KIYAS

Alm. Analogie (f), Fr. Analogie (f), İng. Analogy. İslâm dînindeki hükümlerin dört kaynağından biri. Lügatte “bir şeyi takdir etmek, ölçmek, karşılaştırmak ve iki şey arasında benzerlikleri tesbit etmek” mânâlarına gelir. Kıyas; dînî hükümlerin delillerinden biridir. İslâmiyette bir mesele hakkında hüküm vermek için, önce Kur’ân-ı kerîmde delil aranır. Bulunamazsa, Peygamber efendimizin sözlerinde ve işlerinde aranır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bulunamazsa Eshâb-ı kirâmın icmâına, söz birliğine bakılır. Bu üç kaynakta, hüküm vermek için bir delil bulunamazsa, müctehid olan bir âlimin kıyas yoluyla elde ettiği hüküm alınır. Buna “re’y” veya “ictihad” denir (Bkz. İctihâd, Müctehid). Kıyas, fıkıh ve mantık ilminde, meselelerin hükümlerini bildirmeye yarayan bir yoldur, vâsıtadır.

İslâmiyeti iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye yükselen din âlimlerine “müctehid” denir. Fıkıh ilmi ile uğraşan müctehidlere “fakih” denir. Çoğulu “Fukahâ”dır (Bkz. Fıkıh). Hukûkî bir tâbir (deyim) olan kıyas, fukahânın Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümleridir. Bunun için “Kıyas-ı fukahâ” da denilmiştir.

Kıyasın, terminolojisinde, çeşitli târifleri yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

“Kıyas, İslâmiyetin kaynaklarından ve dînî meseleleri hükme bağlama vâsıtalarından birisidir.”

“Kıyas, hakkında âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunan hükmü tahlil ederek, benzer bir şeyin hükmünü elde etmektir.”

“Kıyas, hüküm ve illet bakımından fer’i (hakkında hüküm bulunmayan meseleyi), asla (âyet ve hadis ile hükmü bildirilen meseleye) göre takdir etmek (değerlendirmek)tir.

“Kıyas, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet (sebep) aynı olduğu için, hakkında nass, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır.”

Bu târiflerin hepsinin özeti olarak denilebilir ki; “Kıyas, âyet-i kerîmeye ve hadîs-i şerîfe dayanan meselenin hükmünü, ictihâd yoluyla, aynı illeti (ortak vasfı) taşıyan ve nass (âyet ve hadis) ile belirtilmemiş olan mesele içinde vârit (geçerli) görmektir.”

Bir işin, helâl veya haram olduğunu kıyas yoluyla anlamak için, helâl ve haram olduğu bilinen, başka bir işe benzetilir. Bunun için o işi helâl veya haram yapan sebebin birinci işte de bulunması lazımdır. Bunu da ancak ictihad derecesine yükselmiş derin âlimler anlayabilir. Mezhep imâmlarının hepsi bir soru ile karşılaştıkları zaman, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde; yine bulamazlarsa, icmâda ararlardı. İcmâda bulunan cevâbına kıyas ederek ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Nitekim, ictihadın birinci yolu, Irak âlimlerinin yolu olup, buna “re’y” yâni “kıyas yolu” da denir. Bir işin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş ise, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır bulunur. Bu iş de onun gibi yapılır. Eshâb-ı kirâmdan sonra, bu yoldaki müctehidlerin reisi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. (Bkz. İmâm-ı A’zam)

Peygamber efendimizin kıyas hakkındaki hadîs-i şerîfi şöyledir. Peygamber efendimiz, Yemen’e kâdı gönderdiği Muâz bin Cebel’e; “Karşına çıkan bir meseleyi nasıl halledersin?” diye sorunca, Muâz; “Allah’ın kelâmına göre.” diye cevap vermiş. Peygamber efedimiz; “Ya Allah’ın kitabında bir hal çâresi bulamazsan?” diye sorunca, o zaman Allah’ın Resûlünün sünnetine göre hallederim. “Ya, ne Allah’ın Resûlünün sünnetinde, ne de kitapta hal çâresi yoksa?” “O zaman da tereddüd etmeden, kendi kanâatime göre re’yimle ictihad ederim.” demiştir. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz elini, Muâz’ın göğsüne koyarak; “Peygamberin elçisini Peygamberin hoşuna giden bir cevap vermeye sevk eden Allah’a şükürler olsun!” buyurmuştur.

Osmanlılar zamanında yetişmiş meşhur fıkıh âlimi İbn-i Âbidîn, Reddül-Muhtâr kitabında bu husûsu şöyle açıklamaktadır: “Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından dört yüz sene sonra kıyas kalmadı. Yâni kıyas yapan derin âlim kalmadı. Bir işi, başka işe benzeterek hüküm çıkarabilecek mutlak müctehid kalmadı. Her yüz senede bir ictihâd derecesine yükselmiş derin âlimlerin, yâni müceddidlerin geleceği hadîs-i şerîfte bildirilmiştir (Bkz. Müceddid). Bu müceddidler, mezhebde müctehiddir. Bunlar kıyaslar yapmak, yeni ictihadlarda bulunmak vazifesini üzerine almamışlar, bulundukları mezhebin imamlarının ictihadlarını tazelendirmeğe, halkı irşâd etmeye çalışmışlardır. Yeni ictihâdlara ihtiyaç olmadığını görmüşler, Ehl-i sünnet bilgilerini kuvvetlendirmeye ehemmiyet vermişlerdir.”

Kıyas ile sâbit olan hüküm, Kitap (Kur’ân-ı kerîm) sünnet ve icmâ’dan biri ile sâbit olan hüküm gibidir. Kıyas ve ictihad, âyetlerin ve hadislerin mânâlarını meydana çıkarmaktadır. Bu mânâlara başka bir şey eklemezler. Kur’ân-ı kerîmdeki “Ey akıl sâhipleri! İyi anlayınız.” âyet-i kerîmesi kıyas ve ictihadı emir etmektedir. Bu emir, mutlak müctehid olan âlimler içindir. Böyle olmayan Müslümanlar onun sözüne uyarlar. Hakkında nass bulunan, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde hükmü açık, belli olan meselelerde kıyas yapılmaz. Mecelle’nin 14. maddesinde: “Mevridi nassta (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunan yerde) ictihada mesag (cevaz, izin) yoktur.” denilmektedir.

