KİLİSELER BİRLİĞİ

Alm. Weltrat der Kirchen,Fr. I’union des Eglises du Monde, İng.World Council of Churches. Bütün Hıristiyan kileselerinin birliğini sağlamak; tek bir kilise hâlinde toplamak amacıyla kurulan teşkilât. “Dünyâ Kiliseler Birliği” veya “Kiliseler Evrensel Kurulu” olarak da bilinir.

Kiliseler Birliğinin kurulması fikri, ilk defâ 1910 senesinde Edinburgh’da toplanan milletlerarası konferansta ele alındı. 1948 yılında Amsterdam’da kurulan teşkilâtın Merkezi Cenevre’dedir. Bütün dünyâ kiliseleri arasındaki birliği ve berâberliği sağlamayı, bir arada ibâdet etmeyi, Hıristiyanlık inancını dünyânın her tarafına yaymayı gâye edinmiştir.

İkinci Dünyâ Savaşı öncesinde iki ayrı teşkilât kurulmuştu. Bunlardan Hayat ve Çalışma Hareketi kiliselerin günlük çalışmaları üzerinde değerlendirme yaparken; İnanç ve Düzen Hareketi, kiliselerin inanç ve teşkilâtlanma problemleriyle ilgileniyordu. Kısa bir zaman sonra, her iki teşkilâtın birleşmesi gündeme geldi. 1937 yılında Edinburgh’da toplanan İnanç ve Düzen Konferansı ile Oxford’da bir araya gelen Hayat ve Çalışma Konferansında, her iki teşkilâtın bir çatı altında toplanma, tek isimle çıkma tasarısı kabul edildi.Kilisenin ileri gelenleri 1938 yılında Hollanda’da bir araya geldiler. Fakat araya İkinci Dünyâ Harbinin girmesiyle geri dağıldılar. Kiliseler Birliğinin toplanması ve kurulması ancak 1948’de yapılabildi. 1961’de Milletlerarası Misyonerlik Meclisinin Dünyâ Kiliseler Birliğine katılmasıyla teşkilât güç kazandı.

Ortodoks ve Protestan mezheplerinin çoğunun üye olduğu Kiliseler Birliğinde, Katolik kilisesi yer almaz. Teşkilâtın genel kurulu, çeşitli yerlerde altı senede bir toplanır. Teşkilâtta yirmi altı kişilik bir yürütme encümeni ile genel sekretere bağlı geniş bir kadro çalışmaktadır.

Kiliseler Birliği, kuruluşundan beri devamlı olarak İslâmiyetin karşısında yer almıştır. İslâmiyetin hızla yayıldığı birçok devletlerde bu yayılışı önlemek için geniş bir faaliyet içine girmişlerdi. İslâm dîninin yayılmasını önliyemediği yerlerde Mezhepsizlik, Teymiyecilik, Vehhâbilik gibi sapık inançları ortaya çıkarıp yayarak, Müslümanları Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdından uzaklaştırmayı hedeflemiştir.

Dünyâ Kiliseler Birliğinin bir yan kuruluşu olan muhtaç ve kimsesiz çocuklara âit “Köy Evleri” on dört İslâm ülkesinde kırk yedi adede yükselmiştir. Merkezi Viyana’da olan “Save Our Souls= Ruhlarımızı Kurtar” kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen SOS köy evleri kimsesiz ve himâyeye muhtaç çocukları, râhibelerin kontrolünde Hıristiyan olarak yetiştirmektedir. 1950 başlarında Hıristiyan Kiliseler Birliğine bağlı bu vakıf o zamanın Başbakanı Adnan Menderes’e Çocuk Köy Evlerinin açılması için mürâcaat etmiş, ancak izin alamamışlardır.

Para, propaganda ve siyâsi güce sâhib olan Kiliseler Birliği; İslâm dîninin yayılmasını önlemenin yanında, çeşitli Müslüman devletlerini iktisâdî bakımdan çökertmek maksadını gütmektedir.

Kiliseler Birliğinin Türkiye ile ilgili uzun vâdeli programında, Anayasadan din dersi mecburiyetinin kaldırılması husûsu dış basında Fransız Le Point dergisinde yer almıştır.

Hıristiyan Kiliseler Birliğinin yine hedefleri arasında; İslâm dünyâsındaki uyanışı önlemek, Avrupa ve Afrika’da İslâmiyetin yayılışını durdurmak, İslâmiyet aleyhine yazılar bulunan ansiklopediler çıkarmak ve çıkmakta olanları desteklemek, İslâm ülkelerinde Hıristiyanlık propagandası yapan “Yehova Şâhitlerine” her türlü yardımı yapmak, İslâm ülkelerinde etnik ve mezhep ihtilaflarını körükleyerek Müslümanların bölünmesini sağlamak gibi çalışmalar yer alır. 23 Arap ülkesini 40’a ve 46 İslâm ülkesini 100’e çıkarmak ve birbiriyle boğuşturmak, Türkiye’nin güçlenmesini ve lider ülke olmasını önlemek başta gelen gâyesidir. Hıristiyanlaştıramadıklarını dinsiz yapmak Kiliseler Birliği Genel Kurulunda oybirliği ile kabul edilmiştir.

Kiliseler Birliğinin gizli tüzüğüne göre Müslümanlar doğumundan mezara kadar bir Hıristiyan gibi yaşamalı, düşünmelidir. (Kiliseye gitmeyen, boynuna haç takmayan, domuz eti yemeyen ve Hıristiyan mezarlığına gömülmeyen, ancak bunun dışında) noel dahil sosyal yaşantısı ile Hıristiyan gibi yaşamalı ve bu yaşantı televizyon dizileriyle farkına varmadan adım adım gerçekleştirilmelidir.

KİLİSLİ RİFAT BİLGE

Türk dili ve edebiyâtı araştırmacısı. 1873 senesinde Kilis’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kilis’te yaptı. İstanbul Dârülmuallimin’in iptidâiye (ilk), rüşdiye (orta) ve âliye bölümlerini bitirerek 1898’de muallim oldu. Çeşitli liselerde Arapça ve Türkçe dersleri verdi. İlâhiyat ve Edebiyât Fakültelerinde Arap Edebiyâtı okuttu. Bu arada Hukuk Fakültesini bitirdi. İstanbul kütüphânelerindeki Türkçe, Fârisi ve Arabî yazma eserler üzerinde titiz çalışmaları ile ün yaptı. Türk kültür târihinde kıymetli eserleri yayına hazırladı. Ali Emîrî’nin, Sahhaflardan satın aldığı Dîvânü Lügat-it-Türk’ün tertibini düzenleyerek neşretti. Bilâhare günümüz Türkçesine de tercüme etti ise de bu tercüme basılmadı. 1953 senesinde Ankara’da öldü.

Eserleri:

Kitâb-ı Dede Korkud (Dresden yazmasından), Dîvânü Lügât-it-Türk, İbniMühennâ Lügâti, Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi, Bezm ü Rezm (Esterâbâdî’nin Kâdı Burhâneddîn dönemi târihi), El-Kavânin-ül-Külliye, Dîvân-ı Türkî, El-İdrâk Hâşiyesi,Keşfüzzünûn (İbnül Emin’le berâber) Fârisîden tercümeleri: Ferhengnâme-i Sâdi-yi Gülistân, Bostân (Sâdi-yi Şirâzî’den).

