KİRPİBALIĞI (Diodon hystrix)

Alm. Igelfisch (f), Fr. Poisson-porc-èpic de mer, İng. Porcupine fisch. Familyası: Kirpibalığıgiller (Diodontidae). Yaşadığı yerler: Genelde denizlerde yaşar. Atlantik ve Hint okyanuslarında boldur. Özellikleri: Vücûdu dikenlerle kaplıdır. Tehlike anında vücûdunu hava veya su ile şişirerek dikenli yuvarlak bir top hâline gelir ve düşmanlarından korunur. Çeşitleri: Kirpi balığı (D. hystrix) bu familyanın en iyi bilinen türüdür.

Vücûdu dikenle kaplı, sıcak denizlerde yaşayan 30-70 cm boyunda olan bir balık. Top balığı veya kirpi balığı diye de adlandırılır. Vücûdu dikenlerle kaplıdır. Düşmanlarını görünce çok esnek olan mîdesine su alarak şişer. Şâyet su yüzeyinde ise mîdesini hava ile doldurur. Ürkütücü ve dikenli, yuvarlak bir top hâline gelerek düşmanlarından kendini korur ve hasımları için tehlikeli bir av hâlini alır. Ayrıca balıklar dünyâsının belki de en yüksek çığlığını atarak düşmanlarını korkutur. Dikenler, pulların özel bir şekil almasıyla meydana gelmiştir. Normal zamanlarda vücûda yapışık olarak dururlar. Dikenlerinin ancak uzun olanları hareket edebilir, kısaları sabit olarak durur. Çene kemiklerinin dişleri tek gaga hâlinde birbiriyle birleşmiştir.

Bütün ılık denizlerin kıyıya yakın bölgelerinde bulunur. Yumuşakçalar ve mercanlarla beslenir. Okyanus yüzeyinde iken mîdesini hava ile doldurarak balon gibi şişer ve kendisini su yüzeyinde dalgalara bırakır. Vücutlarını örten zırh gibi kalın derileri açık pas renginde ve esmer lekelidir. Zehirli olduğundan birçok ülkede eti yenmez ise de Japonya’da yenmektedir. Her yıl çok sayıda insanın gıda zehirlenmesinden ölümüne sebeb olmaktadır. Sudan çıkarılırsa hava da emebilir.

Bölge sâkinleri kirpi balığının içini temizledikten sonra içine ampul koyarak “Japon Feneri” yapar. Turistlere süs eşyası olarak satıp gelir sağlarlar.

KİRPİK

Alm. Augenwimper (f), Fr. Cil (m), İng. Eyelash. Göz kapaklarının serbest kenarlarında, genellikle tek sıra üzerine dizilmiş olarak bulunan özel kıllar. Kalınlıkları erkeklerde 67 mikron, kadınlarda ise 90 mikron kadardır. Üst göz kapağındakilerin sayısı 150-200, alt göz kapağındakilerin ise 70-100 kadardır.

Diğer bölge kıllarına nazaran koyu renklidirler. Nadiren çok ileri yaşlarda beyazlaşırlar. Yine nadir görülen bir durum olarak çok sarı kirpikler ve bir kısmı beyazlaşmış kirpikler de bulunabilir. Kirpiklerin ortalama ömrü 5-6 aydır. Şekilleri genillikle düzdür. Bâzan alta veya üste doğru kavis yapabilirler, kıvırcık ve dalgalı olmazlar.

Kirpik köklerinin iltihaplanmasına “blepharitis” denilmektedir. Bu iltihâbın kuru ve sulu şekilleri vardır. Tedâvide antibiyotikli melhem ve damlalar kullanılmaktadır. Bâzan kirpiklerin göz küresine doğru kıvrılıp, gözün camsı bölümüne battığı olur ki bu durumlarda derhal müdahale gerekir.

Kirpikler estetik görünümün bir parçası olduğu için, bayanlar tarafından kullanılan, takma kirpikler de piyasada bulunmaktadır. Kirpikleri kalın ve canlı gösteren rimel adlı güzellik müstahzarı da son derece rağbet gören bir maddedir. Yetkili uzmanlar bunların çeşitli zararları olduklarını belirtmektedirler.

Kirpiklerin iltihâbı çoğu defa ömür boyu devam eder. Kirpik dökülmesi ve kepeklenme bu durumda karakteristiktir. Çoğu defa görme bozukluğu altında yatan sebeb olduğundan, şikayetler gözlük takınca büyük ölçüde kaybolur. Onun için bir göz hekimine görünmelidir.

KİSÂÎ

Meşhur yedi kırâat (Kur’ân-ı kerîmi okuma ilmi) imâmından yedincisi. Tebe-i tâbiînden, yâni Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbını gören büyükleri görenlerdendir. İsmi, Ali bin Hamza’dır. Ebû Hasan, Ebû Abdullah ve Ebû Feth künyeleriyle bilinir. Kilim elbise içerisinde ihrâma girip, Kâbe’yi tavâf ettiği veya Hamzâ Zeyyâd’ın meclisinde dizinin üzerine kilim koyduğu için, el-Kisâî denilmiş ve bu nisbe ile meşhur olmuştur. Kendisine İmâm-ül-Kurra, Şeyh-ül-Kırâat ve’n-Nahv, el-İmâm lakabları verilmiştir. Kûfe’de nahiv ilminin kurucusudur. Kırâat ilminde işareti Ra harfidir. Doğum yeri ve doğum tarihi bilinmemektedir. 805 (H.189) târihinde yetmiş yaşlarındayken Rey’de vefât etti.

Temel bilgileri öğrendikten sonra, Kûfe’de reîs-ül-kurra ve altıncı kırâat imâmı olan Hamza bin Habîb ez-Zeyyâd’ın talebesi oldu. Ondan kırâat ilmini öğrendi. Dört defa Kur’ân-ı kerîmi baştan sona hocasına dinletti ve tasdîkini aldı. Hocasından sonra, Kûfe’de reîs-ül-kurra oldu. Ebû Amr, Süleymân bin Mihrân, Îsâ bin Ömer, Süleymân bin Erkâm, Ebû Bekir bin Iyâş, Muhammed bin Abdurrahmân bin Ebî Leylâ, Câfer-i Sâdık, Seleme bin Ahfeş, Hammad bin Seleme gibi zamânının âlimlerinden, sarf, nahiv, hadîs ve fıkıh ilimlerni öğrendi. Sonra Basra’ya giderek, meşhur nahiv âlimi Halil bin Ahmed’den lügat ilmi öğrendi. Hicaz, Necd ve Tihame bölgelerindeki Bedevîler arasına gidip onların lügatlarını öğrendi. Öğrendiği lügatleri kayda geçirdi ve Kûfe’ye geldi. Abbâsî Halîfesi el-Mehdî’nin oğlu Hârûn Reşîd’e mürebbiyelik teklifini kabul ederek Bağdat’a gitti ve orada yerleşti. Ömrünün sonuna kadar Hârûn Reşîd’in yanında kaldı. Onun oğulları Muhammed Emin ve Mu’tasım’a mürebbiyelik etti. Haftanın bir günü sarayda, diğer günleri de Bağdat’ta ilim öğretti. Ahmed bin Hanbel, Yahyâ bin Muîn, Ebû Ömer el- Dûrî, Ebû Hâris el-Leys bin Hâlid gibi âlimler onun derslerinde yetişti. El-Dûrî ve Ebû Hâris ondan kırâat nakleden meşhur râvilerdir. Kûfe Dil Mektebinin kurucusu olan Kisâî zamanının meşhur âlimleriyle çeşitli mevzularda münâzaralarda bulundu. Basra Nahiv Mektebinin kurucusu Sibeveyh ile olan münâzarası meşhurdur. İmâm-ı a’zam’ın talebeleri İmâm-ı Muhammed ve İmâm Ebû Yûsuf’la sohbetlerde bulundu. İmâm-ı Muhammed’le birlikte Hârûn Reşîd’in Horasan Seferine katıldı. 805 (H.189) senesinde İmâm-ı Muhammed hazretleriyle aynı gün ve aynı yerde vefat etti, oraya defnedildi. Kabri Rey yakınlarındaki Renbûye köyündedir.