Kıyas işleminde dört unsur vardır. Bunlara kıyasın rükünleri denir:

1. Asıl (= kök): Bir kıyas işleminde, hakkında açıkça nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunan veya dînî hükmü bilinen meseleye “asıl” makısun aleyh (kendisine kıyas yapılan) veya “müşebbehün bih (kendisine benzetilen) adı verilir.

2. Fer’ (= dal): Hakkında nass bulunmayan ve dînî hükmü bilinmeyen meseleye “fer’” denir. Buna “makis=kıyas yapılan” veya “müşebbeh=benzetilen” de denir.

3. İllet (= sebep): Aslî ve fer’î iki mesele arasındaki ortak sebebe, “illet-i müştereke=ortak vasıf” veya “vasf-ı câmi=birleştirici vasıf” denir.

4. Hüküm: Asıl meseleden, fer’î meseleye geçen hükme “hükm-i muaddî” denir. Kıyas ile bildirilen dînî hükümlerden birkaçı şöyledir:

Peygamber efendimiz; “Hâkim, öfkeli iken iki taraf arasında hüküm vermesin.” buyurdu. Buna kıyas olarak Mecelle’nin 1811’inci maddesinde: “Hâkim gam ve gussa (keder) ve açlık ve galebe-i nevm (uyku basması) gibi sıhhat-i tefekküre (doğru düşünmeye) mâni olabilecek bir ârıza ile zihni müşevveş (karışmış) olduğu halde hükme tasaddî (teşebbüs) etmemelidir.” denilmiştir.

 Altına parmak basılmış olan bir senet, o parmağı basan kişiyi ilzâm eder (bağlar). Buna kıyâsen imzâ da sahibini ilzâm eder (bağlar), çünkü her ikisi de şahsa delâlet etmektedir.

KIYI

Alm. Ufer (n), Küste (f), Strand (m), Fr. Cote (f), (ırmakta, gölde) rive (f), rivage (m), İng. Coast, shore. Büyük su kütlesinin, kara ile birleştiği yer. Kıyı genellikle bir deniz veya okyanusu sınırlayan kara parçasına denir. Akdeniz kıyısı, Atlantik kıyısı gibi. Küçük su kütlelerini sınırlayan kara parçasına ise sahil denir. Ancak, günümüzde yaygın olarak, kıyı ve sahil aynı mânâda kullanılmaktadır.

Kıyı arazisi silt, kum ve kil, kumtaşı, bazalt ve granit gibi maddelerden meydana gelir. Kıyının yüksekliği, deniz seviyesinden yalçın kayalıklara kadar değişebilir.

Kıyılar, zamana ve yere bağlı olarak dâimâ değişmeye uğrar. Meselâ, alçak ve yüksek med ve cezir arasındaki farklara, yerküre, ay ve güneşin su üzerindeki etkisine bağlı olarak metrelerce veya kilometrelerce olabilir. Kıyıdaki küçük değişiklikler yer kabuğunun hareketi neticesinde meydana gelir. Bu çeşit değişiklikler umumiyetle seneler boyu sürer, bâzan da zelzele ile âni değişiklikler olabilir.

Yerin hareketleri, emersiyon veya submersiyon olarak tanımlanabilir. Emersiyon, arâzide kıyı düzleşme eğilimi gösterir. Submersiyonda ise kıyı girintili çıkıntılı ve düzensizdir. Nehirlerin çok olduğu bölgede meydana gelen submersiyon, nehir ağızlarını genişletir ve koy meydana getirir.

Akıntı ve dalgaların, kıyıyı yavaş yavaş yemesi neticesinde, tortu ve yumuşak kayalıklarda küçük koylar meydana gelir. Daha dayanıklı kayalar burun, yarımada olarak kalır. Tam tersine akıntı ve dalgaların getirdiği tabakalar yarımada ve sâhiller de meydana getirebilir.

Kıyılar, şu şekilde tasnif edilebilir: Kıyı su altında kalmış ve deniz, nehir yatağının alçak yerlerini doldurarak koy meydana gelmişse bu tip kıyılara “submersiyon kıyı” eğer kıyı, denize nisbeten yükselmişse bu kıyıya da “emersiyon kıyı” denir. Yıllar boyunca kıyının şekli hiç değişmemişse “nötr kıyı” adını alır. Halihazırda deniz seviyesine nazaran hem yükselmiş, hem de alçalmış kıyılara ise “bileşik (mürekkep) kıyı” denir.

Kıyı, biçimleri, bölgenin iç kısımları ile olan irtibatı etkiler. Yüksek girintili ve çıkıntılı kıyılarda limanlara daha çok rastlanır. Alçak, kumsalkıyılar ise deniz ulaşımına uygun değildir. Kara ulaşımına uygundur. Deltalı kıyılarda limanlar daha içerilere kadar sokulmuştur. Yüksek olan kıyılarda ise limanlar yoktur.

İlim adamları, tahminen 10.000 sene önce sona eren buz devri neticesinde bütün kıyıların sular altında kaldığını kabul etmektedirler. Buz devrinden önce Antarktika ve Grönland bugünkünden 60-90 m daha yüksekti. Nazariyelere göre, bu sebeple, bütün kıyılar yüksek ve alçak deniz seviyelerinden etkilenmiştir. Öyleyse büyük yer hareketlerine maruz kalmadıkça bütün kıyıları bileşik kıyılar olarak isimlendirmek lazımdır.

Türkiye’nin kıyılarının uzunluğu 8333 kilometredir:

Akdeniz:      

 1577 km

Ege Denizi:   

 2805 km

Marmara Denizi:

 1189 km

Karadeniz:   

 1695 km

Adalar: 

1067 km

 KIYI BANKACILIĞI

Alm. Off Shere Banking, Fr. Off Shore Banking, İng. Off Shore Banking. Serbest bölgelerin bir türü olan kıyı bankacılığı, bir ülkede bankacılık sektörü için düzenlenmiş kanun ve yönetmeliklerin kapsamı dışında kalan serbest bankacılık. Kıyı bankacılığının iki ön şartı vardır. Bunlar: 1) Bankacılık hizmetlerinden doğan gelirlerin vergilendirilmemesi. 2) Bankaların döviz hesapları üzerinde herhangi bir sınırlama bulunmamasıdır.

Kıyı bankacılığının gelişmesini sağlayan faktörlerden birisi, Eurodolar piyasasının 1960’lardan sonra gösterdiği gelişme; diğeri OPEC ülkelerinde biriken petrol gelirlerinin kanalize edileceği yeni merkezler aranmasıdır.

