alınan ve bütün varlığıyla, bir başkasının mülkü olan kimse. Esire erkek ise “köle”, kadın ise “câriye” ismi verilirdi. Köle ve cariye aynı hükümlere tâbidir.

Kölelik, insanlık târihi kadar eskidir. Târihte, her devirde ve her millette köleliğin eserleri görülmektedir. Yirminci yüzyıl başlarına kadar her milletin sosyal yapısında köleliğe yer verilmiştir. Milletler arasında harplerin yaygın olmadığı bu zamanda ise, görünüşte kölelik yok gibi gösterilmektedir. Fakat başka isimler altında, insanlar sömürülmekte ve esaret altında tutulmaktadır. Bugün, komünist ülkelerde ve zalim diktatörlerin idâresi altında çalışanların durumu kölelerinkinden pek farksızdır ve hattâ daha zâlimânedir.

İslâmiyetin zuhur ettiği ortaçağda kölelik, bütün milletlerde çok yaygın bir müessese idi. Çünkü kölelik, yapılan savaşların tabiî neticesidir. Harpler ise, insanlığın var olduğu zamandan beri yapılagelmiştir. Milletlerin bir çoğunda kölelerle ilgili kânunlar, son derece kaba, merhametten uzak ve pek zâlimâne idi. Hattâ bâzı ülkelerde kölelere, köpek ve sâir evcil hayvanlara tanınan haklar bile tanınmıyordu.

Eski milletlerde kölelik: Mısırlılar köleyi, serveti çoğaltan bir âletten veyahut bir süs vâsıtasından başka türlü görmüyorlardı. Bu sebepten hükümdarları, kâhinleri ve eşrafı, çok mikdârda köle edinirlerdi. Kölelere en ufak bir medenî hak tanınmıyordu. Köle üzerindeki bütün hak ve yetkiler efendisine âitti, dilerse yaşatır, isterse öldürürdü.

Hint ülkesindeki kânunda, “Köle, ancak Brahman kişiye hizmetçi olmak için yaratılmıştır” diye bir madde vardı. Köle, en küçük suçundan dolayı kanunen öldürülürdü. Efendisine küfr eden (söven) kölenin dili, kökünden koparılarak veya ateşte kızdırılmış on parmak uzunluğunda bir hançerin ağzına sokulması sûretiyle, feci şekilde cezâlandırılırdı.

İran kânunlarına göre köle, ilk hatâsı yüzünden şiddetli bir cezâya çarptırılmamakla beraber, aynı hatâyı tekrarlaması hâlinde, efendisi onu kendi eliyle öldürüyordu.

Çinlilere gelince, kânunen kölelerine karşı her çeşit muameleyi yapmakta yetkili oldukları halde, diğer milletler gibi kölelerinin hakkını çiğnemekte aşırı değildiler. Yumuşak huylulukları buna engel oluyordu.

Filozofları da dâhil olmak üzere Yunanlılar, köleleri hor görmekte çok aşırı giderlerdi. Aristo’nun kendi kölesine yaptıkları, diğer Atina’lılardan geri değildi. Köle, bir mal olup, suç işlediği zaman, Yunanlılar, onun alnını kızgın bir şiş ile dağlıyorlardı. Romalılar, bin bir çeşit yolla köle ediniyorlardı. Bütün savaş esirleri, câriyelerin çocukları, umuma karşı suç işleyenler köle yapılırdı. Ayrıca Roma ordusunda, vazifesi yalnız çocukları çalmak ve onların köle olarak kullanılmasını sağlamak olan bir sınıf vardı.

Romalılar köleyi bütün medenî haklarından mahrum etmişti. Hattâ efendisi dilerse onu hayatta bırakır, dilerse öldürürdü. Bu hususta kimse efendiye karışamazdı. Vücutlarına ağır demir parçaları bağlayıp onlarla tarla sürmek, ayaklarından asmak ve canları çıkıncaya kadar işkence yapmak, Romalıların köleye tatbik ettiği cezâlardandı.

Eski Fransa’da, köleye o kadar hor bakılıyordu ki, eğer hür bir erkek, bir câriye ile evlenseydi, derhal hürriyetini kaybederek köle olurdu.