Kırâat (Kur’ân-ı kerîmi okumak) ilminde zamanının bir tânesi olan Kisâî, halkı etrafına toplayıp, Kur’ân-ı kerîmi başından sonuna kadar okurdu. Nahiv’de de en büyük âlim oydu. Allahü teâlâdan çok korkardı. Sâde giyinir, halîfenin yanına giderken güzel giyinmekte mahzur görmezdi. Hâfızası kuvvetli, okuması güzeldi. Zengin olduğu kadar tevâzu sahibi ve cömertti. Bütün İslâm âlimleri gibi ölümü hiç hatırından çıkarmazdı. Ömrünü sadece Kur’ân-ı kerîmin hizmetine adamış, onun şefâatini ümid etmiştir.

İmâm-ı Kisâî birçok eser yazmışsa da mevcud olan iki tam, bir de yarıdan çoğu kaybolmuş bir eseri vardır. Bunlardan halk dilinin hatâlarını konu edinen Kitâbu fî Lahnel-Amme adlı eseri Mısır’da basılmıştır. Diğer eserleri Kitâb-ül-Müştebihât fil-Kur’ân’ın bir nüshası Bâyezîd Devlet Kütüphânesinde mevcuttur.

KİSTLER

Alm. Zysten (f.pl), Fr. Kystes (m. pl.), İng. Cystes. Doğuştan olan veya sonradan çeşitli sebeplerle ortaya çıkan ve vücûdun birçok yerinde görülebilen, içinde genellikle yağ gibi bir sıvı veya yarı sıvı bir madde bulunan bir çeşit kese. Kistler bir nohut büyüklüğünden, bir çocuk başı, hatta daha büyük cesametlere kadar olabilir.

Vücutta görülebilen çok çeşitli kistler vardır:

Kist hidatik: Ekinokokkus granülosus isimli köpek tenyasının sebeb olduğu bir paraziter hastalıktır. Bu parazitin yumurtaları kedi, köpek gibi hayvanlardan ağız yolu ile insanlara geçmekte ve barsakta açılan yumurtalar, kan yoluyla vücudun çeşitli organlarına gidip oralarda kistleşmektedirler. Bu kistler, parazitin ara şekilleridir. Bu hastalık insanlara bulaştığı gibi, koyun, keçi, inek gibi hayvanlara da bulaşabilmekte ve bu hasta hayvanların hastalıklı organlarını yiyen köpeklere geçmek sûretiyle, parazit olgunlaşmakta ve köpeklerde küçük bir tenya halinde yaşamaktadır.

Kisthidatik en çok karaciğer ve akciğerde görülmektedir. Ayrıca dalak, beyin, pankreas, böbrek gibi organlara da yerleşebilmektedir. Kistler yavaş yavaş büyürler. Karaciğerdeki kist büyüdükçe etrafına baskı yapmaya başlar ve ana safra yollarını tıkarsa sarılılığa yol açar. Bu kistler patlarsa, acil cerrahî müdahale gerekir. Kisthidatik zamanla kireçlenebilir ki, bu durumda tehlikesi azalır. Bu kistin içinde kaya suyu denen bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde kız veziküller ismi verilen kist taslakları yüzmektedir.

Kist hidatik bâzan elle fark edilecek kadar büyük ve sathî (yüzeysel) olabilir. Ultrasonografi metodu ile (ses dalgaları vasıtasıyla yapılan bir inceleme) kesin teşhis konur. Tedâvisi cerrâhî olarak çıkarılmasıdır. Bazı antiparaziter ilâçlar da kullanılmaktadır. Hastalıktan korunmak için; sebzeler iyice yıkanmadan yenmemeli, kedi ve köpeklerle oynamamalı, başıboş köpeklerle mücadele edilmeli, hastalıklı hayvanların ciğerleri köpeklere yedirilmemelidir. Kist hidatik karaciğerde olduğu gibi akciğerde de yerleşebilir. Öksürük, balgam, bazan kanlı balgama yol açar. Fazla büyürse nefes almayı biraz zorlaştırır. İltihaplanabilir, patlayabilir. Patlarsa ağız yoluyla boşalarak kendiliğinden iyileşebilir, tedâvisi cerrâhîdir. Akciğer röntgenlerinde sınırları gâyet düzgün, yuvarlak bir görünüm arz eder.

Yağ kisti: Derideki yağ bezelerinin ağızlarının tıkanması neticesi yağ salgısının birikmesiyle ortaya çıkar. Yağ bezlerinin çok olduğu saçlı deri en çok görüldüğü yerdir. Hafif serttirler, yuvarlak ve kısmen hareketlidirler. İçinde sebum denilen kötü kokulu sakızımsı bir madde vardır. Tedâvisi, cerrâhî olarak çıkarılmalarıdır.

Kistik higroma: Doğuştan olan lenf yollarının kistik bir genişlemesidir. En çok boyunda görülür. Bastırmakla küçülür, portakal veya çocuk başı büyüklüğünde olabilirler. Tedâvisi, cerrâhîdir.

Dermoit kist: Doğuştan bir rahatsızlık olup, çocuklukta ortaya çıkan ve saçlı deri ve alında orta çizgi üzerinde, gözlerin dış kenarlarında ve dil altında sık olarak görülür. Bunlar üzerini örten deriye yapışmazlar. Tedâvisi cerrâhî olarak çıkarılmalarından ibârettir.

Tükrük bezi kisti (kurbağacık): Dil altıtükrük bezlerinin salgı kanallarının tıkanmasından doğar 1-8 cm çapında olabilir. Mavimtrak renkte ve saydamdır. Gergin ve duvarı incedir. Çiğneme sırasında bazan hacmi büyür. Tedâvisi cerrâhîdir.

Bilek eklem kistleri (hygroma): Mafsalların önünde veya yanında bulunan sıvı keseciklerin içinde fazla miktarda berrak veya sarımtrak bir sıvının toplanmasıyla meydana gelirler. En çok bilek ekleminin sırt tarafında görülür. Bilek aşağı doğru bükülünce daha belirgin hale gelir. Bileğin hareketleri biraz ağrılı olabilir. Tedâvisi, kesenin cerrâhî olarak çıkarılmasıdır.

Penkreas kistleri: Genellikle had pankreas iltihabından 3-4 hafta sonra ortaya çıkarlar. Pankreas sıvısı birikintileri ve hücresel artıklar pankreas kapsülü içinde çatlayıp, komşu organların dış zarlarıyla örtülerek bu kistleri meydana getirdiklerinden bunlara yalancı kist ismi verilir. Yırtılmaları tehlikeli olduğundan cerrâhî olarak boşaltılmaları gerekmektedir.