KİLİT

Alm. (Tür-) Schloss (n), Fr. Serrure (f), Cadenas (m), İng. Lock, latch, padlock. Bâzı eşyâ ve yerlerin, yabancılar tarafından açılıp kullanılmasını önlemek için konulmuş mekanizma. Kilitler, anahtar veya basmalı, dönmeli düğmeler, elektrik düğmesi gibi mekanizmalarla çalışır ve açılır. İnsanlar tahminen 4000 seneden beri kilit kullanmaktadırlar. En eski kilit, Ninova Harabelerinde bulunmuştur. Önceleri kilitler, tahtadan yapılmaktaydı. İlk madenî kilidi, Romalıların kullandığı zannedilmektedir. Numaralı ve şifreli kilitler, Çinliler tarafından keşfedilmiştir ve günümüzde yaygın şekilde kullanılmaktadır.

Ortaçağda çok çeşitli kilitler kullanılmıştır. Bunlardan bâzıları, açmaya kalkışanların parmaklarını kesen, bâzıları da parmaklarına zehirli iğne batıran mekanizmalara sahipti. Bâzı kilitler, alarm zillerine bağlı idi ki, bugün de bu sistemle çalışan kilitler mevcuttur.

Modern kilitlerin imâline 1750’lerde başlanmıştır. O zamanlardan beri en çok kullanılan kilit, anahtarla açılan kilit çeşididir. Anahtar deliği, anahtar yolu ve anahtarların hassas olması ve kilidin başka anahtarla açılmaması için kilit ustaları bütün hünerlerini göstermişlerdir.

Yale kilidi: Linus Yale isimli bir Amerikalı ressam, baba mesleği olan kilitçiliğe merak duyarak 1865’te dünyaca meşhur yale kilidini geliştirdi. Bu yeni kilit, çok çabuk tutuldu ve dünyâya yayıldı. Fabrikasyon olarak büyük sayılarda îmâl edilmeye başlandı.

Yale kilidinin, istenilen kalınlıktaki kapıya takılabilmesi de tercih sebebi olmaktadır. Büyük binalarda her kapının ayrı bir anahtarı olmakla beraber, “master key” adı verilen bir anahtar, her kapıyı açabilmekte ve böylece çok sayıda anahtar taşımaya lüzum kalmamaktadır.

Kilitlerin kullanılma maksadına göre pekçok çeşitleri vardır. Kapı kilidi, otomobil kilidi, kabin kilidi, kumbara kilidi, bisiklet kilidi, telefon kilidi vs. gibi.

Yale kilidinde, hareketli bir silindir vardır. Silindir içindeki ve aynı hizada dışındaki yataklara metal çubuklar yerleştirilmiştir. Çubuklar anahtar yoluna doğru küçük yaylarla itilmektedir. Anahtar, kilidin içine girdiği zaman anahtar dilindeki çıkıntılar, silindir üzerindeki çubukları aşağı-yukarı doğru hareket ettirir. Bu çubuklar da üstteki çubukları hareket ettirir. Yanlış bir anahtar kilide tatbik edildiği zaman, silindir üzerindeki çubuklar, silindir çevresinin içinde veya dışında kalır ve silindir dönme hareketi yapamaz. Çubukların uzunlukları, kendi anahtarlarına göre ayarlanmıştır. Kendi anahtarları tatbik edilince çubuklar silindirin çevresi ile aynı hizaya gelirler ve silindir döner. Böylece kilit açılmış olur.

KİLO

Alm. Kilo (n), Fr. Kilo (n), İng. kilo. Bir ölçü birimi. “Bin” (1000) anlamında bir ön takı olup genellikle metrik sistemdeki birimlerle beraber kullanılır:

1. Ağırlık ve ölçü birimlerinde; 1 kilogram= 1000 gram, 1 kilolitre= 1000 litre, 1 kilometre= 1000 metre.

2. Elektrik ve manyetik birimler; 1 kiloamper= 1000 amper, 1 kilovolt= 1000 volt, 1 kilowatt= 1000 watt.

3. Radyo dalgalarının boylarının biriminde; 1 kilodevir= saniyede 1000 devir.

KİMMERLER

M.Ö. 8. yüzyılın sonunda Kuzey Karadeniz sâhilindeki yurtlarından sürülüp, Anadolu’ya giren göçebe kavim. İskitlerin baskısıyla yurtlarını terk eden Kimmerler Kafkaslardan Anadolu’ya girdiler. Urartu Kralını yenip Asur Kralına yenildiler. Hareketlerini Anadolu’nun içlerine doğru yönelttiler. Frigya Kralı Midas ve Lidya Kralı Gyges’i yendiler. Batı Anadolu şehirlerinden bir kısmını ele geçirdiler. Anadolu’yu baştan başa yakıp yıktıktan sonra Âsur Kralları tarafından Çukurova’da durduruldular. Kimmerlerin son kalıntıları da Lidya Kralı Alyattes tarafından yenilerek dağıtıldı. Kimmerler medeniyet eseri bırakmışlardır.

KİMONO

Alm. Kimono (m), Fr. Kimono (m), İng. Kimono. Japonya’da, kadın, erkek herkesin giydiği uzun kollu ve uzun etekli bir elbise. Japonların millî giyeceklerindendir. Osmanlılardaki kaftana benzer. Kimono, dikişi arkaya gelen iki kumaş parçasından ibârettir. Kolları oldukça geniştir. Bele, “obi” adı verilen kuşak sarılır ve kimono böylece sıkıştırılır. Eskisi gibi Japonya’da kullanılmıyorsa da Avrupa’da moda ceryanlarına tesir ettiği görülmektedir.

KİMYÂ

Alm. Chemie (f), Fr. Chimie (f), İng. Chemistry. Maddelerin yapılarını ve değişimlerini inceleyen bir ilim dalı. Kimyâ oldukça genç bir ilim dalı olup 18. yüzyıl sonlarında gelişmeye başlamıştır. Ancak binlerce yıl önce insanlar kimyâ ilmini kullanmış, maddeleri çeşitli değişikliklere uğratmıştır. Bakır ve kalay, bronz alaşımı şeklinde, altın ve gümüş de muhtelif süslemelerde kullanılmıştır.

Kimyâ ilminin konuları: Kimyâ ilmi, saf cisimlerin, yapılarında değişmelere yol açan karşılıklı etkilerini; ısı, ışık ve elektrik etkisi altında uğradığı bileşim değişmelerini ve bu etkilerin bağlandığı kanunları inceler. Ayrıca her maddenin ayırt edici (iç yapı ile ilgili) özelliklerini inceler. Kimyâ, her maddenin menşei ve meydana geliş yollarıyla da ilgilenir ve içinde bulunacağı çeşitli ortamlara göre ne hâle geldiğini araştırır.

