KIZILDENİZ
Alm. Rotes Meer (n), Fr. Mer (f) Rouge, İng. Red Sea. Arabistan Yarımadası ile Afrika kıtası arasında bulunan deniz. Hint Okyanusunun bir kolu olan Kızıldeniz güneydoğu, kuzeybatı istikâmetinde uzanan bir coğrafî konuma sâhiptir.
Güney ucundan Bâbel-Mendeb Boğazı ile Hind Okyanusuna tabiî bir boğazla bağlı olan denizin 1869 senesinde Osmanlı Sultanı Abdülazîz Han zamanında açılışı yapılan Süveyş Kanalı ile de Akdeniz’e irtibatı sağlanmıştır. Yüzölçümü yaklaşık 438.000 km2 olup, Bâbel-Mendep Boğazından Süveyş Körfezinin kuzey ucuna kadar olan uzunluğu 2250 km civârındadır. Ortalama derinliği 488 m olup en derin yeri 21° kuzey enlemi üzerinde 2360 m’ye ulaşır. Kızıldeniz’in güney kısımları nisbeten daha geniş olup, kuzeye doğru gittikçe daralır. Kuzeyde 27°45’ kuzey enleminden îtibâren de Sina Yarımadası ortada kalmak üzere iki kola ayrılır. Bu kollardan biri kuzeydoğu istikâmetinde olup, Akabe Körfezi ismini alır. Diğeri ise denizin aynı istikâmetteki Süveyş Körfezidir. Akabe Körfezi, Süveyş Körfezine göre daha kısa, dar fakat buna karşılık daha derindir. Akabe Körfezinin 180 km kadar olan uzunluğuna mukabil Süveş Körfezinin uzunluğu yaklaşık 315 kilometredir.
Kızıldeniz’in çevresinde bulunan karalarda, güney bölgesindeki Yemen ve batısındaki Habeşistan’ın çok az bir kısmı istisnâ olmak üzere çöl iklimi hâkimdir. Deniz suyu sıcaklığı bütün sene boyunca 25-31°C arasında değişmektedir. Bu îtibârla bölgede sıcaklığın çok fazla olması, ayrıca Kızıldeniz’e dökülen sürekli hiçbir akarsuyun bulunmayışı tuzluluk oranının çok yüksek olmasına sebeb olur. Binde kırk gibi bir değere varan bu oran dünyâda okyanuslarla irtibâtı olan denizler içinde bir benzeri bulunmayan yüksekliktir. Kızıldeniz’deki kışın muson rüzgarlarının tesiriyle kuzeybatı istikâmetinde mevcut olan üst akıntı, yaz mevsiminde tam tersi bir istikâmette olur. Kızıldeniz sâhilleri boydan boya mercan kayalıklarla kaplıdır. Bu kayalıklar bâzan deniz seviyesinin üzerinde bâzan da deniz yüzeyinin biraz altında yer alırlar. Karalarla olan bağlantısı umumiyetle sarp yamaçlar hâlindedir. Bâzan dar kıyı ovalarının da yer aldığı bölümler mevcuttur. Kızıldeniz’de bulunan pekçok küçük adanın tamâmı volkanik asıllıdır. Bunlardan en önemlileri Yemen yakınlarındaki Kamarun ve Farsan Adaları, Habeşistan açıklarındaki Dahlak Adaları ile Akabe Körfezi önlerinde bulunan Tiran Adalarıdır. Yoğun bir deniz trafiğine sâhib olan Kızıldeniz’de ticâret gemilerinin uğradığı bir liman mevcut değildir. Kızıldeniz sâhillerindeki limanlar tamâmen mahallîdir. Milletlerarası nakliyat yapan ticâret gemileri, buralarda hiç uğrak vermeden geçerler.
Kızıldenizle ilgili târihî bilgiler çok eskilere dayanır. Târihî bilgilerin yanısıra bir de efsâne yer alır. Bu efsaneye göre, Kızıldeniz’in yerinde eskiden mâmur bir memleket bulunmaktaydı. Bir kral tarafından orada yaşayan rakibini mahv etmek için Bâbel-Mendeb Boğazı açtırılarak Okyanus istilâsına uğratılmış, böylece bölge sularla doldurulmuştu. M.Ö. tahminen 1300 yılları civârında hazret-i Mûsâ’nın kendisine inananlarla birlikte Firavun’un zulmünden kaçarken Allahü teâlânın Kızıldeniz’in sularını yarması ve Müslümanların buradan geçtikleri ve Firavun’un askeriyle birlikte boğuldukları Kur’ân-ı kerîmin birçok âyetlerinde açıkça bildirilmektedir. (Bkz. Mûsâ Aleyhisselâm)
Kavminle denizi geçtikten sonra onu olduğu gibi bırak. (Âsânı tekrar vurup açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak.) Zirâ Firavn ve askeri o yollara girip gark olacaklar, boğulacaklardır. (Duhân sûresi: 24)
“İsrailoğullarını denizden (Kızıldeniz’den sâlimen karşı tarafa) geçirdik. Firavun ve askeri ise zulüm ve saldırganlıkla onların ardına düşüp geldiler. (Deniz, Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi için yarılmıştı ve onlar, selâmetle karşıya geçmişlerdi. Firavun ve kavmi denizi o hâlde görünce girdiler.) Denizin ortasında bulundukları bir sırada yolların etrafında bulunan sular kapanıverdi. Firavun’un askeri boğuluyordu. Firavun da sular arasında kalıp yaşamasından ümit kesip, boğulacağını anlayınca; Benî İsrâil’in îmân ettiği Allah’tan başka ilah olmadığını tasdik ve O’na îman ettim. Ben de Müslümanlardanım, dedi. (Ona); “Önceleri Mûsâ’yı (aleyhisselâm) dinlemeyip, isyan ve fesadda bulunduğun halde şimdi elinden her şey gidince ve nefsinden, kendinden ümit kalmayınca mı îman ediyorsun. Bugün senin cesedini denizden çıkarıp bir yüksek mahalle bırakırız ki senden sonra gelenlere ibret olasın. Fakat, insanların çoğu, bizim alâmet ve âyetlerimizden gâfillerdir. Tefekkür etmezler ve ibret almazlar (denildi).” (Yûnus sûresi: 90-92)
Kızıldeniz’in bütün lisanlarda ismi “kırmızı” mânâsına gelen kelimelerle ifâde edilir. Bu ismin verilmesinde gösterilen rivâyetler arasında, deniz kenarlarındaki mercan kayalarından güneş ışıklarının yansıması ile etrâfındaki toprakların kızıl olması ve denizdeki canlıların denize böyle renk verebileceği yer almaktadır. Meşhur Osmanlı târihçisi Kâtib Çelebi Cihânnümâ adlı eserinde, “kızıl” isminin Yunanlılar tarafından “Eritra” isimli Farslı bir hükümdar ismine izâfeten verildiğini bildirir. Pîrî Reis ise Kitab-ı Bahriye adlı eserinde Kızıldeniz’den “Bahr-i Zenci” ismiyle bahsetmiştir.