Kıyı bankacılığında kânunlar ve diğer düzenlemeler esnek bir yapıya sâhiptir. Banka hizmetlerinden doğan gelirlerin vergi dışı kalması ortak bir özelliktir. Bahama ve Chonnel Adaları, Bermuda, Hong-Kong, Liechtenstein, Luxemburg, İsviçre ve özellikle Bahreyn, kıyı bankacılığının büyük önem kazandığı yerlerdir.

KIYMA MAKİNASI

Alm. Fleischmaschine (f) (Fleisch-) Wolf (m), Fr. Hachoir (m) a viande, İng. Mincing-machine, grinder (machine). Et kıyan makina. Kıyma makinaları kullanılmadığı zamanlarda et, sağlam kütük veya tahtalar üzerinde satır ve bıçakla çok küçük doğranırdı. Kullanılacağı yere göre de bunlardan istifade edilirdi.

On dokuzuncu asrın ikinci yarısında kıyma makinaları yapılmaya başlandı. Bunlar madenî olup kolla çalıştırılırlardı. Makina, gövdesine üstünde etin konduğu bir kısım, gövde içinde kola bağlı sarmal biçimli parça, Arkhimed (Arşimet) Burgusu prensibine göre çalışır. Kıymanın çıktığı yerde delikli bir parça vardır. Vidalı bir kapak bunun üstünü kapanarak sistemin rahat, istenildiği gibi çalışmasını temin eder. Kasaptaki ve müesseselerdeki kıyma makinaları, büyük olup elektrikle çalışırlar. Günümüzde ekserî eve giren kıyma makinaları plastikten pratik olarak imal edilmektedir. Bu cins makinalarda kıymanın yanında sebze, kahve gibi şeyler de çekilebilmektedir.

Çekilmek istenen madde, ağızdan içeri verilir, el ile çalışanlarda kol çevrilir, elektriklilerde düğmeye basılır. Burada dikkat edilecek husus, malzemenin konduğu yere parmakları sokup kazaya meydan vermemektir. Onun için çekilecek malzeme ya özel bir kaşıkla veya kaşığın tersi ile içeri itilir. Makinanın çalıştığı müddetçe konan malzeme delikli ağız kısmından dışarı kıyılmış olarak çıkar. Delikli parça, değiştirilerek istenilen püre, iç yağı, marmelat gibi besin maddeleri de çekilebilir. Kıyma makinasında genel olarak et kıyılır. Kıyılan bu et, kıyma hâlinde köfte, dolma, rosto, börek, çorba gibi yerlerde kullanılır.

KIYMETLİ EVRAK

Alm. Wertpapier (n), Fr. Valeur (f), titre (m), İng. Securities, stocks. Piyasada tedâvül eden ve üzerinde bir hak ve değer taşıyan belgeler. Hâmiline yazılı emre ve nâma yazılı kıymetli evrakta, maddî bir mevcudiyeti olan senedin hak üzerindeki tesiri kesindir. Hakkın nakli, senedin teslimiyle mümkündür.Tahviller, hisse senetleri, çekler, koşimentolar, nakliye senetleri, ipotekli borç ve irat senetleri genellikle hâmiline yazılı olarak tanzim edilir. Emre yazılı kıymetli evrakla, senedin hak üzerindeki tesiri, hâmiline yazılı olanlardaki gibi olmayıp, hakkın devri için senedin tesliminin yanında “ciro” şartı da aranır. Emre muharrer senet (bono), poliçe, çek, makbuz senedi, deniz ödüncü senedi, varant, bu tür kıymetli evraktır. Nâma yazılı evrakın bir kişi adına düzenlenen ve emre yazılı, kaydını taşımayan nevidir. Kıymetli evrak, tedâvül ettiğinden şekil şartına tâbi olup bu şart, ispat için değil, evrakın sıhhati için gereklidir.

KIZ KALESİ

Mersin-Silifke yolu üzerinde, Mersin’e 50 km uzaklıkta bulunan ve yol boyunca 5-6 km devam eden antik Korykos şehrinin karşısında, denizin ortasındaki bir adanın üzerine kurulmuş kale. Evvelce buraya Elcusa denirdi. Kral Arhelaus’un yaptırdığı saray, kalenin içindedir.

Bu kale, Korykos şehrine denizden gelebilecek tehlikelere karşı inşâ edildi. Sekiz kule ile tahkim edilen kalenin en kuvvetli noktaları, kuzey ve güney uçlarındaki kulelerdedir. Kalenin bir cephesi 250 m uzunluğundadır.

Kale, Ermenilerin eline geçmişse de, sonra uzun yıllar Kıbrıs Krallarının elinde kalmıştır. Karamanoğlu İbrâhim Bey tarafından 1448’de zaptedilen kale, yeniden îmâr edilerek sağlamlaştırıldı. Bilâhare Osmanlılara geçti.

KIZ KULESİ

Alm. Leanderturm (m), Fr. Tour (f) de Leandre, İng. Maiden’s Tower, Tower of Leander. Marmara Denizinden İstanbul’a girişte Üsküdar’a yakın, denizin ortasında bir kaya üzerine inşâ edilmiş tarihî kule. Zamanımızda deniz feneri olarak kullanılmaktadır. Dakikada 20 defa yanıp sönen ışığı ile, gemicilere boğaza girişlerinde yol gösterir. Kız Kulesi fenerinin ışığı, dört mil uzaktan görülür. Kız Kulesi, Üsküdar’dan denize doğru uzanan burnun, 200 m kadar açığında bulunmaktadır.

Kız Kulesinin inşası hakkında, mîlâddan önceki devirlere kadar varan değişik rivayetler bulunmaktadır. Bu efsanelerin çoğu gönül hikâyelerine dayanmaktadır. Aynı tarzdaki hikayeler Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bulunan kız kuleleri için de anlatılır. M.Ö. 411’de Peloponnes Savaşları esnasında Boğaz deniz trafiğini kontrol altına almak isteyen Atinalılar tarafından, bu kara parçası üzerine bir gümrük binası yapılması ile Kız Kulesinin tarihi başlar. Bizans İmparatoru Manuel Kommenos’un Sarayburnu ile kule arasına bir zincir çekerek Boğazı kontrol altına alma teşebbüsünde bulunduğu bilinmektedir. Kız Kulesinin daha sonra harab olduğu söylenmekteyse de, 1453’te İstanbul’un fethi sırasında buranın savunmasının Venedikliler tarafından yapılması, fetih esnasında kulenin faal olduğunu göstermektedir.