Polikistik böbrek: Doğuştandır. İrsî olarak geçer ve genellikle bir ailenin birden fazla çocuğunda bulunabilir. Her iki böbrekte birden görülür, ancak bir böbrekte diğerinden daha ileri safhada bulunabilir. Bu hastalıkta farklı büyüklükte ve çok sayıda kist, yavaş yavaş normal böbrek dokusunu işgal ederek onun yerini alır. Böbrekler, normal büyüklüklerin birkaç katına erişmiş olup, içleri berrak veya kanlı bir sıvı taşıyan, üzüm salkımı manzarası gösteren kistlerle doludur. Hastalık erişkinlerde genellikle 40-50 yaşları arasında teşhis edilir. Hastalarda bel ve karın ağrıları, idrarda kan bulunması, tansiyon yüksekliği, böbrek yetmezliği, idrar miktarının fazlalığı, idrar yolları iltihaplanmaları, bulunabilir. Böbrek enfeksiyonları ve taş meydana gelmesi önlenmelidir.

Yumurtalık kistleri: Çeşitli yumurtalık kistleri vardır. Bunların içinde en çok görüleni folikül kistleridir, bunlar kirazdan yumruk büyüklüğüne kadar gelişebilir. Cidarları düz, içi saydam sıvı ile doludur, özel bir tedâvi gerekmez, kendiliğinden gerilerler. Bazan yırtılabilirler, iç kanama yapabilirler.

Yumurtalığın corpusluteum denen kistleri, gebelikte gelişebilir. 5-10 cm kadar büyürler, dış gebelikle karıştırılabilir. Tedâvi gerektirmez.

Yumurtalığın theca-lutern kistler, çocuk başı büyüklüğünde olabilirler. İki taraflıdırlar. Tedâvi gerektirmez.

Çikolata kistleri ise; rahim iç yüzünü örten dokunun yumurtalıklarda da yer alması neticesi, âdet zamanlarında yumurtalıklarda da kanama olmasına bağlı olarak ortaya çıkarlar. Tedâvileri ilâç, şuâ ve cerrâhî yolla mümkündür.

KİŞNİŞ (Coriandrum sativum)

Alm. Koriander (m), Fr. Coriandre (f), İng. Coriander. Familyası: Maydonozgiller (Umbelliferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Bahçelerde yetiştirilir.

Haziran-ağustos ayları arasında pembemsi-beyaz renkli çiçekler açan, 40-90 cm boylarında, kötü kokulu, genellikle nemli çayır ve sırtlarda rastlanan bir yıllık otsu bir bitki. Gövdeleri dik, üstte dallanmış, silindir şeklinde, içi dolu ve üstü çizgilidir. Yapraklar açık yeşil renkli ve tüylüdür. Alt yapraklar uzun saplı ve 3 parçalıdır. Çiçekler dalların uçlarında, şemsiye durumunda toplanmıştır. Şemsiye uzun saplı, 3-8 kolludur. Çiçekler, beyaz veya pembemsi renkli olup çiçek parçaları 5 parçalıdır. Erkek organlar 5 tâne, dişi organlar ise 2 tane meyve yaprağından ibârettir. Meyve sarımsı esmer renkli, küre şeklinde, küçük serttir. Kokusu tâze iken kötüdür.

Akdeniz bölgesi bitkisidir. Tarlalarda yabânî ot olarak yetişir. Ancak bahçelerde yetiştirilenler tohum ile üretilir. Mûtedil, az alkali topraklarda yetiştirilmelidir.Toprak çok derin sürülmeli, kaba ve humusca zengin olmalıdır. Ekim sahası yabancı otlardan temizlenmelidir. Tohumlar, ilkbaharda veya sonbaharda ekilir.

Kullanıldığı yerler: Meyvelerinde nişasta, tanen, şekerler, sâbit ve uçucu yağ vardır. İştah açıcı, barsak gazlarını giderici, teskin edici, baş dönmesine karşı kullanılır. Bir çay kaşığı dövülmüş tohum bir çay bardağı suda haşlanır. Günde bundan fazla alınması halinde dalgınlık ve sarhoşlukla başlayan bir zehirlenme yapar. Ayrıca şekercilik, konserve, gıda, kozmetik sanâyiinde baharat olarak kullanılır.

KİTAB-I MUKADDES

(Bkz. Ahd-i Atik, Ahd-i Cedîd)

KİTÂBE

Alm. Inschrift (f), Fr. Inscription, İng. Inscription. Bir târihî eserin, yapılış târihi ve eseri yapan, yaptıran hakkındaki bilgilerin yazılıp, o eserin herhangi bir yerine konulduğu taş.

Türklerde ilk kitâbe İslâmiyetten önce görülen Orhun Kitâbeleridir. Bunlar, daha çok bir eserin yapılış tarihini değil, Hakanın milletle olan münâsebetlerinin anlatılması olup, tarih hükmündedir. Kitâbeler, bugün arkeolog ve tarihçilerin başvurduğu en önemli kaynak vesikalardandır. Kitâbelerin değişik dillerde yazılmaları kolay çözülmelerine yardımcı olur. Mısır hiyeroglif yazısı böyle bir yazı özelliğine sahip olduğu için kolay çözülmüştür. Kitabe ile uğraşan ilme Epigrafi denir.

Asıl kitâbe; Türklerin İslâmiyeti kabülünden sonra Anadolu’da yerleşen Danişmendliler, Artuklular, Mengücükler, Selçuklular adını taşıyan beylik ve devletlerde yapılan eserlerin her birinin giriş kapısının üstüne veya yan taraflarına konulan kitâbedir. Selçuklularda bilhassa kûfi yazı ile yazılanlar çoktur. Sülüs yazı ile yazılanlar da görülmektedir. On üçüncü asırdan sonra celi sülüsün daha çok yayıldığı görülür.

Birinci Murâd Han devrinde, Selçuklu celi sülüsünden yavaş yavaş ayrılarak, Osmanlılara mahsus bir karakter kazanır. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde birdenbire bir gelişme gösterir. Bu durum Ayasofya Camiinin avlusundaki Bâbı Hümâyunun üstündeki kitâbede açıkça görünür. İkinci Mahmûd devrinin büyük hattatı Mustafa Râkım Efendi celi sülüsü bütün İslâm âleminde en ileriye götürmüştür. İstanbul’daki Nusretiye Câmiindeki yazıları, kendisinden sonraki sanatkarların ilham kaynağı olmuştur. Bundan sonra da aynı yol tâkip edilmiştir. İkinci Mahmûd Han devrine kadar İran üslubunda, celi nesta’lik, çokça kullanılmıştır.

İkinci Mahmûd Hanın hattatı Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi, İran üslubu yerine yeni bir yazı şekli ortaya çıkardı. On dokuzuncu yüzyılın başından itibaren Türk nesta’lik usülü doğdu.

Kitâbeler sâdece taş ve mermer üzerine değil, çinilere de yazıldı. Çini kitâbe olarak, Edirne’de Selimiye Câmii ile İstanbul’da Topkapı Sarayında Bağdad Köşkünün çinileri dikkat çeker.

