KEYHÜSREV-I (Gıyâseddîn Birinci Keyhüsrev)
Türkiye Selçuklularından Sultan İkinci Kılıç Arslan’ın oğullarının en küçüğüdür. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası İkinci Kılıç Arslan, yerine en lâyıkını tesbit etmek için ülkesini 11 oğlu arasında taksim edince, Keyhüsrev’e de Uluborlu ve civârını verdi (1182).
Keyhüsrev, bölgede kendi adına para bastırdı. Hutbeyi babasından sonra Melik ünvânıyla kendi adına okuttu. Haçlılara karşı başarılı savaşlar yaptı (1190). Babası ile ağabeyi Kutbeddîn Melikşah arasındaki anlaşmazlıkta babasını destekledi. Babası tarafından veliahd îlân edildi. Babası ile birlikte hareket edip Konya’yı Kutbeddin Melikşah’tan aldı. Melikşah’ı Aksaray’da kuşattığı sırada babasının ölümü üzerine Türkiye Selçukluları tahtına çıktı(1192). Melikşah’ın da Aksaray’da ânî vefâtı, diğer ağabeyleri Mesut ve Süleymân Şahları birbirine düşürdü.
İçte rahatlayan Keyhüsrev, Bizans üzerine sefer düzenleyerek Menderes Vâdisine kadar bölgeyi ele geçirdi. Fakat bu sırada Rükneddîn Süleymân Şah güçlenerek, Konya üzerine yürüdü. Keyhüsrev, kendisinin ve yanındakilerin canlarına dokunulmaması şartı ile tahtı terk edip Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a gitti. Bizans İmparatoru Üçüncü Aleksios Angelos’a misâfir oldu (1196). Lâtinlerin İstanbul’u işgâli üzerine İznik yakınlarında bir kaleye çekildi (1204). Aynı yıl, ağabeyi Rükneddîn Süleymân Şahın ölümü ve küçük yaştaki Üçüncü Kılıç Arslan’ın tahta geçirilmesi üzerine Konya tahtına dâvet edildi. Ordusuyla yaptığı Konya kuşatmasında başarısız olup Ilgın’a çekildi ise de, Konya ve Aksaray halkının dâvetiyle tahta çıktı(1205). Yeğeni Üçüncü Kılıçarslan ve yakınlarını Gavele Kalesinde muhâfaza altına aldı. Devlet işlerini düzene koyup birliği sağladı. Eyyûbî melikleri, Artuklular, Mengücükler gibi bağlı beylikler, itâatlerini bildirdiler. Büyük oğlu Keykavus’u Malatya’ya, diğer oğlu Keykubad’ı da Tokat’a melik yaptı. Trabzon Rum İmparatoru Aleksios Komnenos’u yenerek kuzey ve doğu ticâretini emniyete aldı. Antalya’yı ele geçirdi (1207). Kilikya üzerine bir sefer yapıp Pertus Kalesini aldı (1209). İznik İmparatorluğunu ele geçiren Theodoros Leskaris’ten tahtı gerçek sâhibi Aleksios’a geri vermesini istedi. Olumsuz cevap alınca Alaşehir üzerine yürüdü. Burada yapılan savaşı Selçuklu ordusu kazandı ise de çıkan kargaşada Sultan bir Bizanslı tarafından öldürüldü (1211). Bu haber yayılınca ordu dağıldı. Yerine oğlu Birinci İzzeddîn Keykavus sultan oldu. Bizanslılarla sulh yaptı.
Sultan Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, âdil, âlim bir sultandı. Zamânında Selçuklu devletinin birliğini sağladı. Memleket huzur ve sükûna kavuştu.
İngiliz iktisatçı. 1883’te Cambridge’te doğdu. Babası John Neville Keynes de bir iktisatçıydı. Eton Kolejinde ve King’s College Cambridge’te okudu. Matematikte okulun başarılı öğrencilerindendi. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir yıl Alfred Marshall ve A.C. Pigou’nun yanında çalıştı. Sonra ihtimaller teorisine yöneldi. Bu konuda bir tez yazdı ve bunun sonucu burs kazandı. Birinci Dünyâ Savaşından sonra Maliye Bakanlığında çalıştı.
Keynes, 1936’da Para, Fâiz ve İstihdâmın Genel Teorisi adlı kitabıyla iktisat ilminde, klâsik düşünce sisteminin eksikliklerini giderecek politikalar teklif etti. Batılı sanâyileşmiş ülkelerin iktisadî krizden ancak devletin mâlî müdâhalesi ile kurtulabileceğini açıkladı ve bunun vâsıtalarını ortaya koydu. Bu fikirleri uzun yıllar iktisat politikalarına yön verdi. Keynes, 1946’da Sussex’te öldü.
