KIŞ
Alm. Winter, Fr. Hiver, İng. Winter. Senenin en soğuk mevsimidir. Günlerin en kısa olduğu günde başlar, gün ve gecenin eşit olmasına kadar devam eder. Kuzey yarım kürede 22 Aralık ve 21 Mart arasıdır. Güney yarım kürede ise bu 22 Haziran ile 23 Eylül arasıdır.
Tropik ve kutup bölgeleri hâriç kış, önceki mevsim olan sonbahardan ve sonraki mevsim ilkbahardan oldukça farklıdır. Sıcaklıklar düşüktür. Kar yağışı mevcuttur, soğuk dalgası gelirken güneş ışığı azalır. Pekçok bitkinin büyümesi yavaşlar, hayvanların çoğu kış uykusuna yatar veya sıcak bölgelere göçer.
Kış mevsimi, değişik özelliklerden dolayı diğer mevsimlerden ayrılır. Kış genelde insanlar tarafından pek sevilmeyen bir mevsimdir. Fakat kış da diğer mevsimler gibi çok faydalıdır. Bâzı bitkiler ekildikten sonra üzerlerine lüzumlu olan kar, kış mevsiminde yağmakta, havadaki mikroplar ölmekte ve eriyen karların suları ile barajlar dolmaktadır. Bu mevsimin faydası külfetiyle birlikte gelmektedir. Kış mevsimi, insanları derleme ve toparlanmaya yöneltir.
Kış mevsimi yaklaşırken, evlerde ve çeşitli yerleşim yerlerinde değişmeler görülmektedir. Evlerde yaygılar değiştirilir, pencereler ve kapılardan hava alan yerler tıkanır.
Bu mevsimde yenecek yemekler kalori bakımından bol olmasına dikkat etmelidir. Balık, kuru fasülye, nohut gibi yiyecekler bunlardandır. Kış mevsiminde yenilecek meyveler de çok önemlidir. Bunlar içinde portakal, elma, mandalina, muz, kestane gibi meyvelerin yenmesi çok iyidir.
Kış mevsiminde soğuktan korunmak, insanlar için dikkat edilecek bir husustur. Kalın elbiseler giymek yerine, sıcak tutan elbiseler tercih edilmelidir.
Oda sıcaklığı 17-20°C’de tutulmalıdır. 30°C’lik bir oda sıcaklığından -5°C’lik bir soğuk havaya çıkmamalıdır. Âni değişen sıcaklıklar çabuk hastalanmaya sebeb olur.
Genellikle kar yağışı fazla ve bu sporları yapmaya elverişli dağlarda yapılan kendine has özellikleri olan amatör ve profesyonel sporcuların katıldıkları sporlar. (Bkz. Kayak, Kızak)
Alm. Winterschlaf (m), Fr. Hibernation, İng. Hibernation. Bâzı sıcakkanlı ve soğukkanlı hayvanların, kışı uyku veya uyuşuk gibi bir dinlenme halinde geçirmesi. Kış uykusu, soğukkanlı hayvanların hareketsizliği veya sıcakkanlı omurgalı hayvanların (memeli ve kuşlar) vücut sıcaklıklarının düşerek sıfır dereceye yaklaşması ve metabolizmalarının yavaşlaması olarak da târif edilebilir. Kış uykusunun süresi türlere ve çevre sıcaklığına göre birkaç haftadan altı aya kadar değişir.
Hibernasyon, yâni kış uykusu tabiattaki bilmecelerden belki de en enteresanıdır. Milyonlarca memeli, sürüngen, haşarat ve böcek bütün bir kış boyunca uyur. Vücut organlarının aktifliği tamâmen askıya alınır. Organların faaliyeti o kadar yavaşlar ki, güçlükle fark edilir.
Kış uykusu, değişken iklimlerde yaşayıp besin bulma zorluğu çeken hayvanlarda olur. Kışın yaklaşmasıyla sincap, tarla faresi gibi hayvanların vücutlarında değişiklikler belirmeye başlar. Kalp atışları yavaşlar, soluk alış-verişleri azalır ve zihin faaliyetleri durur. Derin, donmaktan emin kovuklarına çekilir, tostoparlak olarak derin bir kış uykusuna yatarlar. Gerçek kış uykusuna sıcakkanlı omurgalı hayvanlar yatarlar. Böcekler, sürüngenler, kurbağalar, balıklar gibi soğukkanlı hayvanlar da kışı inlerinde uyuşuk olarak geçirirler.
Bâzı hayvanlar, çevre ısısının belli bir dereceye düşmesiyle uyanırlar. Meselâ yarasalar eksi iki derecede uyanır. Daha sıcak bir yere giderek tekrar uykuya dalarlar. İhtiyaç ve aşırı acıkma da uyanmalara sebeb olabilir. Soğukkanlı hayvanların (böcekler, sürüngenler, kurbağalar, balıklar vs.) vücut ısıları çevre sıcaklığına bağlıdır. Sıcakkanlı hayvanların ise türlere göre sâbit sıcaklık dereceleri vardır. Kış uykusuna yatan memeli ve kuşların vücut ısısı çevrenin ısısına çok yakın bir dereceye kadar düşer. Çoğunlukla +1°C’ye kadar düştüğü gözlenmiştir. Eğer donma derecesine düşerse hayvan ölür. Çok kuru ve sıcak iklimli bölgelerde yaşayan bâzı hayvanlar da yaz uykusuna yatarlar. Salyangozlar aşırı sıcaklarda kabuklarına çekilip dinlenirler. Dipnoi denen çift solunumlu balıklar (akciğerli balıklar) bulundukları nehir suları kuruyunca balçığa gömülerek uyuşuk halde suların tekrar gelmesini beklerler. (Bkz. Yaz Uykusu)
Kış uykusuna yatacak hayvan, kendisine donma noktasının üstünde olan ılık bir kovuk bulur veya kazar. Yaprak, tüy, kıl gibi maddelerle de burayı izole eder. Kış uykusu boyunca, yazın vücutlarında depoladıkları yağı sarf ederler. Tarla sıçanı, sincap gibi bâzı hayvanlar kış uykusuna yatmadan önce kovuklarında yiyecek depo ederler. Belli aralıklarla uyanarak bunları yerler.
Kış uykusunun başlamasıyla hayvanın kalp atışı ve kan basıncı azalır. Beslenme faaliyeti ve dışkılama kesilir. Solunum fark edilecek derecede yavaşlar. Bâzılarında tamâmen kesilmiş gibidir. İç salgı bezlerinin salgıları yavaşlar. Sindirim sistemi ve ifrâzatı durur. Anatomik ve fizyolojik değişiklikler de gözlenir. Dağ sıçanı, köstebek ve yer sincabında dişlerin kireçlendiği de görülmüştür. Küçük memelilerden olan “yedi uyuklayangiller” kış uykusu boyunca 40 derecelik vücut sıcaklıklarını donma noktasının biraz üstüne kadar düşürebilirler. Bu düşük ısıda vücut faaliyetleri yavaşlar. Hayvan çok yavaş soluk alıp verir. Kalp atışları normal olan 300 vuruştan dakikada 7 ile 10 vuruşa kadar düşer. Tabiî vücut refleksleri kesilir. Beynin elektrik faaliyeti adeta durur. O kadar yavaşlar ki, fark edilemez. Şayet kovuktaki hava sıcaklığı donma noktasına düşerse hayvan otomatikman uyanır ve bütün vücut sistemlerini harekete geçirerek vücut sıcaklığını normale döndürmeye çalışır. Bunu yapamazsa ölür. Çevre ısısının âni düşüşü hayvanı uyandırarak ölümü engeller. Toprağın sürekli don olduğu yerlerde, yuva yapıcı memeliler kış uykusuna yatmaz.