Kitâbeler genellikle Arabî yazılmıştır. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinden sonra Türkçe kitâbeler de yazılmaya başlamıştır. İlk Türkçe kitâbe olarak, Kütahya’da Germiyanoğullarından Yâkub Şah Süleymân’ın yaptırdığı medresenin kitâbesidir. Fârisî olarak yazılan kitâbe pek azdır.

Kitâbelerde genel olarak, Arabî bir sözle başlanıp, yaptıranlar için kullanılan ünvanlar ve tarih yazılır. Manzum ve mensur olabilirler. Artık manzum olanlarda, bazan, ebced hesabına göre eserin yapılış tarihi düşürülür (yazılır). İslâmiyette mezar taşlarına sâdece isim ile doğum ve ölüm tarihlerini yazmak câiz iken, daha sonraları kitâbe şekline sokulmuştur. Zamanımızda hâlen tam bir araştırma yapılamamıştır. Bâzı araştırmacılar şahsî gayretleri ile, bâzı bölgelerin kitâbeleri ile, en meşhur kitâbeleri tesbit edip izahta bulunmuşlardır. Binlerce kıymetli tarihî eser yıkılıp yok edildiğinden kitâbeler de kaybolup gitmiştir.

KİT

(Bkz. Kamu İktisâdî Teşekkülleri)

KİTAP

Alm. Buch (n), Fr. Livre (m), İng. Book. Basılı veya yazılı kâğıt yapraklarının bir araya getirilmesiyle ve insanların hislerini, fikirlerini, başkalarına, uzaktakilere bildirmek, kendilerinden sonra gelenlere ulaştırabilmek için kâğıtlara yazmak sûretiyle meydana getirilen eser. Uzakta bulunan bir kimseye yazılan mektup veya pusula mânâsında da kullanılmıştır. Lügatte, kitap, “yazı yazmak” mânâsındadır. Kur’ân-ı kerîm’de; çeşitli mânâlarda sık rastlanan kitap kelimesi Allahü teâlânın peygamberlerine gönderdiği vahiyler mânâsında da kullanılmıştır.

İnsanların bildiklerini, öğrendiklerini kitaplara yazması çok öncelere dayanır. Hattâ ilk insan hazret-i Âdem’e Allahü teâlâ tarafından Cebrâil aleyhisselâm adındaki melek gönderilerek îmân bilgileri, her gün bir vakit namaz, oruç, gusül abdesti emredildi. Kendisine kitap gelip, lüzumlu bütün ilimler dâhil, fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri de öğretildi. Süryânî, İbrânî, ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazıldı. Her asırda, insanlara gönderilen peygamberlerle, onlara lâzım olan din ve dünyâ bilgileri öğretildi. Bu bilgilerin kaybolmaması için kitaplar yazıldı. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan îtibâren peygamberlere yüz dört (104) semâvî kitap gönderildiği bildirilmekte olup, bunlardan dördü büyük kitaptır. Bunlar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı kerîm’dir. Yüzü de (suhuf) denilen küçük kitaplardır. On suhuf hazret-i Âdem’e, elli suhuf hazret-i Şit’e, otuz suhuf hazret-i İdris’e, on suhuf hazret-i İbrâhim’e; Tevrat hazret-i Mûsâ’ya, Zebur hazret-i Dâvûd’a, İncil hazret-i Îsâ’ya ve Kur’ân-ı kerîm de hazret-i Muhammed’e gönderilmiştir. Bunlarından Kur’ân-ı kerîm hiçbir harfi değiştirilmeden günümüze kadar ulaşmıştır. İlk devirlerde yazılan kitapların çoğu yangın, sel, harp vb. gibi âfetlerin ve insanların birbirine düşmanlıklarının sonucu tahrip edilerek yok olup gitmişlerdir. Cengiz’in torunu Hülâgü’nün Bağdat’ı ele geçirdiği zaman, bin seneden beri yazılan kütüphâneler dolusu kitabı yaktırdığı ve suya attırdığı bilinmektedir.

Günümüze gelinceye kadar, ilim ve tekniğin gelişmesine paralel olarak kitap da şekil, hammadde ve muhtevâ olarak çeşitli değişiklikler göstermiştir. Matbaanın bulunuşuna kadar kitaplar belli bir zümreye hitap ederken, bu keşiften sonra kitap yavaş yavaş insanların günlük hayâtına girmiştir. Okuma-yazma oranının artması kitaba olan ilgi ve ihtiyâcı da arttırmış, buna paralel olarak kitapçılık sanâyii alabildiğine gelişmiştir. İlerde bu gelişmenin hangi noktaya kadar varacağını kestirmek zordur. Şimdiden, basılı kitap ve gazete yerine “konuşan kitap ve gazeteler”den bahsedilmeye başlanmıştır.

Târihî kazılardan elde edilen bilgilere göre eskiden günümüze kadar kitabın, şekil olarak, geçirdiği değişiklikleri tâkib etmek mümkündür. Kullanılan yazıya ve malzemeye göre kitaplar değişik şekiller almıştır. Kâğıdın bulunuşundan evvel yazılar mâden, taş, tahta, kil tabletler üzerine kazınırdı. Sümer, Asur ve Hititler kül tabletler üzerine yazardı. Çinliler ipek kumaş kullanırlardı. Nil kıyılarında ise yaprak hâline getirilmiş papirus lifleri kullanıldı. Papirüs hafif, esnek fakat dayanıklı bir maddeydi. Ele geçirilen ilk kitaplar M.Ö. 2700 yıllarına âittir. Bunlar eski Mısırlıların duâ, adak, vakıf gibi konuları içine alan Ölüler Kitabı isimli dînî eserleridir. Kitaplar ağaç bir silindire sarılmış ağır tomarlar biçimindeydi. Yazı papirüsün yalnız bir yüzüne fırça ile yazılırdı. M.Ö. 7. yüzyılda papirüs Mısır’dan, Yunanistan’a, oradan da Romalılara geçti. M.Ö. 2. yüzyılda Romalılar 15 m uzunluğunda 15-30 cm genişliğinde papirüs tomarları kullanmaya başladılar. Roma’da bâzısı halka açık kitaplıklar, ender kitap kolleksiyoncuları vardı. Kitapçılar ithal ve ihraç ettikleri eserlerle geniş ticâret yaparlardı.

Zamanla papirüs üretiminin azalması ve pahalanması, papirüsün nemden bozulması, tek yüzünün kullanılması ve yanıcı bir madde olması, ayrıca umûmiyetle Mısır’da üretilen papirüsün yurt dışına çıkarılmasının yasaklanması üzerine yazı yazılabilecek yeni bir maddenin aranmasına sebeb oldu. Bâzı Asya milletleri çok eski çağlardan beri sepilenmiş deriyi yazı malzemesi olarak kullanırlardı. Bergama (Pergamum), koyun derisi hazırlama işinde büyük bir ün salmıştı. Batı dillerinde parşömen denilen tirşe böylece ortaya çıktı. Mîlâdın başlangıcında yaygın olarak kullanılmaya başlanan bu malzeme, kitabın dış görünüşünü değiştirdi. Katlanabilen parşömen yaprakları; dikilen, bir araya getirilen, bir ciltle korunabilen defter şekline sokulabiliyordu. Kitap arkalı-önlü yazılabilen bir dikdörtgen şekline (kodeks) girdi (bugünkü şeklini aldı). Parşömene yazılmış kitaplar daha dayanıklı, daha kullanışlıydı. Bizans İmparatorluğunun en eski devirlerine âit İstanbul’dan kaçırılan parşömen yazılı bâzı yazma eserlerden üçü Vatikan’da, biri de Paris Millî Kütüphânesinde saklanmaktadır. Bunların bâzısı minyatürlüdür.