Eski Sovyetler Birliği ve bugünkü Rusya Fedarasyonunun câsusluk teşkilâtı. İsmi Rusça “Devlet Güvenlik Komitesi” anlamına gelen “Komitet Gosudarstvennoi Bezopasnosti”nin baş harfleridir. Asıl görevi câsusluk ve bilgi toplamaktır. Hem yurt içinde hem de yurt dışında çalışır. 1984 yılında KGB- 700.000 kişilik bir insan gücüne sâhipti. Yurt içinde yalnız Sovyetler Birliğindeki yabancıları gözetlemekle kalmayıp, kendi vatandaşlarının da korkulu rüyâsını teşkil etti. Stalin zamânında en kuvvetli devrini yaşamıştır.
Komünist ihtilâlinden bu yana “Cheka” GPU, OGPU, NKVD, NKGB ve MGB gibi isimler almış olup, 1954’ten beri KGB olarak isimlendirilir. Stalin zamânında yapılan açık mahkemeler, işkencelerle alınan ifâdeler ve ikrârlar, keyfî tevkifler ve gece yarısı ev basmalar, KGB’nin Sovyet vatandaşı üzerindeki korkunç etkisini yıllarca sürdürmesini sağlamıştır. Vaktiyle kendisini yöneten Yuri Vladimirovich Andropov’un Sovyetler Birliğinin başına geçmesi, bu teşkilâtın gücünün ne denli fazla olduğunu göstermiştir.
Vaktiyle Sovyetler Birliğinin içerde bir polis devleti olmasını KGB sağlamıştır. KGB günümüzde, Rusya içinde ve Türkî cumhûriyetlerde ileri teknik ve usûller kullanarak câsusluk ve haber toplama işlerini yürütmektedir. Sovyetler Birliği döneminde KGB’ye tesir eden tek merci partinin merkez komitesiydi. Askerî teşkilât ile KGB arasında dâimâ kimin kime karşı sorumlu olduğu konusunda bir çekişme mevcuttu. Sovyetlerin son yıllarında yapılan propaganda çalışmalarıyla KGB sâdece vatandaşa emniyet veren bir kuruluş olarak tanıtılmak istenmiş, bunun için devlet eliyle romanlar yazdırılıp, TV yayınları ve dizileri hazırlanmıştır. Günümüzde KGB, üniversitelerin en zekî talebelerini seçerek, bunları ajan yapmakta ve ortalamanın üstünde bir ücret ödemektedir. Eskiden Sovyet vatandaşı günümüzde Rus vatandaşı KGB’nin varlığını bütün çalışma yerlerinde hisseder. Bu kuruluşun işçi olan görevlileri, çalışma yerlerinde Sovyet sisteminin tenkid edilmesi veya böyle bir eğilime girilmesini önlerler ve rapor ederlerdi. Ayrıca bu görevlerini tertiplenen sosyal toplantılarda da sürdürürler, küçük bir takım hâdiselerle şahısların meslekî ilerlemelerine tesirli olurlar, zamansız ve yabancı görünüşlü kimseleri ziyâretçi kabul edenler hakkında hemen araştırma yapılırdı.
KGB’nin diğer bir görevi de dindâr ve milliyetçi kimselere yaptığı baskıdır. Sovyetlerde pekçok millet bulunduğu için milliyetçilik arzu edilmeyen bir vasıftı. Bu tür kimseler KGB tarafından sudan sebeplerle tevkif edilir ve çalışma kamplarına gönderilirdi.
Sovyetlerin elçiliklerindeki diplomatik personelin yaklaşık üçte biri KGB için çalışırdı. Diplomatik câsusların dışında ayrıca yurt dışı Sovyet Hava Yollarında, turizm teşkilâtı ve basın mensupları arasında da KGB ajanları mevcuttur. KGB’nin batı ülkelerinin gizli teşkilâtlarına göre avantajı, bu ülkelerde basın ve şahıs hürriyetinin bulunmasıdır. KGB, geçmişte diğer doğu bloku ülkelerinin benzer teşkilâtlarıyla ortak da çalışmıştır. Bunlar içinde en yakın bağı Bulgaristan’ın ilgili teşkilâtı ile kurmuş, bâzı işlerini onlara gördürmüştür.
KGB’nin geçmişte önemle üzerinde durduğu konu, teknoloji câsusluğudur. Sovyetler ve komünist blokunun teknoloji bakımından batıdan geri olması, bunun en önemli sebebidir. İleri teknik cihazları direkt veya çeşitli firmalar kurarak bunlar yoluyla elde etmeye çalışmıştır. Meselâ; ileri bir Amerikan bilgisayarı, önce İsviçre’ye sonra Avusturya’ya daha sonra doğuAvrupa devletleri yoluyla Sovyetlere iletilebilmekteydi.