Meselâ, bir cam balonda kükürt ısıtıldığında kükürt önce erir sonra kaynar ve buharlaşır. Buhar soğutulursa yoğunlaşır ve deneyde kullanılan kükürde eşit miktarda bir cisim meydana gelir. Kütlede bir değişme olmamıştır. Burada erime, buharlaşma ve yoğunlaşma gibi fizikî olaylar meydana gelmiştir. Aynı kükürt, ateşe tutulursa boğucu bir koku olarak yanmağa başlar. Kükürt havadaki oksijenle birleşerek kükürtdioksit (SO2) adını alan yeni bir ürün verir. Bu kükürtdioksit normal sıcaklığa dönüldüğünde bile kükürtünkilere benzemeyen özelliklerini korur. Kütlesi de yakılan kükürdün kütlesinin iki katı kadar olur. İşte “yanma” denilen bu olay kimyevî bir olaydır.

Kimyâ ilminin gelişmesi: Bir elementin çeşitli işlemlerden sonra altına çevrilebileceği üzerindeki düşünceler kimyâ ilminin temeli olmuştur. Bu konuda Arapların çalışmaları dikkate değer bir ilerleme kaydetmiştir. Câbir bin Hayyân zamanında kimyâ ilmi en yüksek seviyesine çıktı. Cabir’e göre maddeler, bir ahenk içinde dengeli olarak duruyorlardı ve birleşmeleri bu ahenk içinde idi. Kimyâ ilminin daha ileri gitmesi Muhammed Zekeriyya Râzî zamanında olmuştu. Bilhassa imbikleme yolu ile birçok ilaç kimyevî olaylarla elde edilmeye başlanmıştır.

Bugünkü anlamda kimyâya 17. yüzyılda geçilmiştir. Maddelerin yapıları üzerinde çalışmalar devam etmiş, maddeleri tanımak için çeşitli indikatörler (ayraçlar) geliştirilmiştir. İngiliz kimyâgeri Robert Boyle bitki renklerini indikatör olarak kullanarak maddenin asitli veya bazlı olup olmadığını teşhis edebilmiştir. Fransız kimyâgeri Lavoisier 1789 senesinde bastırdığı Traitè Elèmèntaire de Chimie kitabında analitik yollardan parçalanamayan maddenin en küçük parçasına element ismini verdi. Kitabında 33 element sıralamıştır. Bu kitapta ışık ve ısı da element olarak kabul edilmiştir. Aynı kitapta “maddenin sakımı” kânunundan da bahisle maddenin yoktan var edilemeyeceğini ve var olanın da yok edilemeyeceğini; ancak yapısının değişebileceğini söylemiştir. Halbuki, Lavoisier, her şeyin kimyâ ile olduğunu, Allahü teâlânın da, onun görebildiği bir kimyâ kânunu içinde kalacağını, bu kanundan başka hadiseler olmadığını sanarak, bu hataya düşmüştür. Lavoisier’in kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, (İnsanlar hiçbir şey var edemez ve yok edemez) hakikatini meydana çıkarmaktadır. Başka din düşmanları gibi, bu da deneylerinden yanlış netice çıkararak dîne saldırdı. Allahü teâlânın kâinâtı yoktan var ettiğine karşı çıktı. Fakat, böylece kendini lekeledi. Çünkü, bugünkü fiziko-kimyâ bilgisi kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek Lavoisier’in aldandığını ispat etmiş, Einstein relativite nazariyesi (teorisi) kütlenin korunumu kânununu bile modife etmiştir. Yani değiştirmiştir. Bu suretle anlaşılmıştır ki, madde, Lavoisier’in sandığı gibi dünyânın temeli değildir.

Lavoisier’den sonraki senelerde muhtelif memleketlerde yapılan analitik çalışmalarla uranyum, zirkonyum, tungsten, berilyum, palladyum gibi birçok element bulundu. On dokuzuncu yüzyılda Alman kimyâgeri Landolt, yaptığı hassas deneylerle “kimyevî değişmeler esnâsında maddenin kütlesi belli bir ölçüye kadar yoktan meydana getirilemez ve vardan yok edilemez” fikrini ileri sürdü. Buradaki “belli bir ölçüye kadar” ibâresi esasen Lavoisier’in maddelerin sakımı teorisini daha bir asır geçmeden çürütmüş oluyordu. Landolt deneyi şu şekilde yaptı: Gümüşsülfat (Ag2SO4) ile demirsülfat (FeSO4) eriyiklerini V biçimindeki sızdırmaz bir tüp içine koydu. Tüp bu eriyiklerle beraber çok hassas tartıldı. Tüp ters çevrilip de reaksiyon neticesinde gümüş (Ag) ve ferrosülfat [Fe2(SO4)3] elde edilince tekrar tartıldı. Kimyevî değişme ile 170 gramlık toplam ağırlıktan 1.30x10-4 g eksilme olduğu görüldü. Landolt bu tür deneyleri daha birçok kimyevî maddelerle tekrarlayarak dâimâ ağırlıkta değişme olduğunu gördü.

Elementlerin sayısı arttıkça bunları birer sembolle göstermek lüzumu da hasıl oldu. Kimyâcılar da maddeleri bâzı sembollerle göstermişlerdi. İlk olarak Dalton sembolleri kullanmaya başladı. Hidrojen O, oksijen o, karbon o nitrojen O şeklinde temsil ediliyordu. Bu sembollerin yazılışı kolay olmadığı için 1814’te Berzelyüz, harfleri sembol olarak kullanmayı tavsiye etti. Buna göre elementin isminin ilk harfi o elementin sembolü olarak kabul edilecekti. Aynı harfle başlayan element isimleri için ikinci harf de ilâve edilecekti. Buna göre karbon C, bakır Cu, demir Fe, Flor F, oksijen O, hidrojen H vb. sembollerle ifade edildi. Meselâ su molekülü iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomundan meydana geldiği için H2O şeklinde ifâde edilmiştir.

Değişik elementlerin kimyevî reaksiyonları esnasında göstermiş oldukları özelliklerin incelenmesi ile atomların yapısı hakkındaki geniş bilgiler toplanmaya başlandı. Deneyler sonunda kimyevî bazı özelliklerin sıraya dizilerek periyodik tablo elde edildi. Periyodik tabloyu ilk olarak 1870 senesinde Alman Lother Meyer ile Rus İvanovich Mendeleyev birbirlerinden habersiz olarak hazırladılar. Atom ağırlıklarının tespiti ve organik kimyânın gelişmesi on dokuzuncu yüzyılda oldu. Kimyevî reaksiyonları izah eden ilk atom teorisi, İngiliz kimyâger John Dalton tarafından ileri sürüldü.

Atom teorisine göre elementler atom ismini alan görünmeyen çok küçük parçalardan meydana gelmiş olup, her elementinki aynı kütleye ve özelliklere sahipti. Aynı cins atomlar birleşerek elementleri, değişik cins atomlar birleşerek bileşikleri meydana getiriyordu. 1808 senesinde Fransız kimyâger Joseph Louis Gay-Lussac; “Eşit ısı ve basınç şartlarında gazlar birbiri ile reaksiyona girerse belli hacimlerdeki oranları ile birleşirler.” beyanında bulundu.

Meselâ hacim olarak iki kısım hidrojen bir kısım oksijenle birleşerek suyu meydana getirir. Gay-Lussac’ın bu kanunu aynı zamanda gazların birim hacimde birim atom sayısı ihtivâ ettiğini de söylüyordu. 1811 senesinde ise Avogardro, eşit ısı ve basınç şartlarında birim hacimde muhtelif gazlar hep aynı miktarda molekül sayısı ihtiva etmekle beraber bu muhtelif moleküllerdeki atom sayısının farklı olabileceğini beyan etti.