Büyük ilâhî dinlerin ortaya çıkması ilmin ve kitabın gelişiminde birinci merhaledir. Dînî bir eğitim ve öğretim kurma ihtiyâcı, öğretim kurumlarının yanısıra o zamanın şartlarına göre bir kitap sanâyiinin kurulmasını gerektirmiştir.

Kitabın gelişiminde ikinci önemli merhale kâğıdın ortaya çıkmasıyla olmuştur. Kâğıt yüzyıllardan beri Çin ve Türkistan’da kullanılmaktaydı. Kâğıdın ilk defâ 105 yılında Çin’de kullanıldığı tahmin edilmektedir. Ancak insanların büyük bir bölümü kâğıdı tanımıyordu. İpekten elde edilen kâğıt da çok pahalıydı. Kâğıdın paçavradan elde edilmeye başlanması ve Avrupa’da tanınması kitaplarda parşömen yerine kâğıt kullanılmasını sağladı. Bu da mâliyeti düşürdü ve kitap sâhibi olmak nisbeten kolaylaştı. Ancak, az zamanda çok ve çabuk kitap elde etmek henüz mümkün değildi. Kitaplar kopya edilerek çoğaltılıyordu. Bu işi yapan bir yazıcılar  (kâtipler sınıfı vardı. O zamanlar harfler, yazılmaktan ziyâde resmedilirdi. Hüsn-i hat (kaligrafi) denilen güzel yazı (hattatlık) işi sıkı kuralları olan bir sanattı. Kitapları süslemek (tezyin) ise ayrı bir sanattı.

Öğretimin yaygınlaşması neticesinde, adına tahta kalıp baskı da denen ksilografi yolu denendi. Bu baskı tekniğinde; basılması istenen şey tahta levhalar üzerine kabartma olarak kazınıp üzerine mürekkep sürülerek basılıyordu. Çin’de 8. yüzyılda kullanılan bu usûl, Mısır ve Suriye’de önceleri kumaş üzerine motif basmak için sonraları ise kâğıt kullanımı yaygınlaşınca kitaplardaki resimlerin ve daha sonra yazıyla berâber resmin çoğaltılmasında kullanıldı. Bu metinler tahta üzerine ters olarak kazınıyordu. On beşinci yüzyılda birkaç yapraktan oluşan ve ancak bir yüzüne baskı yapılabilen kitapçıklar basıldı. Ksilografik metodun yetersizliği ve geniş yazılara imkân vermemesi tipografinin gelişmesine sebeb oldu. Tipografide harfler sökülüp takılmakta ve birkaç defâ kullanılmakta idi. Bu metodla batıda ilk kitap 1450’de Almanya’da basıldı. İtalya’da 1465, Fransa’da 1477’de ilk kitap basıldı. On beşinci yüzyılda 35.000 kitap basıldığı tahmin edilmektedir. 1501 yılından önce basılan eserler el yazmalarına çok benzer.

Kitabın gelişiminde üçüncü ve en önemli merhale matbaanın keşfiyle oldu. Bu keşifle berâber kitabın günümüze kadar ulaşan gelişmesi başladı. Matbaa ile kitap elde etmede en büyük engel olan “yazma” problemi halledildi. Kısa zamanda, çok sayıda kitap elde etmek mümkün oldu. Baskı ve kâğıt sanâyiindeki gelişmelere paralel olarak mâliyeti düştü, kitap sâhibi olmak çok kolaylaştı (Bkz. Baskı ve Baskı Tekniği). Günümüzde her gün milyonlarca kitap basılmakta, dünyânın dört bir tarafına dağıtılmaktadır. Bugün kitap girmeyen bir yer kalmamıştır. Kitap artık yaygınlaşmış, herkesin malı olmuştur. Kitapçılık zamanımızda bir endüstridir. Bu endüstri, dev yayın şirketleri, gelişmiş kâğıt sanâyii, en ileri baskı teknikleriyle çalışan matbaalar, en modern usûllerle faaliyet gösteren dağıtım ve pazarlama şirketleriyle büyük boyutlara ulaşmıştır. Bununla berâber zararlı kitaplardan, yayınlardan, insanları korumak, henüz halledilmemiş bir problem olarak bütün vehametiyle, ortada durmaktadır.

Avrupa’da ve Amerika’da, birçok ülkede şûbeleri olan beynelmilel dağıtım ve yayım evleri kurulmuştur.

İstanbul’da Cağaloğlu (eski adıyla Bâbıâli) ve Sahaflar Çarşısı Türkiye’nin kitapçılık merkezidir. Sahaflarda daha ziyâde antika, zor bulunur, değerli kitaplar satılır.

Kitapları üç kısma ayırmak mümkündür:

a) Çoğu para kazanmak, propoganda yapmak, oyalamak ve eğlendirmek için yazılan ve basılan eserler,

b) Edebî eserler,

c) İlim ve öğretim kitapları (dînî ve ilmî eserler).

Birinci kısım eserler kültür bakımından büyük bir değer taşımazlar. Bunlar arasında zararlı olanlar da vardır. Tenkitçi bir kafaya sâhib olmayanlar, bu çeşit yazılara kapılarak yanlış bilgi sâhibi olabilirler. Ehil kimseler tarafından yazılan dînî ve ilmî eserler faydalı olup, bu tür kitaplar, kitaplıklarımızın vazgeçilmez eserleridir.

Kitaplar, kültürümüze, benliğimize, rûhumuza, hayat ve medeniyetimize yön veren kaynaklar olduğundan, bunlar alınırken, iyi yazarların eserleri seçilmeli, bu konuda gereken titizlik gösterilmelidir.

Kitapların bakımı: Kültür hayâtımızın vazgeçilmez varlıkları olan kitapların bakımı dikkat ister. En ufak bir ihmâli bile affetmez. Bunun için kitap ve kitaplık dâimâ temiz tutulmalı, sık sık ele alınan kitapların üstü ayrıca bir kâğıtla kaplanmalıdır. Kitapları rutûbetten olduğu kadar güneşten, ateşten, tozdan, güveden, büyük ve küçük çeşitli haşerelerden korumalıdır. Ayrıca, kitabın koparılırcasına açılmasından, açık sayfaların ortasına var kuvvetle basarak kırılmasından, sayfaları kapalı kitap ve dergilerin parmak, tarak vs. gibi şeylerle açılıp sayfalarının didiklenmesinden sakınmalıdır. Kitaptan bâzı notların alınması gerekiyorsa, bu, kitabın üstünde değil yanda, ayrı bir yerde kâğıda veya deftere yazılmalıdır. Sayfaların fazla bastırılmamasına dikkat etmeli, parmağı dile götürüp ıslattıktan sonra açılmasından bilhassa kaçınmalıdır. Konu ile ilgili yazılar, resimler kitaptan kesilip alınmamalı, kitabın içine yazı yazılmamalıdır. Kalındığı yerden okunması için kitabın kendi işâret şeridi varsa o kullanılmalı, bu yoksa sayfaların katlanıp kırılması yerine araya işâret niteliğinde ufak bir kâğıt konulmalıdır. Okuma esnâsında yenilen, içilen şeylerin, îcâbında kitabın içine veya üstüne konulmasının, hiçbir zaman kitap titizliğiyle bağdaşamayacağı hatırlanmalıdır.

