KILIÇ KALKAN OYUNU

Türkün savaşçı hâlini canlandıran müziksiz ve kılıç kalkan kullanarak oynanan oyun. Kılıç kalkan oyunu, daha ziyâde Bursa-Balıkesir illerimizde oynanan mahallî bir oyundur.

Osmanlı sultanlarından Osmân Gâzî ve oğlu Orhan Gâzî ilk defa Bursa’yı kuşattıkları zaman Müslüman Türk askerleri kılıç kalkan gösterileri yaptılar. Bu hâl Bursalıları şaşkına döndürdü. Bu yılların yâdigârı olan kılıç kalkan oyunu, millî heyecanını kaybetmeden günümüze kadar geldi.

Osmanlı devrinin savaşlarını temsil eden kılıç kalkan oyunu sekiz, on veya daha fazla kimse arasında iki ekip hâlinde oynanır. Her iki takımın da başkanları vardır. Ekipte bulunanlar eski Osmanlı asker elbiselerini giyiniyorlardı. Bugün, bunun yerine zeybek elbisesi giyinmiş olan oyuncuların ellerinde eğri bir kılıç ile mâdenî bir de kalkan bulunur.

Çift sayıda, tek sayıda tek saf olarak duran oyuncular askere çağrılanların uğurlama ve karşılama merâsimini canlandırarak seyircileri selâmlar. Ellerinde kılıç ve kalkanları olduğu halde sahneyi çepeçevre dolaşırlar. Orduya katılanların kılıçları üzerine ettikleri yemin merasimini temsil etmek için bir halka meydana getirirler. Kalkanlar ortada durdurulur. Kılıç kabzalarını kalkana vurarak karşılıklı iki saf hâline geçilip savaşa hazırlık gösterileri yapılır.

Bu cenk sahnesinde kılıçlar kalkanlara sürülerek bilenir. Meydana getirilen hasım taraflar, ikişer ikişer karşılıklı kılıç kalkan çarpışması yaparlar. Bu zaman kılıç kalkan darbeleri alanı çınlatır. Oyuncular, hasımlarının baştan ayağa kadar bedenin istenilen noktasına serbestçe vuruş yapabilirler. Bu sahne seyircileri büyük bir heyecana düşürür. İki taraf da kalkanlarıyla hasım tarafın yaptığı hamleleri önlemeye, kendilerini ustalıkla korumağa çalışırlar. İyi oynayan oyuncular arasında yaralanmalar olmaz. Bâzen fazla heyecan yüzünden yaralanmalar görülür. Kalkan ve kılıç şakırtıları arasında, sessiz ve sözsüz olarak güzel bir görünüm sergilenir. Bilâhare taraflar mütâreke oyununu gösterir. Mütâreke oyunundan sonra başa vuruş cengi başlar. Oyuncunun, yalnız baş kısma bir defa vurma hakkı vardır. Tutturabilirse vurur, tutturamazsa hakkını kaybetmiş olur. Son olarak kılıçlarını birbirlerine atma sahnesi başlar. Bu oyun heyecanlı ve güzel sahnelerden biridir. Bu sırada oyunculardan biri hasmının kılıcını hîle ile ele geçirir. Kılıçsız oyuncu kendini savunmak için bir takım çârelere başvurur. Birçok akıllı hareketleriyle kılıcını geri alabilir. Eğer alırsa tekrar rakibine karşı saldırıya geçer. Oyundaki çevik ve cesur hareketler seyredenlere heyecanlı dakikalar yaşatır. Bu oyundan sonra oyuncular hep bir ağızdan bağrışarak ve kılıçlar havada sallanarak sahne kapanır.

Kılıç kalkan oyunu Urfa, Elazığ, Siirt illerimizde ve çevrelerinde, değişik bir şekilde bu bölgenin mahallî kıyafetleriyle oynanmaktadır.

Bu oyun millî günlerimizde, merasimlerde oynanarak Türkün kahramanlığını, savaşlardaki mahâretini tekrar ortaya dökmekte, seyredenleri coşturmaktadır. Yabancı devletlerde de milletimizi temsilen oynanmış ve birçok müsâbakalarda dünya çapında birincilik almıştır.

KILIR

(Bkz. Dişotu)

KILKURDU

Alm. Oxyuren, Fr. Oxyures, İng. Oxyures. Özellikle çocuklarda rastlanan bir parazit türü. Dişileri 10, erkekleri 3 mm boyunda olan parazitin adı Enterobius vermicularis’tir.

Barsak parazitlerinin nematotlar sınıfından olan parazit, insanda kör barsak, apendisit ve diğer kalın barsak kısımlarının içyüzüne başlarıyla tutunarak yaşar. Hâmile dişiler geceleri makat civârına doğru hareket edip, bu bölgedeki deriye ortalama 10.000 yumurta bırakarak ölürler. Her yumurta bir embriyon ihtiva eder ve birkaç saat içinde larva hâline geçerler. Yumurtaların makattan alınıp ağıza götürülmesiyle barsaklara tekrar yüzlerce yumurta gelir ve bunlardan hemen larvalar çıkar ve birkaç ay geçmeden bu yeni larvalar da yumurtlayacak hâle gelirler ve aşağıya hareket edip makat derisi civârına yumurtalarını bırakırlar. Çamaşır ve yataklara da dökülen yumurtalar dış ortamda da canlılıklarını koruduklarından âilenin bir üyesinde kılkurdu bulunması bütün fertlerde de bulunduğu mânâsını taşır. Bu yüzden tedâvi bütün âileye yapılır.

Belirtileri arasında en dikkat çekicisi, bilhassa geceleri olan makat kaşınmasıdır. Bunun sebebi yumurtalarını bırakmak için olgun dişi parazitlerin aşağılara doğru hareket etmeleridir. Huzursuzluk, uykusuzluk, yatağını ıslatma diğer şikâyetlerdir. Kaşınma neticesinde makat bölgesinde ekzama ve iltihâbî yaralar teşekkül edebilir. Sabahları ağızdan su akıp yastığı ıslatır.

Tedâvisi: Tedâvisi için bütün âile bireyleri ele alınmalıdır. Yemeklerden önce ve tuvaletten çıkınca elleri sabunla iyice yıkamalıdır. Çocukların makatlarını kaşıyıp, ellerini ağızlarına götürmeleri engellenmeli, tırnakları iyice kesilmelidir. İlaç olarak pyrantel pamoat, kilo başına 11 miligram şeklinde tek doz olarak verilir. On beş gün sonra tekrar edilir. Mebendazol (Vermox, Vermazol, Versid), pyrivinium pamoate (Pirok, piramon), piperazine citrate (Siropar, Hemicid, Pipor) müessir olan diğer ilâçlardır.