1800’den önce canlıların yapısını teşkil eden hidrokarbonlar gibi organik maddeler üzerine fazla bilgi olmamasına rağmen bu târihten sonra organik kimyâ çok süratli gelişmiştir.

1805 senesinde Alman eczâcısı Friedrich Sertürner, afyondan kristal hâlinde morfini ayırdı. Alkoloit ismi verilen bu tür organik maddeler, bilhassa ilâç sanâyiinde kullanılmağa başlandı. 1823’te Fransız kimyâgeri Michel Engene Chevreul katı yağları alkalilerle sabunlaştırmayı başararak sabun ve gliserol elde etti. Organik maddelerin molekül yapıları incelendiğinde bileşiklerin karbon ve hidrojen ihtivâ ettiği anlaşıldı. Organik bileşiklerde oksijene sık, azot, kükürt, fosfor veya halojenlere seyrek rastlanmakta, fakat diğer elementlere hemen hemen hiç rastlanmamaktadır.

Tabiatta meydana gelen organik kimyevî reaksiyonlar da vardır. Bunlardan biri fotosentez hadisesidir. Fotosentez hâdisesini ilk izah eden İsveçli botanik uzmanı Nicolas Thèodore’dır. Thèodore, 1804 senesinde yeşil bitkilerin havanın karbondioksit gazı ve su buharını alarak güneş ışığında fotosentez ile bitkinin dokularını meydana getirdiğini ispat etti. Daha sonra fotosentez üzerine çok çalışmalar oldu. Bitkilerin yetişmesinde topraktan köklere alınan azotun da önemli rolü olduğu anlaşıldı.

Yirminci yüzyıl radyoaktif elementlerin incelendiği bir devredir. Kimyâger ve fizikçilerin beraberce incelediği radyoaktif elementlerin radyasyona sahip olduğu görüldü. 1899 senesinde bu radyasyonun hemojen olmadığını ilk olarak Rutherford buldu. Birkaç deneyden sonra radyasyonun, kolayca yutulan alfa şuaları, manyetik sahada yön değiştiren ve delip geçici özellikte olan beta şuaları ile X ışınları ayarında ve çok delici gamma şualarından meydana geldiği anlaşıldı. Beta şuâları eksi yüklü olması sebebi ile elektronlara eşdeğerdir. Radyoaktif elementlerin zamanla değişerek başka bir elemente dönüştüğü yine Rutherford tarafından bulundu. 1913 senesinde Soddy, bir elementin muhtelif ağırlıklı atomlardan meydana gelen başka cinsleri (izotopları) olduğunu ortaya attı.

Radyoaktif şua (ışın) çalışmaları Dalton’un bölünemiyen en küçük parçanın atom olmadığını da bu arada ispatlıyordu. Her elementin elektronları vardır. Rutherford atomu, bir çekirdek ve etrafında yörüngede dönen elektronlardan ibaret kabul etmiştir. Çekirdek çok küçük bir hacim olmakla beraber, atomun tam ağırlığını teşkil eder. 1932 senesinde James Chadwick çekirdeğin birbirine eşit ağırlıkta proton ve nötrondan meydana geldiğini keşfetti.

Atomun yapısı aydınlandıkça kimyâ ilminde ilerlemeler arttı. Buna paralel olarak kimyâ tekniği de çok büyük gelişme gösterdi.

Yirminci yüzyılın başlarından îtibâren oksijenin metabolizmaya olan etkisi, enzimlerin yapısı, hormonlar ve vitaminler üzerinde uzun çalışmalar yapıldı. Işığın renkli çözeltilerle absorbsiyonu kolorimetrik analiz metodonu getirdi. Spetkroskopy ile yıldızların yapısında bulunan elementler aydınlatılmaya başlandı.

Kütle spektrometresiyle pozitif iyonların farklı kütlelerine göre ayrılmaları tekniği gelişti. Böylece muhtelif elementlerin izotoplarının ayrılmaları sağlanabildi.

Analitik kimyâda çok kullanılan ayırma ve analiz yöntemlerinden kromatografi yine bu yüzyılda geliştirildi.

Kimyânın dalları:

Kimyâ ilmi sınırsız diyebileceğimiz sayıdaki kimyâsal bileşiğin tetkikini ve bunlarla ilgili metotları ihtivâ eder. Sistemli bir tetkik için birbiriyle ilgili bileşikleri, sistemleri ve metotları gruplayan alt dallar teşkil edilmiştir. Yeni alt dallar geliştirilmekle beraber anorganik kimyâ, organik kimyâ, analitik kimyâ, fizikokimyâ ve biyokimyâ esas dallar olarak kabul edilir.

Anorganik Kimyâ: Organik bileşikler dışındaki bütün bileşiklerin özelliklerini, yapılarını, reaksiyonlarını, kullanışlarını anlatır. Bundan başka metaller, radyoaktif elementler, ticârî asit, tuz ve bazlar da anorganik kimyânın konularındandır.

Organik Kimyâ: Hidrojen, oksijen, azot, kükürt, fosfor, klor gibi elementlerin de bulunabildiği karbon bileşiklerini inceler. Karbon bileşiklerinin sayısı bütün diğer elementlerin oluşturduğu bileşiklerin sayısından mukâyese edilmeyecek kadar fazladır. Bundan dolayı karbon bileşiklerinin incelenmesi organik kimyâ dalını ortaya çıkarmıştır.

Analitik Kimyâ: Herhangi bir maddenin kimyâsal bileşimini, nitelik veya nicelik yönünden, tayin eden konuları ihtivâ eder. Bugün kimyevî analizler çok geliştirilmiş cihazlarla büyük hassasiyetlerle yapılabilmektedir.

Fizikokimyâ: Saf veya karışım hâlindeki kimyâsal maddeleri fizik konuları yardımıyla tetkik eden kimyâ dalıdır. (Bkz. Fizikokimyâ)

Biyokimyâ: Bütün canlıların yapısında yer alan kimyâsal maddeleri ve bu maddelerin biyolojik fonksiyonlarını konu alan bilim dalıdır.

Kimyâ Mühendisliği: Kimyevî maddelerin üretimi ve proseslerin kontrol edilmeleri kimyâ mühendisliği konularının esasını teşkil eder. Bu sanayilerin dizaynları ve tesis edilmeleri mesleğin en ihtisas gerektiren tarafıdır. Bir kimyâ mühendisinin bu fonksiyonları yerine getirebilmesi için kimyâ, fizik ve matematik bilim dallarında iyi yetişmiş olması gerekir. Bir tesisteki işlemlerin son derece karmaşık olması işlem şartlarının değişken olmasından kaynaklanır. Bir kimyâsal ürün elde edilirken, üretimde etkili birçok parametre ve şartın kontrolu gerekir. Bunlar zaman, sıcaklık, basınç, denge, katalizörler ve tepkime hızları gibi önemli özelliklerdir. Sayısal bilgisayarların gelişmesi, çok zaman alan tasarım hasaplarının hızlandırılması imkânını getirmiştir. Böylece bir prosesteki optimum şartlar, enerji kaynağı tesis yerleşimi, kapasite gibi parametrelerin en doğru biçimde tâyin edilmesi mümkün olabilmektedir.