Eskiden, kitap denince akla, önce, dînî ve ilmî eserler gelirdi. Kitabın çok pahalı ve ender bulunan bir nesne olması, ona sâdece ilim adamlarına mahsus bir hüviyet kazandırmıştı. Bu durum kitabı yüceltmiş, bu yüzden Türkçeye birçok deyim, atasözü ve vecize girmişti.

KİTAPLIK

Alm. 1. Büchergestell (n), 2. Bücherschrank (m), 3. Bibliothek (f), Fr. 1. Etagère (veyâ) armoirem des livres, 2. Bibliothèque (f), İng. 1. Bookcase, book shelves, 2. Library. Sistemli bir şekilde düzene konularak sınıflandırılmış kitap, dergi, süreli yayın, grafik, göze ve kulağa hitap eden belgeler koleksiyonu.

Kitaplıklar başlangıçta yerleri rahatlıkla değiştirilebilir bir dolap şeklindeyken, 18. yüzyılda sâbit ayaklar üzerine kurulan, iç kısmındaki raflarının arzu edildiği biçimde ayarlanabilen ve evlerin belirli ihtiyaçları arasına giren bir mobilya oldu. Evlerde bulunan kitaplıklardan başka, büyük şehirlerde devletin, belediye kuruluşlarının, bütün bilim müesseselerinin kitaplıkları mevcuttur. Bugün en küçük kamu kuruluşlarında bile, küçük de olsa, bir kitaplık bulunmaktadır. Kitaplıklar, genelde üst kısmı camlı ve parmaklıklı, alt kısmı ise çekmeceli veya iki tarafa açılacak biçimde kapaklı olurlar. Bunların durumu, günün şartlarına göre değişmektedir. İdeal bir kitaplık, kitap sayısı arttıkça ilâve raflarla ihtiyâca cevap verecek özellikte olmalıdır. Buna prefabrik (önceden hazırlanmış, ayarlı) kitaplıklar da denilir. (Bkz. Kütüphâne)

KİVİ (Actinidia chinensis)

Alm. Kiwi (f), Fr. Plante de kiwi, İng. Kiwi plant. Familyası: Actinidiaceae. Türkiye’de yetiştiği yerler: Seralarda üretim denemeleri yapılmaktadır.

Çok yıllık, tırmanıcı, yaprağını döken sarılıcı bir bitki. Çin üzümü, bektaşî üzümü, kivi asması veya sâdece kivi (kiwi) olarak da bilinir. Bitkinin dağılım merkezi Güneybatı Çin’dir. Ancak Güney ve Doğu Asya’da yaygın olan kivi, Sibirya ve Japonya’dan Çin’e, Taylan’a, Malezya’ya ve Endonezya’ya kadar yayılır. Bitki, asmaya benzer sarılıcı karakterdedir. Gövdeleri tüysüz veya az tüylüdür. Büyüme yaprak koltuklarında tomurcuklardan olur. Çiçekler koltuklarda tekli veya salkım şeklinde olup, beyaz, sarı ve pembemsi renklerdedir. Bitki iki evciklidir ve türlerde erkek ve dişi çiçekler farklı büyüklüktedirler. Meyveler tüylü veya tüysüzdür. Embriyosu büyük, çok sayıda küçük çekirdekleri vardır.

Kivinin ilk kültüre alındığı ülke Çin’dir. Avrupa’ya ilk defa canlı bitki örnekleri 1847 yılında Robert Fortuna ve 1879 yılında Charles Maries tarafından getirilmiştir. 1906’da Allison bitkinin tohumlarını Yeni Zelanda’ya götürmüş ve bunlardan 1910’da ilk meyvesini almıştır. Meyvelerinden faydalanılabilineceğini de ilk olarak Allison ortaya koymuştur. Yeni Zelanda’da süratli gelişme gösteren bu yeni meyvenin bugün de çok yaygın tanınan Allison, Bruno, Hayvard çeşitleri selekte edilmiş ve geniş ölçüde yetiştirilerek yayılmıştır.

Kivinin kültür çeşitlerinin çoğunun meyveleri ufak limon veya tavuk yumurtası büyüklüğünde olup, dış kabuğu kaba dokulu, tüylü ve kahverengimsi yeşil renklidir. Meyve etleri açık yeşildir, üzerinde çizgiler bulunur. Meyvenin merkezinden etrafına doğru yayılan çok miktarda tohumları vardır.

Kullanıldığı yerler: Meyve eti, sulu, yumuşak, çilek veya üzümü andırır ve lezzeti tatlımsı mayhoştur. Tâze tüketiminin yanında salata, pasta, marmelat yapımında kullanılmaktadır. Kivi meyvesinde özellikle yüksek oranda C vitamini (100 gramda 175 mg), vitamin A, B1, PP, B2 ile proteinler, kalsiyum, fosfor, demir gibi mineraller de vardır. Meyve suyunun pH’sı genellikle 3,3-3,8 arasındadır. Yüksek besin değerinden dolayı kiviye sağlık meyvesi adı verilir. Kivinin mineral madde miktarı diğer meyvelerden fazladır. Diğer taraftan C vitaminince zengin olarak tanınan birçok meyveyi geride bırakmaktadır. Meselâ, C vitamini oranı ortalama olarak elmadan 10 kat, portakaldan 3 kat fazladır. İnsanın günlük C vitamini ihtiyacının 60 mg olduğu dikkate alınırsa, bir kivi meyvesi bunu rahatlıkla karşılamaktadır.

İklim ve toprak istekleri: Kivi, genel olarak kışları ılık, yazları sıcak ve nemli bir iklime ihtiyaç duyar. Buna rağmen yayılış yerlerine (Avrupa’da, Sicilya’da ön Alplere kadar) bakılırsa geniş bir coğrafik yayılmaya sahiptir. Kara ikliminden çok, nemli ılıman iklim bitkisidir. İlkbahar ve sonbahar donlarının görülmediği yerlerde, güzel drenaje edilmiş topraklarda iyi yetişir. Verim çağındaki bitkiler aralık, ocak aylarında -10, -15°C’ye kadar düşen sıcaklıklara dinlenme döneminde olduklarından kolayca dayanabilirler.

Kiviler, yıl boyunca nispeten yüksek bir hava nemi ve yeterli su kaynağına ihtiyaç duyarlar, ancak kök bölgesinde aşırı su istemezler. Kivi yetiştiriciliği için en iyi topraklar, kolay işlenebilen iyi drena olmuş, iyi su tutabilen, tınlı, hemen hemen asit ile nötr arası topraklardır. Kötü drenajlı ve çok nemli ortamlara toleransı azdır.

Çoğaltma: Tohumla üretim, öncelikle ekonomik meyve üretimi için güçtür. Tohumdan elde edilen fidanları, vegatatif usullerle çoğaltılanlara oranla daha geç meyve verirler. Aşı yaparak ve çelik kullanarak yapılan vegatatif çoğalma ile fidanların verimi daha iyidir. Bu şekilde üretilen fidanlar 3 yılda meyve verirler.