Yeniçağda kölelik: Bu çağda da milletlerin köle edinme zihniyeti, 19. asra kadar yaygın ve hâkim bir vaziyette devam etmiştir. On beşinci yüzyılda, Amerika kıtasının ve bu kıtadaki tabiî kaynakların keşfedilmesi, kölelik târihine yeni bir şekil getirmiştir. Yeni kıtadaki pamuk, kahve, buğday, pirinç, şekerkamışı vs. maddelerin geniş bir şekilde elde edilebilmesi ve kâr getirmesi, ucuz işçi teminine bağlıydı. Bunun üzerine, yeni kıtaya gelenler, kıtadaki yerlileri köle olarak kullanmaya başladılar. Ancak yerliler zorla çalıştırılmaya alışık olmadıkları için ya ölüyorlar veya topluca intihâr ediyorlardı. Yerlilerin sayısının azalması üzerine Amerika’daki Hıristiyan papazları, Afrika’dan zenci köle getirilmesini, Alman İmparatoru Şarlken’e 1519’da teklif ettiler. Bu teklif uygun görülerek Afrika’dan köle götürülmeye başlandı. Yüzyıllarca, Afrika’dan milyonlarca zenci Amerika’ya taşındı.

Bu zencilerin ne kadar olduğu bilinmemekte, ancak milyonları aştığı kabul edilmektedir. Köle olarak götürülen bu zencilerin bir kısmı yolda yapılan kötü muameleden dolayı, bir kısmı da yeni kıtaya vardıktan sonra ölüyorlardı. Diğer taraftan, bâzı Avrupa devletleri, Afrika’da koloniler kurarak, halkı kendi toprakları içinde köle olarak kullanıyorlar ve bu ülkelerin tabiî kaynaklarından istifâde ediyorlardı. Yerli halk aç, sefil, perişan bir halde onlar için çalışırken onlar, sefehât içinde yaşıyorlardı. Bu devrede Avrupalıların kölelere yaptıkları muâmeleler insanlık târihinde bir kara leke olarak anılacaktır. Diğer taraftan Okyanusya (Avustralya ve çevresi) kıtasının keşfi de sömürge ve köle ticâretinin başını çeken İngilizlerin ekmeğine yağ sürüyor ve bu ülkelerin tabiî servetleri İngiltere’ye akıyordu. On dokuzuncu asrın sonlarına doğru, milletlerarası bir anlaşma ile köleliğin kaldırıldığı ilan olunmuştu. Fakat kölelik lağvedilmeden önce, kölenin vaziyeti gâyet kötü olup, hiçbir kânûnî hakkı yoktu. Batıdaki maddî medeniyet, onun lehine hiçbir yenilik getirmemiştir. Batıda köleler hakkında çıkarılan kanuna, “Siyah Kânun” adı verildi.

Fransa’da 1685 târihinde çıkarılan siyah kânuna göre, bir köle hırsızlık yaptığı zaman öldürülürdü. Efendisinin evinden kaçtığı takdirde de, birinci ve ikinci defâda her iki kulağı kesilir ve kızgın demirle dağlanırdı. 1848 yılına kadar böyle devam etti.

İngiltere’nin Siyah kanununa göre de efendisinden kaçan köle öldürülürdü. Fransa’ya gidip, ilim tahsil etmek, zenciler için yasaktı.

Güney Amerika’da köleler, gâyet çetin ve zâlimâne muâmelelere mâruz kalırlardı. Köle, elinde bir izin belgesi olmadan çalıştığı bahçeden çıkarak umûmî caddelerde gezemezdi.

Yahûdîlerde kölelik: İbrânî milletine mensup Yahûdîlerde kölelik harple ve satın almak yollarından biri ile meydana getiriliyordu. Diğer milletlere nazaran daha merhametli muâmele yaparlardı. Yunanlıların ve Romalıların yaptıkları târihî fecaatleri yapmamışlardır. Bilakis bir yahudi, câriyesi ile evlenebilirdi. Hattâ onlardan bâzı kölelerin, efendisinin kızı ile evlendiği de görülmüştür.

Hıristiyanlıkta kölelik: Bu din de köleliği yasak etmemiştir. Bütün kiliseler, köleliğin varlığını kabul etmiştir. Bolüs’ün, Efesus halkına yolladığı mektubunda, kölelere hitâben; “Îsâ’ya itâat ettiğiniz gibi, efendilerinize de itâat edin!” diye tavsiyede bulunmaktadır. Timotavus’e yazdığı mektubunda da; “Köleler, efendilerine gâyet saygılı olmalıdırlar. Onlara hizmet etmekte hiç bir kusur yapmamalıdırlar. Zira bu, Îsâ’nın öğüdüdür.” diye yazmaktadır.