Kış uykusuna yatan bütün soğukkanlı hayvanlar, plazmaları içinde hücreleri tahrip eden buz kristalleri meydana geldiği takdirde soğuktan donmak tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Çok soğuk havalarda hareketsiz kalmanın tehlikeleri yok değildir. Organlar buz kristalleri tarafından tahrip edilebilir veya dokular donabilir. Kış uykusuna yatan hayvanların vücutlarındaki sıvılar, moleküler ağırlığı daha büyük kimyevî maddeler bakımından zenginleşerek donma noktası düşer. Böylece don tehlikesinden korunulmuş olur.
Hibernasyon o kadar değişik, enteresan ve çözülememiş bir meseledir ki, çeşitli organlar arasındaki ilişki ve güç bölümünde bile anlaşılamayan hususlar vardır. Meselâ; marmot (dağ sıçanı)un omuriliği ve beyni tamâmen çıkarıldığı halde, hayvanın kalbi daha 10 saat atmaya devam etmiştir. Bir ilim adamı kış uykusuna yatan bir marmotu 4 saat saf karbondioksit gazının içinde tuttu. Bir şey olmadı. Kış uykusuna yatan bir yarasa, 1 saat bir kova suyun içine sokularak bekletildi. Dışarı çıkarıldığında hâlâ uyuyordu ve tamâmen normaldi. Bir kirpi, 22 dakika batırıldığı suyun içinde kaldı. Kış uykusuna yatan bir fındık fâresi, toparlak haliyle bir odada, top gibi, karşıdan karşıya yuvarlandı. Yine de uyanmadı ve hâlinde değişiklik olmadı.
Bâzı Amerikan yer sincapları on günde bir uyanırlar. Daha erken uyanmaları kendi zararlarına olur. Fazla enerji sarfiyatı hayatlarını tehlikeye düşürür. Ilıman iklimlerdeki yarasa türlerinin çoğu kış uykusuna yatar. Ancak ılık kış günlerinde böcek avlamak için uyanırlar. Bu kısa dönemlerde çok az miktarda enerji harcamaya gayret ederler. Kış uykusuna yatan yarasaları uyandırmak, rahatsız etmek, düzensiz enerji tüketimine sebeb olacağından yarasalar için felâket demektir.
Bâzan kış aylarında bir kokarca, bir rakun ve bir porsuk ortalıkta görülebilir. Bunlar acıkmışlar ve uyanmışlardır. Karınlarını doyurup tekrar uykuya dalarlar.
Kış uykusu sâyesinde çevrenin zor şartlarına karşı mukâvemet gösterirler. Kış uykusu, gıdâ kıtlığı zamanında canlının enerji sarfiyatını en az seviyeye düşürerek sert iklim şartlarına dayanmasını sağlar. Vücut ısısının düşmesi ve metabolizmanın yavaşlaması hayvanın direncini arttırır. Ansızın uyandırılırsa ölebilir. Kış uykusuna yatan hayvanlar, önceden vücutlarında depoladıkları yağı yavaş yavaş erittikleri için bu zaman zarfında çok ağırlık kaybederler. Baharda uyandıkları zaman zayıf ve sinirli olurlar. Kaybettiklerini kazanmak için büyük bir iştahla, çok yerler. Kış uykusu, belli bâzı fizyolojik mekanizmalar tarafından kontrol edilmektedir. Buna “Bedenî (bünyevî) biyolojik saat” denilmektedir. Kış uykusuna yatan bir yer sincabının kan serumu alınıp, kış uykusuna yatmadan birine şırınga edilirse, o hayvan da kış uykusuna yatar.
Ayılar da inlerinde uyurlar. Derin bir uykuya dalmalarına rağmen uykuları gerçek kış uykusuna benzemez. İnlerinde uyuklarken, vücut ısıları normalin altına düşmez. Şâyet vücut ısıları 15 derecenin altına düşerse ölürler. Hakîkî kış uykusuna yatan hayvanlar ise eksi iki derceye kadar yaşarlar. Aradaki fark neden ileri gelmektedir? Bilim adamları bunun cevâbını şimdilik verememektedir. Cevâbını merakla araştırmaktadır. Birçok soğukkanlı hayvanlar, kışı soğuk iklimlerde derin bir uyku içinde geçirirler. Memeliler ve kuşlar gibi çevrelerinden bağımsız olarak vücut ısılarını değiştiremezler. Hava soğudukça onlar da buna bağlı olarak uyuşurlar. Nihâyet “soğuk anestezi” durumuna geçerler. Kış uykusuna yatan sıcakkanlılar gibi kendi kendilerine uykularını bölemezler. Sâdece hava sıcaklığındaki artışla uyanırlar. Yılanlar kertenkeleler, kurbağalar, semenderler kışı yalnız başına veya gruplar halinde birbirine dolanarak taş altlarında veya çamur ve bataklıklara gömülmüş bir halde geçirirler.
Tuzlu su terrapini (Kuzey Amerika’ya mahsus bir su kaplumbağası) kışın kendini çamura gömer.Kum yengeçleri de aynı şeyi yaparlar. Kara kurbağa (Bufo bufo) ve kurbağalar düzenli kış uykusuna yatarlar. En sevdikleri suların yakınındaki çamurlara gömülürler. Kış uykusundan alınan bir kurbağa 2 saat gibi bir zaman güneşe tutulduktan sonra kendisinde hayat emareleri görünmeye başlar.
Yedi uyuklayangiller ve kirpiler hem uyku zamanı bakımından, hem de uyku yoğunluğu bakımından başı çekerler. Bu hayvanlar, yakalandıkları zaman bile kış uykusuna yatarlar. Bâzı hayvanlar, avları kış uykusuna yatınca kendileri de kış uykusuna yatarlar. Meselâ; yarasalar avladıkları böcekler ortadan kayboldukları veya uyudukları zaman uykuya çekilirler. Kış uykusuna yatan hayvanların çoğu toparlak bir hal alırlar. Ancak yarasalar her zamanki gibi başları aşağıda aylarca asılı kalırlar. Örümceklerin çoğu kış aylarında uyanık kalırlar. Çatlaklarda, kıyıda köşede her zaman bulunurlar. Yiyecek kıtlığı onlar için, problem değildir. Aylarca bir şey yemeden durabilirler. Ancak inleri tuzak kapaklı örümcekler kış uykusuna yatarlar. Bunun için de önce kapı yolunu ağlarıyla bir battaniye gibi örerler.
Kaplumbağalar toprağa gömülerek kış uykusuna yatarlar. Bazı balıklar da kış aylarında uykuya yatarlar. Ev sinekleri, uğur böcekleri ve salyangozlar da böyledir.
Kış uykusu, hayvanların zor iklim şartlarını ve kıtlık dönemlerini atlatmalarını sağlar. Ayrıca birçok hayvan için bir dinlenme ve yenilenme zamanıdır. Bu dönemde bulaşıcı hastalıklara ve parazitlere direnç artar.
Radyasyona dayanıklılık kaydedilir. Kış uykusu yerine bâzı hayvanlar, birçok kuşlar daha uygun iklimlere göç ederler. Bâzıları ise; meselâ kurtlar kürk ve postlarını kalınlaştırırlar. Böylece kışa daha dirençli olurlar.
Kış uykusuna yatan sıcakkanlı hayvanların vücutlarında bulunan termostatları vücut ısısını ayarlar. Bunun sayesinde her türde belli bir düzeyde sabit tutulur. Eğer böyle bir termostat olmasaydı, bizler de soğukkanlılar gibi çevrenin ısısına bağlı olurduk. Havaların soğumasıyla uyuşurduk. Isı düzenleme büyük enerji gerektirir. Onun için memeliler daha fazla yeme ihtiyacındadır. Kış uykusu vakti yaklaşınca yüksek vücut ısılarını sanki bir anahtarla çevirir gibi donma derecesinin biraz üzerine kadar düşürürler.
Uyanacakları zamanı nasıl bilirler? “Biyolojik saat” vaktin geldiğini otomatikman haber verir. Aylarca uyuyan sincaplar, hareketsiz kalan kuşlar, yıllarca çamurun içinde uyuyan balıklar hep biyologların merak konusudur.