KIMIL (Aelia rostrata)

Alm. Rüsselwanze (f), Fr. Aelie, İng. An insect pest of cereals. Familyası: Pentatomidae. Yaşadığı Yerler: Yurdumuzun hemen hemen her tarafında. Kışın dağlarda bitki artıkları altında, yazın ekin tarlalarında rastlanır. Özellikleri: Sokucu-emici ağız tipli bir ekin böceği. Bitkileri sokup emdiğinden ziraat yönünden önemli ziyanlara yol açarlar. Çeşitleri: Yurdumuzda tek türü bilinir.

Hortumlu böcekler (Rynchota) takımının, yarımkanatlılar (Hemiptera) alt takımından pis kokulu bir böcek. Vücûdu kalkan biçiminde, genel rengi kahverengimsi sarıdır. Erginleri 10-12 mm uzunluğunda, 5-6 mm genişliğindedir. Yurdumuzun her tarafında yayılmış olan kımıl, özellikle Orta Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Batı Anadolu’da hububata önemli ziyanlar yapar. Kışı ergin hâlde dağlarda bitki artıkları altında veya kökler etrâfında geçirir. Nisandan îtibâren ovalara göç edip, ekinlerin saplarını veya yapraklarını sokup emerek beslenirler. Sokulan saplar başak bağlamaz. Yumurtalarını, yaprakların alt yüzeyine yapıştırır. Kımılın gençleri, ekinlerin yaprak ve saplarını, yetişkinleri ise sütlü tâneleri emer.

Bâzı yıllar Anadolu’da büyük zirâî zararlara yol açarlar. Tabiatta çoğalmalarını engelleyen parazit ve böcek avcılarının yaygın olmadığı hallerde ilâçla mücâdele yapılmaktadır.

KIMIZ (Milchwein, Kumis, Kumyss)

Alm. Kumyss (m), Fr. Koumis (m), İng. Koumis, Kumiss. Süt asidi ve alkol fermantasyonu sonucu meydana gelen, kefire benzeyen ve ortalama % 2 alkol ihtivâ eden sütten bir içki.

Süt şekerince zengin olan kısrak sütünden îmâl edilen kımız, beyazımsı bir sıvıdır. Çok eski bir târihi vardır. İlk olarak Orta Asya’da Türkistan ve Moğolistan taraflarında yaşayan kavimlerce içilmiştir. Müslümanlıktan önce Türkler arasında yaygın olarak kullanıldığı söylenmektedir. Sarhoş edici olması sebebiyle İslâmiyetin haram kılması, Müslüman Türklerin kımızı terk etmesine sebeb oldu.

Kımız, benzeri süt ürünleri gibi, belirli bir mikroorganizma topluluğunun faaliyeti sonucunda meydana gelir. Bu topluluk süt asidi bakterileri (Lactobasillus bulgaricus, streptococcus) ve mayalardan (torula kumys) ibârettir. Bu mikroorganizmalar aşılandıkları sütte süt şekerine etki yaparak asit, alkol ve CO2 çıkarırlar. Açık kaplarda yapıldığı için îmâl sırasında CO2’nin çoğu uçar. Alkol miktârı kefirden çoktur. Asit ikisinde de aynıdır.

Kımızda albumin ve kazein parçalanması olur. Pepton miktârı kefirdekinin 10 misli kadardır. Kazein çok ufak parçacıklar hâlindedir. Bunun sebebi iyi ve sık karıştırmadır. Kokusu yayık altını veya ekşi peynir suyunu andırır. Çalkalanınca köpürür.

Kımızın bileşimi, yapıldığı hammaddeye, işleniş şekline göre az çok farklılık gösterir. Laktik asit ve alkol mikdârına göre çeşitli tiplerde işlenir. Aşağıdaki cetvel; zayıf, normal ve sert kımızlardaki asit ve alkol durumu hakkında, bilgi vermektedir:

Kımız Tipi

Laktik asit (%)

Etil alkol (%)

Zayıf 

0,7

1,0

Normal

1,1

1,8

Sert  

1,8

2,5

 Kımız hakkında bir çok propaganda yapılmıştır. Bu yüzden bir zamanlar rağbet görmüş, fakat yoğurt rekâbeti karşısında önemini çok yerde kaybetmiştir. Hâlen buna değer veren ülkelerin başında Rusya gelmektedir. Hammadde ihtiyacını karşılamak için çok sayıda hara bulunmakta ve sırf bu iş için yaklaşık 250 bin civârında kısrak yetiştirilmektedir.

KINA GECESİ

Düğünlerde, gelin kıza kına yakıldığı zaman yapılan eğlence. Kadınlara mahsus olan ve gelinin âilesi tarafından tertib edilen bu eğlence, asr-ı saadete (Peygamber efendimizin zamanı) kadar uzanan en eski İslâm âdetlerinden biridir. Bu yüzden yurdumuzun her tarafında umûmiyetle çarşambayı perşembeye bağlayan gece yapılır. Şehir, kasaba ve köylerimizde yapılan kınagecesinde uyulan âdet ve gelenekler esasta aynıdır. Ancak bâzı yörelerimizde az çok farklılıklar göze çarpar.

Bu gece gelin olacak kızın eline kına yakılır. Kız evinde tertiplenen geceye oğlan evi, akraba ve komşular dâvet edilir.

Çarşamba günü, oğlan evinden birkaç kadın bir çanak içinde karılmış veya toz hâlindeki kına ile üzerine en güzelinden konan iki mumu kız evine götürürler. Kız evinde kadınlar kendi aralarında def çalarak eğlenirler. Gelini öven mâniler söyleyerek geceye neşe katarlar. Gelini, güzel elbiseler giyinmiş, takınmış olarak ortaya getirirler. Eğlence bu sırada daha da coşkunlaşır. Bir müddet daha çalıp söyledikten sonra gelin kızın avuçlarına, parmak uçlarına ve ayağının baş parmağına kına yakma âdeti vardır. Erkeğin ellerine bütün olarak kına koymak dinimize göre uygun değildir. Konulan kınaların yüksük, kedi pençesi, sıvama, kuşgözü gibi çeşitli ad ve çeşitleri vardır. Kınanın gelin kıza umumiyetle evli bir hanım tarafından yakılması âdettir. Kına, geline yakıldıktan sonra, her kadın gücü nisbetinde kına tepsisine hediye para koyar. Toplanan bu para gelin kıza harcanır. Geline kınası yakılırken yörelere has mâniler ile türküler söylenir. Buna “kına havası” denir. İlâhîler de söylenir. Bu mânilere sâdece gelin değil, anneler, kaynanalar, görümceler, eltiler ile başka misafirleri de konu olur. Kına yakılması sırasında söylenen mânilerle gelin kızı ağlatmak bâzı bölgelerde büyük mahâret kabul edilir.

Bir misâl:

Atladı geçti eşiği

Sofrada kaldı kaşığı

Büyük evler yakışığı

Ah! Gelin anam...

Gelin geldi kapımıza

Altın doldu küpümüze

Çamaşır var hepimize

Ah! Gelin anam... 

Veya:

Getirin gelini kına yakalım

Temizce, arıca kına karalım

Gelinin sözünü hep tutalım

A gelin, a güzel, kınan mübarek olsun!