KGB, Rusya dışındaki ülkelerde de çeşitli vazîfeler görmüştür. Komünizm propagandası yapmak, komünist legal ve illegal teşkilâtlar kurmak, bunların üyelerini ve faaliyetlerini arttırmak ve önceden belirlenmiş hedefleri organize etmek; din, milliyet, ahlâk düşmanlığını yaygınlaştırmak ve bunları yıkmak, gördüğü vazîfelerin başlıcalarıdır. Dünyâda çeşitli sosyal hâdiselerin, karışıklıkların, rejim mücâdelelerinin ortaya çıkmasında KGB’nin müessir rolü olduğu bilinmektedir.
KGB’nin son zamanlarda görevlerinden biri de Baltık ülkeleri ve Âzerbaycan’da olduğu gibi kızıl ordu ve yandaşlarıyla birlikte bağımsızlık hareketlerini ve hükûmetlerini imhâdır. Bunun son örneği Haziran 1993’te Âzerbaycan’da Elçibey’e karşı yapılan darbedir.
Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu taraf. Müslümanlar namaz kılarken buraya yönelirler. Namazda kıbleye dönmek farz olup, Allahü teâlânın kesin emridir. Namazı kıbleye karşı kılmak, kıble için kılmak değildir. Allahü teâlânın emrine uymaktır. Müslümanların kıblesi önce Kudüs’tü. Hicretten on yedi ay sonra Şâbân ayının ortasında Salı günü öğle veya ikindi namazının üçüncü rekatindeyken Kâbe’ye dönülmesi emrolundu. Böylece Beytül-Makdis (Mescid-i Aksâ) e karşı kılma bırakılıp İbrâhim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâbe’ye dönüldü.
Herhangi bir yerde kıble ciheti, hesapla bulunabilir. Bu hesapların formülleri İhlâs A.Ş. yayınlarından Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabında geniş olarak bildirilmiştir. Türkiye’de bütün şehirlerin kıblesi, güney tarafında bulunmakta ve güney yönünden yaklaşık olarak en fazla 30° kadar doğuya doğru farklı olabilmektedir. Bir şehrin kıblesi enlem ve boylam (arz ve tûl) derecelerine tâbidir. Güneyi bulmak için, zevâlî saat, yüzü semâya (göğe) doğru ve akrebi güneşe doğru tutulunca, akrep ile on iki rakamı arasındaki açının orta hattı (açı ortayı) yaklaşık olarak güneyi gösterir. Kıble; pusulaya, yıldıza bakarak da bulunabilir. Kıble ve namaz vakitleri, fazla zan hâsıl olunca doğru kabûl edilir.
Kıble tâyininde yapılan hatâları gidermek için, 28 Mayıs ve 16 Temmuz târihleri, Dünyâ Kıble Günü olarak kullanılmaktadır.
Yılda iki defâ: 28 Mayıs Türkiye saati ile 11.18 (ileri saatle 12.18) de ve 16 Temmuz saat 11.27 (ileri saatle 12.27) de güneş, tam Kâbe üzerinde bulunur. Bu iki vakitte dünyânın herhangi bir yerinden, güneşe doğru yönelen kimse, aynı zamanda Kâ’be-i Şerif’e (kıbleye) dönmüş olur. Böylece bir yerin kıble yönü kolayca tâyin edilebilir.
Mihrabı bulunmayan, hesap, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih Müslümanlara sormak sûretiyle bulmak mümkündür. Dîne inanmayanlara, fâsıka (açıkça günah işlemekten sakınmayana) ve çocuklara sorularak bulunan kıble namaz kılmak için mûteber değildir. Yanında kıbleyi bilen kimse yoksa, bileni aramaya lüzum yoktur. Kendisi kıbleyi araştırır. Karar verdiği cihete (yöne) doğru kılar. Sonradan yanlış olduğunu anlarsa, araştırdığı için namazı iâde etmez.
Kıble, Kâbenin binâsı değildir, arsasıdır. Yâni yerden Arş’a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için kıyı deniz dibinde, yüksek dağların tepesinde, tayyârede (uçakta) bu cihete doğru kılınabilir.
Namazın kıbleye dönerek kılınması hakkında fıkıh (veya ilmihâl) kitaplarında şu bilgiler vardır.
Göz sinirlerinin çapraz istikâmeti arasındaki açıklık, Kâbeye rastlarsa, namaz kabul olur. Hastalık ve düşman, hırsız korkusu veya yanlış bulmak ile kıbleden ayrılarak namaz kılınabilir. At, merkeb, deve gibi hayvan üzerinde yolculuk yapan da hayvandan inip kılmak imkânı olmadığı zamanlarda bineğinin gittiği tarafa dönerek, kıbleden başka tarafa doğru namaz kılabilir. Fakat vapurda, trende, otobüste kıbleye dönmek şarttır. Misâfir (yolcu) vapurda ve trende farz namaza, kıbleye karşı durup, secde yeri yanına pusula koyarak vapur ve tren döndükçe, kendisi de kıbleye karşı döner. Yâhut başka birisi, sağa sola çevirerek onu kıbleye döndürür. Namazda göğsü kıbleden ayrılırsa, namazı bozulur. Çünkü vapur, tren, otobüs ev gibidir. Hayvan gibi değildir. Otobüste, trende ve dalgalı denizde kıbleye dönemeyenlerin, namazlarını Şâfiî mezhebini taklid ederek kılabileceklerini İslâm âlimleri bildirmektedirler. Öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı biraraya getirerek (takdim ve tehir ederek) kılabilirler.