Alm. Kontinentverschiebung (f), Fr. Dérive (f) des continents,İng. Continental drift. Kıtaların, ilk başta bir bütünken daha sonra, okyanus kabuğunun zayıflığı yüzünden, dünyânın yüzeyi üzerinde kayarak birbirinden ayrılması.
Asrımızın başlarında, Amerikan jeoloğu Frank Taylor, kıtaların çok eskiden dev bir kara kütlesi meydana getirdikleri fikri ile ilk defa ilgilenmişti. 1908’de o zaman için hayalî olan, kıtaların birbirlerinden şimdiki durumlarına kadar ayrıldıkları teorisini ortaya attı. Aynı zamanda, bu gelişmelerden habersiz olarak Alman meteoroloji bilgini, astronom ve jeofizikçisi Alfred Wegener, aynı konu üzerinde araştırmalar yapmaktaydı. 1915’te Kıtalar ve Okyanusların Orjini kitabını yazarak, bu teori hakkında söz sahibi olduğunu duyurdu. Kontinentverschiebung (karaların kayması) nazariyesini kurmuş ve beş (bugün için altı) kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Wegener’e göre, paleozoikum ve mezozoikum devirlerinde kıtalar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Güney Amerika ile Afrika, Asya ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen’den itibaren Afrika’da yaşayan hayvanlar, karadan Güney Amerika’ya geçmişlerdir.
Bundan sonraki 40 yıl içinde teori çok az ilgi gördü. Tahmin ve bunun yanısıra çok az delile dayandığı için tenkid edildi. Wegener’in fikrini kabullenenlerden biri olan, Güney Amerikalı Jeolog Alexander du Joit, Güney Afrika ve Brezilya’da araştırmalar yapmış ve teoriyi destekleyen birçok jeolojik delil elde etmiştir. Du Joit’in ve diğer bilim adamlarının fikirleri kabul edilmesine rağmen, kıtaların bu şekilde kaymasına sebeb olacak bir mekanizma bilinmediğinden, çoğunluk gene teoriye karşıydı. Teori ancak, kıtaların dünyâ kabuğunun üstünde çok yavaş olarak kaydığının ispatlanması ile kabul gördü. 1960’larda, teori tamâmen kabul edildi ve yeni açıklamalar getirildi. Bu açıklamalardan birisi, daha önce birleşik olan kısımların, aynı jeolojik yapıya ve benzer fosillere sâhib olmasıydı.
On dokuzuncu asırda, şimdiki kıtaların iki büyük kıta olarak mevcut olduğu öne sürüldü. Bunlar, güneyde bulunan “Gondwanaland” ve kuzeyde bulunan “Laurasia”ydı. Bu iki dev kıta, birbirinden “Tethys Okyanusu” ile ayrılmaktaydı. Bu iddiâ, Güney Amerika ile Afrika’nın birleştirilebilmesi gibi kesin olmayıp, biraz daha az kuvvetlidir. Hatta Wegener daha da ileri giderek bu ikisinin de çok eskiden beraber olduğunu iddia etmiş ve bunu Pangaea olarak isimlendirmiştir.
Günümüzdeki Dünya’nın şekli bu teoriye göre çok yavaş da olsa değişmektedir. Meselâ, Büyük Okyanus diplerinde yaklaşmalar olduğu tesbit edilmiştir. Bu belki de uzun zamanlardan sonra Asya’nın, Kuzey Afrika’ya yaklaşmış ve Filipinlerin, Güney Amerika’daki And Dağlarının gölgesinde bulunacağına bir işârettir.
Bu teoriye dayanarak, bugün müstakil bir kıta olan Amerika’nın keşfi sırasında orada bulunan yerlilerin ve hayvanların, bu kıtanın Asya kıtası ile bitişikken oraya geçtikleri ve çoğaldıkları iddiâ edilmektedir.
Alm. Kontinentalscokel, Schelf (m),Fr. Plateau (m) (veya) banc (m) continental, İng. Continental shelf. Denizin, sâhilden açıklara doğru uzanırken belli bir derinlikten sonra, birdenbire keskin bir yamaç hâlinde derinleştiği yer ile sâhil arasında kalan kısım.
Denizin dibi farklı bir yapıya sâhib olduğu kabul edilen kayalıklardan meydana gelmektedir. Kıta sahanlığı, okyanus altında uzanan kayalık bölge ile beraber yeryüzü kabuğunun bir parçasıdır. Dünyânın en derindeki kabuğu, hemen onun üstündeki “sima” adı verilen bir tabaka sûretiyle ayrılmıştır. Simanın altında olan kayalık bölgenin karakteri, simanın üstündeki tabakadan değişik özeliğe sâhiptir. Simanın üstündeki kayalık bölgenin genel karakteristiğinin, değişik yerlerde değişik özellikler gösterdiğine birçok jeolog inanmıştır. Bunun bâzı bölgeleri, hâlâ çok ağır, ağdalı ve büyük ölçüde demir ve mağnezyum mâdeni ihtivâ etmektedir. Bu kısım, bâzan öylesine geniş bir yer tutar ki, sima bu çeşit kayalık tabaka tarafına daha fazla uzanmıştır. Bu esnâda bâzı yerlerde, değişik özelliğe sâhip kara kütleler başka bir tabaka meydana getirmektedir. İşte fazla olan bu tabaka kıta sahanlığını hâsıl eder. Ayrıca başka bir teoriye göre, bu platformlar hafif olan yoğunluklar yüzünden sima tabakasının üzerinde yüzmektedir.
Milletlerarası münâsebetlerde ve deniz hukukunda kıta sahanlığı ve anlaşmazlıkları sık sık görülmektedir. İlk defa İkinci Dünyâ Savaşından sonra, ABD Başkanı Truman tarafından ortaya atılmıştır. Ona göre, ülkelerin karasularından sonra da deniz bölgesinin altında bâzı kaynakları kullanma hakkı vardır. Denizin dibindeki bu arâzi “kıta sahanlığı” olarak isimlendirilmiştir.
1958 senesinde Cenevre’de toplanan Birinci Deniz Hukuku Konferansında imzaâlanan sözleşmeye göre ülkelerin karasularının bitim sınırından başlayan 100-200 metrelik derinliğe kadar olan deniz altındaki arâzi kıta sahanlığı sayılmıştır. Bu arâzide işletilecek bölge 200 m derinlikten öteye doğru uzanıyorsa buralar da kıta sahanlığı sayılacaktır. Yine bu sözleşmeye göre kıta sahanlığı alanı iki devlet arasında kalıyorsa aralarında yapacakları anlaşmalara göre pay yapılacaktır. Anlaşma yapılmamışsa iki ülke arasındaki denizin tam ortasından geçen çizgi sınır olacaktır. Yine bu sözleşmeye göre adaların da kıta sahanlığı kabul ediliyordu.
Her geçen gün kıta sahanlığının önem kazanması askerî ve siyasî faktörlerin yanında ekonomik menfaatlere dayanmaktadır. Deniz altında petrolün yanında pekçok zengin ve önemli mâden damarlarının bulunması, karalarda görülen kaynak fakirleşmesi insanları kıta sahanlığına yöneltmiştir. Bunun neticesi olarak devletler arasında anlaşmazlıklar, kendi menfaatlerine göre hareket etme, yeni görüşlerin ortaya çıkması yoğun bir şekilde görülmektedir. Karakas Konferasında ileri sürülen “ekonomik bölge” esâsına göre denizdeki derinliğe bakılmaksızın 200 millik kuşak ekonomik hak çıkar sahası olmalıdır. Bu ve diğer yapılan konferanslarda pekçok konu açıklığa kavuşamamış, çözümlenmeden yapılacak başka konferanslara bırakılmıştır.