KİVİ (Apteryx australis)

Alm. Kiwi, Apteryx (m), Fr. Kiwi, Apteryx de Hantell, İng. Kiwi. Familyası: Kivigiller (Apterygidae). Yaşadığı yerler: Yeni Zelanda ormanlarının nemli kısımlarında. Özellikleri: Tavuk iriliğinde, kanatları küt, kuyruksuz, uzun gagalı, koşucu bir kuş. Gaga ucundaki hassas burun delikleri ile toprak altındaki böcek ve kurtçukların kokusunu alarak tesbit eder. Vücut ağırlığı 2 kg, yumurtası ise 500 gr kadardır. Çeşitleri: Kahverengi kivi (A australis), büyük benekli kivi (A. haasti), küçük benekli kivi (A. oweni) olmak üzere üç türü vardır.

Yeni Zelanda’da yaşayan 45 cm yüksekliğinde, tavuk iriliğinde, uçamayan koşucu bir kuş. Vücudunun üçte bir uzunluğuna varan sivri bir gagası vardır. İşitme ve koku alma duyuları çok kuvvetlidir. Gaga ucu da çok duyarlıdır. Ucundaki hassas burun delikleri ve bıyıkları ile toprak altındaki böcek ve kurtçukların kokusunu alarak sondaj yapmadan yerini tesbit eder. Kahverengi ve gri olan sık ve uzun tüyleri kıl gibidir. Kuvvetli pullu ayaklarının ön tarafında üç, arka tarafında bir parmağı vardır. Tehlike durumunda iyi koşar. Güçlü tırnaklarıyla toprağı eşerek çıkardığı larva, böcek ve kurtçuklarla beslenir. Kuyruğu yoktur. Küçücük olan kanatları tüylerinin altında gizlidir.

Gündüzleri çalılıklar arasında, bir çukur veya ağaç kütüğü içinde gizlenir. Karanlıkta besin aramaya çıkar. Geceleri keskin bir ıslığı andıran “ki-vi” diye bir ses çıkardığından bu adı almıştır. Yılda iki defa eşleşirler. Dişi, her defasında vücut ağırlığının dörtte birine varan, bir veya iki yumurta yumurtlar. Kuluçka süresi 75 gün kadardır.

Kuluçkaya yatma görevi erkeğe aittir. Yavrular kısa zaman içinde yiyeceklerini kendileri bulabilecek kadar gelişirler. Buna rağmen uzun süre babalarından ayrılmazlar. İnsan, gelincik ve yabanî kediler tarafından nesli tüketilmek üzeredir.

KİYAZMA

Alm. Chiasma, Fr. Chiasma (m), İng. Chiasma. Yunancada, çapraz anlamına gelen bir kelime. Görme sinirindeki, görme yolları x şeklinde çapraz yaptığı için bu tâbir kullanılmaktadır. Yandan gören hayvanlarda (kuşlarda, balıklarda) kiyazmada, görme yolları tam olarak çaprazlaşır, böylece sağ gözden gelen görme lifleri sol tarafa, sol gözden gelenler sağ tarafa geçerler. Çift gözle gören insanlarda, görme yollarının sadece iç kısmı çaprazlaşır, dış kısım aynı taraf beyin yarım küresine gider. Böylelikle her görme yolu kizayma hizasında ikiye ayrılır, her bir gözden gelen görme sinirlerinin yarısı, karşı taraftan gelenin yarısıyla birleşerek beyne gider. Bu çaprazlanma iki gözle birden görmenin aynı anda olabilmesini sağlar (üç boyutlu görme).

KLASİZM

(Bkz. Edebî Akımlar)

KLEOPATRA

Eski Mısır kraliçelerinden. Fizikî güzelliği ve zâlimliği ile ün salmıştır. M.Ö. 69-30 yıllarında yaşadı.

Kleopatra, Mısır Kraliçesi On ikinci Ptalemaios Auletos’un (Batlamyos’un) ortancı kızıdır. Lagos Hânedânına mensuptur. Annesi, Kleopatra Trifaena’dır. Babası 44 yaşında M.Ö. 51’de ölünce büyük oğlu On üçüncü Ptolemaios 10 yaşında hükümdar oldu. On sekiz yaşında bulunan Kleopatra da kardeşiyle evlenerek saltanata ortak oldu. Kleopatra’dan iki yaş büyük olan ablası Berenkie de ölünce Mısır tahtında rakipsiz kaldı. M.Ö. 48’de yapılan Farsalia Muhârebesinde, Roma Kralı Sezar, İskenderiye’ye yerleşti. Sezar’la buluştu ve onunla evlendi. Roma’ya gittiler. Kleopatra’nın câzibesine kapılan İmparator Sezar, onun altından büstünü yaptırıp, Roma tanrılarının bulunduğu tapınağa yerleştirdi. Sezar da ölünce Antonius’la evlendi. M.Ö. 34’te Actium yenilgisinden sonra Antonius ile beraber Mısır’a kaçtılar ve orada intihar ettiler.

KLEPTOMANİ

Alm. Kleptomanie (f), Fr. Cleptomanie (f), İng. Kleptomonia. Ekonomik sebeplere bağlı olmaksızın, kişide ortaya çıkan, başkalarına âit eşyâyı elde etme hissi. Bunu ortaya koyan sebep, psikolojik bozukluğa bağlı olarak husule gelen, çalma içgüdüsüdür. Çoğu vakalarda çalınan eşya, hiç bir maddî-mânevî değer ihtivâ etmeyen, basit bir nesnedir. Kleptomanlar aynı zamanda altta yatan rûhî bozukluğun da belirtilerini gösterebilirler veya olay sâdece kleptomani olarak açığa vurulur.

Bâzı görüşler kleptomaninin baskılara karşı reaksiyon olarak kişide ortaya çıktığını belirtmektedir. Anne ve babanın yahut diğer üst güçlerin (öğretmen, gruptaki güçlü arkadaşlar, polis vb.) karşısında çocuk, kendi şahsiyet ve gücünü hırsızlıkla ispatlamaya çalışır. İlerleyen senelerde bu davranış tamâmıyla yerleşir ve kişinin günlük hayatının bir parçası olur. Kovalanmak (takip edilmek), cezalandırılmak, başkalarında hayret ve dehşet uyandırmak kleptoman için oldukça mutlu ve gayeye ulaşılmış anlardır.

Sosyal hayat bakımından bozuk kişilerde ortaya çıkmasına rağmen kleptomani, kişinin aptal veya idrakten yoksun olduğunu ortaya koymaz. Kleptomanların çoğu oldukça zekî ve teknik kabiliyetlere sahip kişilerdir. Onlardaki marazî bozukluk, namuslu ve başkalarının haklarına saygılı bir hayatın sıkıcı olduğuna inanmaları veya bunu şuuraltına böyle yerleştirmeleridir.

Başarılı bir tedâvi, cezâlandırmalara değil sabırlı psikiyatrik araştırmalara bağlıdır. Burada en önemli faktör, altta yatan sebebi gün ışığına çıkarmak olmalıdır.

KLİŞE

Alm. Klischee (n), Druckstock (m), Fr. Clichè (m), İng. Stereotpe, plat, cliche. Tipo baskıda, resimleri basmak için kullanılan asitle kabartma hâline getirilmiş levhalar. Bugünkü klişe tekniği geliştirilmeden evvel, baskısı yapılacak resimler, sert ve düzgün ağaç parçaları üzerine elle oyulurdu (hâkkedilirdi).