Kıbleye dönmek hakkında Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:
Doğu ve batı, her yer Allahü teâlâya âittir. (Namaz kılmak için kıbleyi araştırdıktan sonra) hangi tarafa yönelirseniz, orası Allah’a ibâdet yönüdür. Şüphesiz ki Allah’ın mağfireti geniştir. O, her şeyi bilicidir.” (Bakara sûresi: 115)
(Medine’deki Yahûdî ve münâfık) insanlar akılsızlar, yakında şöyle diyecekler: Müslümanları (eskiden beri Kudüs’e doğru namaz kıldıkları)kıbleden (Kâbe’ye) çeviren nedir? Onlara de ki: Doğu da batı da Allah’ındır. Dilediğini doğru yola iletir. (Bakara sûresi: 142)
(Ey Resûlüm! Vahyin gelmesi için) yüzünün semâya (göğe doğru) çevrilip durduğunu görüyoruz. Bunun için, seni râzı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Şimdi yüzünü Mescid-i Haram (Kâ’be) tarafına çevir. Ey mü’minler, siz de, her nerede olursanız, yüzünüzü namazlarda o mescid tarafına çevirin! Şüphe yok ki, kendilerine kitap verilenler, bu kıble çevrilişinin Rableri tarafından hak olduğunu bilirler. Allah ise onların inkârlarından ve yaptıklarından gâfil değildir. (Bakara sûresi: 144)
Celâlim hakkı için, eğer sen o Yahûdî ve Hıristiyanlara her türlü mûcize ve hüceti getirsen, yine kıblene tâbi olmazlar ve sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Onların bâzısı, diğer bâzısının kıblesine tâbi olmaz. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilimden sonra, (bil-farz) onların arzularına uyarsan, bu takdirde muhakkak zâlimlerden olursun. (Bakara sûresi: 145)
Her ümmetin yöneldiği (namazda döndüğü) bir kıblesi vardır. Öyle ise, ey mü’minler, hayırlı işlerde diğer (ümmetleri) geçin! Her nerede olursanız kıyâmet gününde, Allah sizi hesap için bir araya toplar. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir. (Bakara sûresi: 148)
Nereden yola çıkarsan, namazda yüzünü Mescid-i Harâma doğru çevir! Bu yöneliş emri, Rabbinden gelen bir gerçektir, haktır. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bakara sûresi: 149)
“Hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
Namazda, her uzvunu gücün yettiği kadar kıbleye karşı bulundur.”
Kıbleaçısı (K) Kâbe’yi bulmaya yarayan açıdır. K, aşağıdaki formülle hesaplanır:
Şehir Kuzey yarım kürede ise
sin (39,83°-t)
tan K= ─────────────────────────────
cos (39,83°-t). sin a-0,3925. cos a
Burada:
K= coğrafi güney yönü ile Kâbe (kıble) yönü arasındaki açı. (Pusulanın gösterdiği manyetik güney ile coğrafi güney birbirinden farklıdır.)
Kuzeydeki sapma açısı: Sapma açısı coğrafî (hakîkî) kuzey ile manyetik (pusulanın gösterdiği) kuzey arasındaki açıdır. Sapma açısı:
1596 yılında 11° kuzey-doğu
1652 yılında 0°
1815 yılında 24,5° kuzey-batı
1891 yılında 18° kuzey-batı
1932 yılında 12°3’ kuzey-batı
1956 yılında 8°37’ kuzey-batı
1963 yılında İstanbul’da 3° kuzey-doğu olmuştur ve değişmektedir.
(Bkz. Pusula)
Alm. Zypern (n), Fr. Chypre (m), İng. Cyprus. Türkiye’nin güneyinde bulunan, Akdeniz’in üçüncü büyük adası. Türkiye’ye olan uzaklığıAnamur Burnundan 65 km’dir. Adanın yüzölçümü 9.251 km2dir.
Târihi
Eski devirlerde Anadolu’nun bir parçası olan Kıbrıs, suların yeryüzünde bâzı karaları basması sonucu meydana gelen adalardandır. Yapılan kazılarda adada Ortadoğu kültürüyle alâkalı eserler bulunmuştur.