 

Kız ise bunlara şöyle karşılık verirdi:

Keklik gelir seke seke

Kulağında küpe küpe

Ben annemden ayrılmazdım

Ayırdılar çeke çeke 

Kına sürüldükten sonra tülbentlerle bağlanır. Yakılan kınadan, gelinin kızkardeşleri de yakarlar. Daha sonra gelin kız odasına alınır, böylece kınagecesi sona erer. Oğlan evi veya misafirler uzak yerlerden gelmişlerse komşular tarafından misâfir edilirler. Kasaba ve köylerimizde hâlen değişik şekillerde devâm eden bu gelenek büyük şehirlerimizde hemen hemen târihe karışmak üzeredir.

KINALIZÂDE ALİ EFENDİ

Osmanlılar zamânında yetişen meşhur âlimlerden. Dedesi Abdülkâdir Hamîdî sakalına kına kullanmakla meşhur olduğu için Kınalızâde diye şöhret bulmuştur. Abdülkâdir Hamîdî, Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocalarındandır. Ali bin Emrullah, 1516 senesinde Isparta’da doğdu. İlk tahsiline akrabâsı olan Kadri Efendiden ders alarak başladı. Sonra İstanbul’a giderek Mahmûd Paşa Medresesinde Müderris Sinân’dan, Atik Ali Paşa Medresesinde Merhabâ Efendiden, bir de Sahn-ı Semân Medresesinde Kul Sâlih Efendiden ders aldı. Kur’ân-ı kerîm ile pekçok hadîs-i şerîfi ezberledi. Yazı(hat) sanatında usta olup, tesirli hitâbeti ve kuvvetli bir hâfızası vardı.

Tahsilini mükemmel bir şekilde tamamlayan Kınalızâde Ali Efendi, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde söz sâhibi oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi tarafından Edirne’deki Hüsâmiye Medresesine tâyin edildi. Daha sonra Hamza Bey Medresesi ile Kütahya Rüstem Paşa Medresesinde, İstanbul’un çeşitli medreselerinde ve Süleymâniye Medresesinde müderrislik yaptı. Bu vazîfelerinden sonra da; Şam, Kâhire, Bursa, İstanbul kâdılığı (1570) ve Anadolu Kazaskerliği (1571) yaptı.

Arapça ve Farsçada; edebiyât, tefsir ve hadis ilminde emsâlsiz olan Kınalızâde Ali Efendi, tefsir metinlerini anlamakta güçlük çekenlerin mürâcaat kaynağıydı. Şam ve Mısır’daki vazîfesi sırasında görüştüğüArap âlimleri, kendisinin Arapçada derin bilgi sâhibi olduğunu ve ilminin yüksekliğini gördüklerinden, faydalanmak için mürâcaât ettiler. Arapça ve Farsçaya vâkıf olan Ali bin Emrullah, Türkçeden başka bu dillerde de şiirler yazmış, Ali mahlasını kullanmış ve şiirleri bir dîvânda toplanmıştır.

Kınalızâde Ali Efendi, fen ve hikmet ilminde de iyi yetişmiştir. Felsefeyi de incelemiş, fakat felsefecilerin bozuk fikirlerine kapılmamıştır. Ahlâk ilmi üzerine çalışmış, bu hususta yazılan eserleri inceleyip, İslâm ahlâkını esaslı bir şekilde yazmıştır.

Kıymetli eserler yazan ve ilmî çalışmalar yapan Ali bin Emrullah Efendi, 1571 senesinde, Ramazan ayının altıncı günü Edirne’de vefât etti. Cenâze namazında başta âlimler olmak üzere, büyük bir cemâat hazır bulundu. Cenâze namazı Câmi-i Atik’te kılındıktan sonra Edirne-İstanbul yolu üzerindeki Vaki Nâzır adı ile meşhur kabristanda defnedildi.

Eserleri:

1) Ahlâk-ı Alâî, 2) Tecrid Hâşiyesi, 3) Mevâkıf Hâşiyesi, 4) Dürer ve Gurer Hâşîyesi, 5) Kalemiyye Risâlesi, 6) Sayfiyye Risâlesi, 7) Tefsîre ve Vakfa Dâir Risâleleri, 8) Şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı, 9) Tabakât-ı Hanefiyye (İmâm-ı A’zâm hazretlerinden İbn-i Kemâl Paşaya kadar).

Ali Efendi, daha çok Ahlâk-ı Alâî adlı eseriyle tanınmıştır. Bu eserini 1564 senesinde Şam’da vazîfeliyken, Sûriye Beylerbeyi Ali Paşa adına te’lif ederek, eserinin adını ona izâfeten Ahlâk-ı Alâî koymuştur. Ahlâk-ı Nâsırî Ahlâk-ı Celâlî, Ahlâk-ı Hüseynî ve İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmiddîn ve Eyyühel-Veled adlı eserlerini inceleyerek yazdığı bu eserinde, nakiller ve îzâhlar yapmıştır. Eser defâlarca basılıp, asırlarca ahlâk kitaplarına kaynak olmuş veOsmanlı Devletinin son zamanlarına kadar medreselerde ve liselerde okutulan ahlâk derslerinde temel teşkil etmiştir. Bu eser İstanbul’da İhlâs A.Ş. tarafından yayınlanmıştır.

KINALIZÂDE HASAN ÇELEBİ

Osmanlılar zamânında yetişen fıkıh ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Hasan Çelebi bin Alâeddîn Ali bin Emrullah bin Abdülkâdir Hamîdî olup, Ahlâk-ı Alâî isimli meşhur ahlâk kitâbının sâhibi Ali bin Emrullah’ın oğludur. Kınalızâde Hasan Çelebi diye tanınır. Babası Bursa’da Hamzâ Bey Medresesinde müderristi. Hasan Çelebi, 1546 (H.953) senesinde Bursa’da doğdu. 1604 (H.1012) senesinde Mısır’da Reşîd kasabasında vefât etti.

Hasan Çelebi’nin velî olan baba ve dedeleri, zamanlarının yüksek âlimi olup, haramlardan ve şübheli olmak korkusu ile mubahların çoğundan sakınırdı. Büyük dedesi Abdülkâdir Hamîdî Efendi, sakalına kına yaktığı için, çocuk ve torunları, Kınalızâde diye tanındılar.

Hasan Çelebi önce babasından ve diğer bâzı âlimlerden okuduktan sonra, zamânın büyük âlimi Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendiden ders gördü. Bilhassa fıkıh ve kelâm ilimlerinde çok yükselerek, icâzet (diploma) aldı. Zühd ve takvâ sâhibi, ilmiyle âmil büyük bir âlimdi. Dînî emir ve yasaklara uymakta çok titizdi. Aynı zamanda kuvvetli bir şâir ve çok yüksek bir edipti. Sayısız beyitleri bunu göstermektedir. Dînî kitaplara şerh ve ekleri ise şiirinden daha üstündür. “Âlim ilme doymaz!” sözünde de ifâde olunduğu gibi, Kınalızâde Hasan Çelebi de ilme doymadı ve ilmini arttırmak için, durmadan gayret etti.

İlim tahsilini tamamlayıp, kemâle geldikten sonra, zamânının usûlünce medresede ders vermeye başladı. Talebelere ders okutacak seviyeye geldiğinde yirmi yaşını yeni geçmişti. 1567 senesinde, Bursa’da Ahmed Paşa Medresesinde vazîfe aldı. Bir sene sonra babası Ali bin Emrullah Edirne’ye kâdı tâyin edilince, Edirne’ye gitti veÇuhacı Hâcı Medresesine müderris oldu. Üç sene sonra İstanbul’da, Eski İbrâhim Paşa Medresesine tâyin edildi. 1580 senesine kadar İstanbul’da çeşitli vazîfelerde bulundu. Sonra Bursa Sultâniyesinde vazîfe aldı. İki sene sonra tekrar İstanbul’a gelerek Sahn-ı Semân Medresesinde müderrislik yaptı. 1586’da Kâfzâde Efendi yerine, Sultan Selim Medresesinde vazîfe aldı. Bir sene sonra rebîulevvel ayında, Süleymâniye medreselerinden birine tâyin edildi. 1590’da Haleb kâdılığına tâyin olunan Kınalızâde Hasan Çelebi, sırası ile Mısır, Kâhire, Edirne tekrar Mısır-Kâhire ve Bursa kâdılıklarında bulundu. 1600’de Gelibolu, sonra da Eyyûb kâdılıkları verildi. 1602’de Eski Zağra, son olarak da Mısır’da Reşîd beldesinde kâdılık yaptı. Bu vazîfede bir sene kadar kaldıktan sonra, hastalanıp vefât etti.

Kınalızâde Hasan Çelebi’nin en meşhur eseri, Tezkiret-üş-Şu’arâ isimli şâirler tezkiresidir. Babasının Ahlâk-ı Alâî isimli kitabından sonra, bu eser çok rağbet ve îtibâr görmüştür. Bu meşhur eserde, altı pâdişâh, beş şehzâde, Hasan Çelebi’nin yaşadığı devrin hükümdârı Üçüncü Murâd Han ile meşhur târihçi Hoca Sa’deddîn Efendi ve beş yüz yetmiş civârında şâirin hâl tercümesi anlatılmıştır. Aynı zamanda şâir olan Hasan Çelebi’nin şiirleri dağınık bir halde mecmuâlarda yer aldığından, kitap hâline getirilmiş dîvânı yoktur. Bundan başka Dürer ve Gurer hâşiyesi ve çeşitli mevzûlara dâir birçok risâlesi vardır.

KING, Martin Luther

Amerikalı zenci râhip. Güneyli siyah bir âileden olan Martin Luther 15 Ocak1929’da ABD’nin Georgia eyâletinin Atlanta şehrinde doğdu. Babası Baptist râhibi olduğu için köklü bir din tahsili gördü. 1951’de Chester’daki Crozer İlâhiyât Okulunu bitirdi. Boston Üniversitesinde başladığı doktora çalışmasını 1955’te tamamladı. Boston’dayken New England Konservatuvarında okuyan Alabamalı Coretta Scott’la tanışarak onunla evlendi.

Montgomery’de (Alabama) yurttaş haklarını savunan küçük bir grup, belediye otobüslerindeki ırk ayırımcılığını protesto kararı aldıklarında, Dexter Caddesi Baptist Kilisesinin vâizi olarak vazife yapan Martin Luther, Montgomery’nin ayırımcı taşıma sistemini boykot etmek gâyesiyle kurulan derneğin başkanı oldu. 1 Aralık 1955’te otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddeden Rosa Parks, şehrin ayırımcı kânununu ihlâl ettiği için tutuklanınca, 381 gün süren bir taşıt boykotu düzenleyerek dikkatleri üzerine çekti. Martin Luther’in liderliğindeki direniş neticesinde belediye otobüslerindeki ayırımcı uygulamaya son verildi. 1957’de Güneyli Hıristiyan Liderler Konferansını kurdu. Ülkenin her tarafında konferanslar vererek renk ve ırk ayırımcılığının kötülüğünü anlattı. Gana ve Hindistan’a giderek devlet ve hükûmet başkanlarıyla görüştü. Şiddete başvurmaksızın pasif direnişle mücâdelesini sürdürdü.

1960’ta doğum yeri olan Atalanta’ya giderek bir baptist kilisesinde vâizlik yaptığı sırada yurttaş hakları hareketinin savunuculuğuna devam etti. Ekim 1960’ta faaliyetleri sebebiyle tutuklandı. Suçsuz bulunmasına rağmen, işlediği önemsiz bir trafik suçu sebebiyle hapse atıldı.

Kamuoyundaki tepkiler sebebiyle Demokrat başkan adayı John F. Kennedy’nin araya girmesiyle serbest bırakıldı. Kennedy bu davranışı sebebiyle siyahlardan büyük takdir toplayarak yapılan seçimlerde küçük bir oy farkıyla başkan seçildi.

1960-65 yılları arasında şöhreti ülkenin her tarafına yayılan Martin Luther’in oturma boykotu, protesto yürüyüşü gibi hareket biçimleri Kennedy ve Lyndon B. Johnson gibi başkanların desteğini kazandı. Bir ara taraftarlarıyla birlikte hapse atıldı. Irk ayırımına karşı olan ve yurttaş haklarını savunan diğer liderlerle birleşerek târihî önem taşıyan Washington yürüyüşünü düzenledi. 28 Ağustos 1963’te 200.000’i aşkın beyaz ve siyah, Lincoln Anıtının altında toplanarak kânun önünde bütün yurttaşlara eşitlik tanınmasını istedi. Medenî Haklar Kânununun 1964’te kabul edilmesini sağladı. Bu çalışmaları sebebiyle 1964 Nobel Barış Ödülünü kazandı. Ancak Vietnam Savaşı sebebiyle faaliyetleri zorlaştı. Vietnam Savaşına da karşı çıkan King bu hususta mitingler düzenledi. Daha geniş tabana seslenebilmek için ırk farkı gözetmeksizin bütün fakirleri birleştirmeye çalıştı. Washington’a kadar sürecek bir Fakir Halk Yürüyüşü düzenleme tasarısı 1968 baharında temizlik işçilerinin grevini desteklemek üzere Memphis’e (Tennessee) gitmesi sebebiyle ertelendi. Burada 4 Nisan 1968 günü arkadaşlarıyla birlikte kaldığı otelin balkonunda keskin nişancı bir kâtilin kurşunlarıyla öldürüldü.