Kimyâ sanâyii: Kimyâ ilmi geliştikçe kimyânın endüstrideki sahası da arttı. Nitekim bugün gıda maddelerinden temizlik malzemelerine, giyimden ev eşyâsına, atom bombası ve enerjisinden tıbbî tedâvîlere varan her sahada endüstriyel tesisler ve teknoloji kurulmuş ve kurulmaktadır. Buna paralel olarak kimyâcıların istihdam sahası arttı. Meselâ 1960’larda sadece Amerika’da 100.000’den fazla kimyâcı ve kimyâ mühendisi değişik sahalarda çalıştırılıyordu.

Dünya kimyâ sanâyiinin cirosu ülkelere göre şu şekilde dağılmıştır: ABD % 38, Rusya % 25, Almanya % 6, İngiltere % 5,75, Fransa ve Japonya % 4,5 ve Kanada % 2. Alman kimyâ sanâyiinin ticâret dengesinde tüketim fazlası ağır basar. Fakat dünyâ pazarlarında % 15’i bulan ihracatı üretiminin dörtte birini temsil ettiği halde, ABD’nin bu pazarda % 24’ü bulan ihracat üretiminin sadece % 5’ini temsil eder. Almanya’yı İngiltere takip eder. İngiltere özellikle boya ve deterjan imâlatında Avrupa’da birinci sırayı tutar. Kanada ise en büyük alüminyum üreticilerindendir. Türkiye’de önceleri sadece sabun ve kibrit sanâyii vardı. Sonraları ilâç, boya ve sun’î gübre imâlatı başladı. Bunları takiben seramik, plastik maddeler, sun’î elyaf ve birçok kimyevî madde üretim tesisleri kuruldu.

KİMYÂSAL BAĞLAR

Alm. Chemische Bindungen (f), Fr. Combinations chimiques, İng. Chemial Bonds. Atomları bir arada tutan elektriksel çekim kuvvetleri. Bâzı bağlar atomları molekül ve kristallerde bir arada tutar, bunlara molekül içi bağlar denir. Diğer tür bağlar molekülleri ve bileşikleri bir arada tutar ki, bunlara da moleküller arası bağlar denir.

Maddenin teşekkülünde ortaya çıkan muhtelif bağ tipi, maddenin fizikokimyevî özelliklerini tâyin eder. Kaynama noktası, yoğunluk, sertlik ve kimyevî aktiflik gibi özellikler atomlar arası bağların türüne bağlıdır. Meselâ oksijen ve hidrojen gibi maddeler, moleküller arası bağların zayıf olmasından dolayı gaz hâline kolay geçerler. Buna mukâbil metal atomları arasındaki çekim kuvvetleri güçlü olduğundan bunların kaynama noktaları oldukça yüksektir.

Birbirine yaklaşan atomların çekirdekleri ve elektronları karşılıklı etkileşime girer ve bunun sonucunda atomlar, toplam enerjileri en düşük olacak biçimde uzayda yerleşirler. Bir atom grubunun toplam enerjisi, grubu oluşturan tek tek atomların enerjilerinin toplamından daha düşük olduğunda bu atomlar kimyevî olarak bağlanır, aradaki bu enerji farkına bağlanma enerjisi denir.

Molekül içi bağlar: Soy gazlar, kimyevî olarak kararlı elementlerdir. Bunların kararlı olmaları Helyum hâriç, diğer soy gazların son elektron tabakasında sekizer elektronları vardır. Soy gazların dışında kalan bütün elementlerin atomları elektron düzenlerini soy gazlarınkine benzetmek ister. Meselâ oksijen atomunun son kabuğundaki elektronların sayısı (değerlik elektronları sayısı) 6’dır. Oksijen en yakın soygaz olan neona benzemek, yâni son kabuktaki elektronların sayısını sekize (oktet’e) tamamlamak için iki elektron almak ister. Bunun sonucunda oksijen atomu bileşik yaparken iki elektron almak sûretiyle (-2) değerlikli hâle gelir. Bileşik veya moleküllerin teşekkülünde elektron alışverişi olduğu gibi ortaklaşa kullanım da söz konusudur. Bu sûretle molekül içi bağlar iyonik, kovalent ve metalik olmak üzere üç şekilde teşekkül eder.

İyonik bağ: En basit bağ tipi, iyon (elektrovalans) bağıdır. Bu tür bağlar kuvvetli elektropozitif karakter taşıyan metallerle, kuvvetli elektronegatif karakter taşıyan ametaller arasında meydana gelir. Bağ teşekkül ederken nötr hâldeki metal atomundan bir veya daha fazla elektron nötr hâldeki ametal atomuna transfer olur. Böylece pozitif ve negatif yüklü iyonlar meydana gelir. Bu zıt yüklü iyonların arasındaki elektrostatik çekim kuvveti atomları bir arada tutar. İyon bağı ile meydana gelen bileşiklere iyonik bileşikler denir. Tipik bir iyonik bileşik, sofra tuzu bileşiği olan NaCl bileşiğidir. Kararlı neon atomundan bir fazla elektronu bulunan sodyum atomu, bu fazla elektronunu, kararlı argon atomuna benzeyebilmesi için bir elektrona ihtiyacı bulunan klor atomuna verir. Böylece meydana gelen pozitif ve negatif yüklü iyonlar (Na+ ve Cl-) elektrostatik kuvvetlerle bir arada tutulur.

Kükürt atomunun argonun elektron düzenine ulaşması için iki elektrona ihtiyâcı vardır. İki tâne sodyum atomundan birer elektron veya iki değerlik elektronu bulunan kalsiyum gibi bir atomdan iki elektron alarak eksik elektronlarını tamamlar. Böylece sodyum sülfür (Na2S) veya kalsiyum sülfür (CaS) gibi bileşikler meydana gelir.

Bir iyonun yükü atomun yüzeyinde her tarafa dağılmış vaziyettedir. Yâni zıt yüklü iyonlara olan çekim her istikâmette aynı şiddette olur. Böylece her bir pozitif iyon birçok negatif iyon ve her negatif iyon birçok pozitif iyon tarafından çekilir. Bunun sonucunda birçok pozitif ve negatif iyonun düzgün bir yerleşimi ile bir kristal şebekesi meydana gelir. Bu yüzden iyonik bileşikler moleküller gibi ayrı bir grup meydana getirmezler.

Kovalent bağ: Bağların büyük çoğunluğu kovalent bağ tipindedir. Kovalent bağlarda elektron alış-verişi olmaz. Atomlar elektronları aralarında ortaklaşa kullanarark elektronlarını oktet elektron düzenine tamamlarlar.

Meselâ, klor atomunun değerlik elektronları sayısı yedidir. Klor moleküllerindeki (Cl2) bağlanma bir atomdan öbürüne elektron transferiyle oluşmamıştır. Klor molekülü iki atomun birer elektronlarını ortak kullanarak her birinin argon atomunun kararlı elektron düzenine ulaşmasıyla meydana gelir.

Elektron nokta metodu kullanarak flor molekülü (F2) şu şekilde gösterilebilir.

Görüldüğü gibi her iki atom ortaklaşa kullanılmış bir elektron çifti ile çevrilmiş olup, netîcede oktet’e ulaşmıştır. Umûmiyetle sâdece ortaklaşa kullanılan elektronlar bir çift nokta (F:F) veya düz bir çizgi (F-F) şeklinde gösterilir.