Fetihten sonra, îmar edilerek, Boğaz ve İstanbul’un müdafaasında istifade edilmiştir. On beşinci asrın sonu ile on altıncı asrın ilk yarısına ait gravürlerde, Üsküdar açığında ufak bir kale görülür. Pîrî Reis’in İstanbul haritalarına bakılınca, burada etrafı mazgallı duvarla çevrili, ortasında küçük bir kulenin varlığı fark edilir.

Kız Kulesi çevresinin sığ olması sebebiyle on yedinci asırdan sonra kuleye bir fener konulmuştur. 1719 senesinde çıkan bir yangında ahşap kısımları tamamen yanan Kız Kulesi, Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa tarafından yeniden kargir olarak inşa edilmiş ve on sekizinci asırda devlet adamlarının haklarındaki kesin karar verilinceye kadar hapsedildikleri bir yer olarak kullanılmıştır. Boğaz istihkamlarının yeniden ıslahı ile vazifelendirilen Baron de Tot’un Kız Kulesi bataryalarının faal olduğunu yazması, buranın sonradan ehemmiyet kazandığı ihtimâlini ortaya koymaktadır. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde tâmir edilen Kız Kulesi, bu pâdişâhın son zamanlarında kurulan Karantina Teşkilâtının kontrol istasyonu olarak kullanılmıştır. Kulenin giriş kapısının üzerinde, Rakım Efendinin hattıyla Sultan İkinci Mahmûd Hanın tuğrası bulunmakta ve 1832-33 (H.1248) tarihinde adı geçen pâdişâhın tamir ettirdiği yazılıdır.

Daha sonra deniz feneri olarak kullanılan Kız Kulesi, Cumhûriyet döneminde Denizcilik Bankasından Millî Savunma Bakanlığına devredilerek, Deniz Kuvvetlerinin emrine verilmiştir.

KIZAK

Alm. 1. Schlitten (m) Helling (f), Schlipp (m), Fr. 1. Traineau (m) 2. Chantier (m), İng. 1. Sledge, sled, sleigh 2. Ways, sliding ways. Kar ve buz üzerinde, insan ve eşyâ naklinde kullanılan tekerleksiz taşıt. Deniz araçlarının yapıldığı ve tâmir edildiği tersânelerde gemilerin suya indirilmesi veya sudan çekilmesi için kullanılan tertibâta da kızak denir. Kızağın ilk defa dünyânın neresinde ve kaç yıl önce kullanıldığına dâir elde kesin bilgiler yoktur. Bâzı kazılarda bulunanlardan kızakların yedi bin senelik mâzisi olduğu tahmin edilmektedir. İlk önceleri yük taşımak için yapıldığı zannedilen kızaklar zamanla insan taşımak için de kullanıldı. Kışı uzun ve şiddetli geçen kuzey ülkelerinde taşıt aracı olarak kullanılır. Kızakların çekiminde köpek ve bilhassa ren geyiklerinden çok istifade edilir; bazı yerlerde at kullanılır. Buz tutan göllerde yelkenlisinden de istifade edilir. Sert ve sağlam malzemeden yapılanların yanında alüminyumdan da yapılanlar vardır.Mâden ocaklarında değişik tipte olan kızaklardan faydalanılır.

Kızağın spor aracı olarak kullanılması yenidir. Kızaklarla buz ve kar üzerinde bilhassa bayırdan aşağı doğru kayılır. Yarış kızaklarının yüksekliği 12-15, genişliği 45, boyu 125-150 santimetredir. Ağırlığı ise teklide 20, çiftlide ise 22 kilogramı geçmez. Sun’î olarak da yapılabilen yarış sahasının boyu 1000-1500 m, meyili ise % 9-11’dir. Yarışlar erkeklerde çiftli, bayanlarda tekli olur.

KIZAMIK

Alm. Masern (pl.), Fr. Rougeole (f), İng. Measles. Özel bir virüsle meydana gelen, bulaşıcı bir çocukluk hastalığı. Kızamığı ilk olarak 860 senesinde İslâm âlimi Râzî bildirmiştir. Sydenham ise 17. asrın ikinci yarısında hastalığı târif etmiş ve 18. yüzyıldan îtibâren de kızamık salgınları tanınmaya başlamıştır. 1911’de Andersan ve Goldbergen, kızamığı insanlardan maymunlara nakletmişler ve sebebinin bir virüs olduğunu bildirmişlerdir.

Kızamık, çocuk hastalıkları arasındadır. Yetişkinlerde görülmemesi, bunların, çocuklukta kızamık geçirmiş olmalarına ve kalıcı bir bağışıklık kazanmalarına bağlıdır. Eğer çocukluğunda geçirmemişse, yaşlılığında bile geçirebilir.Kızamık, tükrük damlacıkları ile bulaşır. İyi havalandırılan, güneşli bir odada kızamığı alma ihtimali azalır. Sonbaharda hastalık artar. Kış aylarında, bilhassa martta ve soğuk geçen nisan aylarında en üst seviyeye çıkar. Salgınlar yapar. Yaz aylarında pek görülmez. Hastanın kullanmış olduğu çamaşır, oyuncak ve yemek kaplarının hastalığın bulaşmasında rolü yoktur. Fakat, kaşık, çatal temizlenmeden ve kısa bir zaman içinde duyarlı bir kişi tarafından kullanılırsa hastalığın bulaşmasında rol oynayabilir. Hastalığın mikrobu, hastaların öksürük ve aksırıkları ile atılan tükrük taneleri üzerinde birkaç saat havada serbest kalır. Teneffüs yoluyla alınarak vücûda yerleşir. Kızamığın kuluçka süresi 9-10 gün kadardır. Hastalık, hafif titreme ve ateş yükselmesi ile başlar. Nezle hâli vardır. Çocuğun gözleri kızarmıştır ve ışığa bakamaz. Bademcikler şişmiştir. Öksürük de vardır. Kızamığın en kat’î belirtisi olarak ağız içinde yanak mukozasında gri-beyaz renkte, iğne başı büyüklüğünde çevresi koyu kırmızı lekeler olan “koplik lekeleri” görülür.