Adanın bilinen ilk sâhibi Mısırlılar olup, bunlardan Hititlere geçmiştir. Hitit çivi yazılarında “Alasya” denilen ada, deniz kavimlerin istilâsına uğrayarak, Asurlular, Fenikeliler, Medler, Roma ve Bizans İmparatorluklarından sonra, Dört Halife (632-661) devrinde Müslümanların hâkimiyetine geçerek, 648 târihinde vergiye bağlandı. Hazret-i Ebû Bekr (632-634) devrinde Müslümanlar Kıbrıs’ta Kitiyon’u fethetti. Hazret-i Osman (644-656) devrinde Şam vâlisi bulunan hazret-i Mu’âviye 647’de Kıbrıs’a tekrar sefer tertib etti. Sefere Eshâb-ı kirâm ve Tâbiin-i izâmdan çok kimse katıldı. Bunlardan biri hazret-i Enes bin Malik’in teyzesi Hazret-i Ümm-i Hırâm’dır.
Peygamber efendimiz, Ümm-i Hirâm’ın evinde uyurken, gülerek uyandı. Ümm-i Hirâm; “Yâ Resûlallah! Niçin güldünüz? diye sordu. Peygamberimiz; “Yâ Ümm-i Hirâm! Ümmetimden bir kısmını, gemilere binip, kâfirlerle gazâye giderler gördüm.” buyurunca; “Yâ Resûlallah! Duâ et, ben de onlardan olayım!” dedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Yâ Rabbi! Bunu da onlardan eyle!” diye duâ buyurdu.
Aradan seneler geçti. Ümm-i Hirâm zevci ile gemilere binip, Kıbrıs’a gitti. Kıbrıs’ta attan düşüp şehid oldu. Hazret-i Ümm-i Hirâm’a Türkler “Hala Sultan” deyip, şehid olduğu yere bir câmi, türbe ve tekke yaptırmışlardır. Emevîlerin hâkimiyetine geçen Kıbrıs Adası vergiye bağlandı. Adaya Müslümanlar yirmi dört sefer tertib etmiştir. Emevîlerden sonra vergilerini vermemesinden dolayı da, Abbasî halifesi Hârun Reşid (796-809) devrinde tekrar hâkimiyet altına alındı.
Haçlı seferlerinin üçüncüsünde İngiliz KralıArslan Yürekli Rişar’ın gemileri fırtınaya tutulunca 1191’de İngilizler, adanın kıyılarına sürüklenip karaya çıkarak, Limasol’u zaptettiler. Fakat Rişar’ın paraya ihtiyacı olduğundan adayı eski Kudüs Kralı Lusignan’a sattı. Bundan sonra ada, Suriye ve Filistin kıyılarından kaçan Doğu Lâtinlerinin merkezi hâline getirildi. Selâhaddin Eyyubî’nin kudüs’ten çıkardığı Lâtinler adaya yerleştirildi. Ceneviz, Fransız, Venedik korsanlarının yaşadığı adadan, Anadolu sâhillerine saldırılar tertiplendi. Kıbrıslıların saldırıları, Anadolu Selçukluları ve beylikleri tarafından savuşturuldu. Haçlı ittifakınca Kıbrıs sularında bulunan Haçlı donanması, Mısır ve Suriye sâhillerine ve Müslüman gemicilere zarar vermeye başlayınca; Memlûk Sultanı Melik-i Eşref Baybars 1425’te adaya asker çıkardı. Devrin Kıbrıs kralı Janus’un ordusu imha edilip, kendisi esir alındı. Kral Janus, yıllık beş bin düka altın ödemek şartıyla azad edilip, vergiye bağlandı. Kıbrıs Lâtinleri, Osmanlılar ile hâkimiyet meselesinde mücâdele eden Akkoyunlular ve Safevî devletleri ile ittifak içine girdiler. Yavuz Sultan Selim Hanın Suriye ve Mısır’ı fethi ve İslâmiyetin mukaddes topraklarını Osmanlı Devletine kazandırmasıyla Doğu Akdeniz’de hâkimiyet kurmanın lüzumu ortaya çıktı. Bunun için de Kıbrıs’ın fethi gerekiyordu.
Kıbrıs sâhillerine yerleşmiş bulunan Venedikliler ise gelip geçen ticâret gemilerine tecâvüzden geri durmuyordu. Diğer taraftan Hint Okyanusunda beliren Portekiz tehlikesi de Akdeniz’de bir an evvel sükunetin sağlanmasını zarurî kılmaktaydı. Bundan başka Kıbrıs halkından pek çoğu da Osmanlının âdil idaresini istemekteydi. Bu sebeplerle İkinci Sultan Selim Han (1566-1574) devrinde Şeyhulislâm Ebüssü’ûd Efendinin fetvâsıyla Kıbrıs’ın fethine karar verildi. 1570’te Vezir Lala Mustafa Paşa, Kıbrıs Serdarı tâyin edilerek, Piyâle Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması adaya çıkartma yaptı. Lefkoşe ve Magosa fethedildi. Papalığın teşvikiyle Haçlı donanması Kıbrıs’a gönderilip, 1571 İnebahtı Muhârebesinde Osmanlı donanması yakılmışsa da, 1572’de iki yüz elli parça gemiyle Akdeniz’e açılan Kılıç Ali Paşa karşısında dayanamayacaklarını anlayan Haçlılar, 1573’te anlaşmak zorunda kaldılar. Adanın hâkimi Venedik Cumhûriyeti, Kıbrıs’ın Osmanlı Devletine terkini ve yıllık üç yüz bin filorin vergi vermeyi kabul etti. Kıbrıs’ta Osmanlı devlet teşkilâtı kurulup, eyâlet hâline getirilerek, beylerbeyi tâyin edildi. İslâmî eserler, tâmir edilip, yenileri kuruldu. Türk-İslâm nüfûsunun adada fazlalaşması için Osmanlı iskân siyâseti tatbik edildi. 1577 târihinde adanın nüfûsu 84.000 olup, bunun 47.000’i Türktü.
On dokuzuncu yüzyıla kadar bütünüyleOsmanlı Devletinin hâkimiyetinde kalan Kıbrıs, Papalığın organize ettiği oyunlar neticesiyle çok tehlikeli meselelerin içine itildi. 1876’da Birinci Meşrutiyetin îlânıyla Osmanlı Devleti Rusya ile harp içine sokuldu. Ancak harbin mağlubiyetle bitmesi üzerine 3 Mart 1878’de çok ağır şartlarla Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalandı. Saltanatının ilk yıllarında olan İkinci Abdülhamîd Han devleti daha o târihte yıkıma götürebilecek olan bu antlaşmayı bir türlü hazmedemedi. Dâhiyâne bir kurnazlıkla, 4 Haziran 1878’de İngiltere ile gizlice anlaştı. Ayastefanos Antlaşmasını tatbik ettirmeme karşılığı, Kıbrıs Adasının idâresini İngiltere’ye bıraktı. Adanın gelirleri her yıl İstanbul’a yollanacak ve Osmanlı Devletinin bir parçası kalacaktı. Bu durum Birinci Dünyâ Harbine kadar muhâfaza edildi.
Üç yüz yıldan fazla Osmanlı Devletinin hâkimiyetinde bulunan Kıbrıs Adasına bu devirde birçok kültür, sanat eserleri ve iktisâdî müesseseler kurulmuştur. Her kasabada medrese ve Lefkoşe’de Sultan Mahmud Kütüphanesi yapılarak, ilmin yayılmasına ve kültür seviyesinin yükseltilmesine çalışıldı. Adanın bütün kalelerinin tâmiri, liman inşaası, câmi, mescid, tekke, imâret, hastahâne, han, kervansaray, sebil, çeşme gibi sosyal tesisler yapıldı.
1923 Lozan Antlaşmasıyla İngiltere’nin ilhâkına bırakılan Kıbrıs, 1925’te Büyük Britanyaİmparatorluğuna bağlanarak, sömürge statüsüne girdi. Adanın İngiltere’nin ilhâkına geçmesiyle, günümüzde de devam eden Kıbrıs Meselesi ortaya çıktı. İngiliz idâresini önce hoşgörü ile karşılayan Rumlar, Kıbrıs Rum Kilisesinin telkinleriyle adayı Yunanistan’a katmak arzusu içine girince, hâdiseler başladı. Adadaki Rumlar’ın Yunanistan’a katılma faaliyetlerinin, İngiliz siyâsetince de dolaylı olarak destek görüp, idârî, iktisâdî ve siyâsî kolaylık gösterilmesi hadiselerin büyümesine sebeb oldu. Türkler dış bir destek bulamayınca vakıfları korumak, millî kültürü muhafaza etmek için, İngiliz sömürge sisteminin tanıdığı hakları kullanmak sûretiyle hâdiselere, mukâvemet etme teşebbüslerinde bulundular. Adadan Türkiye, İngiltere, Avusturalya ve diğer ülkelere Türk göçü de oldu. İngilizlerin Rumlara idârî, siyâsî ve iktisâdî kolaylık göstermesine rağmen, asıl gâyeleri, Yunanistan’a ilhâkı olan Kıbrıs Rum Cemâati, 1931’de isyan ettilerse de bastırıldı. Rumlar arasında Yunanistan’a katılma fikri devamlı empoze edilerek, Kıbrıs’ta nüfuslarını arttırmak için adaya göçmen getirme ve Türkleri tâciz etme siyâseti içine girdiler.