Kovalent bağlar, atomlar arasındaki elektronegativite farkının elektron koparılması ile sonuçlanacak kadar büyük olmadığı ametal atomları arasında meydana gelir. Atomlar arasındaki elektronegativite farkı sıfır ise, yâni aynı cins atomlar durumunda, meydana gelen bağ apolar kovalent bağ adını alır. (H2, Cl2, N2, moleküllerinde olduğu gibi). Atomlar arasında bir elektronegativite farkı var ise meydana gelen molekülün bir tarafı kısmî bir pozitif yüke, diğer tarafı da kısmî bir negatif yüke sâhib olur. Bu tür bağa polar Kovalent bağ denir. Meselâ HCl molekülünün Cl tarafı kısmî bir negatiflik, H tarafı kısmî bir pozitiflik gösterir. Her ne kadar elektronlar ortak kullanılmışsa da Cl daha elektronegatif olduğundan, ortak kullanılan elektron çifti Cl atomuna daha yakın olur.

Oksijen atomunun neon’a benzemesi için iki elektrona ihtiyâcı vardır. İki oksijen atomu iki eşlenmemiş elektron çiftini ortak kullanarak iki kovalent bağ yaparak O2 molekülünü meydana getirir. Oksijen molekülünün bir çift bağı vardır (0: :0 veya 0=0) şeklinde gösterilir. Azot atomu, periyodik tabloda 5A grubunda olup neon’a benzemesi için üç elektron ihtiyacı duyar. Böylece N2 molekülü meydana gelirken iki azot atomu ortaklanmamış üçer elektronlarını ortak kullanarak neon’un elektron düzenine ulaşırlar. Azot molekülü üç bağ ihtivâ eder. (N: :N veya  “N) şeklinde gösterilir.

Karbon atomunun eşlenmemiş değerlik elektronu sayısı dörttür. Asetilen molekülünde (C2 H2) her karbon atomu ile bir hidrojen atomu arasında birer kovalent bağ ve karbon atomları arasında da üç tâne bağ teşekkül eder. Asetilen H-C”  C-H formülüyle gösterilir.

Bâzı kovalent bağ tiplerinde ortaklaşa kullanılan elektronlar atomlardan biri tarafından tedârik edilmiştir. Bu tür kovalent bağlara Koordinatif kovalent bağ denir.

Bu bağlar kompleks iyon veya bileşiklerin teşekkül ettiği bileşiklerde ehemmiyet kazanır. Bu tür komplekslerde elektron çiftini veren atom ligand olarak adlandırılır.

Metalik bağ: Metalik bağ en güçlü bağ tipidir. Bu bağ son yörüngesinde elektron fazlalığı bulunan metallerde teşekkül eder. Değerlik elektronları metalik halde iken serbest haldedirler. Böylece serbest elektronlar belirli bir atom tarafından çekilmezler, bir atomdan öbürünün etrâfına geçebilirler. Bundan dolayı bir metal kristali, elektron denizinde yüzen pozitif metal iyonları olarak düşünülür.

Elektronların bu serbestliği metallerin elektriği iyi iletmelerini sağlar.

Moleküller arası bağlar: Karbondioksit molekülü (CO2) su molekülünden (H2O) daha ağır olduğu halde, buhar hâline, suya nazaran oldukça kolay gelir. Bunun sebebi CO2 ile H2O müleküllerini bir arada tutan bağların farklı olmasındandır. Molekülleri bir arada tutan bağ türleri, hidrojen bağı dipol- dipol bağı ve Van der Waals bağıdır.

Hidrojen bağı: Hidrojen bağı, hidrojen ile oldukça elektronegatif olan flor, oksijen ve azot gibi atomlar arasında meydana gelir. Bağın polar olması sonucu molekülün hidrojen tarafı pozitif yüklü olur ve elektronegatif atom tarafından çekilir. Hidrojen bağının rastlandığı su molekülleri

arasındaki bağlar en iyi bilinen misaldir. Molekülün pozitif kutbu olan hidrojen tarafı diğer bir molekülün negatif kutbu olan oksijen tarafı ile âdetâ bağlanır. Böylece birkaç su molekülü birbirine bağlanmış olur. Bu da suyun benzer moleküllere göre kaynama noktasının oldukça yüksek olmasına sebeb olur.

Dipol-dipol bağı: Polar molekülleri bir arada tutan çekim kuvvetidir. Polar kovalent bağ ihtivâ eden her molekül polar olmayabilir. Meselâ CO2 molekülünde polar kovalent bağlar vardır. Fakat molekülün geometrik yapısı doğrusal (0=C=0) olduğundan her iki uçtaki yükler aynı olup birleşik apolardır. Buna karşılık SO2 molekülü geometrik biçim bakımından su molekülüne benzer. Yâni açısal bir biçime sâhiptir. (  S    ) Böylece SO2 molekülünün

                                                                 0    0

S tarafı pozitif, oksijen tarafları negatif yüklü olur ve SO2 moleküllerinin zıt elektrik yüklü kutupları birbirini çeker.

Van der Waals bağı: Apolar molekülleri bir arada tutmada ortaya çıkan kuvvettir. Van der Waals kuvvetlerinin en önemlisi London kuvvetleridir. London kuvvetleri bir atomun çekirdeğinin diğer bir atomun elektronlarına uyguladığı çekim kuvvetidir. Hesaplamalara göre bu çekim kuvvetinin atomların elektronlarının birbirini itme kuvvetinden büyük olduğunu göstermiştir. Bu kuvvetler sâyesinde N2, O2 gibi apolar moleküllü maddeler sıvılaştırılabilmektedir.

KİMYÂSAL SİLÂHLAR

Alm. Chemische Waffen (f.pl.), Fr. Armes (m.pl.) chimiques, İng. Chemical arms (weapons). Kimyevî (kimyâsal) özellikleri dolayısıyla öldürücü, yaralayıcı veya tahriş edici tesir gösteren veya geçici olarak felç, körlük, sağırlık yapan, göz yaşartan veya şuur kaybına sebeb olan; sis, iz ve yangın husûle getiren; katı, sıvı veya gaz hâlindeki kimyevî maddeler kullanılarak yapılan silâhlar. Düşmandan saklanmak veya düşmanı şaşırtmak gâyesiyle kullanılan sis ve yangın bombaları ile düşmanın yerini belirlemek gâyesiyle kullanılan kimyevî yaprak dökücüler ve ot öldürücüler de kimyevî silâh olarak kabul edilir.

İlk olarak Almanların Birinci Dünyâ Savaşında, önce Rus ve Polanyalılara, sonra da İngiliz ve Fransızlara karşı kullanıp, başarılar kazandıkları kimyevî silâhlar, Îtilâf devletlerince de yapılıp kullanılmaya başlandı. Bu savaşta kullanılan hardal (iperit) gazı, bir milyon üç yüz bin kişiye tesir etti ve bunlardan 91.000 kişi hayâtını kaybetti. İkinci Dünyâ Savaşında Almanlar tarafından bugünkü kimyevî silâhların çekirdeğini teşkil eden sinir gazları geliştirildi. Bu korkunç silâhlar milletlerarası antlaşmalarla yasaklanmasına rağmen, son yıllarda cereyân eden Afganistan, Kamboçya, Tayland, Eritre ve Irak-İran savaşlarında kullanıldı. Bugün ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrâil vb. devletlerin elinde Birinci ve İkinci Dünyâ savaşlarında kullanılan gazlardan yüzlerce defâ daha zehirli ve öldürücü özellikte kimyevî silâhlar mevcuttur.