Çok eski devirlerden beri Kızıldeniz üzerinde çok fazla bir ticârî faaliyet vardır. İslâm devletleri 16. asırdan îtibâren, Portekizliler daha sonra, Hollandalılar ve İngilizler Kızıldeniz’in güney kısımlarında bazı teşebbüslerde bulundular. Bu arada Ümit Burnu yolunun keşfi üzerine Kızıldeniz Avrupa’nın Hindistan ile olan ticâretindeki önemini kaybetti. Daha sonra 1869’da Süveyş Kanalının açılması ile eski ticârî önemini tekrar kazanmıştır. Basra Körfezindeki zengin petrol yataklarının bulunmasıyla petrol nakliyatı Kızıldeniz’in ehemmiyetini bir kat daha arttırmıştır.
Siyâsî bakımdan Kızıldeniz sahilleri 16. asırda tamâmen Osmanlı hâkimiyetindeydi. Birinci Dünyâ Harbi sonuna kadar Osmanlı Devletinin hâkimiyeti devam etmiş, bundan sonra ise doğu sâhilleri İtalyanlar, İngilizler ve güneyinde Fransızlar hâkim olmuşlar, daha sonraları bu hâkimiyetlerini dolaylı olarak burada yaşayan Sudan, Habeş ve Mısırlılar vâsıtasıyla korumaya çalışmışlardır.
Alm. (m.pl.) İndienerinnen (f.pl.), Fr. İndiens (m.pl.), İndiennes (f.pl.), İng. (American) Indians. Amerika kıtasının ilk yerlileri. Asya’dan Bering Boğazını geçerek çeşitli zamanlarda Amerika’ya ulaştılar. Göçler 10.000 yıl önce, belki 25.000 yıl önce başlamış ve birbirini tâkib eden zamanlarda gerçekleşmiştir. Göç eden gruplar lisan, kültür ve fizikî bakımdan birbirinden farklıydı.
Kuzey Amerika’nın kuzeyinde o zaman bulunan dev buzullarda deniz suyunun depo edilmesi sonucu, deniz seviyesi düşüktü. Bunun sonucu Bering Boğazı, Asya’yı Amerika’ya bağlayan bir köprü şeklinde bulunmaktaydı. Şimdi bile Bering Boğazı 75 km genişliğindedir ve Asya ile Kuzey Amerika arasında iki ada bulunmaktadır. Kuzey Amerika’da bulunan buzulsuz bir yolla Orta ve Güney Amerika’ya inilebilmekteydi. Başka bir yol da Amerika’nın güneyindeki Pasifik kıyılarına gelen deniz yoluydu. Ancak burası o zamanların deniz vâsıtaları için oldukça tehlikeliydi. Bu göçlerden binlerce yıl sonra, Avrupalılar Amerika’yı keşfetti. Hemen hemen her yerde yaşayan yerli kavimler bulunmaktaydı. Ancak sayıları azdı. Avrupalıların kıtaya ayak bastığı sırada Kuzey Amerika’nın tamâmında nüfûsun 4,2 milyon, Güney Amerika’nın ise 10 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Avrupalıların Amerika’yı keşfinden sonra Kızılderili nüfusu hızla azalmıştır. Buna Kızılderililerin kullandığı tabiat kaynaklarının Avrupalıların eline geçmesi, Avrupalıların kıtaya getirdikleri bulaşıcı hastalıkların Kızılderilileri telef etmesi ve yapılan katliamlar sebeb oldu.
Aslen Asyalı olan Kızılderililer, düz siyah saça, koyu kahverengi göze sâhiptirler. Derileri, genellikle orta kahverengi olup, sarımsı kahverengi ile kırmızımsı kahverengi arasında değişir; tamamen kırmızı değildir. Ancak, bâzan vücutlarının bir kısmını kırmızıya boyarlar. Kafa ve burun yapıları gibi diğer vücut karakteristikleri de çok farklılık gösterir.
Kızılderili lisanları birbirinden oldukça farklıdır. Hiçbirisinin Avrupa, Asya veya Afrika’da kullanılan lisanlarla bağlantısı yoktur. Bâzı lisanlar, diğer yaygın kullanılanlardan türemiştir. Lisanları gibi kültürleri de birbirinden çok farklıdır. Çiftlik genel olarak yerlilerin ana ekonomik kaynakları idi. Bunun yanında avcı ve balıkçı olanları da vardı. Siyâsî organizasyonlarında şehir devletleri yanında, kabîle konfederasyonları da mevcuttu. Dînî hayatları Aztek ve Mayalarda olduğu gibi müesseseleşmiş ve karmaşık seremonilere sâhipti. Ancak bâzı topluluklarda bu çok ilkel olup, hastaları iyi etmek, doğum ve cenâze merâsimlerinden ibâretti.
Yaklaşık 20 tâne bitki, Amerika’nın keşfiyle Avrupa’ya geçti. Mısır, tütün, patates, kakao ve yerfıstığı bunlar arasındadır. Kızılderililerden ileri olanlar ahşap işlemeyi, çanak-çömlek yapmayı, dokumayı ve taş işlemeyi bilmekteydiler. Astronomi ve metalurji Avrupa’da olduğu kadar ileri değildi. Ancak bâzı konularda dikkate değer ilerlemeler yaptılar. Köpek ve hindi dışında evcil hayvanları bilmezlerdi. Tekerlek Orta Amerika’da oyuncak şeklinde bulunduğu halde henüz kullanılmamıştı. Bakır, altın ve gümüşün kullanıldığı ve bunların kullanılışı ile ilgili tekniğin oldukça ilerlediği bilinmemekteydi.
Kızılderililer Avrupalılarla karşılaştıklarında teknolojik bakımdan yaklaşık 3000 yıl gerideydiler. Bu gerilik sayılarının az oluşuna dışarıyla irtibatlarının bulunmamasına ve yeni bir kıtaya yerleşmek için harcadıkları zamana bağlanabilir. Kızılderililer, Avrupalı işgalcilerin katliamlarından asırlarca kurtulamadılar. ABD’nin resmî organlarınca katledildiler. En çok kelle getiren Kızılderili avcılarına mükafatlar verildi. Kızılderili kellelerinin teşhir edildiği bir müze kuruldu. Ülkenin en verimli topraklarından sürülen Kızılderililer, ancak 1924’te vatandaşlık hakkına kavuşabildilerse de bugüne kadar horlanmaktan kurtulamadılar.
Türk târihinde cihan hâkimiyeti ülküsünü temsil eden sembollerden biri. Allahü teâlânın dînini yaymak için dünyâda tek gayri müslim kalmayıncaya kadar çalışmak. Bir murâda varmak.
“Kızılelma” kelimesinin ilk defa ne zaman nerede ve nereyi ifâde etmek için kullanıldığı bilinmemektedir. Kızılelmanın, Türk târihinin akışı içinde, hep batı yönünde fethedilmesi gereken bir ülke, ele geçirilmesi hedef alınan bir taht veya saltanatı ifâde için kullanıldığı kabul edilmektedir. Bâzı Türk târihi yorumcularına göre ise Kızılelma, Bizans İmparatorunun tahtı üzerindeki hazret-i Îsâ’ya âit olduğu söylenen altın top veya Ayasofya kilisesinin imparatorlara mahsus bölümündeki kubbeden sarkıtılan “altın top” gibi müşahhas bir şeyin adıdır. Nitekim böyle düşünen yorumcular, İstanbul’un fethinden sonra Kızılelmanın Roma’da Saint-Pierre kilisesinin mihrabındaki altın top olduğunu ileri sürmektedirler.