İngiltere, Kıbrıs’ın sömürge statüsünü değiştirme taraftarı olduğundan, 1950 yılında İngiltire-Türkiye-Yunanistan ve Türk-Rum cemâatleri arasındaki meseleler arttı. Türkleri tâciz edip, göçe zorlama ve katliamlarla nüfuslarını azaltan Kıbrıs Rum Kilisesi, adaya getirttiği göçmenlere güvenerek, halk oylamasıyla idârecilerini seçme hakkı istemeye başladı. Hâdiseler üzerine Kıbrıs Türk Cemâati tepki gösterince, Türkiye meseleyi dikkate aldı. Adadaki Türkler Türkiye tarafından desteklenerek, mesele yalnız İngiltere ve Yunanistan’ın olmaktan çıktı. 1954 hâdiseleri Yunanistan tarafından Birleşmiş Milletler teşkilatına götürüldüyse de, siyâsî komisyon görüşülmemesi kararını aldı. 1955 Rum-Yunan tedhiş hâdiseleri üzerine, İngiltere Türkiye’yi meseleyi halletmek üzere toplantıya çağırdı. İngiltere’nin Türkiye’ye toplantı çağrısı, Yunanistan tarafından, Türklerin hakkının resmen tanınıp, meşrulaşması demek olarak kabul edildi. Yunanistan ikinci defa Birleşmiş Milletler Teşkilâtına müracaat etti. Kıbrıs meselesinin sulh yoluyla halledilmesi kararlaştırılınca, 1959 yılında imzâlanan Zürih ve Londra antlaşmaları ile buhran geçici olarak sona erdi ve 16 Ağustos 1960’ta “ortaklık” temeli üzerine kurulan bağımsız ve “iki toplumlu” Kıbrıs Cumhûriyeti ilân edildi. Ada’ya altı yüz elli kişilik bir Türk alayı yerleştirildi. Kıbrıs’ın güvenliği için İngiltere-Türkiye-Yunanistan “Garanti Antlaşması” imzaladılar. Kıbrıs Cumhûriyetinde Türklere eşit haklar tanınıp, Cumhurbaşkanı Rumlardan, yardımcısı da Türklerden seçilecekti.
Türkiye’nin garantör devlet olarak Türklerin haklarını müdâfaa etmek ve hâdiselere müdâhale hakkı verilen Garanti Antlaşmasını Rumlar bir türlü kabul edemediğinden, hâdiselerin önüne geçilemedi. Rumlar, Enosis gâyesini gerçekleştirmek, Türkleri yıldırmak, Türkiye’yi zor duruma düşürmek için, 21 Aralık 1963’te Kıbrıs Cumhûriyeti Anayasasını tanımayarak, 22 Aralıkta Kıbrıs’taki Türklere karşı tedhiş ve katliamlara başladılar. Garantör devlet olarak Türkiye hâdiselere müdahâle etti. Türkiye’nin kararlı tutumu Rumlar’ın hâdiseleri durdurmasına, Birleşmiş Milletler de meselenin sulh yoluyla halledilmesi için garantör devletler arasında görüşmelerin başlamasına ve adada Barış Gücünün bulundurulmasına karar verdi. Yunanistan’daki 1967 askerî darbesi sonunda Enosisci iktidar, tedhişçi Grivas’ın teşkilâtlandırdığı Rum Millî Muhafız Kuvvetlerini destekleyerek, Türklerin toplu bulunduğu Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı harekete geçince, TBMM 16 Kasım 1967 târihli toplantısında üyelerinin tamâmına yakını Kıbrıs’a asker çıkarma kararı aldı. Türk çıkarma birliklerinin ve donanmasının İskenderun’da toplanması, jetlerinin de Kıbrıs semâlarında görünüp, alçak uçuşlar yapması, Grivas’ın ve 12.000 kişilik Yunan ordusunun adadan çekilmesine sebeb olup, ABD’nin araya girmesiyle Türkiye çıkarma yapmaktan vaz geçirildi. Kıbrıslı Türkler, Türkiye’nin anavatan olarak haklı tepkisine şâhit olunca, kendi işlerini kendileri görmek üzere 29 Aralık 1967’de Kıbrıs Geçici Türk İdâresini kurarak, 19 maddelik de esas tespit etmişlerdir. Kıbrıs meselesinin halledilmesi için toplumlararası görüşmeler 1968’de başlamasına rağmen 1974 yılına kadar bir netice alınamamıştır.