Alm. Kontinente (m.pl.), Fr. Les continents (m.pl.), İng. Continents. Yeryüzünün önemli bir bölümünü kaplayan, büyük kara kütleleri. Kıtalar, büyüklüklerine göre: Asya, Afrika, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Antarktika, Avrupa ve Avustralya olarak dizilirler. Avrupa, Asya’nın geniş bir yarımadası durumunda olduğundan ikisine birlikte Avrasya denir. Avustralya kıtası, 8.000.000 km2lik yüzölçümü ile en küçük kıta; Grönland 2.175.600 km2lik yüzölçümü ile en büyük adadır.
Birbirine bitişik olan Avrupa ve Asya kıtaları ile Afrika Kıtaları Eski Dünyayı; Kuzey ve Güney Amerika kıtası Yeni Dünyayı teşkil eder. Okyanus ortasında yer alan Antarktika ve Avustralya da iki ayrı kıtadır.
Yeryüzünün yaklaşık % 29’u veya 148 milyon km2si karalarla kaplıdır. Bu kara parçalarının yaklaşık % 94’ü kıtalardan, geri kalan kısmı ise adalardan meydana gelir.
Ekvatorun kuzeyinde karalar daha çok, güneyinde ise daha azdır. Eski coğrafyacılara göre kıtalar sâhillerin ötesinde veya kara sınırlarının da ötesinde uzanmamaktaydı. Fakat jeologlar, kıtaların deniz altında uzayan parçalarını da (Bkz. Kıta Sahanlığı) kıtalardan saymışlardır.
Kıtaların meydana gelişi üzerinde birkaç görüş vardır. İzostatik denge prensibine göre, yerçekimi kuvveti ile ağır olan yer kabuğu, zamanla çökme gösterir. Bu teoriye göre dağlar, az yoğun olduğu için yüzeyde yüksek kalmıştır. Yerkabuğu kıtalarda yaklaşık 32 km’ye yer yer 50 km’ye ulaşmaktadır. Okyanuslarda ise bu kalınlık çok azdır. Kıtaların büyümesinde en etkili olay tortu malzeme ile meydana gelen deltalar ve bunların zamanla çökerek okyanuslarda basınçla yer kabuğunda çatlamalar meydana getirmesi ve bu çatlaklardan çıkan volkanik ada kütleleridir.
Avrupa ve Amerika’da kıtaların teşekkülü ile ilgili bilim adamları araştırmalar yapıp nazariyeler ileri sürmektedirler. Bugün bu ilimle uğraşan bilim adamlarının genel kanaatı, eski jeolojik devirlerde, güney kıtaları arasında karayollarının bulunduğudur. Meşhur meteoroloji bilgini Alfred Wegener, kontinentverschiebung (karaların kayması) nazariyesini kurmuş, bugün için altı olan kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, jeocografik tecrübelere dayanarak iddia etmiştir. Wegener’e göre, palaozoikum ve mezozoikum devirlerinde kıtalar birbirine yapışıktı. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Güney Amerika ile Afrika, Hindistan ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen’den îtibâren, Afrika’da yaşayan hayvanlar, karadan Güney Amerika’ya geçmişlerdir.
İlim adamlarının ileri sürülen bu görüşleri, ilk peygamber ve ilk insan hazret-i Âdem’in evlatlarının çoğalıp, Suriye, Irak ve Orta Asya’dan yayıldıklarını göstermektedir. Nuh Tufanından sonra, yalnız gemide kalanlar kurtuldu ve insanlar bunlardan türedi. Zamanla çoğalarak Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya’ya karadan ve büyük gemilerle denizlerden yayıldı. Onlar da çoğalarak kıtalardaki bugünkü insan topluluklarını meydana getirdiler.
Kıtaların sayısı da uzun zaman tartışıldı. Lâtin kökenli olan “kıta” kelimesi, orijinal olarak karaya yakın olan adaları, ana parçadan ayırmak için kullanılıyordu. Bu kullanış, bir İngiliz kâşifin yaptığı geziye “Kumru Boğazından Kıtaya” adını vermesiyle değişmiş ve bugünkü anlamı kabul görmüştür.
Kıtalar, isimlerini çeşitli şekillerde almışlardır. Antarktika kıtasının ismi, yeryüzündeki Arktik bölgede oluşundandır. Bölgeyi “Arktik” isminde bir denizci keşfettiği için bu ismin verildiği sanılır.
Amerika kıtasının, Hartın Waldseemüller’in (Amerika Vespuçi’den sonra) 1507’de yaptığı haritada, adı Amerika diye geçiyordu. Bu tanınmış kâşifin yazılarının gösterdiğine göre yeni bir kıtanın keşfedildiği anlaşılıyordu.
Avrupa, Asya ve Afrika isimleri eski insanlar tarafından kullanılıyordu. Fakat onlar da kıtaların tamamına değil sâdece bir bölgesine bu isimleri veriyorlardı. Meselâ Afrika, bu kıtanın çok sınırlı bir parçasına verilen isim idi. Diğer daha büyük bölgeler; Mısır, Libya ve Etyopya diye anılıyordu. Avrupa ise, Asya’dan boğazlarla ayrılan bir bölge için eskiden beri kullanılıyordu. Asya ismi, eskiden bir Roma taşra şehrine verildiği zaman, diğer şehirler arasında bir ayırım olması için bu büyük şehrin adıydı.
Avustralya’nın yerlileri hayâlî bir Australis bölgesinin varlığını düşündükleri için böyle diyorlardı. Böylece kıta keşfedildiğinde ismi hazırdı.
Kıtaların benzer ve farklı yönlerini bulmak için jeomorfolojik yapılarını karşılaştırmak çok faydalıdır.
Bütün kıtaların bir veya birden fazla kıyısında geniş dağ silsilesi vardır. Buna rağmen dünyânın en büyük iki dağ silsilesi olan Rockies ve Himalaya kıta sınırlarından oldukça uzaktırlar.
Antarktika hâriç olmak üzere her kıtanın nehirleri, iç ovaları ve geniş kıyı ovaları vardır. Yaylalar ise daha az bir yüzölçümünü kaplar. Asya’da Tibet ve Güney Amerika’da (Bolivave Peru) yaylaları büyük yükseklik ve genişliğe erişmişlerdir. Fakat yine Güney Amerika’da Colombia ve Colorado yaylaları, Afrika’da Tanzanya bölgesi ve hatta Avrupa’da Massif Santral, dikkate değer yayla özellikleri gösterirler.
Bütün kıtalarda bâzı bölgeler, deniz seviyesinin de altındadırlar. Ölü Deniz (-396 m), Ölü Vâdi (ABD, -85 m) bunlara misâldirler.
Antarktika’da kayalıkların çoğu üstündeki buzulların ağırlığıyla deniz seviyesinin altına sıkışmışlardır. Dünyânın en yüksek dağ silsileleri sırasıyla:
1. Himalayalar (Everest 8848 m) Asya’da.
2. And Dağları (Aconcaquea 6959 m) Güney Amerika’da.
3. Alaska Range (Mc. Kinley 6194 m) Kuzey Amerika’da.
Amerika’da meydana geliş ve yaş bakımından dağ silsileleri büyük ölçüde birbirinden ayrılırlar. Asya’nın doğusundaki Büyük Okyanusu sınırlayan dağ silsileleri ile aynı okyanusu sınırlayan Amerika dağlarının bir benzeri yoktur. Hakikaten dağların yapısı o kadar değişiktir ki, dağ silsilelerini çok basit bir şekilde aynı misal içinde gruplandırmak çok zordur.
Meselâ; South Dakota silsilesinde Black Hill Tepesinin kubbeli bir yapısı vardır. Sierra Nevada ise daha geniştir. İsviçre Alpleri, hiçbir yerde benzerine rastlanmayan karmaşık kıvrımlı bir yapıya sâhiptir. Hattâ sâdece bir tek dağ silsilesi üzerinde birçok yapı ve biçim değişiklikleri vardır.