Zincirleme fetihler ve birbirini tâkib eden devletlerle dâimâ batı istikâmetine akan Türk târihinde, Kızılelmanın cihan hâkimiyeti mefkûresinin (ülküsünün) adı olması daha doğrudur. Zaman zaman bâzı beldeler veya saltanatlar için kullanılmış olsa bile, buraların fethini müteakip bu defa yeni beldeler için kullanılmaya başlanması da bunu göstermektedir.
Türklerin İslâmiyeti kabul etmesinden sonra ise, İslâm dîninin bütün Müslümanlara emri olan “İ’lâ-yı Kelimetullah” (Allah’ın dînini yeryüzünde üstün kılmak) gâye ve hedef olarak Kızılelmanın yerini almıştır. Selçuklu ve Osmanlıların çeşitli dönemlerinde de rastlanan Kızılelma, artık müşahhas şeyleri (ülkeler, tahtlar, saltanatlar vs.) sembolize etmeye başlamıştır. Nitekim fetihten önce asker ve halk arasında Kızılelma, hazret-i Peygamberin fethini müjdelediği İstanbul için kullanılırken, İstanbul’un fethinden sonra Viyana, Roma gibi meşhur Hıristiyan şehirlerini ve bütün Firengistanı ifâde etmeye başlamıştır. Nitekim:
“Gark-ı nûr olmak envâr-ı Muhamed’le
Bu sefer Rîm Papadan Hazret-i Îsâ’ya Firenk”
beytinde bu açıkça görülmektedir.
Asırlar ilerledikçe, ülkeler ve şehirler fethedildikçe, Kızılelmanın temsil ettiği yer de değişmiş ve Kızılelma, pâdişâhın sefer murâd ettiği yerler olmuştur. Pâdişâh ise yalnız ve yalnız “İ’lâ-yı Kelimetullah” için bu işi yapmaktadır.
Son devirde Ziya Gökalp ve benzeri Türkçü yazarların şiir ve makalelerinde Kızılelma, tekrar ısrarla Türkün cihana hâkim olması mânâsında kullanılmıştır. Bu kullanılış şeklinde; inanç, fikir ve mânâ îtibâriyle İslâmiyetin emri olan cihad, “İ’lâ-yı Kelimetullah” gibi bilhassa Anadolu’daki yaklaşık bin yıllık Türk târihinin temel unsuruna yer verilmemiştir. Türk târihinin akışı içinde en mühim bölüm olan bu devir atlanarak doğrudan Orta Asya Türklüğü örnek alındığından, son devir Türkçü şâir ve yazarlarının Kızılelma üzerindeki yeni anlayış ve yorumları kısır kalmıştır.
Çıkdı Otranto’ya pür velvele Ahmed Pâşâ,
Tuglar varsa gerekdir Kızılelma’ya kadar.
Yahya Kemâl
Kızılelmanın sosyal yönden başka bir durumu da, Türk halk hikâyelerinde murâda erilecek yer olarak gösterilmesidir. Bu durum daha çok düğünlerde çekilen bayraklarda kendini gösterir. Gerçekte artık kalkmak üzere olan bu âdete göre düğün alaylarında taşınan bayrağın tepesine kıpkırmızı bir elma yerleştirilir. Bu bayrak önce oğlan evinden çıkar. Kız evine dikilir. Gelinle birlikte gelen düğün alayının en önünde taşınır ve sonunda yine oğlan evine dikilir. Tepesinde kızıl elma vardır. Bu murâda işarettir. Ayrıca elmanın yanına kabından delinen bir ayna da yerleştirilir. Bu da kalb temizliği doğruluk, aydınlık ve huzurlu olma temennisi içindir.
Alm. Rotes Kreuz, Fr. Croix Rouge, İng. Red Cross. Savaşta ve barışta felâketzedelere ve muhtaçlara yardım için kurulmuş milletlerarası bir teşkilât. Hemen hemen dünyâdaki bütün devletlerde bu veya başka adlarla çalışan aynı gayelerde olan teşekküller vardır. Bunların hepsi merkezi Cenevre’de olan milletlerarası bir teşkilâta bağlıdır. Bütün bu kuruluşların savaş esnâsında tarafsız olarak çalışabilmesi için devletler anlaşmaya varmışlardır.
1863 yılında İsviçreli Jean Henri Dunant’ın çalışmaları sonucu kurulan bu teşkilât, önceleri sâdece harp yaralılarını tedâvi maksadıyla düşünülmüştü. Fakat zamanla her türlü yardım için mürâcaat edilen bir kuruluş hâline geldi. Jean Henri Dunant, 1859 Fransız-Avusturya Solferino Muhârebesi sonunda binlerce yaralının savaş alanında çok kötü şartlar altında bırakıldığını görmüştü. Harp sahasındaki yaralılara insanî yardımı çok gören devletlere müracaat etti. Sağdan-soldan topladığı yardımlarla yaralıların ihtiyaçlarının giderilmesine çalıştı. Memleketine döndükten sonra muhârebe meydanında gördüğü bu vahşeti 1862’de yayınladığı Solferino Hâtıralarım adlı kitapta anlattı. Cenevre’de 1863’te 16 devletin temsilcilerinin katıldığı bir konferans hazırlanmasını sağladı. Böylece istediği teşkilâtın kurulmasını başardı.
Kızılhaç’ın kendine has bir yapısı vardır. Milletlerarası Kızılhaç Komitesi (CİCR) tarafından temsil edilir. Bu kuruluş 1880’den sonra Beşler Komitesinin yerini almıştır. Şu anda Kızılhaç Komitesi üye sayısı 25’tir (1993). Her dört yılda bir toplanan Milletlerarası Kızılhaç Komitesi, dünyâ çapındaki çalışmalarını değerlendirerek yeni kararlar alır. Amblemi beyaz zemin üzerine Kızılhaç resmidir. Bu kuruluşun benzeri İslâm ülkelerinde değişik isimlerle çalışmalarını sürdürmektedir. (Bkz. Hilâl-i Ahmer, Kızılay)
Karadeniz’e dökülen Türkiye’nin en büyük nehri. Türk hâkimiyetinden evvel Kızılırmak’a, tuzlu mânâsına gelen Halys deniliyordu. Nehrin havzası, içinde alçı taşı ve tuz yatakları olan kumlu, kireçli, killi, kızıl renkli tabakalardan meydana gelmiştir.
Kızılırmak târihte, memleketler arasında önemli bir sınır vazifesi görmüştür. Meselâ Med İmparatorluğu ve Lidya Devleti arasındaki sınır Kızılırmak’tır. Kızılırmak’ın genişliği 30-100 m, uzunluğu 1182 km, havzasının alanı 76.250 km2 (Türkiye’nin yüzölçümünün onda biri kadar), doğduğu yerin denize olan uzaklığı 128 kilometredir. Buna rağmen geniş bir yay çizdikten sonra Karadeniz’e dökülür.