Yunanistan ve Kıbrıs Rumları, Enosis gâyesinin gereği doğrultusunda hareket edip, Türkiye ve Türklere düşmanca hareket içine girdiler. Atina’daki Askerî Cunta, adanın Kıbrıs’ta bulunan Yunan Kuvvetleri ve EOKA-B aracılığı ile 15 Temmuzda darbeye teşebbüs ettirip, Türklere hayat hakkı tanımayan katliamlara girişince; Türkiye, garantör devlet olarak 20 temmuz 1974’te birinci, 14-16 Ağustos 1974’te de ikinci barış harekâtını gerçekleştirmek mecburiyetinde kaldı. Türk Ordusunun muvaffakiyetle gerçekleştirdiği askerî harekâtlar neticesinde Kıbrıs’ın istiklâli muhâfaza edilip, adadaki Türkler imhâ edilmekten kurtarılarak, Kıbrıs Türk Devleti için zemin hazırlanmıştı. Yıllardan beri devam eden görüşmelerde kesin bir neticeye gidilemeyince, Kıbrıs Türk toplumu 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devletini, 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyetini kurarak, istiklâlini îlân etti. Kıbrıs meselesinin halli için, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti ve Kıbrıs Rum Toplumu ile ikili ve milletlerararası görüşmeler hâlâ devam etmektedir. (Bkz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhûriyeti)
Alm. Knorpel (m), Fr. Cartilage (m), İng. Cartillage. Esnekliği ve sertliği ile bilinen bir çeşit bağ dokusu. Kemik kadar sert olmayan kıkırdak, dayanıklı, esnek ve damarsız bir dokudur.
Kireçlenme ve kemikleşmeye yönelik büyük bir eğilim gösterir. İlkel yapılı omurgalıların ve üstün yapılı omurgalılarda embriyoların (ceninlerin) bütün iskeleti, erişkinlerde ise iskeletin bâzı kısımları kıkırdaktandır. Köpek balıkları ve bâzı yassı balıklarda iskelet ömür boyu kıkırdak olarak kalır. Kıkırdak hücreleri 15-20 mikron büyüklüğündedir. Kondrosit adı verilen bu hücreler kıkırdağın ara maddesi (kontrin) içine kondroplast denilen kapsüllerle yerleşir. Kıkırdak, eklemlerin sürtünme yüzeylerinde bulunur ve sürtünmeyi azaltır. Bozulan, harâb olan kıkırdak dokusu, bir daha eski hâline gelemez. Eklemlerde bu durum çok önemlidir. Kireçlenme de eklem yüzlerindeki kıkırdağın bozulması sonucu ortaya çıkar. Kıkırdak ayrıca burun, kulak gibi organların bâzı kısımlarının çatısını da yapar.
Kıkırdak beyazımtrak renktedir, kemiğe göre daha az serttir. Buna karşılık oldukça bükülebilir niteliktedir. Kan damarı taşımaz. Hücreler dokular arası sızıntılar ile beslenirler.
Üç çeşit kıkırdak vardır: Saydam kıkırdak: Eklemlerin yüzeylerini örter. Gırtlak, burun, soluk borusu bronşlara destek sağlar. Telli kıkırdak: Omurlararası diskleri ve menisküsleri meydana getirir. Esnek (elastik) kıkırdak ise, kulak kepçesinin ve gırtlak kapağının destek iskeletini husûle getirir.
Alm. Haar (n), Körperhaare (pl), Fr. Poil (m), İng. Hair, bristle. Bâzı hayvanların derisinde ve insan vücûdunun belli kısımlarından çıkan ipliksi uzantı. Kıl, omurgalılarda memelilere has bir deri ürünüdür, çoğu zaman renklidir, fakat ihtiyarlıkta rengini veren boya maddesi yok olabilir. İnsanlarda görülen beyaz saçlar böyle meydana gelir. Kıllar yağ bezlerinin çıkardığı yağla yağlanırlar, etraflarında bulunan küçük dikeltici kas hücrelerinin etkisiyle dikilebilirler ve sürekli olarak büyürler.
Kıllar; keratin yapısında olup, eliçi, ayak tabanı, parmakların iç yüzü, dudak kırmızısı ve sünnet derisi dışında vücûdun her tarafında bulunurlar. Uzunlukları, kalınlıkları ve sayıları değişiktir. Vücutta bulundukları yere göre özel karakter, gösterirler. Meselâ; koltukaltı kılları, uçlarının künt olması sebebiyle diğer kıllardan ayrılırlar.
Doğumda saç, kaş ve kirpikler dışında bütün vücud, ileride son kullanmayı meydana getirecek az veya çok sayıda tüycüklerle kaplıdır. Ergenlikten itibaren kadın ve erkek cinsine ait özel kıllanma kendisini göstermeye başlar. Kadın saçının uzama kâbiliyeti, erkeklerden daha fazladır.
Kılın bir uç kısmı, bir gövdesi, bir kök kısmı bulunur. Kökün son kısmı şişkince olup soğancık ismini alır. Soğancığın alt kısmı oyuk olup buradan kılı besliyen damarlar girerek yumak teşkil eder. Kıl kökünün etrafını cilt tabakaları sarar ki bu kısma da folikül denir.
Adlî tıp açısından da kıllar önem arz eder. Suç veya cinâyet yerinde bulunacak kıllardan faydalanılarak birçok hususlarda önemli bilgi alınabilmektedir.