Kıtaların sâhib oldukları ovalar, genellikle birbirine benzer, bâzan da farklıdırlar. Atlas Okyanusu körfezleri, kıyılarındaki ovalar (Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ovaları) geniş ve verimlidirler. Bu durum, Asya Kıtasının güneyinde (Hindistan), Güney Avustralya’da, Güney Amerika’nın doğu kıyılarında görülmektedir. Büyük şehirler genellikle ovalar üzerine kurulmuş, endüstride ve denizcilikte gelişmeler buralarda olmuştur.
Fakat Kuzey Amerika’nın ve Asya’nın geniş Arktik (kutuplara yakın) kıyı ovaları iklimi ve ekvatordan uzaklığı sebebiyle o kadar önemli değildirler. Aynı şey, Güney Amerika’da Amazon Nehri Deltası içindeki geniş ovalar için de söylenebilir.
Kuzey Amerika, Appalachions Dağlarından Rocky Dağları ve Meksika Körfezine kadar uzanan iç ovalara sâhiptir. Bu bölgede beşinci paralel dâirenin güneyi; uygun iklimi, verimli toprakları, tabiî kaynakları (petrol, kömür, gaz) ve su taşımacılığında imkan veren nehirleri yönünden çok önemlidir. Diğer kıtalar bu kadar çok verimli iç ovalara sahip değildir. Bu ovalara benzeyen Avrasya’nın daha yüksek yerleri Ural Dağlarının batısı, Güney Amerika’da Arjantin ve Uruguay ovalarıdır.
Afrika ve Avustralya’da iç bölgelerdeki geniş ve yüksek düzlükler genellikle çöldür. Buralarda, Amazon Nehrinin kıyılarındaki iç ovalarda olduğu gibi sıcak ve çok yağışlı bir iklim görülür. Dolayısıyla bu bölgelerde verimi yükseltmek zordur.
Avustralya ve Antarktika hariç, bütün kıtalarda iç bölgelerden doğup, uzun mesâfeler kat ederek okyanuslara dökülen akarsu sistemleri vardır.
Kuzey Amerika’da büyük akarsular her istikamette dışarıya doğru akarlar. Mississippi ve Rio Grande Meksika Körfezine; Colorado, Colombia, Franser ve Yukon batıda Büyük Okyanusa; Mackenzie, Red ve Nelson Kuzey Buz Denizine; St Lowrence ise doğuda Atlas Okyanusuna dökülür.
Avrasya’da, akarsu sistemleri, bu büyük kara kütlesini küçük parçalara ayırarak akarlar. Fakat iç akarsular dağların kendine has bir özelliği ile drenaj edilmişlerdir. Volga Nehri bir iç deniz olan Hazar Denizine dökülürken, Don Nehri, Karadeniz’e doğru akar. Ural Dağlarının doğusu ile Moğolistan Yaylasından, Himalaya Dağlarına kadar uzanan geniş bir dağlık arazi, suların akışını düzenlemektedir. Çok uzun olan Obi, Yenisey, Lena akarsuları, Kuzey Buz Denizine akarlar. Daha kısa olan akarsular ise, Hindistan’ın ovalarını aşarak denize dökülürler. Bu akarsular, kıtanın güneydoğu ve doğu kısmında kıyı boylarındaki ovalara doğru uzanarak ilgi çekici kanyonlar meydana getirirler. Güney Amerika’daki belli başlı akarsu sistemleri Adlar, Guiang ve Brezilya’nın dağlık bölgelerinden akarlar.
Afrika’nın büyük nehirleri (Nil, Nijer, Kongo, Zambezi) düzgün bir rejimle kuzeye, güneye, doğuya ve batıya akarlar. Fakat yağışların azlığı sebebi ile çöl bölgeler ve çevreleri olmak üzere Afrika’nın üçte biri, akarsulardan mahrumdur. Antarktika dışında, kıtaların hepsinde, oldukça sıcak iklime sâhip çöller vardır. Bu çöllerden en fazla tanınanı Afrika’daki Sahra Çölüdür. Asya’da dağlarla çevrili Gobi Çölü ve denizlerle çevrili Arabistan Çölü meşhurdur. Bâzılarına göre dünyâda çöl şartlarının en fazla hüküm sürdüğü yer Arabistan Çölüdür. “Atacama” (Güney Amerika) Çölünün, gösterdiği özellikler bakımından dünyâda bir benzeri yoktur. Çölün yayvan olan kenarı, Atlas Okyanusu ve diğer kenarı ise yüksek And Dağları tarafından çevrilmiştir.
Volkanik olayların etkileri, daha çok Avrasya ve Amerika’da görülmektedir. Fakat, Akdeniz’deki volkanik dağlar daha çok tanınmıştır. Vezüv, Etna, Stromboli, And Dağlarının en büyük tepeleri volkanik kökenlidir. ABD’de Shesta, Nood, Rainlerde birer sönmüş volkandır. Asya’nın doğu kıyılarında ise sönmüş birçok volkan mevcuttur. Diğer bir volkanik şekiller ise bir zamanlar yanardağlardan akan lavların sönerek meydana getirdikleri yaylalardır. Columbia Yaylası, Hindistan (Deccan) Yaylası, Orta Afrika ve İskoçya yaylaları bunlardandır.
Kıtalar, dünyâ yüzeyinin % 29’unu, kıta sahanlıkları ise % 6’sını teşkil eder. Kıta sahanlığı, kıtaların denizler içerisinde 100-200 metreye kadar olan batık kısımlarına verilen isimdir. (Bkz. Kıta Sahanlığı)
Kıtaların yüzölçümü ve yükseklikleriyle ilgili bilgiler aşağıda gösterilmiştir.
Kıta |
Yüzölçümü (milyon km2) |
Dünya Kara Yüzeyine Göre Yüzdesi |
Ortalama Yükseklik (metre) |
Asya |
43,77 |
29,4 |
976 |
Afrika |
29,78 |
20,0 |
610 |
K. Amerika |
21,75 |
14,7 |
579 |
G. Amerika |
17,61 |
11,8 |
610 |
Antarktika |
14,24 |
9,5 |
1982 |
Avrupa |
9,8 |
5,1 |
286 |
Avustralya |
7,5 |
5,1 |
244 |
Alm. Hungersnot, Fr. Disette, famine, İng. Famine. Deprem, su baskını, kuraklık, yangın gibi tabiî âfetler ve savaş, ekonomik ambargo gibi siyâsî hâdiseler neticesinde ortaya çıkan, insanların aşırı derecede zayıflayıp güçten düşmesine ve ölüm oranının hızlı bir şekilde yükselmesine sebep olan aşırı ve uzun süreli gıdâ darlığı.
İnsanlık târihi boyunca görülen kıtlıklar, ya umûmî veya mahallî olarak ortaya çıkmıştır. Kıtlık sebepleri tabiî ve beşerî olmak üzere iki kısımda ele alınır. Görünüşte tabiî afetler veya insanlar sebebiyle ortaya çıktığı kabul edilen kıtlık olayları gerçekte, insanların Allahü teâlâya karşı olan isyanları, peygamberlerine karşı çıkmaları, verdiği nimetlere şükretmemeleri sebebiyledir. Nuh aleyhisselâma inanmayan insanları tufan ile helâk eden Allahü teâlâ, Hûd aleyhisselâma inanmamaları sebebiyle Âd kavmine, Sâlih aleyhisselâma karşı çıkmaları sebebiyle Semûd kavmine, Mûsâ aleyhisselâma ve diğer peygamberlere karşı çıkan Mısırlılara ve İsrailoğullarına kıtlık göndermiştir. Babası Yâkûb aleyhisselâmdan ayrı düşen Yûsuf aleyhisselâmı babasına kavuşturmak için Mısır ve civar ülkelere kıtlık gönderdiği gibi bâzan da kullarını imtihan etmek için kıtlık göndermiştir.
Kuraklık, aşırı yağmurlar sebebiyle meydana gelen sel felâketi, mevsimsiz soğuklar, tayfunlar; bitki hastalıkları ve ürünlere musallat olan böcekler gibi tabiî ve fizikî sebepler ürünlerin ve gıda kaynaklarının yok olmasına sebep olmuş, bu olaylar sebebiyle kıtlık ortaya çıkmıştır.