Kızılırmak, Sivas, Erzincan, Giresun şehirleri sınırındaki Kızıldağ’dan (2950 m) doğar ve batıya doğru akar. Sivas dolaylarında güneybatıya yönelir, Kayseri’nin güneyinde, Erciyes volkanik arâzisinden geçerek Avanos’ta en güney noktasına varan Kızılırmak, Arapsun kasabasında kuzeybatıya yönelir. Yahşihan’dan Kalecik’e; şist, volkanik tabaka, alçı taşı ve tuzlu kızıl arâziye girer. İskilip dolaylarında kızıl arâziden çıkıp, Karadeniz sâhil dağlarına varır. Bafra civârında düz bir ovaya ulaşır. Bafra Burnunu meydana getiren deltası ile Karadeniz’e dökülür. Yol boyunca Uluş Suyu, Kalın Irmağı, Karasu, Arısu, Delice Irmağı, Devrez Çayı ve Gök Irmağı kendisine katılır. Kızılırmak da, diğer nehirlerimiz gibi düzensizdir. Özellikle, yazın yağmurların az olması ve sıcaklık sebebiyle bazı yerlerde dere gibi akar. Sonbaharda nehir yükselir. Kışın yağışın genelde kar olması, nehirde fazla yükselme meydana getirmez. İlkbaharda yağmur ve karların erimesi yer yer taşmalara sebeb olur. Nehrin, mevsimlere göre yükselip alçalması, ulaşımda istifadeyi zorlaştırır. Kızılırmak’ın üzerinde Hirfanlı, Kesikköprü, Sarımsakısı barajları ve bâzı hidroelektrik santralları istifade edilen önemli tesislerdir.
Alm. Kiebitz, Fr. Vanneau huppè, İng. Lapwing. Familyası: Yağmurkuşugiller (Charadriidae). Yaşadığı yerler: Yazın Kuzey Avrupa’ya kışın Güney Asya ve Afrika’ya göç eder. Güney Amerika ve Avustralya’da yaşayan türleri vardır. Özellikleri: Başında siyah tüylü bir tepeliği olan, güvercin iriliğinde bir kuş. Sulak çayırlarda yaşar. Kurt, böcek ve salyangozlarla beslenir. Eti makbuldür. Çeşitleri: 24 türü vardır. Kızkuşu, Şili kızkuşu, dikenli kızkuşu, silahlı kızkuşu, maskeli kızkuşu meşhurlarıdır.
Yağmurkuşugiller âilesinden, sulak, çayırlık, bataklık ve tarlalarda yaşayan tepeli bir kuş. Uzunluğu 30 cm kadardır. Başındaki tacı ve gerdanı siyah, göğüs ve boynu beyaz, sırtı koyu yeşilimsi, kanatları siyah beyaz tüylüdür. Kısa ve küt kuyruğunun ucu siyahtır. Orta uzunluktaki ayakları kırmızı renklidir. Geniş ve yuvarlak kanatlarıyla yavaş uçar ve kanat çırpışı kalebeğinkini andırır. Uçarken bâzan âni dalış ve taklalar atar.
Nemli çayırlara yuva yapar. Zeytin renkli ve siyah benekli 4 yumurta yumurtlar. Dişi, 16 gün kuluçkaya yatar. Avrupa’nın kuzeyinde yaşayan kızkuşları, kışın güney Asya ve Afrika’ya göç ederler. Ülkemize mart ayında gelir. Ekimde ayrılırlar. Anadolu’da sulak çayırlık, bataklık ve tarlalarda rastlanırlar. Apolyont, Eber, Mogan ve Van gölü civârında kuluçkaya yatarlar. Kurt, böcek ve salyangozlarla beslendiklerinden faydalıdırlar. Eti oldukça makbuldür.
Şili kızkuşu, Güney Amerika’da, Ural kızkuşu Ural Dağları çevresinde, maskeli kızkuşu Avustralya’da yaşayan meşhur türlerdir.
Alm. Streichholz, Zündholz (n), Fr. Allunette (f), İng. Match. Günlük hayatta çok yaygın kullanılan bir tutuşturucu. 1669’da Hamburglu simyacı Hennıg Brand, fosforu, altın elde etmek isterken keşfetti. Her ne kadar fosfor, ateş için kullanılmadıysa da ancak 160 yıl sonra kibrit îmâlinde kullanılmaya başlandı. 1680’de Godfrey Haukwitz ve Robert Boyle, fosforla kaplı kağıtla beraber sülfürle kaplı ahşap çöplerini beraberce piyasaya çıkardılar. Çöplerin üzerine kağıt katlandığında ve çöp çekildiğinde alev ortaya çıkmaktaydı. Ancak fosforun çok pahalı olması sebebiyle, bundan zengin tabaka faydalanabiliyordu. Çakmak taşı ve çelik kullanımı 1781’e kadar devam etti. Fransa’da yapılan kibritte, kağıdın ucu fosfor ile kaplıydı. Ayrıca üzerinde cam vardı. Cam kırıldığında kağıt alev almaktaydı. İtalya’da yapılan kibrit ise, küçük bir kutu fosfor oksitli çizgilere sâhipti. Sülfür uçlu çubuklar, kutuya sürüldüğünde ateş almaktaydı.
1882’de Amerika’da piyasaya sürülen bir kibrit, yapılan kimyevî muameleden dolayı, ancak orta noktasına kadar yanmaktaydı. 1932’de Avusturya’da yapılan bir kibritte tekrarlı şekilde ateşleme mümkündü. Gerçekte bu, selefonla kaplı uzun bir kibrit ucundan ibâretti. Ateşi geciktirme maddesinin bulunmasından dolayı yanma yavaş olmaktaydı. Eğer dikkatli kullanılırsa, her bir kibriti 40 defa kullanmak mümkündü.
Sürtünme ile ateş alan kibritler, 1827 civârında İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Bunlar 7-8 cm uzunluğunda, uçları antimon sülfür, potasyum klorat, sakız ve nişasta olan çubuklardı. Bunlar uygun bir kağıt içinde çekilerek ateşlenmekteydi. Ancak bu kibritin yanmasından ortaya çıkan gazlar çok rahatsız ediciydi. 1830’da (fosforun keşfinden 160 yıl sonra), Fransa’da aynı kibrit yapılmış, antimon sülfür yerine fosfor kullanılmıştı. Ancak bunun tehlikeli olması pekçok hayatın kaybolmasına sebeb olmuştur. Hatta, zehirlenme için de kullanıldığına rastlanmıştır.
1911’de fosforun seskisülfürü kullanılarak, kibritin zehirli etkisi ortadan kaldırılmıştır. Bu suretle ayrıca, kibritin verimi de artırılmıştır. Bu tür kibritler her yere sürtmekle yanabilmekteydi. Daha sonra kimyevî bileşiklerde meydana gelen değişiklikler, kibritin belirli bir kağıda sürülmesini öngörmüştü. Böylece günümüzde kullanılan kibrit tipine gelinmiş oldu.
İlk zamanlar hem kibrit çöpleri, hem de kutular elle yapılmaktaydı. Daha sonra bu işler otomatik hâle getirildi. Kibritin modern îmâlât şekli, temel olarak her yerde aynıdır. Bu, ahşabın uygun ölçülerde kesilmesi, uçlarının teşkil edilmesi ve kutulanmalarından ibârettir. Kavak kütükleri 12-18 ay uygun şartlarda saklandıktan sonra, kibrit çöpü olarak kesilir. Daha sonra bunlar ardarda banyolardan geçirilerek son duruma getirilir. Bu banyolar kibritin verimini, emniyetini sağlarken, dış atmosfer şartlarından da korumayı amaçlar. En son devrede kibritler kurutulur ve kutulanır.