Nezle, öksürük ve konjoktivit (göz iltihâbı) ile geçen 3 veya 4 günden sonra 39-40°C devam eden ateş düşmeye başlar ve bunu takiben kulak ardından, alından ve saçlı deriden başlayan ufak pembe-kırmızı döküntüler ortaya çıkar. Öksürüğün görünmesinden sonra ateş tekrar yükselir, nezle ve konjonktivit daha da artar. Döküntüler, bütün vücuda yayılır, 5-7 gün içinde kaybolur. Kızamık, belli belirsiz seyredebildiği gibi, ölüme kadar götürebilecek derecede ağır da seyredebilir. Vücudun direncini kıran bir hastalıktır. Dolayısıyla seyri esnasında vücutta bulunan birçok fırsatçı mikroorganizma çeşitli iltihabî hâdiselere yol açabilir: Orta kulak iltihabı, ağız iltihabı, gastroenterit, zatürre larenjit, bronşit, menenjit, beyin iltihabı gibi.

Kızamık, üç yaşın altında, yaşlılarda ve hâmilelerde tehlikelidir. Beslenmesi bozuk, küçük çocuklarda, zatürre ile birlikte genellikle ölüme yol açmaktadır. Hasta sık sık havalandırılan, güneş gören bir odaya yatırılır. Odanın ısısı 18-22°C arasında olmalıdır. Ateşli dönemde süt, sütlü yiyecekler, meyve suları, et suyu verilir. Hasta isterse, haşlama veya ızgara etler, yumurta, tâze meyve ve sebze yedirilmesinde mahzur yoktur. C vitamini faydalıdır.

Kızamığın özel bir ilâcı bulunmamaktadır. Hasta, nezle ve döküntü bitinceye kadar ayrı bir odada yatırılır. Ağız temizliğine dikkat edilir. Gerekirse, ağrı kesici, ateş düşürücü ilâçlar verilir. Ortaya çıkan başka hastalıklar da varsa tedâvi edilir. Kızamığın ihbârı (haber verilmesi) mecbûrîdir. Hastanın en az 9 gün tecridi gerekir. Salgınlarda, nezleli çocukları okula göndermemelidir. Canlı kızamık aşısı, korunmada çok faydalıdır. 10 aylık iken aşı yapılmalıdır.Kızamık, daimî bir bağışıklık bıraktığından, bir defa geçiren bir daha geçirmez. Salgınlarda kızamıktan korunmak için, yerine göre hassas çocuklara kızamık serumları da uygulanabilir. Kızamık aşısı ile çocuk çok hafif bir kızamık geçirmekte ve bir daha kızamık olmamaktadır.

KIZAMIKÇIK

Alm. Röteln (pl.), Fr. Rubèole (f), İng. German measles. Özel bir virüs ile meydana gelen, bulaşıcı bir hastalık. Hastalığı ilk olarak Nagner, 1829’da kızamık ve kızıldan ayırmıştır. 1938’de Hiro ve Tasaka, hastalığı deney yolu ile sağlamlara bulaştırmayı başarmışlar ve sebebinin bir virüs olduğunu bulmuşlardır.

Hastalık, en çok kış ve ilkbahar aylarında artar, geniş salgınlar yapmaz. Temasla bulaşır. Daha çok 2-10 yaş arasındaki çocuklarda görülür. Büyükler arasında nâdirdir. Kuluçka dönemi: 15-25 gün arasında değişir. Hastalık hafif nezle ve ateşle başlar. Yüksek ateş 3-4 günde normale iner, hastada biraz halsizlik, hafif baş ağrısı, nezle ve konjonktivit (göz iltihabı) vardır. Üçüncü günü baş ve yüzden başlayan döküntüler boyun ve gövdeye yayılır. Döküntüler, pembe renkte, yuvarlak ve deriden hafif kabarıktır. Kızamık döküntülerinden daha seyrektir. 2-3 gün içinde solarlar. Kızamıkçık hafif geçer. Boyundaki lenf bezleri grup hâlinde büyür. Kızamıkçık, özellikle gebeliğin ilk üç ayında hastalığa yakalanan annelerin çocukları için tehlikelidir. Çocuğa geçen kızamıkçık virüsü, çocuğun normal gelişimini bozmakta ve çocuğun bir takım anormalliklerle doğmasına yol açmaktadır (kalp anormallikleri, göz anormallikleri, sağırlık vs.). Teşhis koyarken, kızamıkçığı diğer döküntülü hastalıklarla karıştırmamalıdır.

Kızamıkçık, tedâvi gerektirmeyecek kadar hafif seyirli ve iyi gidişlidir.Hastalara yatak istirahati tavsiye edilir. Ateş düşünceye kadar hafif bir diyet (perhiz) verilir. Gerekirse aspirin ve vitamin de verilebilir. Hastaların bir hafta tecridi, bulaşmanın önlenmesi bakımından yeterlidir. Kızamıkçıktan hamilelerin korunması önemlidir. Hamile bir kadının, çocukluğunda kızamıkçık geçirmemişse, kızamıkçıklı çocuklarla teması kesin olarak gönlenmelidir. İnfeksiyon tehlikesi bulunan kadınlara, gamma globülin uygulanmalıdır. Zayıf da olsa bir bağışıklık sağlayan kızamıkçık aşısı kızamıkçık geçirmemiş olan hâmile kadınlara da yapılabilir (ölü aşı). Gebelere canlı aşı uygulanmaz.

Kızamıkçık, tekrarlayan bir infeksiyon hastalığıdır. Aşılanmada en iyi metod, kız çocuklarının canlı aşı ile aşılanmaları ve olgunlaşma yaşına gelenlerin incelenerek, sadece bağışıklığı kalmamış olanların yeniden aşılanmalarıdır.

KIZBÖCEKLERİ (Odonata)

Alm. Libellen, Fr. Libellules, İng. Dragonflies. Familyası: Libelluidae, Agrionidae vs. Yaşadığı yerler: Çoğu tropikal ve ılıman bölgelerin tatlı su alanlarında barınırlar. Kanatlı olan erişkinleri su kenarlarında uçuşur. Nimfa denen larvaları ise, suda yaşarlar. Özellikleri: Oldukça iri yapılı, güçlü kanatlı, güzel renkli avcı böcekler. Ömrü: 1-5 yıl arasında değişir. Çeşitleri: Bu takımın iki alt takımı, bunların da dokuz familyası mevcuttur.