Târihî kaynaklara geçmiş olan ilk kıtlık M.Ö. 4. bin yılda Mısır ve Ortadoğu’da görülmüştür. Ortaçağ Avrupa’sında çoğu siyâsî sebeplerden meydana gelen kıtlıklar sebebiyle binlerce insan ölmüştür. Roma İmparatorları servetlerini tahıl olarak biriktirdikleri için diğer bölgelerde yaşayan ve ikinci sınıf sayılan insanlara gıda vermemişlerdir. M.Ö. 436 da bu sebeple meydana gelen kıtlıkta binlerce Romalı açlıktan ölmektense Tiber Irmağına atlayarak ölmeyi tercih etmişlerdir. Ortaçağda, Britanya adalarında 95 defa, Fransa’da ise 75 defa kıtlık yaşanmıştır. 1235 senesinde Londra’da 20.000 kişi kıtlıktan ölmüş, pekçok kimse ölmemek için ağaç kabuklarını yemiştir. 16-18. yüzyıllar arasında Avrupa’nın doğusunu etkisi altına alan kıtlıklar sırasında bâzı ana babaların sağ kalabilmek için kendi çocuklarını yedikleri bilinmektedir. 1600’lü yıllarda Rusya’yı etkisi altına alan kıtlıkta 500.000 kişi açlıktan ölmüştür. Rusların 1812’de savaş taktiği olarak uyguladığı “ürün yakma” sebebiyle, yalnız Napoleon ordularının değil, birçok Rusun da açlıktan öldüğü bilinen bir gerçektir. Asya’da sık sık görülen kıtlıklar ise en çok Hindistan ve Çin’de meydana gelmiştir. 1702-1704 senelerinde Hindistan’da meydana gelen kıtlıkta 2 milyon kişi ölmüştür. Çin’in kuzeyini etkileyen kıtlıkta ise 9-13 milyon kişinin öldüğü sanılmaktadır. 1846-47 senelerinde İrlanda’da meydana gelen kıtlıkta 2-3 milyon insan, 1971-73 senelerinde Etiyopya’da kuraklık sebebiyle meydana gelen kıtlıkta 1,5 milyon insan ölmüştür. 1980’lerin ortalarında başlayan kıtlık Afrika’da Büyük Sahra’nın güneyindeki kurak bölgede yaşayan 150 milyon insanın sağlığını tehdit etmektedir.
İslâmiyetin ilk yıllarında Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladığı ambargo neticesinde meydana gelen kıtlık sebebiyle Müslümanlar ot kökleri yemek mecbûriyetinde kalmışlar, birçok Müslüman çocuğu açlıktan ölmüştür. Orta Asya’da meydana gelen kuraklık ve kıtlık sebebiyle anayurtlarını terk eden Türkler batıya doğru göç etmişlerdir. Ortaçağda Bizans hakimiyetinde olan Ortadoğu ve Anadolu’da meydana gelen kıtlıklar sebebiyle pekçok insan ölmüştür. 11-13. yüzyıllar arasında Hıristiyanların Müslümanlar üzerine düzenledikleri Haçlı seferleri Anadolu’da sürekli kıtlığa yol açmış, 13. yüzyılda Anadolu’yu istilâ ve talan eden Moğollar da yıllarca süren kıtlıklara sebep olmuşlardır. Osmanlı Devletinin gerileme devrinde meydana gelen harpler sebebiyle de Anadolu’da kıtlık yaşanmıştır. Doksanüç Harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, daha sonra meydana gelen Balkan Harbi ve Birinci Dünyâ Harbi yıllarında kıtlıklar başgösterdi. Birinci Dünyâ Harbi sırasında bir milyondan fazla çalışan insanın cepheye gönderilmesi ve Anadolu’da görülen kolera salgını kıtlığa yol açmıştır. Cumhûriyet döneminde ise 1929-31 yılları arasında kuraklıktan kaynaklanan bir kıtlık yaşandı. İkinci Dünyâ Savaşı yıllarında, savaşa girilmemesine rağmen uygulanan yanlış politikalar sebebiyle varlığa rağmen kıtlık görülmüştür.
Kıtlık tehlikesi günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Somali’de meydana gelen iç savaş, Bosna-Hersek’te Müslümanlara uygulanan insanlık dışı baskı ve zulümler ile ambargo sebebiyle hâlen kıtlık yaşanmaktadır. Batılı ülkelerin uyguladıkları çifte standart yüzünden, her türlü imkan olmasına rağmen kıtlığa çâre bulunamamaktadır. Gelecekte kıtlık tehlikesiyle karşılaşabilecek yörelerin başında Latin Amerika, Orta Afrika ve Güneydoğu Asya ülkeleri gelmektedir.
Alm. Eine mit lokiger Wolle dünnschw änzige Schafart, Fr. Mouton frisè àcourte queue, İng. Curly-haired sheep or its mutton. Bilhassa Trakya’da yetişen eti lezzetli bir koyun ırkı. Rengi ekseriya beyaz olup, kuyruğu ince uzun, eti çok lezzetlidir. Tüylerinin kıvırcık oluşundan bu ad ile meşhurdur. Memleketimizde yetişen koyunlar içinde en makbulü sayılır. İyi beslendiği zaman 40 kg kadar ağırlığa ulaşabilen kıvırcıklar genelde 20-25 kilogramdır. Balkanlarda yaşayan Çığaya koyunu ile akrabadır (Bkz. Koyun). Yurdumuzda başta Trakya olmak üzere Balıkesir ve Bursa’da çok miktarda yetiştirilir.
(Bkz. Elbise, Giyim)
Alm. Auferstehung, Fr. Jugement dernier, tin de monde, İng. Doomsday, day of r-surrection. Bütün canlıların öleceği, dünyânın ömrünün bitip, harab olacağı gün; dünyânın sonu, kıyâmet kopması. Ölülerin tekrar diriltileceği, hayat bulacağı güne de kıyâmet veya kıyâmet günü denir. Kıyâmet, bu dünyâ hayâtından sonra gelecek olan âhiret hayâtının başlangıcıdır. Âhirete inanmak ise îmânın (Müslüman olmanın) şartlarından biridir.
Kıyâmet mutlaka kopacaktır. Ne zaman olacağını ancak Allahü teâlâ bilir. Kur’ân-ı kerîm’de A’râf sûresi 187. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Habîbim! Sana kıyâmet ne zaman kopar, diye sorarlar. De ki: Onu ancak Rabbim bilir. Onu kimse bilemez. Vakti gelince onu ancak Alahü teâlâ meydana çıkarır. O size ansızın gelir.”
Fakat kıyâmetin alâmetleri bildirilmiştir. Bu alâmetler iki kısımdır. Biri küçük alâmetler olup, sayıları pekçoktur. Bunların birçokları görülmüş ve meydana çıkmaya devam etmektedir. Peygamber efendimiz tarafından 1400 sene evvel bildirilen kıyâmetin küçük alâmetlerinin bugün aynen vukû bulması ise, Peygamber efendimizin en büyük mûcizelerinden biridir. Bir kısmı da büyük alâmetlerdir. Bunların sayısı bildirilmiştir. Bu alâmetler çıkmadıkça kıyâmet kopmaz.