Kibrit yapımında, zehirin bertaraf edilmesi yanında, başka bir önemli ilerleme, suya dayanıklı kibritin yapılmasıdır. İkinci Dünyâ Savaşında ortaya çıkan ihtiyaçtan dolayı geliştirilen bu tür kibrit, îmâlâtın başlamasından bu yana hayal edilmekte olan bir hâdisedir.
Kibrit îmâlâtında ABD’yi, İngiltere, BDT, İsveç tâkib etmekteydi. Ancak İkinci Dünyâ Savaşından sonra Japonya ucuz kibritleriyle ön sıraya geçti. Daha sonraları çakmakların yaygınlaşması, elektrikli âletlerin ortaya çıkması, kibrit îmâlâtının belirli bir seviyenin üstüne geçmesini önledi.
Memleketimizde önceleri Avrupa ülkelerinden ithal edilen kibritin, 1 Haziran 1929 yılında çıkan bir kânunla yapımı, ithâli ve satışı, İnhisarlar Genel Müdürlüğüne verildi. İlk fabrika, adı sonradan Tekel Müdürlüğü olan bu teşkilât tarafıdan İstanbul Büyükdere’de yaptırıldı (1932). Aradan yirmi sene geçtikten sonra kibrit yapımı ithâli ve satışı serbest bırakıldı (1952). Bunun üzerine Tekel’in kibrit fabrikaları yanında özel teşebbüse âit Kav, Malazlar gibi fabrikalar da kuruldu. Memleketimizdeki kibrit istihsâli ihtiyacı karşılayacak seviyede olduğu gibi, ihraç da edilmektedir.
Alm. Keulenförmiger Bärlapp (m), Fr. Lycopode (m), İng. Lycopode. Familyası: Kibritotları (Lycopodiaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Orta ve Doğu Karadeniz bölgesi.
Çoğunluğu tropiklerde yetişen, geniş bir yayılma alanı gösteren, toprak üstünde sürünen ve çatalsı dallanma gösteren gövdeye sâhip eğrelti otları. Memleketimizde dört türü vardır. Daha çok rutubetli yerleri sevdiklerinden, Karadeniz bölgesinde yayılış gösterirler. Tıbbî olarak daha çok lycopodium clavatum türü kullanılır. Kurtpençesi olarak da bilinir.
Bu bitkinin 20-100 cm boyunda, çatalsı dallanan sürünücü bir gövdesi ve yine çatalsı dallanan kökleri vardır. Gövdeleri ve dallar küçük, şeritsi yapraklarla örtülmüştür. Dalların uç kısımlarında başak şeklinde üreme organları, verimli ve verimsiz fertleri bulunur. Verimli fertler ilkbaharda çıkar. Kısa bir süre sonra ölür. Verimsiz fertler ise yazın çıkar.
Kullanıldığı yerler: Kibritotunun toplanıp kurutulan genç sürgünleri ile üreme ve yayılma organı olan sporları kullanılır. Sürgünleri, likopodin, klavatine ve nikotin alkaloitleri ihtiva eder. Bu alkaloitlerin ateş düşürücü etkileri vardır. Halk tıbbında, böbrek taşlarına karşı idrar söktürücü, antispazmodik ve romatizma ağrılarını giderici olarak da kullanılır. Sporlar, başakların silkilmesiyle elde edilir ve bir elekten geçirilerek temizlenir. Bileşiminde % 40-50 sâbit yağ, şekerler, mum ve flavonlar vardır. Yaraların tedâvisinde, yaraları kurutmak için kullanılır. Uzun süreler, göbek tozu olarak kullanılmıştır. Adsorban özelliği vardır. Hapların kaplanmasında, eczânelerde hapların birbirine yapışmasını önleyici olarak ve havâî fişeklerin hazırlanmasında kullanılır.
Alm. Kibbuz (m), Fr. Kibboutz (m), İng. Kibbutz. İsrail’deki ortak tarım işletmelerinin adı. Bu işletmeler Filistin’e göç eden Yahûdîlerin meydana getirdiği bir iktisâdî birimdir. Kibutz üyesi olan Yahûdîler kollektivist esaslara göre çalışmak zorundadır. Mensupların çocukları toplulukça siyonist idealle yetiştirilir. Yemekhâne ve çamaşırhâneler ortaktır. Her üyeye iş bulunur. İş gücünün fazla olması hâlinde, kibutzlara bağlı sınâî teşebbüsler aracılığıyla, bu işsizlik giderilir. Üç kişilik idâre heyetince yönetilen kibutzlarda üretilen mahsul “Tnuva” adı verilen kooperatif aracılığıyla satılmaktadır. Sayıları 200’ü aşmıştır.
Alm. Ton (-erde f) (m), Fr. Argile (f), İng. Clay. Islandığı zaman çeşitli şekiller alabilen, geçirimsiz yumuşak yağlı bir toprak. Yeryüzünde (havanın kayalara olan tesiriyle meydana gelen), yer kabuğunun az veya daha derin yerlerinde tabakalar hâlinde mineral yataklarında dağılmış kütleler hâlinde bulunur. Kezâ göl ve okyanusların dibinde, çöllerin altında ve nehir deltalarında rastlanır.
Kil, yumuşak ve çok ince tânecikli (kumdan ince) bir materyaldir. Kil mineralindeki atomlar ya bir kafes veyahut bir zincir dizilişi şeklindedir. Kilin esas maddesi alüminyum silikat hidratı olup, türüne göre yanında sodyum, potasyum, kalsiyum, mağnezyum ve demir gibi diğer elementlerin bileşikleri de mevcut olabilir.
Kilin ticârî kıymeti, plastik özelliğinden ileri gelmektedir. Çünkü nemli kil, istenilen şekil verildikten sonra kurutularak veya fırında pişirilerek, şeklini muhâfaza edecek biçimde sertleştirilebilir. Kil, ihtiva ettiği materyale göre, dayanıklılık ve şekil verilebilirlik kazandırmak üzere bir dolgu maddesi olarak birçok üründe plastik, kauçuk, kağıt ve boya üretiminde kullanılır. Kilin kimyevî inertliği ve yüksek sıcaklığa dayanıklılığı uygulama alanını oldukça genişletmiştir.
Kil çeşitleri:
Killer, saflık derecelerine ve fizikî durumlarına göre, çeşitli tipler arz eder. Kaolen, smektik kiler, plastik killer, refrakter killer vs.
Kaolen, kilin en saf şeklidir. Rengi beyazdır ve piştikten sonra gene beyaz kalır. Su ile temizlendikten sonra, genellikle % 90 safiyetindedir. Memleketimizde önemli kaolen yatakları mevcuttur (Kütahya).
Smektik killer, bâzı yabancı maddeler, özellikle kireç, magnezyum ihtiva eder ve renk veyahut yağ giderici olarak kullanılır.
Plastik killer, yâni tuğla killeri, bilhassa tuğla ve çanak, çömlek imâline yarar ve en çok kullanılan kil nev’ini teşkil eder. Bu tip killerin bileşiminde, silis ve alüminden başka, dâimâ demir oksit ve bâzan da kireç bulunur ve bu komponentlerin oranları, geniş limitler arasında değişir. Aşağıdaki kil bileşimi bu hususta bir fikir vermektedir:
SiO2 % 57,64
Al2O2 % 27-35
Fe2O3 % 1-3,5
CaO % 0,1-7
Haloysit, kaolinite benzer bir kil minerali olup özgül ağırlığı kaolinitten düşüktür. Yapıları genellikle litlidir. Bâzan borumsu prizma biçiminde de bulunurlar.