Böcekler (İnsecta) sınıfının, kanatlılar (Pterigota) alt sınıfına giren bir takımı. Subâkireleri, Yusufçuklar, helikopterböcekleri, tayyareböcekleri, dragon sinekleri veya ejdersinekleri gibi isimlerle de tanınırlar. Su kenarlarında yaşayan, uzun vücutlu, güçlü kanatlı etçil böceklerdir. Güneşli havalarda göllerin, su birikintilerinin ve derelerin kıyılarında uçuşur, diğer böcekleri kaparak yerler. Nimfa denen larvaları da, sularda yaşar ve diğer küçük hayvanları avlarlar. Karın uçlarında veya kalın barsaklarında bulunan trakea solungaçlarıyla solunum yaparlar. Erginlerin iri başlarında iki büyük petek göz ile üç nokta göz ve çok kısa olan biz şeklinde iki anten bulunur. Güçlü göğüs öne yönelmiştir. Bu halleri, uçuş sırasında yakalanan avın zaptedilmesini kolaylaştırır. İki çift olan kanatları saydam, uzun ve çok damarlıdır. Bâzı cinslerde kanatlar, dinlenme hâlinde yanlara doğru açık bulunur, bâzılarında ise, yukarı doğru tutulurlar.

Kızböceklerinde kanat hareketi pasif değildir. Kanatlar özel kaslarla hareket ettirilirler.

İnce uzun olan karın kısmının ucu, kıskaç şeklinde iki uzantıyla sonlanır. Bâzı türlerin kanatlarında lekeler bulunur. Başın gövdeye bağlandığı yerde bulunan kıl kümeleri yer çekimli duyu organlarıdır. Uçuş esnâsında dengeyi sağlarlar. Başın yanlarındaki iri petek gözlerde iki çeşit mercek bulunur. Üst yüzeydekiler küçük olup harekete karşı duyarlıdır. Altta bulunan büyükler ise, biçimleri net görmede görev alırlar. Bâzı türlerde petek gözler, hemen hemen başın bütün yüzeyini kaplar.

Türkiye’de bulunan türlerden “Anax imperator” iri yapılı ve mavi renklidir. “Orthetrum”lar ise kırmızı esmerdir. “Libellula” türlerinin kanatları lekelidir. “Libellula depressa” çoğunlukla kızböceği olarak bilinir. İnsanlara birçok zararı olan sivrisinek ve titrek sineklerin amansız düşmanıdır. Kırmızı, sarı ve mavilerle veya bu renklerin karışımından boyanmış çok güzel ve zarif bir mahlûktur. Çoğunlukla bir göl veya ırmak kenarında sazlar arasında kanat çırparken görülür.

Kızböceğinin kalın ağ damarlı ve cam gibi parlayan uzun dört kanadı olup, birbirine eşittir. Gözleri birbirinden aralıklı ve iridir. Bir yere kondukları zaman kanatları vücutlarının yukarısında dümdüz durur. Ağız parçaları çiğneyici tiptedir. Avlanacağı zaman son derece sessiz olması sebebiyle kolay av bulur ve genelde avını kaçırmaz. Sivrisinek ve titrek sinekten başka diğer küçük böcekleri de yer. Avlarını ayaklarıyla yakalar. Üç çift ayağı olup uçarken de avlanır ve avını ayakları ile ağzına götürerek havada yer.

Havada çiftleşip yumurtalarını suya bırakırlar. Yumurtadan yeni çıkan yavru kızböceği 1 ile 5 yıl kadar su altında kalır. Karınlarının ucundan arkaya doğru uzanan üç uzun ince ve yapraksı solungaçla solunum yaparlar. Gelişimini tamamlayıncaya kadar 10-15 defa deri değiştirir.

Son deri değişiminden önce larvanın derisi altında, ergin bireyin organlarının meydana gelişi tamamlanır. İç değişiklikler tamamlanınca larva son deri değişimi için sudan çıkarak su dışındaki bir bitkiye tırmanır. Deri, ense kısmından çatlıyarak içinden yumuşak kanatlı birey süzülerek sıyrılır. Kısa bir süre iskelete asılı kalır ve kanatlarını gererek sertleşmesini bekler. 20 dakika içinde kanatları kuruyup uçuşa başlar. İlk 15 gün içinde aşırı beslenmeye devam eder. Bu arada renkleri tam olarak ortaya çıkar.

KIZIL

Alm. Scharlach (m), Fr. Scarlatine (f), İng. Scarlet fever, scarlatina. Yüksek ateş ile başlıyan, deride nokta şeklinde yaygın kırmızı döküntüler yapan, had seyirli ve bulaşıcı bir anjin tipi.

Kızıl, 16. ve 17. asırlarda tanınmıştır. Sydenham, 1676’da hastalığın klâsik târifini yaparak Scarlatina Simpleks adı ile dünyâya tanıtmıştır.

Kızılın âmili, beta hemolotik streptokok adlı bir mikroorganizmadır. Bütün dünyâda yaygın bir hastalıktır. En çok kış mevsiminde görülür. Hastalık kaynağı, taşıyıcılar ve hastalardır. Mikroorganizma, öksürük ve aksırıkla ağızdan fırlayan tükrük damlacıkları üzerine yüklenerek sağlamlara bulaşır.

Streptokok her kişide bulunabilir. Birisinde basit bir anjin yapar, diğerinde kızıla yol açar. Hastalığın çıkışında, hastalardan çok, sağlam taşıyıcılar önemlidir. Hastanın kullanmış olduğu yatak takımları, temas ettiği ekmek gibi şeyler, bakteriyi taşıyabilir. Portörler tarafından kirletilen süt içinde bakteri kolaylıkla ürer.

Erkekler, kadınlara oranla kızıla daha çok yakalanır. Yeni doğan çocuk, kızıla hassas değildir. 4-5 yaşlarında hassasiyet başlar ve artar, ilkokul çağında üst sınırı bulur, 14 yaşına kadar devam eder. Hassasiyet bundan sonra azalır, yetişkinlerde direnç tekrar meydana gelir. Hassas kişilerde, anjine sebeb olan streptokokun toksinlerine karşı vücutta allerjik bir cevap meydana gelmekte ve kızıl adıyla bilinen döküntülü tablo ortaya çıkmaktadır. Anjin ile kızıl arasında döküntüden başka hiçbir fark yoktur. Allerjik olmayanlarda streptokok sadece anjin yapabilmektedir.