Küçük alâmetler: Hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir. Bu alâmetlerden bâzıları şunlardır:
İnsanlardan ilim kalkıp, câhillik çok olur. Câhiller başa geçip, câhillikleri ile insanlara hükmeder. İnsanlardan emânet kalkar, yâni emin kişi bulunmaz ve aşağı insanlar yüksek tutulur. Âlimler zulüm ve fısk (günah) işler, ibâdet edenlerin çoğu da din bilgilerinden habersiz olup âdet üzere ibâdet ederler. Zararından kurtulmak için, insanlara ikram olunur. Erkek karısına uyup, anasına muhâlefet ve isyan eder. Aşağı kimseler, meclislerde, toplantılarda söz ve nutuk söyler. En aşağı kimseler dünyâda başa geçip, insanlar arasında mûteber olur. Oyun ve çalgı âletleri çok kullanılır. Sonra gelenler, önce gelmiş olanlara bilgisiz ve ahmak der. Erkek ile kadınlar arasında harama, günaha vâsıta olanlar çok olur. Filan kimse pek akıllı ve nâzik kişidir, dediklerinde, kalbinde zerre kadar îmân bulunmaz. Adam öldürmek ve fitne çok olur. Bid’atler çıkıp, sünnetler terk olunur. Deccal vekilleri çıkıp, insanları doğru yoldan çıkarır. Her köşede zâlim ve cebbarlar görünüp, zorla insanların mallarını elinden alır. İnsanlarda, birbirine karşı sevgi kalmaz. Doğru söyleyene insanlar kızıp, onu başlarından kovmaya, işinden ayırmaya çalışır. Gençler, günahlara dalıp, kadınlar işi azıtarak baştan çıkar. Hadîs-i şerîfte; “Gençleriniz fâsık olunca, sizin hâliniz ne olur?” ve “Kadınlarınız taşkınlık edip, İslâmiyetin hudûdunu aşınca hâliniz ne olur?” buyruldu. İslâmiyete uygun işler ayıp sayılıp, terk olunur. Tuğyan, taşkınlık yapılıp, yeme, içme ve giyinmede isrâf edilir. İslâm dîninin izin vermediği şekilde hareket edilir. Kadınlar kocasına karşı gelir ve dediğini yapmaz. İslâmın ismi, Kur’ân-ı kerîmin resmi kalır. Yâni emirlerine uyulmaz. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Yakında insanlar üzerine bir zaman gelir ki, İslâmın ancak ismi, Kur’ân-ı kerîmin ancak resmi kalır. Mescitleri (câmileri) görünüşte mâmur, lâkin hidâyet ve irşâd yönünden haraptır.” buyruldu.
Büyük alâmetler: Eshâb-ı kirâmdan bir cemâatin, kıyâmetten konuştuğu bir sırada Peygamber efendimiz buyurdu ki: “On büyük alâmet görülmeyince, kıyâmet kopmaz.” ve “Duman, Deccâl, Dâbbetülerd, güneşin batıdan doğması, Îsâ’nın (aleyhisselâm) gökten inmesi, Ye’cüc ve Me’cücün çıkması, doğuda-batıda ve Arabistan’da çökme olacak, bunlardan sonra Yemen’den bir ateş çıkıp halkı bir araya getirecektir.” Diğer sahih hadislerde hazret-i Mehdî’nin geleceği de bildirilmektedir. Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ benim evlâdımdan birisini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle doluyken, onun zamanında adâlet ile dolar.” buyruldu. Bu alâmetlerden biri ortaya çıkınca, diğerleri birbiri ardından ortaya çıkar.
Duman: Büyük bir duman her tarafı kaplayacaktır. Dumandan sorulunca sevgili Peygamberimiz; “Semânın (gökyüzünün) apaçık duman getirdiği günü bekle ki, müşriklerin hâlini göresin.” meâlindeki Duhân sûresinin 10. âyet-i kerîmesini okudu. Sonra buyurdu ki: “Doğu ile batı arası dumanla dolar. Kırk gün, kırk gece kalır. Mü’minler nezle gibi küçük bir hastalığa tutulur. Kâfirler, sarhoşlar gibi olup, burunlarından, kulaklarından ve arkalarından duman çıkar.”
Deccâl: Deccâl hakkında pekçok hadîs-i şerîf vardır. Buyruldu ki: “Geçmiş peygamberler şaşı, kör ve yalancı olan Deccâl’in, büyük fitne ve musîbet olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zararından korkuttular.” Zîrâ Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar, onun gibi büyük musîbet, korkunç düşman dünyâya gelmemiştir. Âhir zamında, kıyâmete yakın meydana çıkıp, çok memleketleri istilâ eder. İnsanlara ilâh olduğunu söyleyerek, onları aldatır. Dünyâda kırk gün kalır. Onu, Îsâ aleyhisselâm öldürür. (Bkz. Deccâl)
Dâbbet-ül-Erd: Kıyâmete yakın çıkacak olan büyük bir hayvandır. Mekke-i mükerremede Safâ Tepesi altından çıkar. Onda her hayvanın rengi ve benzerliği bulunur. O kadar kuvvetlidir ki, kime kavuşmak istese yetişir. Onu öldürmek isteyen, başaramaz. Allahü teâlâ, Neml sûresi 82. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kıyâmet yaklaştığı zaman, onlar için yerden dâbbe (hayvan) çıkarırız.” buyurdu.
Güneşin batıdan doğuşu: Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Güneş batıdan doğmayınca, kıyâmet kopmaz. Güneş batıdan doğunca, bütün insanlar Yahûdîler, Hıristiyanlar îmân ederler.” Fakat fayda vermez. Bir Cumâ gecesi, her zamanki gibi güneş batar. Üç gün doğmaz. Sonra âdet dışı olarak batıdan doğar.
Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi: Îsâ aleyhisselâm ölmemiştir, göktedir. Kıyâmete yakın, gökten inip, Deccâl’ı öldürür. Hazret-i Mehdî de onun yanında olacaktır. Hadîs-i şerîfte; “Îsâ aleyhisselâm yeryüzüne iner. Evlenir ve bir oğlu dünyaya gelir. Kırk beş yıl yaşar. Sonra vefât eder ve benim kabrimde defnolunur. Ve ben Ebû Bekr ile Ömer arasında Îsâ (aleyhisselâm) ile beraber bir kabirden kalkarım.” buyruldu. (Bkz. Îsâ Aleyhisselâm)
Ye’cüc ve Me’cüc: Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi 96. âyetinde meâlen; “Ye’cüc ve Me’cüc, seddi yıkıp her yüksek yerden süratle çıkarlar.” buyuruyor. Ye’cüc ve Me’cüc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in soyundandır. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Arkasında kaldıkları seddi hergün oyarlar. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar, şehirlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları yiyip bitirirler. Nehirleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ile eshâbı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından dünyâ yaşanmayacak bir hâl alır.
Ye’cüc ve Me’cüc’ün çok eski zamanda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Arkeolojik araştırmalar, yer altında kalmış şehirleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o duvarın bugün meydanda bulunması ve insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan, nasıl iki kişiden meydana geldiyse, o iki milletin de, bugün nerede oldukları bilinmeyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplayacakları düşünülebilir. (Bkz. Ye’cüc ve Me’cüc)
Üç yerin batması: Hadîs-i şerîfte; “Kıyâmetten önce biri doğuda, biri batıda ve biri de Arabistan’da olmak üzere üç yer batması olur.” buyruldu. Üç gece, ardarda ay tutulur.
Hicaz’dan ateşin çıkması: Resûlulah efendimiz buyurdular ki: “Kıyâmetten önce, Hicaz diyârından bir ateş çıkar. Basra’da bulunan develerin boyunlarını aydınlatır.” Yâni etrafa ışık saçar. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Ateş zuhûr eder. İnsanları bir araya toplar. İnsanlar saf saf olup kaçarlar. Bir deve üstünde iki, üç, dört, beş kişi binip uzaklaşırlar. Kalanların hepsini kuşatır. Onları bir araya toplar. Onların arkalarından gider. Sabah akşam onlardan ayrılmaz.” buyruldu. Bu ateş, bütün alâmetlerin sonudur.