Yalnız ruhbanlık mesleğine giren köleler, üç sene zarfında, efendilerine haber verilmeden âzad ediliyordu. Hıristiyanlığa bağlı imparatorlar zamanında, diyet denilen meclisler tarafından çıkarılan kanunda kölelerin evliliği gayrimeşrû sayılıyordu. Hıristiyan dünyâsında, kölelik hususunda papalar ve diğer din ve devlet adamları, hiçbir beis görmüyorlardı. Nitekim Fransalı meşhur Busuvî; “Zaferi kazanan savaşçı, mağlubu öldürebilir. Eğer öldürmeyip de onu kendine köle yaparsa, ona karşı büyük bir ihsan ve merhamette bulunmuş olur.” diyor. Hıristiyan âlemindeki kölelik, yirminci asra kadar devâm etmiştir.

İslâmiyette kölelik: Kölelik hukukunu ilk olarak düzenleyen, kölelerin toplum hayatındaki yaşayışını insânî bir hâle getiren ve onlara birçok haklar sağlayan İslâm dîni olmuştur. Avrupa’nın 20. yüzyılda düşündüğü, fakat bir türlü temin edemediği kölenin haklarını, İslâmiyet, orta çağda 7. yüzyılın ilk yarısında bir sosyal kurum olarak düzenlemiş ve tatbikâta koymuştur. İslâmiyet, köleliği kaldırmamakla beraber, kölenin hukukunu en mükemmel bir tarzda müesseseleştirmiştir. Ancak Müslümanlara harb îlân eden ve kendisi de Müslüman olmayan kimsenin köle yapılabileceğini hükme bağlamıştır. İslâmiyeti ortadan kaldırmak isteyenler ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayanlarla yapılan harpten sonra ele geçirilen esirleri köle yapmaya izin vermiştir. Bunun dışındaki köle edinmek yollarının hepsini yasaklamıştır. Müslüman olmayanlarla harbe karar verilmeden önce, düşman askerinin Müslümanlığı kabul etmesi teklif olunurdu. Müslüman olmayı reddederse, cizye ve haraç denilen vergiyi vermeyi kabul etmesi karşılığında, tam bir dînî serbestliğe sâhib olarak Müslümanlarla beraber hür bir şekilde yaşamasına izin verilirdi. Bu şartı kabul edenlere zimmî vatandaş denilirdi (Bkz. Zimmî). Ancak bunları da kabul etmeyen ve İslâm devletiyle sulh anlaşması da yapmayanlarla harp edilir, esir edilenler köle yapılırdı.

İslâmda kölelik, harp hâlinin tabiî bir neticesi sayılan hukûkî bir durumdur. Bizzât harbe katılanlar ve teşvik edenler, esir alınınca, iki çeşit muâmeleden birisinin yapılması hakkında devlet başkanına (halifeye) yetki tanınmıştır. Bunlar da, ya öldürülür veya köle yapılır. Mal karşılığında salıvermek kaldırılmıştır. Harbe katılmamış ve teşvikte de bulunmamış yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve din adamları öldürülmezler. Çocuk annesinden ayrılmazdı.

İslam hukûkuna göre beş sınıf köle bulunur:

1. Âzâd edilmesi söz konusu olmayanlara“Kınn” denir.

2. Azâdı, efendisinin ölümüne bağlı olanlara “müdebber” denir.

3. Bir bedel karşılığında azâd edilmek üzere efendisiyle bir sözleşme yapmış köleye “mukâteb”, cariyeye de “mukâtebe” denir. Böyle olan bir kimseye, bir an evvel hürriyetine kavuşması için zekât verilebilir. Fakat bir kimse kendi mukâtebine zekâtını veremez.

4. Kısmen azâd olup, hürriyetini tamâmen elde edebilmesi için çalıştırılan köle ve cariyeye “müstes’î” denir.

5. Efendisinden çocuk doğuran câriyeye“Ümm-i veled” denir.

Birinci grupta yer alan kölelerin dışındakiler satılamaz ve hediye edilemez. Köleler her türlü şahsî haklara sâhiptir. Şu kadar var ki, efendilerinin mirasçısı olamazlar. Efendilerinin izin vermesi hâlinde onların velâyeti altında evlenebilir, ticâretle meşgul olur, ilim tahsil ederler. Şahsiyetine karşı işlenen her türlü tecâvüzden korunur. Köleye karşı suç işleyenler cezâlandırılırdı. Haksız yere köleyi dövmek ve başka türlü cezalandırmak yasak edilmiştir. Efendisi, köleye lâzım olacak din bilgilerini öğretir, onu câhil bırakmazdı.