Kızılın kuluçka dönemi 2-4 gün kadardır. Birdenbire başlar. Ateş, titreme ile 39-40°C’ye yükselir. Bu sırada başağrısı, kas ağrıları, bulantı, kusma ve boğaz ağrısı da vardır. Bâdemcikler büyük ve kırmızıdır ve anjin görünümü mevcuttur. Ağız içi kırmızıdır. Dil, çilek görünümündedir. Dilin bu görünümü kazanması sadece bu hastalığa has olup, teşhisi sağlar. Hastalığın ikinci gününde ateş yüksek seviyesine varır ve bu sırada kızıl adını verdiren tipik döküntüler başlar. İlk olarak boyunda görülen döküntüler, daha sonra yüze ve gövdeye yayılır. Nokta şeklinde olup, sık olduklarından deride yaygın bir kızarıklık hâlinde görülürler. Deri kıvrımlarında kırmızı çizgiler hâlindedir (pastia çizgileri). Birinci haftanın sonunda döküntüler solmaya başlar ve kabuklanır.

Kızıl oldukça hafif seyredebildiği gibi, nâdiren ölümle de sonlanabilir. Bâdemciklerde yerleşen streptokoklar, organlara yayılırsa, bademcikler çevresinde apse ve flegmonlar, sinüzit, orta kulak iltihâbı, menenjit, septisemi, tromboflebit gibi cerahatli iltihaplara yol açar. Kızılın toksik komplikasyonları, hastalığın üçüncü haftasında görülür. Bunlarda cerâhatlenme olmaz. Had yaygın glomerülonefrit, romatizma ve kardit, anaflaktik purpura gibi hallerdir. Bunlar, antijen-antikor birleşmesi sonucu meydana gelen toksik maddeler ile husule gelirler.

Hastalığın şiddetine göre, hasta 1-2 hafta yatakta bulundurulur. Ateşli devrede sulu besin maddeleri verilir. Şiddetli şekillerde derhal antitoksik serum tedâvîsine geçilir. Adrenalin ve böbreküstü bezi hormonları verilir. Hastalığın ilk gününden itibaren günde 5-10 milyon ünite penisilin yapılır ve anjin tamamen geçinceye kadar devam edilir. Komplikasyonlar çıkmışsa tedâvi ona göre ayarlanır.

Kızıl oldukça kuvvetli bir bağışıklık bırakır, fakat bir geçirenin bir daha yakalanması da mümkündür. Kızıldan korunmak, ancak streptokoklara karşı genel koruma ile mümkündür. Streptokoklar, tabiatta yaygın olduğundan, bunların vücûda girmesine engel olma gayreti tutarsız ve faydasızdır.

Şahsî korunma bakımından enfeksiyon yuvası olmuş, bâdemcikleri, çürük dişleri çıkarmak, sinüzit veya diğer streptokok odaklarını tedâvi etmek gerekir. Allerjiyi gidermek için kızıl aşısı düşünülmüştür. Fakat hâlen uygulanmamaktadır. Kızıl, geniş salgınlar yapmadığından aşı üzerinde durulmamaktadır. Antitoksik serum da üretilmemektedir.

KIZILAĞAÇ (Alnus)

Alm. Schwarzerle (f), Fr. Aune, aulne (m), İng. Alder. Familyası: Huşgiller (Betulaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Karadeniz bölgesi. Kışın yaprağını döken, çiçekleri bir cinsli olan ağaçlar. Yapraklarının kenarları dişlidir ve armut şeklindedir. Rutubetli yerlerde, bilhassa dere kenarlarında iyi yetişir. Gövdeleri boz veya kırmızımsı kahverengindedir. Kabuğunda derin çatlaklar vardır. Memleketimizde Alnus glutanosa, A. deniticulata, A barbata, A. orientalis türleri yayılmış bulunmakdır.

Kullanıldığı yerler: Kızılağacın kerestesi yumuşak ve hafif pembe renktedir. Kontrplak îmâlinde ve mobilyacılıkta kullanılır.

KIZILAY

Alm. Roter Halbmond (m), Fr. Croissantrouge (m), İng. Red Crescent. Türkiye Kızılay Derneği adı altında, savaşta, barışta ve milletlerarası yardımlaşmalarda faaliyet gösteren bir yardım kurumu. 11 Haziran 1868 târihinde Osmanlı Mecrûhûn-i Askerî Muâvenet Cemiyeti adıyla merkezi İstanbul’da kurulan cemiyet, 14 Nisan 1877’de Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti adını aldı (Bkz. Hilâl-i Ahmer). 1925’te genel merkezi Ankara’ya taşındı ve adı 1935 yılında Türkiye Kızılay Cemiyeti olarak değiştirildi.

Kızılayın ilk kurucuları Dr. Abdullah Bey, Sedrâr-ı Ekrem Ömer Paşa, Marko Paşa, Edhem Paşa, Della Suda Fâik Paşa ve Hüseyin Hilmi Paşadır. Dernek kuruluşundan bu yana, Balkan Savaşlarında; Bingazi, Trablusgarp, Humus, Selanik, Üsküp ve Gelibolu’da Birinci Dünyâ Savaşı sırasında çeşitli cephelerde hastâneler açarak Türk ordusuna maddî ve mânevî yardımda bulunmuş ve hizmetlerini İstiklâl Savaşı yıllarında sürdürmüştür.

Yurdun muhtelif yerlerinde ortaya çıkan tabiî âfet ve felâketlerde, Kızılay bütün imkânlarıyla felâketzedelerin ilk ve âcil yardımlarına koşar. Böyle durumlarda vatandaşların barınmaları, beslenme ve tedâvîleri Kızılay ekiplerince karşılanmaktadır. Ayrıca başka devletlerde meydana gelen âfet yardımlarına katılır. Ekipler göndererek, malzeme ve para yardımında bulunur.

Kızılay, savaşta veya olağanüstü hallerde, hükümetin gösterdiği lüzum ve ihtiyaca göre vatandaşların ve silahlı Kuvvetlerin yardımına koşar. Bu gaye için lüzumlu malzeme araç ve gereçleri dâimâ kontrol altında bulundurarak hazır bekletilir.

Araştırma ve haberleşme teşkilâtı aracılığı ile savaş esirlerinin, mültecilerin değiştirilmelerine veya âileleri ile haberleşmelerine, para ve eşyâ sağlamaya aracılık eder.