Marn adı verilen topraklar, az veya çok kil ihtivâ eden kalkerlerden ibârettir. Renkleri çok defa beyaz olan bu karışımlar bâzı çinilerin îmâlinde ve gübre olarak, toprağın ıslahında kullanılır.
Okr adı altında tanınan, demirce zengin killi kumlar da bir nevi madenî boya olarak oldukça önemli uygulanma alanları bulmuştur. Sarı renkte olan bu killi kumlar, kavruldukları zaman gene boya olarak kullanılan kırmızı okr’ları verir.
Refrakter killer de ayrı bir sınıf teşkil ederler. Tabiatı ile yüksek sıcaklıklara dayanması icâb eden bu özel karışımların, demir ve kireç ihtivâ etmesi tehlikelidir.
Bentonitler, montmorillonit tipinde, kompleks bir alüminyum, demir ve kalsiyum, bâzan da sodyum silikattan meydana gelmiş olup, su içinde, bir jel meydana getirerek şişme-özelliğine sâhiptirler ve birçok alanlarda kullanılırlar.
Kilin kullanma sahaları: Kilin en mühim kullanılma sahası seramik endüstrisidir. Kil, su ile yumuşatılıp istenilen şekil verildikten sonra dayanıklılığını arttırmak için önce yavaş ısıtılarak kurutulur. Daha sonra 2000°C’de fırında pişirilir. Sağlam, sâbit bağlanmış porselen nesnesi teşekkül eder.
Yüksek saflıktaki kaolen, Amerika’nın güney batısında, Corwall’de, İngiltere’de ve Çekoslavakya’da çıkarılır. Fırın duvarlarını yapmada kullanılan refrakter tuğlaların esas yapısı kaolen olup yanında kromit, mağnezit vs. gibi tabiî materyaller de bulunur.
Kaolenin en mühim kullanma sahalarından biri de kağıt endüstrisidir. Bir dolgu maddesi olarak kullanılan kilin saflık derecesi ve tane büyüklüğü mühim olup, dikkatlice kontrol edilmelidir.
Kilin mühim bir kullanılma alanı da petrol kuyularıdır. Kezâ petrolün rafinasyonunda bir katalizör olarak kullanılır. Ayrıca kil, su geçirmeme özelliğine sahip olduğundan baraj ve göllerin dolgularında da kullanılır.
Alm. Kelim, Wirikteppich, Wandteppich (m), Fr. Tapis ras (m), İng. Kilim, woven matting, rug without a pile. Eski Osmanlı evlerinde ve yörük çadırlarında çok kullanılan sedir, divan veya yerlere serilen renkli ve nakışlı yün dokuma. Kilim, eski çağlardan beri bilinen Orta Asya, İran, Anadolu ve Kafkasya’da hayvancılıkla geçinen göçebelerin yapıp, kullandıkları bir eşyâdır. Kilim, günümüzde de evlerde halı yerine veya erzak çuvalı, heybe veya otel, büro gibi yerlerde dekoratif (süs) olarak duvarlarda kullanılmaktadır.
Kilim, “ıstar” denilen tezgahlarda umumiyetle kadınlar tarafından dokunur. Bu tezgahlar dik veya eğik olarak yerleştirilir. Arış ve argaç denilen, dikey ve yatay iplik atkıların meydana getirdiği kasnak üzerinde, motiften motife geçilerek dokunur. Yün olan bu iplikler, bitki köklerinin ve yapraklarının kaynatılmasıyla elde edilen boya ile boyanır. Arzu edilen nakışlar kilim tezgahta iken, atkı ve çözgü iplikleriyle meydana getirilir. Meydana gelen desenler, kilimin arkasında ters olarak görülür. Motifler, halı ve çinide, mermer ve tahta oymacılığında kullanılanın aynıdır. Ayrıca, köşeli ve geometrik karakterli olurlar.
Yurdumuzda, en güzel kilimler Gaziantep, Sivas, Kayseri, Malatya, Konya, Afyon, Manisa, Niğde ve Antalya, Van ve Bitlis “sandıklı ve kuşlu”, Dirişin aşiretinin “yedi dağ çiçeği” adlı kilimleri pek meşhurdur. Halı kadar tanınmış Anadolu kilimleri vardır ve bunlar dokunduğu köyün (Emirdağ, Eşme, Dazkırı gibi) isimleriyle veya motiflerinin (yollu, çubuklu, ibrik, aynalı, bindallı gibi) isimleriyle ün kazanmıştır.
Son zamanlarda Avrupalıların Türk kilimine karşı alâka duyması, yurdumuzda kilimciliğin hızlanmasına yol açmıştır. Devlet, Bursa ve çevresindeki yörelerde kilim tezgahları açmıştır. Umurbey’deki deneme mektebinde dokunan kilimlerde, oldukça başarı sağlanmaktadır.
Alm. Kirche (f), Fr. Eglise (f), İng. Church. Hıristiyanların toplu olarak ibâdet ettikleri yer. Hıristiyanlıktaki çeşitli mezheplere mensup toplulukların dînî teşkilâtlarına da kilise adı verilmektedir. Katolik kilisesi, Ortodoks kilisesi gibi.
Toplantı yeri, meydan, toplu ibâdet yeri mânâlarına gelen kilise kelimesi, Yunancada “ekklesia”, Arâmicede “kenişta”, Süryânicede “kenuşta”, Arapçada “kenise” kelimeleriyle ifâde dilmektedir. İlk zamanlar Umûmî olarak Mûsevîlerin, Putperestlerin ve Hıristiyanların ibâdet yerlerine kilise adı verildiği hâlde, daha sonraki zamanlarda Hıristiyanların ibâdet yerlerine özel olarak kilise denildi. Mûsevîlerin ibâdet yerlerine“sinagog” veya “havra” adı verildi.
Îsâ aleyhisselâm Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak vazîfelendirilip, insanları hak dîne dâvet etti. Yahûdîler onun dâvetini kabul etmedikleri gibi, karşı çıktılar. Hattâ hazret-i Îsâ’yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâmı göke çıkardı. Hazret-i Îsâ göke çıkarıldıktan sonra Romalılar Kudüs’ü işgâl edip, yaktılar ve yıktılar. Yahûdîlerin kimini öldürdüler, kimini de esir ettiler. Hazret-i Îsâ’ya inananlar etrafa dağılıp Îsevîlik dînini yaymaya çalıştılar. Îsevîlik yayılmaya başlayınca, Yahûdîler, Putperestler, Yunanlılar ve Romalılar hep birleşip bu dînin karşısına çıktılar. Hazret-i Îsâ’nın dînine inananlar yakalanıp öldürüldüler. Hattâ sirklerde vahşi hayvanlara yem oldular. Fakat bu din kendini tanıtmakta ve sevdirmekde gecikmedi. Îsevîler dîni yayışlarını gizli gizli sürdürmeye devâm ettiler. Gizli yerlerde kurdukları mâbetlerde ibâdet ettiler. Fakat Allahü teâlânın gönderdiği bu dînin doğru olarak yayılması ve değiştirilmeden kalabilmesi ancak seksen sene sürebildi. Hak olan Îsevîlik Yahûdîler tarafından sinsice değişirildi. Bolüs adındaki bir Yahûdî, hazret-i Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek hakîki İncil’i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp on iki havârîden işittiklerini iddiâ ettikleri bilgileri yazdılar. Böylece İncil adında dört değişik kitap meydana geldi. Bu kitaplara Bolüs’ün yalanları da karıştı. Yunan filozofu Eflâtun’un felsefesine bağlı olan Bolüs; “Îsâ Allah’ın oğludur.” dedi. Şarabın ve domuzun helal olduğunu bildirdi, kıbleyi Mescid-i Aksâ’dan doğuya yâni güneşin doğduğu tarafa döndürdü. “Baba, Oğul, Ruh-ül-Kudüs” adı altında teslis yâni üçlü tanrı inancını Hıristiyanlığa sokuşturdu. Barnabas (Barnabe) adındaki havârî Bolüs’ün yalanlarına karşı çıktı. Hazret-i Îsâ’dan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ve anlattı. Bu durumda Hıristiyanlar Barnabasçılar ve Bolüsçüler olarak ikiye ayrıldı. Aralarında pekçok münâzara ve muhârebeler oldu. Bolüsçüler yanlış propaganda ve okşayıcı sözlerle Avrupa krallarını elde edip kuvetlendiler.
Roma İmparatoru Büyük Konstantin Putperestken 313 senesinde Hıristiyanlığı kabul etti. İstanbul şehrini büyütüp îmâr etti ve Konstantiniyye adını verdi. 325 senesinde İznik’te bir konsil toplayarak pekçok olan İncil nüshalarını dörde indirtti. Eski dîni olan Putperestlikten de pekçok şeyi bu İncillere sokturdu. Böylece yeni bir Hıristiyanlık dîni ortaya çıktı. Daha önce gizli gizli mağaralarda ibâdet eden Hıristiyanlar için kiliseler yaptırdı. Ondan sonra gelen Roma ve Bizans imparatorları da birçok kiliseler yaptırdılar. Böylece bir kilise mîmârisi ortaya çıktı. Bu kiliselerin hemen hepsi birkaç küçük değişiklik bir yana bırakılacak olursa yüzyıllar boyunca hep bazilika tipi olarak yapıldı. İlk kiliselerin mîmârî tipi daha sonraki devirlerde, Roma tarzı, Gotik tarzı ve Barok tarzlarında yeniliklerle gelişmeler gösterdi. Hıristiyanların çeşitli sebeplerle mezheplere ayrılmasından sonra, her mezhebin kilise mîmârîsi değişiklikler gösterdi.
Bu arada kiliselerin kutsallığından ve dokunulmazlığından istifâde eden Hıristiyan din adamları özel çıkarlar sağlamaya çalıştılar. Merkezi Vatikan’daki Roma kilisesinin lideri bulunan papa aynı zamanda rûhânî bir devletin başkanı kabul edildi. Papadan sonra sırasıyla kardinaller, piskoposlar ve râhiplerden meydana gelen kilise temsilcileri kendi imtiyazlarını, sosyal, siyâsî ve ekonomik çıkarlarını korumak için halk ve devlet adamları üzerinde baskı kurup Hıristiyanlık adı altında akla sığmaz zulümler, haksızlıklar yaptılar. Allahü teâlâya mahsus olan günah affetmek kudretini kendilerinde gördüler. Para karşılığı günahları affettiler. Hattâ Cennetten yerler sattılar. Hıristiyanlık dînine; papazların evlenmemesi, evlenmiş olan kimselerin katiyen boşanmaması, günah çıkarmak mecburiyeti gibi akıl ve mantık dışı kâideler koydular. Dünyâda yaşamak âdetâ günah sayıldı.
Roma (batı) kilisesi dünyâdaki bütün Hıristiyanların temsilcisi olduğunu savunarak Yunanca Katholikos (Katolik)= evrensel ismini aldı. Roma Katolik kilisesinin tahammülü mümkün olmayan baskılarına dayanamayan İstanbul Patriki Mihâel Kirolarius 1054 senesinde isyân etti. Roma’daki papanın, Îsâ aleyhisselâmın halîfesi ve (ilk papa olarak kabul edilen havârilerden) Petrus’un vekili olduğunu kabul etmedi. Papazların halktan ayrı yaşamaları gibi bâzı aslî meselelerde Roma kilisesine muhâlefet etti. Böylece Katolik kilisesinden ayrılan Şark (Doğu) kilisesi Ortodoks adını aldı.
Tebaasının üçte birini kaybeden Katolik (Roma) kilisesi buna rağmen eski bildiğinden şaşmadı. Daha önceki yoluna devâm etti. O asırlarda Avrupa’da yaşayan hükümdârlar da papanın halk üzerindeki etkisini iyi bildiklerinden kendisine karşı bir hareket gösteremiyorlardı. Görünüşte Avrupa’nın hâkimi hükümdâr ise de, gerçekte tek hâkim kilise mensupları yâni papazlar oldular. İlk zamanlar papaların arzu ve isteklerinin yerine getirilmesi İtalyan hükümdârlarının tasdîkine bağlıydı. Daha sonra papaların nüfuzları o dereceye ulaştı ki, istediklerini imparator yapıp, istemediklerini azlettiler. Diğer taraftan kilise ve hükümdarlar her türlü ilmî düşünceye de karşı çıkmakta idiler. Galileo gibi İslâm âlimlerinden alarak dünyânın döndüğünü bildiren bilgini dinsizlikle itham ederek, sözünü geri almazsa öldüreceklerini söyleyip, tehdit ettiler. İnsanın tüylerini ürperten Engizisyon Mahkemeleri kurarak yüzbinlerce insanı haksız yere ve çok kere sırf servetlerini ele geçirmek için “dinsiz” adı altında türlü türlü işkenceler yaparak öldürdüler.
Halbuki bu sırada İslâm memleketleri, Hıristiyan Avrupa’nın tam tersi bir idâre altındaydı. Arabistan, Irak, Mısır, Türkistan, Emevî ve Abbâsî halîfelerinin idâresiyle her yönden, maddî ve mânevî terakkîler, ilerlemeler kaydetmişti. O zaman, Müslümanlar rûhen huzûr, maddeten de refâh içerisindeydiler. Müslümanlar, İspanya’yı Endülüs Emevî sultanlarının emri altında en güzel şekilde îmâr etmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmışlardı. İlim, sanat, ticâret ve zirâate ve güzel ahlâka önem verilmişti.
Endülüs’te (İspanya’da) ortaya çıkan bu parlak medeniyet, Endülüs dışına taşarak Avrupa’ya yayıldı. Endülüs’teki medeniyeti gören kâbiliyetli bâzı Avrupalılar ortaya çıktı. İslâm âlimlerinin kitaplarını Avrupa lisanlarına tercüme ettiler. Bunların tercüme ve telif ederek neşr ettikleri kitaplar sâyesinde Avrupa halkı uyanmaya başladı. Nihâyet 1517 senesinde Almanya’da Martin Luther adında bir papaz ortaya çıkıp, Roma Katolik kilisesinin akla uymayan birçok esaslarına karşı çıktı. Hıristiyanlığın bir mezhebi olan Protestanlığı kurdu. Bu mezhebi temsil eden kiliseye İncil kilisesi adı verildi. Papaya düşman olduğu gibi, İslâmiyetin de azılı bir düşmanı olan Martin Luther çok kitap yazarak Hıristiyanları papaya karşı kışkırttı. Katolikler ile bu protestocular arasında büyük kanlı çarpışmalar oldu.