İslâmiyet, bütün kölelere ve hizmetçilere iyi muamele edilmesini, onlara şefkat ve merhametle davranılmasını emir etmiştir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “... Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere yakın veya uzak komşuya, yolculara ve kölelerinize iyilik edin..! buyurdu. (Nisâ sûresi: 31) Peygamber efendimiz de, bu hususta buyurdular ki: “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak ise şeâmettir (uğursuzluktur)” ve “Emri altında bulunanlara kötü davranan Cennete girmez.” Vedâ hutbesinde beş vakit namazı vasiyet ve emrederken, hemen ardından kölelere ve emri altında olanlara yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarında ihsân, iyilik üzere olunmasını buyurmuştur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) son vasiyetlerinden birinde şöyle buyurdu: “Eliniz altında bulunan kimseler hakkında Allahü teâlâdan korkunuz! Yediklerinizden onlara yedirin, giydiklerinizden onlara giydirin! Dayanamayacakları işleri onlara yaptırmayın! Beğeniyorsanız yanınızda tutun, beğenmiyorsanız satın! Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına azab, cefâ etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ onları sizin emrinize verdi. İsteseydi, sizi onların emrine verirdi.”

İslâmiyet, köle âzâd etmeyi, ibâdet saymıştır. Hadîs-i şerîfte:

Müslüman bir köleyi âzâd edenin, âzâd olunan her uzvuna karşılık Allahü teâlâ bir uzvunu Cehennem ateşinden âzâd eder.” buyruldu. İslâm dininde bâzı ibâdetlerin keffareti olarak köle âzâd etmek emir olunmuştur. Meselâ, özürsüz orucunu bozanlara keffaret olarak köle âzâd etmek veya 60 gün oruç tutmak, yemin keffareti olarak da köle âzâd etmek veya 10 fakiri giydirmek veya doyurmak lâzımdır.

İslâmiyette köle, efendisinin âile fertlerinden biri kabul edilmiştir. Efendisine, onunla beraber yemek yemesi, kusurlarını affetmesi, âzâd ettikten sonra çalıştırmaması, onları haksız yere dövmemesi, yolculuk esnasında köleyi de bindiği hayvanın terkisine alması veya nöbetleşe, sıra ile binmesi emir edilmiştir. Kendisi hayvanına binip, kölesini ardınca yürütmek insanlara kibir (büyüklük) taslamaktır. Nitekim, hazret-i Ömer Şam’ı fethettiğinde, oraya giderken bir kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ile nöbetleşe deveye binerdi. Bâzan kendisi yürür, devenin yularını çekerdi. Şam’a yaklaştıklarında, binme sırası köledeydi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. Hazret-i Ömer, ayakkabılarını koltuğunun altına alıp, deveyi çekerek, suyu geçti. Bir de ne görsün, Şam vâlisi olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh, onu karşılamak için nehrin kenarına gelmişti. Ebû Ubeyde onu bu halde görünce; “Ey müminlerin emiri! Şam’ın ileri gelenleri sizi karşılamaya geliyorlar. Seni bu halde görseler, beğenmeyip başka mânâ verirler.” deyince, Ömer radıyallahü anh; “Biz zelîl bir kavim idik. Allahü teâlâ, bizi İslâmiyet ile aziz eylemiş, şereflendirmiştir. Biz O’nun rızâsını ararız. İnsanların sözü bizi bağlamaz. Ne derlerse desinler!” buyurdu.

İslâm devletlerinde köleler arasında yetişmiş yüksek mevkılerde görev almış devlet adamları vardı. Birçok İslâm âlimi ve velî zâtlar, kölelerden veya çocuklarından yetişmiştir. Râbia-i Adviyye, Hasan-ı Basrî gibi evliyâlar, Sokullu Mehmed Paşa gibi devlet adamları yetişmiştir. Bunların sayıları çoktur. Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid Han’ın Sadrazamı meşhur Hüsrev Paşa, yüzlerce kölesini yetiştirmiş bunlardan bir kısmı vezaret gibi büyük rütbeler kazanarak, devlet ricali arasına geçmiştir. Müslümanlar, Peygamber efendimizin emir ve tavsiyelerine göre kölelerine muâmele ederek, onların müslüman olmalarına sebeb olmuşlardır. Müslüman olan köleleri de genellikle âzâd etmişlerdir. Âzâd edilen kölelerin sayıları târih kitaplarını dolduracak kadar çoktur.