Martin Luther King’in kaldırılmasını istediği ırk ayrımcılığını yüce dînimiz İslâmiyet, bundan 1400 sene önce kaldırmıştır. Yüce kitabımız Kur’ân-ı kerîm bütün müminlerin kardeş olduğunu, insanların birbirlerinden ancak takvâ, yâni Allahü teâlâya kulluk ve ibâdet sebebiyle üstün olabileceklerini bildirmiştir. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm da Vedâ Haccı sırasında, 124.000 sahâbîye hitab ederek irâd buyurduğu ve bütün insanlığa seslendiği Vedâ Hutbesinde; “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.” buyurmuştur. Medenî olduğunu iddia eden Avrupa ve Amerika ise 1948’de hazırladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesini kabul etmiştir. Bu beyannâmede temel insan hakları açıklanmış olmasına rağmen 1950 ve 1960’lı senelerde medenî olduğunu iddiâ eden bu ülkelerde ırk ayrımı uygulaması devam etmiştir. 1964 senesinde ABD’de Medenî Haklar Kânunu kabul edilinceye kadar ırk ayrımcılığı resmen devam etti. Yüksek Mahkeme 1967’de ırklar arası evliliği yasaklayan eyâlet kânunlarını anayasaya aykırı buldu. Daha sonraki yıllarda da çeşitli anlaşmazlıklara sebeb olan ırk ayrımcılığı birçok ülkede hâlen devam etmektedir.

KINIK

Selçuklu Hânedânının mensub olduğu Oğuz boyu. Yirmi dört Oğuz boyundan biridir. Üç-ok boylarındandır.

Kınıklar Selçukluların kuruluşunda ve Anadolu’nun fethinde büyük rol oynadılar. On üçüncü yüzyılda kalabalık bir kitle hâlinde Sûriye’de mevcut olan Türkmen grubu arasında Kınıklar da bulunuyordu. Diğer boylarla birlikte Kınıklar da Memlûklerin yanında yer alarak Çukurova’nın fethine katıldılar. Çukurova’da Ceyhan Irmağından Gâvur Dağına kadar uzanan bölgede ve bugünkü Osmaniye kazâsı ile Ceyhan kazâsının bir kısım topraklarını içine alan bölgede yurt tuttular.

On dördüncü yüzyılın son yarısında, Memlûklerle araları açıldı. 1378’de üzerlerine gelen Memlûk ordusunu, diğer Üç-oklu Türkmenlerle berâber yendiler. Fakat Memlûkler, Üç-ok boyları arasına tefrika soktular. 1383’te Kınıklar, Yüreğirlere saldırdılar. Daha sonra, Kâdı Burhâneddîn’in ülkesinde kargaşalıklar çıkardılar. Bu hâdiselerden sonra Kınıkların adı siyâsî sahnede gözükmez oldu.

Kınıklar, Osmanlı fethinin ilk yıllarında toprağa bağlandılar. On dokuzuncu yüzyıla kadar Çukurova’da Kınık adını taşıyan bir kazâ vardı. Muhtemelen bugünkü Toprakkale eski Kınık Kalesi olmalıdır. Kalenin kuzey doğusunda yer alan kasabada 1522’de iki mahalle 1547’de beş mahalle vardı. Ayrıca kazâya yetmiş beş köy ve mezra bağlı idi. Kınık kasabası ve köyleri 17. yüzyılda harâb oldu. On altıncı yüzyılda Haleb’de Ankara’da ve Aydın’da Kınık boyuna mensup cemâatlerin yaşadığı bilinmektedir. On yedinci yüzyılda Sivas’ta da bir Kınık cemaatinin mevcudiyeti görülmektedir. Bugün Anadolu’da Kınık adını taşıyan pekçok köy ve İzmir’e bağlı Kınık kasabası vardır.

KINKANATLILAR (Coleoptera)

Alm. Deckflügler (pl), Fr. Coléoptéres, İng. Beetles. Eklembacaklılar şubesinin böcekler (İnsecta) sınıfının kalabalık bir takımı.

Okyanusların ve kutupların dışında her yerde yaşarlar. 250.000’den fazla türü vardır. Çoğu kara hayvanıdır. Boyları 1 mm ile 15 cm arasında değişir. Çeşitli renkte olabilirler. Çeşitli anten tipleri vardır. En belirgin özellikleri “elitra” denen üst kanatlarının, zarlı ve az damarlı olan alt kanatlarını deri birer kapak gibi örtmeleridir. Uçma esnâsında üst kanatlar yukarı kalkarak alt kanatlarla uçarlar. Böcek uçmadığı zamanlarda zarımsı olan arka kanatları tamâmen örterler. Elitraları küçülmüş veya tamâmen kaybolmuş türlere de rastlanır. Suda, karada, bitki veya toprak içinde yaşarlar. Ağız parçaları çiğneyici tipte olup, canlı veya ölü bitkisel ve hayvansal besinlerle beslenirler. Gelişmelerinde tam başkalaşım vardır. Larvaları yırtıcı, leşçi, gübreci olabilir. Çoğu, yılda dört döl verir. Birkaç yılda bir döl verenleri de vardır. İnsanların kumaş ve yiyeceklerine zararlı çeşitleri vardır. Geyik böceği, kürk böceği, uğurböceği, ateşböceği, buğday böceği, pislik böceği, mercimek böceği hep bu takımın tanınmış türleridir.

KIPÇAKLAR

Avrupalıların “Kuman” adını verdikleri kuzey Türkleri. Kıpçakları Bizanslılar “Kumanos”, Macarlar “Kun”, Ruslar “Polovets”, Almanlar “Falben” adıyla bilirler. İslâmî kaynaklar ise “Kıpçak (Kıfşak, Hıfşak) diye zikrederler. Genellikle, beyaz tenli, sarı saçlı ve mâvi gözlüdürler. Batı Göktürklerinin bir kolu olduğu söylenen Kıpçakların Kimek, Yimek, Kanglı veOğuz gibi Türk boyları ile irtibatları vardır.

Karahıtayların baskın ile Güneybatı Sibirya’da İrtiş ve Ural nehirleri arasındaki yurtlarından 11. yüzyılda çıkarıldılar. Volga üzerinden batıya göçtüler. Özi(Dinyeper) Nehrine kadar Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara hâkim oldular. Buralar “Deşt-i Kıpçak” şeklinde kendi isimleriyle anıldı. Bölgede yaşayan Bulgar, Alan, Burtas, Ulah, Mordva ve Hazarları hâkimiyetleri altına aldılar. Rus sınırında yerleşen Karakalpaklarla savaştılar. Ruslarla uzun yıllar (1061-1220) süren savaşlar yaptılar. Esir aldıkları Rusları Kırım’daki Bizanslı tâcirler vâsıtasıyla Akdeniz ülkelerine sattılar. Bilhassa Rus knezleri arasındaki mücâdelelerde yardıma çağrılmaları sebebiyle akınlarını büsbütün arttırdılar. On ikinci yüzyıl, boyunca Ruslarla savaştılar. Rusların meşhur İgör Destanı 1185’te Kıpçaklara karşı düzenledikleri fakat yenildikleri seferi konu almaktadır. Beylikler hâlinde yaşayan Kıpçaklar, çevreyi bu şekilde kontrol altında tutmalarına rağmen tam bir birlik sağlayamadılar.