İlk metal klişe, 1825’te Jojeph Nicèphore Niepce tarafından kurşun bir levha üzerine bakır bir levhanın kabartma yapılması şeklinde gerçekleştirildi. 1850’de Firmin Gillot, çinko levha üzerinde, resimlerin klişesini çizgilerle çıkardı. Noktalarla klişe çıkarma tekniğini, 1880’de de Stephen Henry Horgan buldu; 1885’te Frederick Ives geliştirdi.

Çizgili klişe elde etmek için 0,16 cm kalınlığında düzgün bir çinko levha, ışığa duyarlı albümin ve amonyum bikromat karışımı ile kaplanır. Bu levha, baskısı istenen resmin negatifi ile üst üste konup kuvvetli bir ark lambası ile aydınlatılır. Böylece resmin pozitifi, ara işlemlerden sonra, aside dayanıklı bir halde çinko üzerine geçirilmiş olur. Daha sonra nitrik asit banyosuna sokularak, levha üzerindeki boşluklar, asit tarafından aşındırılır. Yine bâzı ara işlemlerle son şekli verilen klişe, tahta bloklar üzerinde monte edilir.

Çizgili klişe ile renklerin ton farkı belirtilemez. Bunun için noktalı klişe tekniğine ihtiyaç vardır. Bu teknikte ufacık noktaların sık veya seyrek olması, göz aldanması sebebiyle, değişik renk tonlarının görülmesine yol açar. Bu metod da çizgili klişe metoduna benzemekle beraber, ayrıca bir noktalı klişe ekranı kullanılır. Önce resmin noktalı bir negatifi elde edilir. Sonra nokta değerleri, madenî levha (çoğu zaman bakır) üzerine geçirilir. Demir perklond ile sabitleştirme yapılır. Ara işlemlerden sonra klişe yine tahta bloklar üzerine monte edilir.

KLOR

Alm. Chlor (n), Fr. Chlore (m), İng. Chlorine. Halojenler sınıfından bir element. Kimyâsal sembolü Cl’dir. Tabiatta halojenlerin en çok bulunanıdır. İlk defa 1774’te Scheele tarafından klorür asidinin piroluzit ile yükseltgenmesiyle elde edildi. O zaman klora, flogistonsuz tuz asidi adı verildi. 1810’da Davy tarafından, kimyevî bir element olduğu belirlendi ve sarı yeşil anlamına gelmek üzere “klor” diye adlandırıldı.

Özellikleri: Klor, sarı-yeşil renkli bir gazdır. Havadan 2,5 kat daha ağırdır. Klor gazı, solunum organlarını çok kötü şekilde yaralar. Bu sebeple, Birinci Dünyâ Savaşı sırasında öldürücü gaz olarak kullanılmıştır.

Atom numarası 17, atom ağırlığı 35,45’tir. Klor molekülü Cl2 şeklinde olup, çok kararlıdır. Klorun kritik sıcaklığı 143,5°C olduğundan kolayca sıvılaştırılabilir. Kaynama noktası -34°C, donma noktası -101°C’dir. Klor iki kararlı izotopun, 35Cl (% 75,5) ve 37Cl (% 24,5) karışımıdır.

Klorun elektron düzeni (Ne) 3s2 3p5 olup, diğer halojenler gibi elektron ilgisi çok yüksektir. Bileşiklerinde alabildiği değerlikler 1-, 1+, 4+, 5+, 6+ ve 7+’dır.

Oda sıcaklığında, atmosfer baskısı altında bir hacim suda 2,2 hacim Cl2 çözünür. Sulu çözeltisi “klor suyu” adını alır. Sulu çözeltiden 8°C’de Cl2.6H2O bileşiminde, klor heksahidrat kristalleri ayrılır. Klor suyu, serbest klorun renk ve kokusunu gösterir. Fakat sudaki klor, su ile hipoklorit (HClO) ve klorür asidi (HCl) verir.

Sıvı klor, kuru iken metallere etki etmediğinden çelik tüplerde saklanabilir. Elektriği de iletmez.

Bulunuşu: Klor, tabiatta yalnız volkan gazlarında serbest halde, bunun dışında klorürler halinde bulunur. Deniz suyu büyük oranda Cl ihtiva eder. Mesela okyanus suyunda % 2 Cl vardır. Jeolojik devirlerde denizlerin buharlaşmasıyla geriye NaCl MgCl2 yatakları kalmıştır. Apatit, belirli miktarda klor ihtiva eder.

Elde edilişi: Laboratuvarlarda klor, piroluzit ile klorür asidinden sıcakta elde edilir:

MnO2+4HCl ――> MnCl4+2H2O

MnCl4 ――> MnCl2+Cl2

Klorür asidindeki klorürü, klora yükseltgemek için başka yükseltgenler de (KMnO4, K2Cr2O7 gibi) kullanılabilir. Teknikte klor elde etmek için HCl hava oksijeni ile yükseltgenir (katalizör mevcudiyetinde):              

4HCl+O2 <――> 2Cl2+2H2O

Bu reaksiyon, Deacon yöntemi adı altında bugün de kullanılmaktadır. 400-600°C arasında denge, ürünler lehinedir. Bundan başka sodyum hidroksit üretiminde anodda çıkan klor gazı da büyük bir ihtiyaca cevap verecek miktardadır.

Bileşikleri: Klorun en mühim anorganik bileşiği, sofra tuzu olan sodyum klorürdür. Bileşiklerinde daha ziyade 1- değerlikli olan klor, oksijenli bileşiklerinde pozitif değerlikler alır. Sodyum hipoklorit (NaClO) Sodyum klorit (NaClO2), sodyum klorat (NaClO3) ve sodyum perkloratta (NaClO4) sırasıyla klor 1+, 3+, 5+ ve 7+ değerliklerini almıştır.

Klorun en mühim organik bileşikleri, klorlu alkan ve alkenlerdir.Karbontetraklorür (CCl4), kloroform (CHCl3), metilen klorür (CH2Cl2), trikloretilen (CHCl=CCl2) ve tetrakloretilen CCl2=CCl2 en önemlileridir. Bu belişekler solvent olarak ve kuru temizlemede çok kullanılır. Etilen diklorür, vinilklorür (CH2=CHCl) üretiminde kullanılır. Vinilklorür ise plastik ve reçine üretiminde çok kullanılan bir maddedir.

Kullanılışı: Klor, bakterilere öldürücü olarak etki eder. Bu sebepten suyun dezenfektasyonu için kullanılır. Keza DDT gibi haşere öldürücü ilaç imalatında, beyazlatıcı olarak kireç kaymağı yapımında kullanılır. Etilenoksid, etilenglikol gibi endüstriyel önemi haiz fakat klorlu olmayan bileşiklerin üretiminde, ayrıca reçine îmâlâtında faydalanılan propilenglikol ve patlayıcı imalatında kullanılan gliserin üretiminde çok kullanılır.

Klorun biyolojik önemi: Kandaki iyon dengesini oluşturan anyonların yaklaşık üçte ikisi klorür anyonudur. Vücudun ihtiyaç duyduğu klorür yemek tuzu ile alınır. Klorun bir bölümü deride, derialtı dokularda ve iskelette depolanır. Terlemeyle artan klorür kaybı içilen tuzlu ayran ile en iyi biçimde telafi edilebilir. Klorürler hücre dışı sıvıların basıncının ayarlanmasında, elektriksel bakımdan nötr olmasında ve vücudun absit-baz dengesinin sağlanmasında rol oynar.