Hükûmetin isteği üzerinde hastâneler kurar. Hemşireler, hastabakıcılar yetiştirir. Dispanserler, sağlık merkezleri, rehabilitasyonlar kurar ve idâre eder. Kan yardımı ile, kan bağışı kabul edecek teşkilâtlar açar. Yardıma muhtaç, hasta mâlûl ve sakatlara gereken yardımı yapar. Sivil savunmada görev alır. Kızılay gönüllü teşkilâtını kurar. Büyük âfetlerde ve savaş dolayısıyla ortaya çıkan göçlerde yardımlarda bulunur. Kurtarıcı ve ilk yardımcılar yetiştirir. Tehlikeli bölgelerde bulunup korunmaları gerekenlerin hükûmetin göstereceği yerlere taşınmalarına ve yerleşmelerine yardım eder. Milletlerarası Kızılhaç Komitesi, Kızılaslan, Güneş Dernekleri Birliği ile bu derneklere bağlı diğer derneklerle işbirliği sağlar.

Kızılayın, savaşta ve barışta, milletlerarası yardımlaşmalarda çeşitli görevleri vardır. Kızılayın gâyesi; savaşta felâkete uğrayanları koruyan Cenevre sözleşmeleriyle, milletlerarası antlaşmalardan, Türkiye Cumhûriyetinin taraf olduğu antlaşmaların derneğe yüklediği hizmet ve görevleri yerine getirmek, barışta yurt içinde ve yurt dışında meydana gelen tabiî âfet ve felâketlere karşı sağlık yardımlarında bulunmak, savaşta silâhlı kuvvetlerine yardımcı olmaktır. Kızılay dört yılda bir düzenlenen Milletlerarası Kızılhaç Konferansına katılır.

Bugün Kızılayın yurdun her tarafında 649 şûbesi, 10 kan merkezi ile bir hemşirelik koleji, Afyon’da bir mâden suyu işletmesi, gençlik kampları, karayolları üzerinde ilk yardım istasyonları, pekçok dispanser, aşocağı, öğrenci yurdu gibi tesisleri vardır. Kızılay prensip olarak, milliyet, ırk, din ve sosyal şart ve siyasî inanç farkı gözetmeksizin fertlerin ıstıraplarını önlemeye ve hafifletmeye çalışır. Milletlerarası karşılıklı dostluk ve sürekli barış anlayışını destekler. Kızılay bağımsız bir kuruluştur. Devletin kânunlarına tâbi olarak insanlık faaliyetlerinde ve kamu otoritesinde yardımcı olur. Kendisine bağlı bütün millî dernekler aynı haklara sâhib olarak yurt sathında faaliyetini sürdürürler. Kızılay menfaat beklemeksizin gönüllü bir yardım kuruluşudur.

1869 yılından 1993 yılına kadar Kızılay Genel Başkanlığı yapmış olan kişiler:

Dr. Marko Paşa 

 1869-19 Nisan 1877

Dr. Ârif Bey

 2 Eylül 1909

Rifat Paşa

 

Talât Bey

 

Hüseyin Hilmi Paşa 

 4 Mayıs 1910-28 Mart 1917

Tevfik Paşa

 28 Mart 1917-19 Şubat 1921

Abdurrahmân Şeref Bey

 19 Şubat 1921-18 Şubat 1922

Dr. Refik Saydam 

22 Ağustos 1922-25 Nisan 1939

Dr. Hüsâmeddin Kural

 25 Nisan 1939-5 Mayıs 1941

Ali Rana Tarhan 

5 Mayıs 1941-1 Aralık 1950

Prof. Dr. Nihat Reşat Belger

1 Aralık 1950-29 Nisan 1953

F.Lütfi Karaosmanoğlu 

 29 Nisan 1953-28 Nisan 1956

Şami Ergin

 28 Nisan 1956-27 Nisan 1958

Rıza Çerçel

27 Nisan 1958-30 Nisan 1960

Şemi Ergin 

30 Nisan 1960-16 Haziran 1960

Prof. Dr. Nusret Karasu 

16 Haziran 1960-29 Nisan 1961

Ahmed Yıldız

29 Nisan 1961-2 Aralık 1961

Prof. Dr. Nusret Karasu

 2 Aralık 1961-2 Mayıs 1964

Dr. Fikret Pamir

2 Mayıs 1964-16 Nisan 1966

Mecdi S.Sayman 

 16 Nisan 1966-1 Ekim 1966

Mehmed Nomer

1 Ekim 1966-23 Eylül 1967

Rıza Çerçel

23 Eylül 1967-1 Kasım 1969

Dr. Fikret Pamir

1 Kasım 1969-2 Mayıs 1970

Frof. Dr. Recai Ergüder

 2 Mayıs 1970’ten 1978’e kadar

Dr. Ali Rıza Zorluoğlu 

 1978’den 1979’a kadar

Dr. Kemâl Demir

 1979- Devâm etmekte

 KIZILCIK (Cornus mas)

Alm. Kornelkirschbaum (m), Fr. Cornoeuiller (m) mâle, İng. Cornelian cherry. Familyası: Kızılcıkgiller (Cornaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, Akdeniz, Anadolu.

Mart-nisan ayları arasında çiçek açan, 2-7 m boyunda, karşılıklı yapraklı ve yaprak döken küçük bir ağaç. Genç dallar az çok tüylüdür. Gövdeleri sarımtrak kabuklu ve levhalar hâlindedir. Genç dallar kırmızımsı kahverengidir. Çiçekler küçük, sarı ve basit şemsiye durumundadır. Çiçek halkaları dörder parçalıdır. Meyveleri eliptik, oval, kırmızı renkli, ekşi ve buruk lezzetlidir. Ağustos-eylül aylarında olgunlaşır. Kullanıldığı yerler: Gövde kabukları ve meyveleri kullanılır. Meyvelerde şekerler, müsilaj ve organik asitler; kabuklarda ise reçineli maddeler, tanen ve müsilaj vardır. Kızılcık meyvelerinden ezme, marmelat, meyve suyu yapılır. Kabız edici özelliği vardır. Gıdâ olarak istifâde edildiği gibi kabukları ateş düşürücü olarak kullanılır.

Kızılcık çekirdeklerinden, çabuk kuruyan mürekkep yapılır. Kızılcık ağacı sert ve sağlamdır. Ağaç kısmı, yaprak ve kabukları deri sepilemekte kullanılır. Deriyi sarıya boyar. Odunundan barut îmâlinde kullanılan kömür elde edilir.

Anadolu’da bulunan ve aynı şekilde kullanılan diğer türleri şunlardır:

Beyaz çiçekli kızılcık (C. australis): Çiçekleri beyaz olup yapraklardan sonra meydana gelir.

Kırmızı yapraklı kızılcık (C. sanguinea): Yaprakları kırmızımtrak renktedir. Seyrek bulunur.