1222 yılında Moğollar Kafkasları Derbent geçidinden aşarak Kıpçaklar üzerine yürüdüler. Ancak Kıpçak Başbuğları Rus knezleri ile işbirliği yapıp, Moğolları Kalka Nehrine kadar sürdü. 1223’te yapılan Kalka Meydan Muhârebesinde ise Rus knezleri ve Kıpçaklar müthiş bir bozguna uğradılar. Birçok Rus köy ve şehri yakılıp yıkıldı. 1236’da Batu Han, batı seferine çıktı. Rusları yendikten sonra İdil ile Özi nehirleri arasındaki bozkırlarda yaşayan Kıpçakları dağıttı (1239). Kıpçaklardan bir kısmı Özi’nin batısına gidip kitleler hâlinde Macaristan’a girdiler. Bir kısmı ise, Orda İdil (Volga) sâhasına yâni Bulgar Türklerinin yurduna ulaştılar. Bulgar Türkleri, Kıpçaklarla kaynaşıp Kazan Türklerini meydana getirdiler. Batu Han Macaristan’ı da itaatine aldıktan sonra, ordularını İdil’e kadar çekti ve Aşağı İdil boyunda Altınordu Devletinin temelini attı (1242).

Yerli Kıpçak Türkleri, işgalci Moğolları, kısa zamanda kültürlerinin etkisi altında erittiler. Devlet âdetâ bir Kıpçak devleti hâlini aldı. Moğolların sâdece adı kaldı. Türkçe konuşup Türkçe yazmaya başladılar. Bilhassa Batu’nun oğlu Berke Hanın Müslüman olması, Moğollar arasında İslâmiyetin hızla yayılmasına yol açtı. İslâmiyet 922 yılında Bulgar Hanı Almas Hanın Müslüman olarak Abbâsî halîfelerine tâbi olmasından sonra bölgedeki Türk boylarının ortak dîni hâline geldi. Yüzyıllarca, Rusları Sibirya soğuğuna mahkûm eden Kıpçak Türklerinin hâkim olduğu Altınordu Hanlığı, Tîmûrlularla giriştiği mücâdele sonunda zayıf düştü.

Altınordu’nun hâkim olduğu bölgelerde Kazan (1437-1552) ve Kırım (1430-1783) hanlıkları kuruldu. Bu hanlıkların nüfûsu Kıpçak Türklerinden meydana geliyordu. Kazan Hanlığındaki taht kavgaları, Rusları iyice güçlendirdi. 1552’de Korkunç İvan Kazan Hanlığını yıktı. 1783’te Kırım Hanlığı Rusya hâkimiyetine girdi. Osmanlıların zayıf dönemlerini iyi kullanan Ruslar, işgal ettikleri bölgelerdeki câmi ve medreseleri yakıp yıktılar. Birçok Müslüman, Osmanlı topraklarına göç etti. Geride kalanlar, Rusların korkunç zulümlerine mâruz kaldılar. 1917 Bolşevik ihtilâli ve sonrasında din tamâmen yasaklandı. Fakat bölgede meskûn olan Müslüman ahâli, benliğini İslâmiyet sâyesinde muhâfaza ettiler. 1990’lara doğru dînî inançların serbest bırakılması ile bölgede İslâmiyet, eski günlerine kavuşma yolunda hızla ilerlemektedir.

Macaristan ve Romanya gibi ülkelere gidip yerleşen Kıpçaklar Hıristiyanlaşarak benliklerini kaybettiler. On ikinci yüzyıl ve sonrasında, Mısır’daki Eyyûbî ve Memlûklü devletlerine satılan Kıpçak çocukları, zamanla devletin idâresini ele geçirdiler. 1250-1382 yıllarında Mısır’ı Kıpçak asıllı Memlûk hükümdârları idâre ettiler.

Kıpçak Türkleri, kendilerine mahsus bir lehçe ile konuşurlardı. Macaristan ve Mısır’da Kıpçak lehçesinde kitaplar yazmışlardır. Kırım’da ticâretle uğraşan Kıpçak Türkleri ile irtibat kuran İtalyanlar Codex Cumanicus adıyla ticâreti ilgilendiren Kıpçakça bir lügat kitabı hazırladılar. Ayrıca Alman misyonerleri bu kitâbı dînî yönden tamamlayan ilâhîler kısmını yazdılar.

KIPLING, Rudyard

Şâir, roman ve hikâyeci. Hindistan’ın Bombay şehrinde 1865 yılında doğdu. İlk tahsilini İngiltere’de yaptıktan sonra Hindistan’a döndü. Lahor’da gazeteciliğe başlayıp, genç yaşta yazıları ile kendini kabul ettirdi. 1889’da İngiltere’ye dönüp Londra’ya yerleşti. İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan’daki hayâtı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılındaki Nobel Edebiyat armağanını kazandırdı.

Yaşadığı devirde, doğunun eşsiz zenginliklerini tabiatın güzelliklerini ve hayvanlar âlemini açık bir dille anlatmış, okuyucuyu büyük ustalıkla yazılarına bağlamıştır. Şiir ve romanlarının yanında zamanın en usta hikâyecisi olarak tanınan Kipling, küçük hikâye sanatını çok iyi biliyordu. Hayâtını yazı yazmakla geçiren İngiliz hikâyecisi 1936 yılında Londra’da öldü.

Eserleri:

Korkusuz Kaptan (Captains Courageous), Kim, Küçük Çocuklar İçin Hikayeler, Hayatın Zorlukları (Life’s Handicap), Günlük İşler (The Day’s Work), Gezi Mektupları (Letters of Travel), Sonlar ve Başlangıçlar (Limits and Renewals).

KIR KOŞUSU

Genellikle sonbahar aylarında yapılan ve herkesin katılabildiği bir koşu. İlk defa İngilizlerin uyguladığı, sonra Amerika ve diğer dünya devletlerince benimsenen kır koşusuna her yaştaki yarışmacılar tarafından çok rağbet edilmektedir. Yalnız, bu koşuya katılırken sıkı bir sağlık kontrolundan geçip bilhassa kalp ve ciğerlerin sağlam olmasına dikkat etmek gerekmektedir. Her isteyenin katılabildiği bu koşuda, vücut çok gevşek tutulmalı, adımlar tabiî, kendini sıkmadan atılmalı, çok uzun adım atmamalı, sürati devamlı ayarlamalı, vücut kalçadan îtibâren öne doğru meyilli olmalı, topukların yere hafif temasını sağlamalıdır.

KIRÂAT

Alm. Koranksart (f), Fr. Lecture (f), du Coran, İng. Reciting the Quran. Okumak. Kur’ân-ı kerîm’in usûlüne uygun olarak okunması. Namazın farzlarından biri de kırâattır, yâni kıyamda (ayakta)yken Kur’ân-ı kerîm’den bir miktar âyet veya sûre okumaktır. Kur’ân-ı kerîm’i tecvid bilgisine uyarak okumak lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîmi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevap verilir. Tecvîde uymazsa, on sevap verilir.” ve “Kur’ân-ı kerîmi tecvide uygun okuyana şehid sevâbı verilir.” buyruldu.