Martin Luther’den sonra ortaya çıkan Kalvin, Luther ile birlikte Katolik kilisesine karşı çıkmakla berâber, bâzı meselelerde ona muhâlefet etti. Luther ve Kalvin, Katolik kilisesinin ibâdet, îmân şekillerini reddettiler. Papanın Petrus’un vekili ve Îsâ aleyhisselâmın halîfesi olduğunu kabul etmediler. Luther ve Kalvin’in peşinden gidenler, “karşı çıkanlar” mânâsında Protestan diye isimlendirildi.
Katolik kilisesinin lideri olan papa, zamanındaki Katolik kralların askerî kuvvetlerini kullanıp, Protestanları kılıçtan geçirtti. Bu ise Protestanlığın İngiltere ve Amerika’da da yayılmasına ve yeni taraftarlar bulmasına sebeb oldu. İngiliz Kralı Sekizinci Henry de Luther gibi papaya isyân etti. Onun teşviki ve zoru ile Anglikanizm (Anglo-Amerikan) kilisesi kuruldu (Bkz. Anglikanizm). İngiltere’deki Protestanları temsil eden kiliseye Anglikan kilisesi Protestanların kiliselerine de umûmî olarak Protestan kiliseleri adı verildi.
Katolik kilisesi diğer din mensublarını da Hıristiyanlaştırmak gâyesiyle dünyânın her tarafında husûsî katolik mektepleri kurdu. Misyoner ismi verilen çok mutaassıp papazlar yetiştirdi. Bunları bölük bölük Amerika, Japonya, Çin ve İslâm memleketlerine gönderdi.
Katolik kilisesinin, Katolikliği yaymak için misyonerler yetiştirerek faaliyete geçmesi üzerine, Protestan kiliseleri de, buna karşı boş durmadılar. Çeşitli yerlerde cemiyetler kurarak çok büyük sermâyeler topladılar. Dünyânın her yerine Protestanlığı anlatan kitaplar ve misyonerler gönderdiler. Gerek Katolik kilisesine, gerekse Protestan kiliselerine bağlı misyonerler Osmanlı Devletinin, eskiden beri İslâmiyetin dışındaki diğer dinlere tanımış olduğu gâyet müsâmahalı (toleranslı) serbestlikten istifâde etmesini çok iyi bildiler. Osmanlı Devletinin himâyesinde olan memleketlere sızdılar. Değişik yerlerde mektepler kurarak güyâ insanlığa hizmet için halkın çocuklarını bedâva okutuyoruz diyerek bâzı câhilleri aldattılar. Bilhassa Protestanlık kiliselerinin maddî sermâyesi çok büyük olduğundan Protestanlığı kabul edenlere aylık ve yıllık maaşlar bağladılar. Bununla da kalmayıp elçilik ve konsolosluklar vâsıtasıyla kendilerine tâbi olup Protestan olanlara çeşitli devlet kademelerinde, imtiyazlı vazîfeler almalarına yardım ettiler. Anadolu ve Rumeli’deki Osmanlı tebaasından bâzı saf Hıristiyanları kandırıp kendilerine bağlamaya muvaffak oldular. Buna karşılık Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri arasındaki inanış ve ibâdet esaslarıyla ilgili izah edilmeyen farklılıklar İnciller arasındaki birbirini nakzeden bilgiler kiliseler arasındaki anlaşmazlık ve kıyasıya mücâdeleler ve kilise mensupları arasında büyük kanlı çatışmaların olması, birçok Avrupalı aydının kiliselerini bırakıp İslâmiyeti severek kabul etmesine sebeb olmuştur.
Hıristiyanların kendi mezhebinden olmayanlara dahi hiçbir müsâmaha tanımadığı, beldelerini harap ettiği devrede İslâm dîni, bir İslâm ülkesinde vatandaş olarak yaşamayı kabul eden Hıristiyanlara ve Yahûdîlere ibâdet hürriyeti tanıyarak kilise ve havralarının yıkılmamasını emrediyordu. Peygamber efendimizin bütün Müslümanlara hitâben yazdırdığı mektubu bunun en büyük delilidir. Peygamber efendimiz bu mektubunda şöyle buyurmaktadır:
Bu yazı Abdullah oğlu Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün Müslümanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmıştır. Şöyle ki: Allahü teâlâ kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emâneti muhâfaza edici kılmıştır. İşte bu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu yazıyı Müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahdi tevsik (vesikalandırma) için kaleme aldırdı.
Her kim bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun, Allahü teâlâya karşı isyân ve din-i İslâm ile istihza (alay) etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lânetine lâyık olur.
Eğer Hıristiyan bir râhib (papaz) veya seyyâh (turist) bir dağda bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibâdet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle berâber onlardan her türlü teklifleri kaldırdım. Onlar benim himâyem altındadır. Ben onları, başka Hıristiyanlarla yaptığımız ahdler mucibince ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Harac vermesinler veya kalpleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebretmeyin, zor kullanmayın. Onların dînî reislerini (başkanlarını) makamlarından indirmeyin, onları ibâdet ettikleri yerden çıkarmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının kiliselerinin hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp, Müslüman mescitleri için kullanılmasın. Her kim buna riâyet etmezse Allahü teâlânın ve Resûlünün kelâmını dinlememiş ve günâha girmiş olur (...) Hıristiyanların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine mâni olmayın...
Görülüyor ki, sevgili Peygamberimiz başka dinden olan kimselere son derece merhamet ve şefkatle muâmele edilmesini ve onların mâbedlerinin muhâfaza edilmesini emretmektedir. Hazret-i Ömer halîfeliği sırasında Kudüs’ü fethettiği zaman İlyâ (Kudüs) ahâlisine şu emannâmeyi vermişti:
“İşbu mektup Müslümanların emîri Ömer-ül-Fârûk’un İlyâ ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki: Müslümanlar onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin herhangi bir yerini tahrib etmeyecek mallarından bir habbe (tânecik) bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmayacaktır(...). Allahü azimüşşânın ve Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin emirleri ve bütün İslâm halîfelerinin ve umûm Müslümanların verdiği sözler işbu mektupta yazılı olduğu gibidir.”
Yukarıdaki vesikalar gösteriyor ki, hakîkî Müslümanlar, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsâmaha göstermişler, değil Hıristiyan ve Yahûdîleri zorla Müslüman yapmak ve onların ibâdethânelerini tahrib etmek, aksine onlara yardım, hattâ kiliselerini tâmir etmişlerdir.
Ancak herhangi bir Hıristiyan şehri harb yoluyla fethedildiği zaman, o şehrin en büyük kilisesi zafer şükrânesi olarak câmiye çevrilmiştir.
Müslümanlar kiliselere hakâret etmezler, ancak câmilere duydukları hürmet ve tâzimi bunlara göstermezler. Müslümanın kiliseden yardım istemesi papazlardan duâ istemesi gibi olup dinden çıkmasına sebeb olur.