Kimyevî silâhları fizyolojik etkilerine göre altı kısma ayırmak mümkündür:

a) Boğucu maddeler: Bu gruptaki maddeler buhar hâlinde solunum yolu ile girerek akciğerlere zarar verirler. Zarar gören akciğer solunum görevini yapamaz duruma gelmekle ölümlere sebeb olur. Klor, klorpikrin, fosgen ve difosgen bu gruptandır. Koruyucu maskeler tam bir koruma sağlar. Maske yoksa bu gazlar 24-48 saat içinde ölüme sebeb olabilir. Hastalananların temiz ve açık havalı yerlerde tam istirâhatı gerekir. Akciğerler zarar gördüğü için, hiçbir zaman sun’î solunum yaptırılmamalıdır. Doktor gelinceye kadar hasta sıcak tutulmalı, battaniye örtülmeli ve çay gibi kalbi kuvvetlendirici sıvılar içirilmelidir.

b) Kan zehirleyici maddeler: Bu gibi maddeler kandaki hemoglobinin oksijen almasını, hemoglobindeki oksijenin kan dokularına gitmesini engeller. Asitli, siyanürlü, hidrojenli, klorlu, florlu bileşikler kullanılır. Damar açıcı, solunum ve kalbi kuvvetlendirici ilâçlar verilir. Koruyucu maskeler bu gazlara karşı korunma sağlarlar. Hasta temiz ve bol havalı bir yere götürülmeli, sun’î teneffüs yaptırılmamalıdır.

c) Sinir yıpratıcı ve bozucu maddeler:Bu gruptaki maddeler vücuda girdiklerinde sinirler üzerine yaptıkları etki ile insanları çıldırtır ve felç eder.

Zehirleme dereceleri çok yüksektir. Tabun, sarin ve soman bu gruptandır. Sinir dengesi bozuklukları ölüme yol açabilir. Etki bölgesinden uzaklaşılmalıdır.

Saldırıdan önce alarm ve îkazla birlikte gaz maskesi takılmalıdır. Kırk sâniye içinde etki gösteren bu kimyevî bileşiklere karşı ilk yardım servisince yardım yapılamayacağından, etki altında kalan kimseye atropin ampul yapılmalıdır. En kısa süre içinde etki alanının dışına çıkmalıdır.

d) Yakıcı maddeler: Bu gruptaki maddeler, cildi yakarak insan ve havanlara zarar verirler. İperit, levizit, diklorarsin ve fosgen bu gruptandır. Etkisi geçtir. Buhar hâlinde ise, akciğerlere ve gözlere zarar verirler. Deride kabarcıklar yapar. Maske, koruyucu elbise ve M 5 merhemi yakıcı maddelere karşı iyi korunma sağlar.

e) Kusturucu maddeler: İnsanların sindirim ve sinir sistemlerini etkileyen kusturucu bileşiklerdir. Difenil klorarsin, difenil siyonarsin ve adamzit bu gruptandır.

Tesirleri geçici olduğu için eğitim ve olağanüstü hâllerde de kullanılabilir. Maske ile korunma sağlar.

f) İnsanların gözlerinden yaş getiren maddeler: Klorasetofenon ve ortoklorobenzol malononitril bu gruptandır. Öldürücü tesiri yoktur. Geçici olarak gözyaşı getirdiğinden eğitim ve olağanüstü hâllerde de bu maddeler kullanılabilir. Koruyucu maske ile tam bir korunma sağlanır. Etki bölgesinin dışına çıkmalıdır.

Korunma yolları: Zehirli gazların zararlarından korunmada asıl olan bunlara mâruz kalmanın önlenmesidir. Bunun için îkaz sinyali verildiği anda; varsa filtreli havalandırması olan sığınaklara gidilmeli, yoksa evin kapı ve pencerelerini sıkıca kapatmalı, aralıklarla çamaşır suyu ile ıslatılmış havlu vb. konmalı maske ve NBC denilen koruyucu elbise giyilmelidir. Maske yoksa, ağız ve burunun ıslak bezle kapatılması fosfen gibi boğucu gazlara karşı koruyuculuk sağlayabilir.

Eğer sinir gazı kullanıldığı biliniyorsa, koruyucu olarak pridostigmin, ilâca mâruz kaldıktan sonra ise atropin, pam ve diazepam kullanılır. Eğer hardal gazı kullanılmışsa; göz ve cild, seyreltilmiş NaHCO3 (sodyum bikarbonat) ve ayrıca bol su ve sabunla yıkanır.

 

TABLO VARRRR!!!

KİMYON (Cuminum cyminum)

Alm. Kreuzkümmel (m), Fr. Cumin (m), İng. Cumin. Familyası: Maydonozgiller (Umbelliferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege ve Karadeniz bölgesinde kültür olarak yetiştirilir.

Mayıs-haziran ayları arasında, beyaz ve pembemsi renkli çiçekler açan, 40-60 cm boyunda, bir yıllık otsu bir bitki. Gövdeleri dik, üstte dallanır. Yaprakları iplik gibi parçalı ve tüysüzdür. Çiçekler şemsiye durumunda toplanmışlardır. Şemsiye, 3-5 saplıdır. Çiçekler beyaz veya pembe renklidir. Meyve; köşeli, oval şekilli, 4-5 mm boyundadır. Temmuzda meyveler olgunlaşır. Özel kokuludur. Vatanı Mısır’dır. Daha çok yetiştirilen bir kültür bitkisidir.

Kullanıldığı yerler: Meyveleri sâbit ve uçucu yağ, tanen ve reçine taşımaktadır. Midevî, gaz giderici, terletici olarak kullanılır. Aynı zamanda çok kullanılan bir baharattır.

KİNDÎ

İslâm âleminde yetişen meşhur fen âlimi ve filozof. İsmi, Ya’kûb bin İshak bin Sabbah bin İmran, künyesi Ebû Yûsuf’tur. Güney Arabistan’ın meşhur Kinde kabîlesinden geldiği için Kindî ismiyle tanındı. Doğum târihi belli değildir. Babası Kûfe şehrinin ileri gelen idârecilerindendi. Kindî, 796 senesinden sonra bu şehirde doğduğu zannedilmektedir. İlim öğrenmeye Kûfe’de başlayan Kindî, sonra Bağdat’a yerleşti. Abbâsî Halîfesi Me’mûn’un ihsânlarına kavuştu. Halîfe Mu’tasım ve oğlu Ahmed’in yanında da büyük bir îtibâra sâhipti. Din ilimleri, matematik, felsefe, tıp ve astronomi ilimlerini öğrenerek söz sâhibi oldu. Mantık ve geometri ilimlerinde de üstâd idi.

Halîfe Me’mûn, Kindî’yi Beyt-ül-Hikme’deki tercüme heyetinde görevlendirdi. Bu vazifede iken eski Yunan ve Hind’den intikâl eden ilmî ve felsefî eserleri tercüme etti. Tercümelerine kendi yorum ve tenkidlerini de ekleyen Kindî, müstakil eserler de yazdı. Felsefe üzerine yazdığı eserlerinde eski Yunan kuru nazariyeciliğini tenkid edip, yeni teori ve terimler tesbit etti. Düşünce sistemini matemetikî bir temele oturtmaya çalıştı. Bağdat’ta iken astronomi ve tıb ilimleri ile meşgul oldu. 867 (H. 253) senesinde Bağdat’ta vefât etti.

Kindî, ömrünün bir dönemini mekanik konusundaki incelemelere ayırdı. Ortaçağ bilginleri bu sâhada onun görüşlerine ve fikirlerine başvururlardı. Felsefe sâhasında ciddî çalışmalar yapmış, Aristo ve Eflâtun’un fikirlerinin tesiri altında kalmıştır. Psikoloji sâhasında Eflâtun’a uyuyor; metafizikte, Aristo’yu değil, Phisagor’u destekliyordu. Ona göre felsefî ilimler; matematik, geometri, tabîat ilimleri, fizik, hey’et, siyâset, mantık ve sosyolojiden ibâretti. Dînî ilimler ise; usûl-i din, tevhîd, cedel yâni bid’atçi ve din düşmanlarına karşı koyma ilimleriydi. Kindî, modern ilimde de kabul edilen İstikrâ yâni tüme varım metodunu seçmişti. Onun getirdiği terminoloji, asırlarca kullanıldı ve yaygınlaştı. Felsefe ile meşgûl olması, doğru yoldan ayrılmasına sebeb olmuş, derin bilgisine büyücülük gibi şeyleri karıştırarak Allahü teâlânın zâtî sıfatlarını inkâr etmiştir. Yanlış fikirleri, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî tarafından inceden inceye ele alınarak gerekli cevaplar verilmiştir.

Fen ilimlerinin hemen hepsinde söz sâhibi olan Kindî, bu ilimlere birçok yenilikler getirdi. Açıların pergelle ölçülmesini ilk defâ o başlattı. Matematiği sâdece fiziğe değil, tıbba da tatbik etti. Bunu bileşik ilâçlar teorisinde kullandı. Sıvıların özgül ağırlıklarını hesapladı. Çekim ve düşme konularıyla alâkalı deneyler yaptı. Optikle etrâflı bir şekilde uğraştı. İslâm ve Avrupa ilim âlemi onun bu alanda yazdığı eserlerden çok istifâde etti. İbn-i Heysem’den sonra bile kaynak olmaya devâm etti. Bu alandaki çalışmalarında Theon ile Euclid’in eserlerinden faydalandı. Kindî’ye göre ışığın yayılması zamanla sınırlı değildir. Görme olayı; gözden koniksi olarak dağılıp genişleyen ve eşyâyı saran ışık demeti sâyesinde meydana gelmektedir. Kindî, hava tahminleri üzerinde de çalışmış ve eserler yazmıştır. Mûsikî ilminin öncüleri arasında da yer aldı. Bu konuyla alâkalı eserleri de vardır.

Kindî, Einstein’den asırlar önce, rölativite (izâfiyet) teorisini ortaya koydu. Ona göre, bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izâfidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izâfî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Bunlardan hiçbiri müstakil değildir. Kendisi bu konuda şöyle demektedir: “Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O hâlde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur.” Kindî, Arabî ayın ilk gününü bulmak için şu cetveli yapmıştır.  

Aylar

0

1

2

3

4

5

6

7

Muharrem

6

4

1

6

3

7

5

2

Safer

1

6

3

1

5

2

7

4

Rebî’ul-evvel

2

7

4

2

6

3

1

5

Rebî’ul-âhır

4

2

6

4

1

5

3

7

Cemâzil-evvel

5

3

7

5

2

6

4

1

Cemâzil-âhir

7

5

2

7

4

1

7

3

Receb

1

6

3

1

5

2

7

4

Şa’bân

3

1

5

3

7

4

1

6

Ramezân

4

2

6

4

1

5

3

7

Şevvâl

6

4

1

6

3

7

5

2

Zilka’de

7

5

2

7

4

1

6

3

Zilhicce

2

7

4

2

6

3

1

5

 Bu cetvele göre, herhangi Arabî ayın birinci gününü bulmak için, hicrî kamerî sene sekize bölünür.Kalan, cetvelde birinci satırda bulunup, bundan aşağıya inince bulunmak istenen ayın hizâsındaki rakam, Cumâdan îtibâren gün adedi olur.

Avrupa ilim âleminde Al-Kindus, Alkhindus ve Alchinrinus adlarıyla tanınan Kindî, doğulu ve batılı birçok ilim adamına tesir etti. İbn-i Heysem, Bacon ve Witelo onun eserlerinden istifâde ettiler. Ebû Ma’şer Ca’fer bin Muhammed Belhî, Hasneveyh, Naftuye gibi talebeler yetiştirmiştir. İslâm âleminde felsefî görüşler, Kindî ile zuhûr etmiştir. Bir asır sonra Fârâbî, daha sonra da İbn-i Sînâ kendisini tâkib edenlerdendir. Bu üç filozofla İslâm dünyâsında felsefe zuhûr etmiştir. Geror de Cremona’da, Kindî’nin tesirinde kaldı ve eserlerini tercüme ederek batı ilim dünyâsına tanıttı. Kindî’nin en yakın tâkipçisi Serahsî, sonra İbn-i Sînâ’dır.

Kindî, geniş ilmine, ömrü boyunca yaptığı tetkiklere rağmen, Mu’tezile mezhebinde olması ve felsefecilerin tesirinde kalması yüzünden doğru yoldan ayrıldı. Hemen her eserinde felsefecilerin yanlış fikirlerine yer verdi. Ehl-i sünnet âlimleri kendisini îtikâd yönüyle red, ilim yönüyle takdîr ederek, ilminden faydalanmışlardır.

Kindî’nin yazdığı eserlerin sayısı 270’e ulaşmakta ve on yedi ilim sahâsını içine almaktadır. Bunlardan 22’si felsefeye, 16’sı astronomiye, 14’ü matematiğe, 32’si geometriye, 22’si tıb, 12’si tabiat ilimlerine, 7’si mûsikî nazariyelerine, 5’i psikolojiye, 9’u da mantığa dâirdir.

Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Risâle fî İlel-il-Evzâ-in-Nücûmiyye, 2) Risâletun fî Sın’at- ıl Usturlâb, 3) Risâletun fî İstihrâci Merkez-il-Kameri Minel Erd, 4) Risâletun fî İstihrâci Hattı Nısfın-Nehâr ve Semt-il-Kıble, 5) Kitâbun fis-Suver, 6) Kitâbun fil Menâzir-il-Felekiyye, 7) Kitâbun fil Felsefet-il- Ûlâ, 8) Kitâbun fî Mâhiyet-il-İlmi ve Aksâmihî, 9) Risâle fil Cevâhir-il-Hamse, 10) Risâle fil-Hayât, 11) Risâle fil-Kemmiyât-il- Muzâ’ife, 12) Kitâbun fî Isti’mâl-il-Hisâb-il-Hendesî, 13) Kitâbu Euclid (Öklid), 14) Kitâbu İhtilâf-il-Menâzır.