Tecvid ilmi, harflerin mahrec (ağızdan çıktığı yer) ve sıfatlarına uymak sûretiyle, Kur’ân-ı kerîm’i hatâsız okumayı öğreten bir ilimdir.(Bkz. Tecvîd İlmi)

Kur’ân-ı kerîm okumak, nâfile ibâdetlerin en üstünüdür. Bilhassa, namazda kıyamda (ayakta) iken okunan hepsinden faziletlidir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi, Kur’ân-ı kerîmi mushafa bakarak okumaktır.” ve yine; “Kur’ân-ı kerîm okuyanın anası babası kâfir olsalar bile, azâpları hafifler.” buyruldu. Kur’ân-ı kerîm okumanın fazîletini, kıymetini bildiren pekçok hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan bâzılarında buyruldu ki:

Namazda okunan Kur’ân-ı kerîm namaz dışında okunan Kur’ân-ı kerîmden daha hayırlıdır (kıymetlidir).

Kur’ân-ı kerîm okuyunuz ve ezberleyiniz! Muhakkak ki, Allahü teâlâ, içinde Kur’ân-ı kerîm saklı olan kalbe azâb etmez.

Allahü teâlânın kitâbından (Kur’ân-ı kerîmden) bir sûreyi okuyarak yatağına yatan bir Müslümana Allahü teâlâ vekil olarak bir melek gönderir. Melek onu muhâfaza eder. Uyanıp kalkıncaya kadar ona ezâ edecek bir şey yaklaşamaz.

Evlerinizi namaz ve Kur’ân-ı kerîm kırâati ile süsleyiniz.

Kur’ân-ı kerîmi okuyunuz. Onu geçim vâsıtası yapmayınız.

Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir.

Kur’ân-ı kerîm öğreniniz! Muhakkak o, kıyâmet günü ehline (onu okuyana) ne güzel şefâatçıdır.

Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm öğreten ana babaya, kıyâmet günü Cennette taç giydirilir.

Kur’ân-ı kerîm okuyan kimsenin maksadı; kalbindeki yalnızlığı ve sıkıntıyı kaldırmak, dünyâ üzüntülerini gidermek, Allahü teâlâya kavuşma arzusunun hakkını yerine getirmek, kulluk vazîfelerini bilmek ve hizmet edeplerinde kusur etmemek olmalıdır. Kur’ân-ı kerîm’i bu maksatlarla okuyana, Kur’ân-ı kerîm şefâatçi olur, ona şifâ verir.

Kur’ân-ı kerîm okumaya, abdestli olarak ve “Eûzü Besmele” söyleyerek başlanır. Kıbleye dönülerek ve mütevâzî bir şekilde oturularak, yavaş yavaş okunması, bilenlerin mânâlarını düşünmesi, hüzünlenerek ve hattâ ağlayarak okunması, bu husustaki gerekli edeplerdendir. Kur’ân-ı kerîm’in, güzel sesle ve tecvid ilminin kâidelerine uyarak, harflerini ve kelimelerini bozmadan okunması âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Müzzemmil sûresi 4. âyetinde meâlen; “Kur’ân-ı kerîmi açık açık, tâne tâne tertil ile oku!” buyruldu. Peygamber efendimiz de; “Kur’ân-ı kerîmi, benden öğrendiğiniz gibi okuyunuz!” diye emretti. Kur’ân-ı kerîm okuyanın kalbini başka düşüncelerden temizlemeye çalışması, hep bu kelâmın sâhibi Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmesi de okurken dikkat edilecek edeplerdendir.

KIRÂAT İLMİ

Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm’in nasıl okunacağını bildiren ilim. Kırâat ilmi, Kur’ân-ı kerîm’in nazım şekillerinden (yazıldığı gibi okunmasından) ve tevâtür (sağlam ve güvenilir haber) hâlindeki ihtilaf şekillerinden bahseder.

Kırâatın başlangıcı ve esâsı tevâtüre dayanır. Yâni nakil esâsına göredir. Kur’ân-ı kerîm’i ilk okuyan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır. Kur’ân-ı kerîm, Arapçanın yedi lehçesi üzerine nâzil olmuştur. Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîm’i levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip tamâmını okudular. Hazret-i Ebû Bekr halîfeliği zamanında Kur’ân-ı kerîm’i kâğıt üzerine yazdırdı. Buna “mushaf” veya “mıshaf” denildi. Otuz üç bin sahâbî, bu mushafın her harfinin tam yerinde olduğuna sözbirliği ile karar verdiler. Hazret-iOsman, hilâfeti zamânında bu mushaftan Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile Peygamber efendimizin vefât ettiği sene okuduğu kırâat şekli olan “Kureyş” lehçesi üzerine altı tâne daha yazdırıldı ve sûreler birbirinden ayrıldı. Bu Kur’ân-ı kerîm’e “Kırâat-i Mütevâtir” denir. Mütevâtir kırâatin, bugüne kadar hiç değişmeden sağlam ve güvenilir bir şekilde okunmasını sağlayan ve hattâ kitaplara yazan yedi veya on imâm (âlim) olmuştur. Artık bugün, Kur’ân-ı kerîm bunların bildirdiği şekilde okunmaktadır. Yedi kırâat âliminin bildirdiği kasdedildiğinde “Kırâat-i Seb’a” on âlimin bildirdiği için de “Kırâat-i Aşere” adı verilmiştir.

Eshâb-ı kirâmdan okuduğu bildirilen fakat sözbirliği bulunmayan kırâate de “Kırâat-i Şâzze” denilmiş ve bu şekilde okumak yasaklanmıştır.

Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimizden nasıl bildirildi ise öyle okunur. Eshâb-ı kirâmın sözbirliği yaptığı okuyuş Kırâat-i mütevâtir olup, böylece okumak lâzımdır. Kırâat-i Şâzze ile okumak câiz değildir, günahtır. Hiçbir din âliminin bildirmediği bir şekilde okumak ise kesin olarak yasak olup, böyle okuyan dinden çıkar.

Kur’ân-ı kerîm’i okumada ve bunu öğretmekte bütün insanlara imâmlık-önderlik eden, Eshâb-ı kirâm olmuştur. Eshâb-ı kirâmdan birincisi de hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Osmân, hazret-i Ali, Übeyy bin Ka’b, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Ebü’d-Derdâ, Ebû Mûsel-Eş’arî, bizzat Resûlullah’tan kırâat eden sağlam vesîkalardır. Diğer Eshâbın çoğu, bunlardan okuyup ezberlemişlerdir. Abdullah İbni Abbas, Ebû Hüreyre, Abdullah bin Sa’d da kırâat (okuma) ezber okuma ve okutma ile meşhur olan sahâbelerdendir.

Eshâb-ı kirâmın, kırâati ile meşhur olanlarından, Kur’ân-ı kerîm’i okuyan ve ezberleyen ve kırâat ilminde imâmlık derecesine yükselen Tâbiîn-i izâm, beş ayrı beldede meşhur olmuşlardır. Bunlardan: Saîd bin Müseyyib, Sâlim bin Utbe, Ömer bin Abdülazîz, Atâ bin Yesâr, Muâz bin Hâris, Abdurrahmân bin Hürmüz el-A’rec, Muhammed bin Müslim, Müslim bin Cündeb ve Zeyd bin Eslem Medîne-i münevverede; Ubey bin Umeyr, Atâ bin Ebi Rebâh, Tâvus bin Keysân, İkrime, Mücâhid bin Cebr Mekke’de; Alkame bin Kays, Esved bin Yezîd, Abîde bin Amr, Amr bin Şurahbil, Hâris bin Kays, Said bin Cübeyr, Rebî bin Heysem, Amr bin Meymûn, Ebû Abdurrahmân Sülemî, İbrâhim Nehâî, Zirr bin Hubeyş Kûfe’de; Muâz, Câbir bin Zeyd Ebü’l-Âliyye, Nasr bin Âsım-ı Leysi, Yahyâ bin Ya’mer, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve Katâde bin Diâme Basra’da; Mugîre bin Ebû Şihâb, Huleyd bin Sa’d Şam’da meşhurdular.

Bunlardan başka, bütün meşguliyetlerden sıyrılıp, kendilerini tamâmen Kur’ân-ı kerîm kırâatinin zabtına vermiş, bu yolda büyük îtinâ ve ihtimâm göstermiş, her biri insanlara rehber ve imâm olup, uzak ve yakından nice insanların, binbir zorluklarla kendilerinden kırâat öğrenmek için geldikleri bir âlimler topluluğu (cemâati) daha vardır. Onlardan biri Medîne’de Ebû Ca’fer Yezid bin Ka’ka, sonra Şeybete ibni Nessâh, sonra Nâfi Ebû Naîm idi. Mekke’de Abdullah bin Kesîr, Hâmid bin Kays-ı A’rac ve Muhammed bin Muhaysan’dı. Kûfe’de Yahyâ bin Vesâb, Âsım bin Ebi’n-Nücûd ve Süleymân-ı A’meş, sonra Hamza, sonra Kisâî idi. Basra’da Abdullah bin İshâk, Îsâ bin Ömer, Ebû Amr bin A’lâ ve Âsım-ı Hacderî, sonra Yâkub-ı Hadremî idi. Şam’da Abdullah bin Âmir, Atıyye bin Kays-ı Kitâbi, İsmâil bin Abdullah bin Hâcîr, sonra Yahyâ bin Hâris-i Dimârî, sonra Şüreyh bin Yezîd-i Hadremî idi.

Bunlardan sonra, dünyâya yedi nurlu ay doğmuş ve bunlar vâsıtasıyla, Kur’ân-ı kerîm’in kırâati bütün dünyâya yayılmıştır. Kırâatteki ilimlerinin üstünlüğünü bütün âlimlerin sözbirliği ile, kabul ettikleri bu yedi veya on imâma (âlime) “Kırâat-i Seb’a” veya“Kırâat-i aşere” adı verilmiştir. Mütevâtir kırâatin bugüne kadar hiç değişmeden sağlam ve güvenilir bir şekilde okunmasını sağlayan ve hattâ kitaplara yazan işte bu yedi hattâ on kırâat âlimidir. Bu kırâat imâmları Eshâb-ı kirâmın yolunu devâm ettirdiler. Kendileri ve yetiştirdikleri talebeleri çeşitli İslâm beldelerine dağılıp selâhiyet sâhibi olmayan kimseleri mütevâtir olmayan şekillerde okumaktan men edip, Müslümanları ihtilâfa düşürmekten korudular. Bu kırâat imâmlarından her birinin ikişer râvisi (rivâyet eden talebesi) vardır. Kırâati meşhur olan bu imâmlar ve râvileri şunlardır.

1. İmâm-ı Nâfi: Adı Nâfi bin Abdurrahmân’dır. Râvileri Verş Osman bin Saîd ve Kâlûn Ebû Mûsâ’dır.

2. İmâm-ı ibni Kesîr: Adı Abdullah bin Kesîr’dir. Râvileri Kunbul ve Bezzî’dir.

3. İmâm-ı Ebû Amr: Adı Ebû Amr bin Alâ’dır. Râvileri Hafs bin Ömer ve Sûsî’dir.

4. İmâm-ı ibni Âmir: Adı Abdullah bin Âmir’dir. Râvileri Hişâm bin Ammâr ve İbn-i Zekvân’dır.

5. İmâm-ı Âsım: Adı Âsım bin Behd Ebin Nücûd. Râvileri Hafs bin Süleymân ve Şu’be’dir.

6. İmâm-ı Hamza: Adı Hamza bin Habîb’dir. Râvileri Hallâd bin Hâlid ve Halef bin Hişâm’dır.

7. İmâm-ı Kisâî: Adı Ali bin Hamza’dır. Râvileri Hafs bin Ömer ve Leys bin Hâlid’dir.

Bunlar “Kırâat-i Seb’a” adı ile meşhur olmuşlardır. Bu yedi imâmdan sonra, kırâattaki yüksek âlimler, üç imâm daha seçmişler ve bildirmişlerdir. Onların kırâatı ile de, adı geçen yedi büyük kırâat imâmının kırâati gibi namaz kılmayı uygun görmüşlerdir. Bunlardan başkasının kırâatına izin vermemişlerdir. On imâm “Kırâat-i aşere” adı ile şöhret bulmuşlardır. Diğer üçü de şunlardır:

1. İmâm-ı Yâkub: Adı Ebû Muhammed Yâkûb bin İshak’tır. Râvîleri Ruveys ve Ravh’dır.

2. İmâm-ı Ebû Ca’fer: Adı Ebû Ca’fer Yezîd bin Ka’ka’dır. Râvileri İbn-i Verdân ve İbn-i Cemmâz’dır.

3. İmâm-ı Halef-ül-Âşir: Adı Ebû Muhammed Halef bin Hişâm’dır. Râvileri İshak-el Verrak ve İdris-el-Haddâd’dır.

Dünyâ Müslümanlarının dörtte üçü (memleketimiz de dâhil olmak üzere), Kur’ân-ı kerîm’i İmâm-ı Âsım kırâatinin Hafs rivâyetine göre okumaktadır. Kuzeybatı Afrika’da (Fas, Tunus, Cezâyir) ve Mısır’ın bir bölümünde İmâm-ı Nâfî kırâatinin Verş rivâyetiyle okumak yaygındır. Afrika’nın bir bölümünde (meselâ Sudan’da) iseİmâm-ı Ebû Amr kırâati ile Kur’ân-ı kerîm okunmaktadır.