Hazret-i Mehdî: İsmi Muhammed, babasının ismi Abdullah’tır. Hazret-i Fâtımâ evlâdından âdil bir devlet reîsi ve zamanın halîfesi olup, mutlak müctehid derecesine yükselmiş ve velî olan mübârek bir zattır. Allahü teâlâ, dilediği zaman yaratıp insanlara gönderir, İslâm dînine yardım için gönderilir. Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de mâlik olacaktır.” (Bkz. Mehdî)
Alâmetlerin hepsinin tamam olmasından sonra misk ve anber kokusu gibi ferahlatıcı serin rüzgarlar esip, bütün müminler vefât eder. Dünyâda Allah diyen kimse kalmaz. Kur’ân-ı kerîmin bütün hükümleri yeryüzünden kalkıp, halkın hepsi cehâlette kalır. Yeryüzünde yalnız kâfirler kalıp, hayvanlar gibi türlü fesat, zulüm ve çok azgınlık yaparlar. Bütün cihân küfür, sapıklık ve fesat ile dolar. İşte bu hâlde sûra üflenip, onların başına ansızın kıyâmet kopar. Hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet insanların kötüleri ve kâfirler üzerine kopar.” buyruldu. Cennete ve Cehenneme gideceklerin adedi tamam olunca kıyâmet kopar.
Sûrun üflenmesi: Sûr, büyük bir boynuz şeklinde olup, vakti gelince, Allahü teâlâ, İsrâfil adındaki meleğe emreder. Bir hadîs-i şerîfte; “İsrâfil (aleyhisselâm) sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp Allahü teâlâdan, üflemek için izin bekler durur. Ben nasıl rahat olurum.” buyruldu.
Sûra birinci defâ üfürüldüğünde, çıkan sesin heybetinden yedi kat göklerde olan melekler ve yedi kat yerde olan mahlûkların hepsi, kıyâmet koptu sanarak yüzlerinin üstüne düşüp can verirler. Allahü teâlâ Neml sûresi 87. âyetinde meâlen; “Ey habîbim! Sûra üfürüleceği günü hatırla ki, o gün (Allahü teâlânın diledikleri dışında) göklerde ve yerde olanlar çok büyük korkuda olurlar.” Zümer sûresi 68. âyetinde meâlen; “Birinci sûra üfürüldüğünde göklerde ve yerde olanların hepsi ölür. Allahü teâlânın diledikleri müstesnâ.” buyruldu. Yalnız mukarrebin denilen meleklerden sekiz tanesi kalır. Bunlardan dördü Cebrâil, Mikâil, Rıdvan ve Azrâil (aleyhimüsselâm)dir. Diğer dördü, Hamele-i arş melekleridir ki, birisi İsrâfil aleyhisselâmdır. Allahü teâlânın emri ile Azrâil aleyhisselâm, diğer yedi meleğin de ruhlarını kabzedip alır. Sonra kendi rûhunu alırken bir feryâd eder ki, yüksek sesi gökleri geçip yerlere gider. O hâlde, her canlı ölümün tadını alıp, fânî olacaktır. Allahü teâlâdan başka her şey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacağı zaman, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dağılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve dağlar da parça parça olacak, hepsi yok olacaklardır. Böyle olacaklarını Kur’ân-ı kerîm açıkca bildirmektedir. El-Hâkka sûresi, 13, 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Sûra ilk üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır.”ve Tekvîr sûresi 1, 2 ve 3. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Güneşin karardığı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıkları zamana...” ve İnfitâr sûresi 1 ve 2. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Gökün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman...” ve Mü’min sûresi 16. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bugün mülk ve tasarruf kimindir?” (Nerededir, gururlu, kibirli cebbârlar, nerededir mülk bizimdir, sizi biz yarattık, diyenler) der. Demek ki, benim ortağım ve benzerim yoktur buyurup, yine kendisi cevap verir ve; “Mülk ve tasarruf ancak, kahhâr olan Allah’ındır ve O’na mahsustur.” buyurur.
Sonra bir müddet, bir rivâyete göre kırk yıl âlemler harap ve ıssız kalır. Kuvvetli bir rüzgâr ile yeryüzü öyle düz olur ki, dikili bir ağaç kalmayıp, bir ucundan diğer ucu görünür. Yeryüzü büyük bir meydan hâline getirilir. Rengi, beyaz gümüş gibi, gökler de kızıl altın gibi olur. Binlerce yeryüzü genişliğinde mahşer yeri kurulur. Önce ve sonra yaratılanların hepsini alır. Buraya Arasat Meydanı denir. Tekrar dirilme zamanı gelince, Allahü teâlâ yeryüzüne bir yağmur yağdırır. Kırk gün devam eder. Yerin içine işler. Toprağa düşmüş ve parçalanmış cesetler o gün, tam ceset haline gelip, evvelki şekillerini alarak, bakla gibi yeryüzünde biterler. Her beden kendi kemâline ulaşır. Böylece kemikler, etler gaz olduktan sonra hepsi yine bir araya gelecek, herkes öldüğü zamandaki, şekli, boyu ve organları ile mezardan kalkacaktır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmez. Başka âzâ organlar bu kemik üzerine yeniden yaratılır.
Bugün biliniyor ki, Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekte, bu nebâtî proteinleri de, hayvan vücudunda, ete ve kemiğe ve âzâ şekline çevirmektedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir saniyede pek çabuk yapabiliyor. Allahü teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugün bildiğimize göre, bir anda da çevireceği, fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, toprak maddelerini, bir anda organik hâle çevirip, ruhu bu bedene bağlıyarak, ilk âdemi yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir anda bir araya toplayıp, insan vücudunu yapacak. Bugün, fizik, kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlayan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlayabilir. Bir asır evvel, Müslümanlar buna, anlamadan inanıyordu. Artık bugün basit bir fennî olay şeklinde görünüyor ve pek bedihî (açık) olarak inanılıyor.
Birinci surdan sonra Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir ve ikinci defâ sûra üfürmesini emreder. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi 68. âyetinde meâlen; “Sonra ikinci defâ üfürülünce, o anda bütün ölüler dirilip mezarlarından kalkıp, şaşkınlık içinde, acabâ ne olacak diye bekler dururlar.” buyruluyor. Kamer sûresi 7. âyetinde meâlen; “Kabirlerinden çıkıp, dağılmış çekirgeler gibi, nereye gideceklerini bilmezler.” buyuruyor. İsrâfil aleyhisselâm, ikinci defâ sûru öyle yumuşak ve latîf üfler ki, sûrun içinde yerleştirilmiş bulunan ruhlar, hemen ufuklara yayılır ve her ruh kendi bedenini bulur. Koyun sürüsü içinde her kuzu kendi anasını bulduğu gibi, her can kendi cismini bulur. Önce ve sonra yaratılan bütün mahlûklar, melekler, hûrîler, cinnîler, şeytanlar, denizde ve karada yaşayan vahşî hayvanlar ve bütün haşereler bir anda tamâmen canlanıp, mahşer yerine her taraftan bir anda toplanırlar. Peygamberlerine, velîlere, âlimlere, sâlihlere Cennetten elbiseler ve buraklar (binek hayvanları) gelir. Elbiseleri giyip, buraklara binerler. Bunlar Arşın gölgesine gidip minber ve kürsîler üzerinde rahat ve selâmetle otururlar. Geri kalan mahlûkların hepsi aç, susuz, çıplak baş açık, yalın ayak, yaya olarak düşe kalka Arasat Meydanına gelip mahşer yerinde haşrolurlar (Bkz. Haşır ve Neşir). Çok sıkışıp, ayakta dururlar. Başlarına güneş bir mil kadar yaklaşıp sıcaktan tere batarlar. Kimi topuğuna, kimi dizine, kimi göğsüne, kimi boğazına kadar ter içinde kalır. Çokları da ter denizine gömülür. Mahşerde terâzi kurulur. Herkes hesâba çekilir. Boynuzsuz koç, boynuzlu koçtan hakkını alır (Bkz. Mahşer). Suâl ve hesaptan sonra, müminler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî azâb çekeceklerdir. Bunların azaplarının azaltılması câiz değildir. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: “Onların azâpları hafifletilmeyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır.” (Bakara sûresi: 86). Kalbinde zerre kadar îmânı olanları, günâhları çok ise, Cehenneme belki sokarlar. Günahları kadar azâp ederlerse de, sonunda Cehennemden çıkarırlar ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Müminleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Böylece kalplerindeki zerre îmânın hürmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar...