KEDİOTU (Valeriana officinalis)

Alm. Baldrian (m), Fr. Valériane (f), İng. Valerian. Familyası: Kediotugiller (Valerianacea) Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Orta ve Kuzey Doğu Anadolu bölgesi.

Mayıs ve ağustos ayları arasında beyaz ve pembe renkli çiçekler açan 60-150 cm boylarında, nemli yerlerde yetişen çok yıllık otsu bir bitki. Gövdeleri silindir şeklinde olup, içi boş ve üzerleri çizgilidir. Yapraklar karşılıklı ve kısa saplıdır. Çiçekler dalların uçlarında şemsiyemsi durumlar meydana getirirler. Çanak yaprakları tüysü, taç yaprakları ise tübsüdür.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları kökleridir. Kediotu kökü olarak tanınır. Özel bir kokusu ve bileşiminde valerian asidi esterleri vardır. Eskiden çayı yara tedâvisinde kullanılırdı. Sinirleri teskin edici, yatıştırıcı etkisinden dolayı önemlidir. Histeri ve nevrasteniye iyi gelir. Kediotu kökünden kediotu esansı elde edilir. Galenik preparatların terkibine girer. Fazla miktarda alınması başağrısı, halsizlik ve hazımsızlığa sebep olur.

Memleketimizde 10 kadar türü bulunmaktadır.

KEFAL (Mugil chelo)

Alm. dicklippige Meerässche, Fr. Mulet a grosse lèvre, İng. Lesser grey mullet. Familyası: Kefalgiller (Mugilidae). Yaşadığı yerler: Tropikal ve ılıman bölgelerin deniz ve tatlı sularında. Özellikleri: Vücudu iri pullarla örtülü, çift sırt yüzgeçli, otçul bir balık. Sırtı gri, karın tarafı gümüşî beyazdır. Uzunlukları 25-90 cm arasında değişir. Eti makbul, avlanması güçtür. Ömrü: 15-16 yıl. Çeşitleri: Sularımızda yaşayan altı türü vardır. Has kefal, dudaklı kefal, altınbaş kefal, topbaş kefal, polatarina, ilirya.

Kemiklibalıklar takımından vücudu iri pullarla kaplı çevik bir balık. Sıcak ve ılık deniz kıyılarında sürü hâlinde dolaşır. Denize açılan nehir ve göllere de girerler. Ancak tatlı sularda devamlı yaşamazlar, üremek için denizlere dönerler. Kumluk, kayalık ve çamurlu diplerdeki bitki artıkları ve yosunlarla beslenirler. Yırtıcı olmadıklarından dişleri zayıf, ağızları küçüktür. Kum ve çamuru ağızlarına alarak, içindeki besinleri ayıkladıktan sonra tekrar dışarı püskürtürler. Çoğunlukla denizlere dökülen kanalizasyon ağızlarına gelirler. Barsakları çok uzun (210 cm kadar), kaslı mideleri iki bölümdür. Beyaz etleri yağlı ve makbuldür.

Kefal, çevik ve kurnaz bir balık olduğundan olta ve ağla yakalanması zordur. Çoğunlukla serpme ve çöktürme ile avlanır. Boyları yaşlarına ve çeşitlerine göre 25-90 cm arasında değişir. Sırt yüzgeçleri iki parçalıdır. Solungaçların hemen yanındaki yüzgeçler dalış ve çıkışı kolaylaştırır. Denizlerimizde ve Küçükçekmece Gölünde boldur. Beslenme ve kışı geçirme maksadı ile Küçükçekmece Gölüne girmiş olan has kefaller yumurtlamak için haziran başından îtibâren denize dönerler. Gölün denize yakın kısımlarında çökertme ile avlanırlar. Boyları 40-65 cm ve ağırlıkları 1,5-4 kg gelir. İstanbul piyasasında en çok aranan Küçükçekmece kefalleridir. Yumurtalıklarının ağırlığı 150-750 gr arasında değişir. Havyarı kıymetlidir. (Bkz. Havyar)

Karadeniz’de kefalin üremesi mayıs veya haziranda başlar. Yumurtaları suyun üst tabakalarında gelişir. Yabancı sularda 9 kg gelenleri vardır. Türkiye sularında 4 kilogramı geçenlere az rastlanır.

Her mevsim avlanırlar. 15-16 yıl kadar yaşarlar. Göğüs, karın veya birinci sırt yüzgecinin dikenlerinden alınan kesitten yaş tayini yapılabilir. Yüzgeçlerin, kaideye yakın yerlerden biraz adele ile birlikte makasla kesilip, 2-3 hafta kurutulduktan sonra kesiti alınmalıdır. En uygunu birinci sırt yüzgecinin birinci sert dikenidir.

Japonya, Çin ve son yıllarda İsrail’de havuzlarda sazan balıklarıyla beraber kefal yetiştirilmektedir. Küçük kefal yavruları, denize dökülen nehir ağızlarında küçük bir ağ ile yakalanır. Koruyucu mukoza örtülerini zedelememek için elle dokunulmadan kovalarla, depo tanklarına aktarılırlar. Yavrular tanklardan havuzlara aktarılırken her iki ortamın sıcaklığına dikkat edilmelidir. Havuzlar zengin alg (yosun) ihtiva etmelidirler. Deneme havuzlarına 6 cm uzunluk ve 3 gr ağırlıkta atılan kefal yavruları 6 ay içinde 35 cm boy ve 400 gr ağırlığa erişirler.

KEFÂLET

Alm. Bürgschaft, Sicherheitsleistung (f), Fr. Caution, garantie (f), İng. Guarantee, guaranty, security. Borçlunun, borcunu ödemeyi bir başkasını alacaklıya karşı taahhüt etmesi. Kefâlet herhangi bir sözleşme ile borçlunun yüklendiği bir borcun ödenmesini, alacaklıya karşı yazılı sözleşme yaparak, borçlu ve alacaklı dışında, üçüncü bir şahsın üzerine almasıdır. Kefâlet sözleşmesinin hükümleri Boçlar Kânunu’nun 483-503’üncü maddelerinde düzenlenmiştir. Borcu ödemeyi taahhüt edene “kefil” denir.

Borçlar Kânunu’na göre kefâlet sözleşmesinde, kefâlet edilen borç miktârının belli olması ve kefilin yazılı bir beyânı bulunması şarttır. İki çeşit kefâlet sözleşmesi vardır. Âdî kefâlet ve müteselsil kefâlet.

Âdî kefâlette borcun, asıl borçlulardan tahsil edilememesi veya rehin ve ipotek olup da bunun borca yetmemesi hâlinde borç, kefilden istenir. Müteselsil kefalette ise, alacaklı, alacağının tahsili için asıl borçluya gitmeden, ipoteğin paraya çevrilmesini istemeden, kefilden borcu ödemesini isteyebilir.

Kefil, bir veya birden fazla kişi olabilir. Birden fazla olursa, buna “birlikte kefâlet” denir. Kefile kefil olmak da mümkündür. Kefile kefil, alacaklıya karşı kefilin taahhüdünü temin eden âdî kefilin borçlu ile beraber olan mesuliyeti derecesindedir.

Kefâlet sözleşmesi, asıl borcun ödenmesi, takası, ibrâsı gibi bir sebeple sakıt olması, ortadan kalkması ile son bulur ve kefil de kefâletten kurtulur. Kefil, kefâlet sözleşmesi gereğince, borçtan ödediği kadarını asıl borçludan isteme hakkına sahiptir. Yalnız alacaklıya yaptığı ödemelerini, asıl borçluya vaktinde bildirmesi lâzımdır.

İslâm hukukunda kefâlet hükümleri, Mecelle’nin 659-672’nci maddelerinde düzenlenmiştir. Kefil olmak, birisinden belli bir veya birkaç kimsenin istedikleri bir şeyi, başkasının kendisinin de ödeyeceğine söz vermesi demektir. Ödenecek şey, belli ve hazır olan mal ile veya henüz hazır olmayan bir mal olabildiği gibi, insanın teslim edilmesi de olur. Alacaklının belli kimse olması şarttır. Borç senetleri, bonolar yazılırken, sonraki alacaklılar belli olmadıkları için, kefâlet senedi olamazlar. Son alacaklı, bonoyu yazandan ve ciro (devir) edenlerden bir şey isteyemez. Rehin, vedia, âriyet ve kiraya verilen gibi mallar telef olunca ödenmelerine kefil olunmaz.

Alacaklı isterse borçludan, isterse kefilden hakkını alabilir. Kefil, müteselsilen borçludur. Şartlı veya şartsız kefil olunabilir. Kefâletin geçerli olabilmesi için, kefilin teklif etmesi ve alacaklının veya vekilinin, bunun yanında kabul etmesi lâzımdır.

Kefile kefil olmak da geçerlidir. Alacaklı, borcu üçünden de isteyebilir. Bir borçluya birkaç kişinin müstakilen veya müştereken kefil olmaları da geçerlidir.

Kefil borçludan rehin isteyebilir. Alacaklı, borçlusunu affetmesi, borcu ona hediye etmesi ve sadaka vermesi hâlinde kefil de borçtan kurtulur. Kefil borcu birine havâle etse, alacaklı da bunu kabul etse, kefil de, alacaklı da ödemekten kurtulurlar, borcu havâle edilen öder.

KEFEN

Alm. Leichentuch (n), Fr. Linceul (m), drap (m) mortuaire, İng. Shroud. Ölen kimseye sarılan bez parçaları. Kefen, İslâmiyette genellikle beyaz kumaştan ve erkekler için üç, kadınlar için beş parça olarak yapılır. Kefensiz cenâze gömülmez. Şehitler öldükleri zaman bu şekilde kefenlenmezler, üzerlerindeki zırh, silah, palto, ayakkabı gibi eşyâlar alınır. Diğer kanlı elbiseleri ile, yıkanmadan ve kefenlenmeden gömülür.

İslâm dîninde, ölen bir kimseyi yıkamak, kefenlemek, cenâze namazı kılmak ve gömmek Müslümanların üzerine farz-ı kifâyedir. Bu vazîfenin en az bir Müslüman tarafından yapılması ile diğer Müslümanlar borçtan kurtulurlar.

Kefen, ölünün kendi malından alınır. Borçları ödenmeden, vasiyeti yerine getirilmeden ve mîrasın taksimi yapılmadan önce kefen parası ayrılır. Parası olmayan kimsenin kefenini, hayattayken nafakasını(geçimini) temin eden kimse alır. Kimsesiz cenâzelerin kefenini devlet hazînesi veya yaşadığı şehrin zenginleri temin eder.

Ölünün kefenlenmeden önce yıkanması şarttır. Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş serir (teneşir tahtası) üzerine sırt üstü veya kolay olan şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Gömleği uzun ise gömlek içinde de yıkanır.

Ölünün kefeni, vücûdunu tam örtecek miktarda bezden olmalıdır. Erkeğin kefeninin üç parça olması emredilmiştir. Zaruri durumlarda ölünün bedenini örtecek kadar bir kat kefenle de ölü defnedilebilir. Bu parçalar şunlardır:

1. İzâr: Baştan ayağa kadar genişliği bir metreden fazladır.

2. Kamîs (Entâri gibi uzun gömlek): Bunun uzunluğu omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden baş geçecek kadar düz kesilir. Kol ve etek yerleri kesilmez.

3. Lifâfe: Baştan ve ayaklardan aşırı uzunlukta olup, daha geniştir. Baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp, bezle bağlanacaktır.

Kadın kefeni ise beş parçadan olur:

Bunlardan ilk üçü olan kamîs, izâr ve lifâfe aynen erkek kefenindeki gibidir. Kadın kefeninde bunlardan farklı olarak bulunan iki parça ise himar ve göğüs bezidir. Bunlardan; Himar: Baş örtüsü olup, yetmiş beş santim kadar uzundur, uçları yüze kadar iner. Göğüs bezi: omuzdan dize kadardır.

Ölünün kefeninin üç parçadan olması, yeni, temiz, kıymetli olması, beyaz pamuklu (patiska) bezlerinin kullanılması sünnettir. Başına sarık sarmak, erkeğe ipek kefen, tabutu ipekli bezle örtmek, süslü şeyler koymak dînimizde yasaktır. Kadın için ipek kefen kullanılabilir. Besmele-i şerifeyi, kelime-i tevhidi, âyet-i kerîmeleri muhterem isimleri kefene yazmak doğru değildir. Zîrâ ceset çürüyünce bunlar kirlenir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerinde kefen husûsunda; “Sizin biriniz din kardeşinin ölüsünü techiz etmeyi üzerine alıp, velîsi olduğunda kefenini iyi ve temiz maldan güzel yapsın. Zîrâ ölüler defin olundukları kefenleriyle kabirlerinden çıkıp mahşere gelirler ve kefenleriyle birbirlerini ziyâret ederler.

Beyaz elbise giyin. Muhakkak ki beyaz elbise pâk, temiz ve iyidir. Ölünüzü de beyaz elbise ile kefenleyin.” buyurmaktadır.

KEFEN

Anadolu’ya ilk adım atarken,

Türk ilinden kopan rüzgâr eserken,

Gâzi Alpaslan at binmiş gelirken,

Bak dalgalanıyor bedende kefen!

 

Sultan Selâhaddin dünyâ fethinden

Âhiret şehrine göçüp giderken,

Bayrağın yerine astırdı hemen...

Bak dalgalanıyor bedende kefen!

 

Kefen, kefen, kefen! Bir bayraksın sen.

Kanlara bulanmış bir nefersin sen.

Yaradana giden yolda nesin sen?

Bak dalgalanıyor bedende kefen!

KEFFÂRET

Alm. Busse, sühne (-gabe) (f), Fr. Expiation, pénitence (f), İng. Expiation, atonement. Günahları örten, işlenen günahların ve yapılan hatâların bağışlanması için yerine getirilen cezâî ibâdet. Lügatte, “günahı mahv etmek, örtmek” mânâsınadır. İslâm dîninde bâzı ibâdetlerde veya davranışlarda yapılan yanlış ve eksik işlerden dolayı, Allahü teâlâdan af dilemek, bağışlanmasını istemek niyetiyle yapılan ve cezâî tarafı da bulunan ibâdetlerdir.İslâm dînindeki her ibâdetin borcundan kurtulmak, onu vaktinde ve tam olarak yerine getirmek ile mümkündür. Kul, yâni insan kusurludur, her zaman hatâ edebilir. İşte Allahü teâlâ kullarının hatâsını bağışlamak için çeşitli imkânlar ve fırsatlar bahşeylemiştir. Keffâret, bu ilâhî lütuflardan biridir. Keffâretler, çeşitli şekillerde yerine getirilmektedir.

Beş çeşit keffâret vardır:

1. Oruç keffâreti: Ramazan ayında, oruçlu olduğunu bildiği halde ve geceden niyetliyken, faydalı bir şeyi, yâni gıdâ veya devâ olarak yenilmesi âdet olan veya zevk ve keyf veren bir şeyi yemek ve içmekle veya cimâ yapmak ve yapılmakla oruç bozulur, kazâ ve keffâret lâzım olur (Bkz. Oruç). Kazâ, bozulan oruç için bir gün tutmak; keffâret de mübârek Ramazan ayının nâmus perdesini yırtmanın cezâsıdır. Kazâ, adak ve nâfile oruçları bozunca, keffâret yapılmaz.

Oruç keffâreti olarak, Müslüman bir köleyi azâd etmek lâzımdır. Buna gücü yetmeyenin iki ay aralıksız oruç tutması gerekmektedir. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri sabah ve akşam doyurmalıdır veya her birine birer sadaka-ı fıtır (fitre) vermelidir. Bunların hiçbirine gücü yetmeyen ise bağışlanması için Allahü teâlâya duâ eder.

2. Yemin keffâreti: Bir sözü kuvvetlendirmek için ve Allahü teâlânın ismini söyleyerek kullanılan kelimelere ve cümlelere yemin denir (Bkz. Yemin). Müslüman yeminini bozmamalıdır. Bozarsa keffâret gerekir, yemini bozmadan keffâret verilmez. Yemin keffâreti hakkında Kur’ân-ı kerîm’de Mâide sûresi 39. âyetinde meâlen; “Yeminin keffâreti, âilenize yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri doyurmak yâhut giydirmek, yâhut bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyene üç gün (ardarda) oruç tutması gerekir.” buyrulmaktadır.

3. Katl (katil; adam öldürme) keffâreti: İslâm hukûkuna göre kasten olmayan, yanlışlıkla öldürmeden dolayı meydana gelen keffârettir. Bir şahsı hatâ yoluyla öldüren kişi için keffaret gerekmektedir. Bu hususta Kur’ân-ı kerîm’de Nisâ sûresi 92. âyetinde meâlen; “Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köle azâd etmesi ve ölenin âilesine (vârislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Vârisler diyeti sadaka olarak bağışlarlarsa mesele yok. Bunlara gücü yetmeyen de Allahü teâlâ tarafından tövbesinin kabûlü için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması îcâb eder.” buyrulmaktadır.

4. Hacda yapılan traşın keffâreti: Hac etmek niyetiyle ihrâma giren kişi, saçlarını traş edemez. Herhangi bir özür dolayısıyla saçlarını traş ettirirse kendisine keffâret gerekir (Bkz. İhrâm). Buna “Keffâret-i halk” denir. Bunun için üç gün oruç tutulur. Bu orucun arka arkaya tutulması şart değildir. Ayrı ayrı günlerde de tutulabilir.

5. Zıhâr keffâreti: Kocanın hanımına, İslâm dîninde yasak edilmiş bâzı kelime ve deyimlerle hitap ve tesbih etmesinin cezâsıdır.

Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 3 ve 4. âyetlerinde meâlen; “Karılarına zıhar yapanları sonra dediklerini geri almak için dönecek olanlar, birbiriyle birleşmeden önce, (koca üzerine keffâret olarak) bir köle azâd etmek vardır. İşte siz, böyle keffâret hükmü ile öğütlenirsiniz. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Fakat kim (keffâret ödemek için bir köle) bulamazsa, birbiriyle temastan evvel, arka arkaya iki ay oruç tutmak vardır. Ona da gücü yetmeyen (sabah akşam) altmış fakiri doyursun.” buyruldu. Zıhâr hakkında tafsilâtlı bilgi fıkıh kitaplarında mevcuttur.

Hastalığı veya başka bir âcizliği sebebiyle oruç tutamayacak duruma gelenler, keffâret olarak, her bir günlük oruç için bir fidye, yâni sadaka-ı fıtır (fitre) verir (Bkz. Fidye). Namaz ibâdetlerini de yerine getiremeden vefât eden kimsenin namaz borçlarından kurtulması için, ölmeden önce vasiyet etmesi hâlinde bir namazın keffâreti olarak bir fitre verilir. Namaz borçlarının çok olması hâlinde, borcun ıskatı (düşürülmesi) için keffâreti devir yapılarak ödenir. (Bkz. İskat)

KEFİR

Alm. Kefir (m), Fr. Kéfir (m), İng. Kefir. Çok eski yıllardan beri özellikle Rusya’nın Kafkasya bölgesinde yapılan, bugün ise Avrupa ve Amerika ülkelerinde ticârî maksatla îmâl edilen süt asidi ve alkol fermantasyonu yardımıyla yapılan köpüklü, koyu kıvamlı (yoğurt kıvamında), hafif ekşimsi bir içki.

Eski Orta Asya’da çok kullanılan kefire, günümüzde bilhassa Kafkasya’da rastlanmaktadır. Kefir, beyazımtrak renkte, karnıbaharı andırır şekilde ve genellikle bezelye veya fındık büyüklüğünde tânelerden meydana gelmiştir. Kefir tânesinde; torula mayaları, sacharamyces kefir, streptococcus cremoris, betabacterium caucasium gibi mikroorganizmalar bulunur. Bunların faaliyeti sonucu süt asidi, etil alkol ve karbondioksit meydana gelir. Kefir tânesi içerisinde bulunan mikroorganizmalardan bâzıları süt şekerini parçalayarak süt asidi hâsıl ederler ve süt pıhtılaşır. Mikroorganizmalardan bazıları ise karbondioksit ve etil alkol meydana getirirler. Fermantasyon sonucu kefir adı verilen hafif ekşimsi, köpüklü, alkollü ve yoğurt kıvamında bir süt içkisi ortaya çıkar. Kefir yapımında inek, koyun, keçi, manda sütleri yağlı veya yağsız olsun kullanılabilir.

Kefirin bileşimi şöyledir:

Su: % 88-89

Süt asidi: % 0,8-0,9

Etil alkol: % 0,6-1,1

Süt şekeri-laktoz: % 1,7-2,7

Kazein: % 2,5-2,9

Mineral Maddeleri: % 0,6-0,8

Albümin: % 0,1-0,3

Yağ: % 2,8-3,3

Kefirin yapısının laboratuvar araştırmaları sonucunda insan sıhhatine zararlı olduğu anlaşılmıştır. Süt unsurlarının fermantasyon esnâsında değişikliğe uğraması ile amino asitler, galaktoz, süt asidi, etil alkol antibiyotik etkili maddeler ve tat-koku gibi maddeler teşekkül etmektedir.

Çeşitli yayınlarda kefirin iştahsızlık, uykusuzluk, verem ve böbrek hastalıklarında, bronşit ve astımda, ekzema tedâvisinde kullanıldığı belirtilmektedir. Ancak bâzı hastalarda tam tersi olan sonuçlar hâsıl etmekte ve ihtivâ ettiği çeşitli maya ve alkolden dolayı zararlı olmaktadır. Kalp hastalarına ise, içindeki yüksek karbondioksit miktarı sebebiyle kefir içmeleri tavsiye edilmemektedir.

Kefir, alkollü olması sebebiyle kımız ve bira gibi bir içkidir. İslâm âlimlerinden İmâm-ı Muhammed buyuruyor ki: “Müselles olan içki yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp üçte ikisi uçup geriye kalan kısmı tadı keskin olmuş ise, sarhoş etmeyecek kadar az içilmesi de haram olur, içilmesi doğru olmaz.” Onun için kefir de, bu cins içkiler arasında sayılmaktadır.

KEHLİBAR (Kehribar)

Alm. Bernstein (m), Fr. Ambre (m)  jaune, İng. Yellow amber. Çamgiller (Pinaceae) familyasından, bir çam türü olan Pinus succinifera ağaçlarının fosilleşmiş reçinesi.

Toplumlarda bâzı süs eşya yapımında kullanılan açık sarıdan kızıla kadar çeşitli renklerde yarısaydam, kolay kırılabilen ve bir yere gömüldüğü zaman ufak cisimleri kendine çekme özelliği kazanan bir fosildir. Baltık Denizinden çıkarılan kehlibar, yüzyıllardan beri kadınların süs eşyalarından en gözde sayılan taşlardan biri olarak benimsenmiştir. Parlaklık ve renk açısından onu hiçbir saydam taş ile kıyaslamak mümkün değildir. Kehlibara yapışan fosilleşmiş böcekler, yabanî bitkilerin fazla oluşu, diğer taşlarda görülmeyen önemli özelliklerdendir.

Avrupa’da kehlibar yatakları en çok Ukrayna, Romanya, İsveç, İngiltere, Hollanda, Sicilya’da görülmektedir. Kehlibar ortalama 25 ilâ 40 m arasında değişen bir derinlikte ve eski devirlerde meydana gelen denizaltı çökeltilerinin iki tabakası arasında damarlar şeklinde bulunmaktadır. Buna mavi toprak denilmektedir. Bu, kehlibarın ikinci vatanıdır. Birinci vatanı ise bugünkü İskandinavya ve Baltık Denizinin büyük bir kısmını içine alan sahadır. Buralarda bir zamanlar büyük ormanların bulunduğu tahmin edilmektedir. Kıtalar arasındaki büyük değişikliklerin sonunda bu bölgeler sular altında kalmış ve uzun seneler sonucu toplanan çam sakızı kütleleri deniz suyuyla sürüklenip gitmişti. Bunlar üzerine kum ve çakıl taşlarının kaplanması ile mavi toprak olarak bilinen tabaka hâsıl olmuştur. Bu bilgiler yapılan tetkikler sonucunda ilim adamlarının verdikleri kararlardır.

Çok beğenilen bu süs eşyâsı yanında, kullanılan taşın içindeki böcek, yaprak ve çiçek kalıntıları hiçbir zaman bozulmayacak şekilde mumyalaşmıştır. Bunlar eski devirler hakkında aydınlatıcı bilgilerin edinilmesine yardımcı olmaktadır. Kehlibarda deterpenik reçine asidleri, rezenler ve biraz uçucu yağ bulunur.

Kehlibardan çeşitli kadın süs eşyâları yanında, tesbih ve ağızlık da yapılmaktadır. Eskiden uyarıcı ve antispazmodik olarak da kullanılırdı. Bugün ilâç olarak kullanılmamaktadır.

KEHRİBAR

(Bkz. Kehlibar)

KEİB

(Bkz. Karadeniz Ekonomik İşbirliği)

KEKEMELİK

Alm. Stottern (n), Fr. Bégaiement (m), İng. Stuttering, stammer. Bâzı heceleri tekrarlamak, bâzılarını patlayıcı bir konuşma şeklinde zorlukla söylemek ve söylenemeyenlerin önünde duraklamaktan ibâret bir konuşma bozukluğu. Kekemelik, ruhî bozukluklarla sinir hücrelerinin hastalıkları sonucunda meydana gelir. Durdurulamayan hece ve p, f, k, b, g gibi patlayıcı harflerin (klonik kekemelik) veya çoğu zaman patlayıcı sessiz harflerle başlayan heceler önünde, gerçek kas kramplarını hatırlatan duraklamalarla (tonik kekemelik) kendini gösterir. Kekemelikte, solunum düzensizliği çok önemlidir. Ritm iyice belirlenerek şarkı söylemek hem solunumu kolaylaştırır hem de kendisine güven sağladığı için bu sırada kekemelik kaybolur.

Kekemelik, eğitilmesi gereken aşırı heyecanlılık hâlidir. Ritm ve fonetiğe dayanan eski metodlar, özellikle gençler ve çocuklarda iyi sonuç vermişse de, erişkinde yeterli olamamaktadır. Bugün tedâvide psikoterapi (rûhî tedâvi) yalnız başına veya eski metodlarla birlikte uygulanmaktadır. Eğitim bu konuda uzmanlaşmış yerlerde yapılır.

KEKİK (Thymus)

Alm. Thymian (m), Fr. Thym (m), İng. Thyme. Familyası: Ballıbabagiller (Labiatae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu, Trakya. Mayıs-eylül ayları arasında çiçek açan çok yıllık, çok dallı, odunsu ve küçük çalımsı bir bitki. Yol kenarlarında kurak bölgelerde, bilhassa dağlık yerlerde çok rastlanır. Tabanda odunlaşmış bir gövdesi, ince dört köşeli ve kırmızımsı renkli dalları vardır. Yaprakları 1 cm kadar uzunlukta, oval, sapsız veya kısa saplıdır. Yapraklarda, uçucu yağ depo eden salgı tüyleri bulunur. Çiçekler küçük, iki veya çok çiçekli pembemsi, mor-beyaz veya kırmızı renklerde, dalların uçlarında küresel durumlar teşkil ederler. Çanak ve taç yaprakları tüpsü ve lopludur.

Anadolu’da oldukça yayılmış olup, birçok varyeteleri de vardır. Memleketimizde 37 kekik türü bulunmaktadır. Halk arasında kekiğe benzeyen mercan köşk veya merzengüş (origanum) türleri; İstanbul kekiği, İzmir kekiği gibi adlarla kekik yerine kullanılmaktadır.

Kullanıldığı yerler: Kekiğin sarımsı renkte bir uçucu yağı vardır. Bu yağda önemli olan ve kokusunu veren thymol bulunur. Kekik, çay hâlinde mide ağrılarına karşı, dolaşım uyarıcısı, baharat olarak ve idrar söktürücü olarak kullanılır. Thymol az dozlarda midevî, balgam söktürücü, sinir kuvvetlendirici ve boğaz ağrılarına karşı kullanılır. Yüksek dozlarda ise antiseptik ve kurt düşürücü olarak verilir.

KEKLİK (Perdix perdix)

Alm. Rebhuhn (n), Fr. Perdrix grise, İng. Common pardridge. Familyası: Sülüngiller (Phasiandae). Yaşadığı yerler: Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da. Özellikleri: Güvercin iriliğinde, eti lezzetli bir av kuşu. Ayakları ve gagası kırmızıdır. Ovalarda bol avlanır. Ömrü: 15-20 yıl. Çeşitleri: Kınalı keklik, çil keklik, kırmızı başlıklı keklik, bambu kekliği meşhur türleridir.

Sülüngiller âilesinden çalılık, ovalık ve orman kenarlarında çiftler veya toplu halde yaşayan, göçmen olmayan bir av kuşu. Türlere göre boyları 26-35 cm arasında değişir. Sırtları toprak renginde olduğundan yerde gezerken fark edilmeleri zordur. Kurtçuk ve tane ile beslenirler. Buğday filizlerinin uçlarını yiyerek zarar verirler. Gagası ve ayakları kırmızıdır. Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da bol rastlanan keklikler, hayatlarını doğdukları topraklarda geçirirler. Yavrular büyüyünce de ana-babalarını terk etmezler. Ürkütülmedikleri takdirde yürüyerek tavuklar gibi besin ararlar. Tehlike hâlinde gürültülü şekilde kanat çırparak havalanır ve çok hızlı uçarlar. Otlar arasında açtığı çukurlarda barınır. 12-15 yumurta yumurtlarlar. 25 gün kuluçkaya yatarlar. Dişinin yavrulara karşı muhabbeti çok fazladır.

Keklik eti av etlerinin en makbulüdür. Genellikle “sürek” veya “arama” usûlü ile avlanır. Sürek avında keklik sürüleri çevrilerek belli bir yere toplanır ateş çemberine alınarak avlanır. Aramada ise sürü çevreye dağıldıktan sonra köpekler yardımıyla tek tek bulunup avlanır. Kafese bir erkek keklik konulduğu taktirde, sesini duyan çevrenin erkek keklikleri bununla kavga etmeye gelince avlanabilirse de bu usûl avcılık yasalarına aykırıdır. Yumurtalarını toplama ve “güme” denen su kenarlarında pusu kurma usûlü de uygunsuzdur.

Kekliğin çok türü vardır. Kınalı keklik, çil keklik, kırmızı başlıklı keklik, bambu kekliği en meşhurlarıdır. Dağlık ve ekilmemiş arazilerde yaşayan kınalı keklik ülkemizde Trakya ve Anadolu’da sürüler hâlinde bulunur. Sırtı kızılımsı gri, gerdanı beyaz, gagası ve ayakları kırmızıdır. Ovalarda ve fundalıklı yerlerde yaşayan çil kekliğin göğsünde at nalı şeklinde kahverengi bir leke vardır. Sırtı sarımsı kahverengi, yanakları ve gerdanı pas rengindedir. Kanatlarında da beyaz ve boyuna kesik çizgiler bulunur. Ülkemizin Orta ve Doğu Anadolu’nun açık arâzi ve tarlalarında rastlanır.

Kekliğin eti lezzetli olduğundan yırtıcı kuşlar, tilki ve çakal gibi hayvanlar tarafından da avlanır. Tehlike anında erkek keklik yavru ve dişiyi kurtarmak için ölüm pahasına gürültüyle havalanarak avcıları peşine takar. 15-20 yıl kadar yaşarlar.

KELÂM İLMİ

Din ilimlerinden îmân ve îtikat bilgilerini geniş olarak anlatan ilim. Kelâm lügâtte, ağızdan çıkan söze denir. Arapçada (Nahiv ilminde) kelâm, mânâ ifâde eden söz demektir. Kelâmın terim mânâsı ise, Kelime-i şehâdet ve buna bağlı olan îmânın altı şartını öğreten ve mahlûkatın, varlıkların mebde ve meâd bakımlarından, yâni kâinâtın nasıl ve nereden vücuda geldiğinden, kimin yarattığından, yaratılış hikmetlerinden, sonunda olacaklardan, ölüm ve ötesinden bahseden ilimdir. Matematik, fizik, kimyâ gibi tecrübî ilimler ise, kâinâttaki varlıkların sâdece hissedilebilen, deney ve gözlem, yapılabilen durumlarından bahseder. Bu bakımdan kelâm ilmi ile tecrübî ilimlerin sâhaları birbirinden ayrıdır. Onun için tecrübî ilim ölçüleriyle, kelâm ilmi sâhasında hüküm verilemez. Kelâm ilmi gibi Allahü teâlâdan, kâinâtın yaratılışından ve sonunda ne olacağından, ölüm sonrasından felsefe de bahseder. Ancak felsefe sâdece, aklı esas ölçü alır. Filozof, sözünün dînin esaslarına uyup uymadığına bakmaz. Bu yüzden kelâm ilmi ile felsefe birbirinden ayrılır. Çünkü kelâm ilmi vahyi (Allahü teâlânın bildirdiklerini) esas alır. Aklı ise; anlama, anlatma, îzâh ve isbât husûsunda bir âlet ve vâsıta olarak görür.

Kelâm kitaplarında bu ilme niçin kelâm dendiğine dâir başka sebepler de zikredilmiştir.

Yine, bu ilme, îmânın altı şartından bahsetmesi bakımından “ilm-i usûl-i din” ve “akâid ilmi” dendiği gibi Allahü teâlânın zât ve sıfatları en meşhur ve mühim mevzû olduğu için de “ilm-üt tevhîd ves-sıfât” da denilmiştir.

Bir de usûl-i kelâm ilmi vardır. Bu ilim ise, kelâm ilminin, yâni îmân ve îtikâd bilgilerinin âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğretir. Kelâm âlimleri, usûl-i kelâm ile kelâm bilgilerini birlikte yazmayı âdet etmişlerdir. Onun için bu iki ilim yalnız kelâm ilmi sanılmıştır.

Kelâm (akâid) ilmi, Asr-ı seâdetten îtibâren muhtelif sahalar geçirmiştir.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hayattayken, diğer İslâmî ilimler gibi akâid ilmi de tedvîn edilmemiş, derlenip toplanmamıştı. Çünkü, Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizin sohbetinde yetişmişlerdi. Bir müşkilleri olunca, Resûlullah’a arz edip cevâbını öğrenirlerdi. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm arasında akâid konusunda hiç ayrılık olmadı.

Müslümanların îtikatlarındaki bu birliği bozmak isteyen İslâm düşmanları boş durmadı. Abdullah bin Sebe’ ismindeki Yemenli bir Yahûdî, Müslümanlar arasında ilk fitneyi çıkardı. Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesinden sonra Cemel ve Sıffîn muhârebelerinin meydana gelmesine sebeb oldu. Bozuk bir çığır açtı.

Bu arada yapılan fetihler sebebiyle, Müslümanların hâkimiyetine giren yerlerde, farklı inanıştaki kimseler, önceki bozuk inanışları ve fikirleri ortaya çıkardılar. Müslümanların îtikatlarını bozmaya, zihinlerini karıştırmaya başladılar. Daha sonra Kaderiyye, Mu’tezile ve diğer bid’at fırkaları ortaya çıktı (Bkz. Bid’at Fırkaları). Peygamber efendimiz ümmetinin böyle fırkalara ayrılacağını haber vererek; “Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip ancak bir fırka kurtulmuştur. Nasârâ da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukta; “Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfin dört meşhur sünen (hadîs-i şerîf) kitabında bulunduğu El-Milel ven-Nihal’de yazılıdır. O kurtulan fırka; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâbının yoluna sarılan Ehl-i sünnet ve cemaâat fırkasıdır. Yetmiş iki bid’at fırkasının aslı dokuzdur. Bunlar: Şîa, Mu’tezile, Havâric, Cehmiyye, Mürcie, Neccâriyye, Dırâriyye, Kilâbiyye ve Müşebbihedir. Kollarıyla birlikte yetmiş iki fırka oldular.

Dört büyük halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamânda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında korku ve telâşa kapılan Yahûdî, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikatlarını bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların îtikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın îtikat ve ibâdetlerinde, sapıklıklara bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle iş birliği yapanların faaliyeti netîcesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırıp, usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeple Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu kabul edildi. İmâm-ı A’zam’ın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi “El-Fıkh-ul-Ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A’zam’dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkand’da vefât etti.

İmâm-ı Eş’arî de, İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm;Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini açıklayıp, kısımlara böldüler ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaydılar. Eş’arî ve Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemaâtten dışarı çıkmamışlardır.

Hicrî üçüncü asırda, Yunan felsefesinin Arapçaya tercümesi netîcesinde; Ya’kûb bin İshak el-Kindî (v. 866/252) ve bilâhare Fârâbî (v. 950/339) ve İbn-i Sînâ (v. 1037/429) gibi filozoflar ortaya çıktı. Bunlar, îmân ve îtikat mevzûlarında sırf akla dayanarak sapık ve bozuk görüşler beyân ettiler. Hattâ îmânlarının esâsını, felsefe üzerine kurdular.

Bunun üzerine bilhassa İmâm-ı Gazâlî (v. 1111) Fahreddîn-i Râzî (v. 1209) ve Kâdı Beydâvî (v. 1285) (rahmetullâhi aleyhim) bid’at fırkalarına ve bozuk kimselere karşı Ehl-i sünneti müdâfaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, felsefecilere de geniş cevaplar verdiler. Bu cevapları ile, Ehl-i sünnet itikâdına felsefenin karıştırılmasına mâni oldular. Kelâm ilmini, ona karıştırılmaya çalışılan felsefî düşüncelerden temizlediler. İmâm-ı Gazâlî’ye kadar gelen kelâm âlimlerine “mütekaddimîn” (öncekiler) ondan îtibâren gelenlere ise “müteahhirîn” (sonra gelenler) denildi.

İmâm-ı Gazâlî, Müslümanların îtikatlarını sapık fikirleri ile bozmaya çalışan felsefecilerin bozukluğunu ortaya koyabilmek için Rumcayı öğrendi. Lâtin ve Yunan filozofların kitaplarını Rumca aslından üç sene titizlikle inceledi. Bu araştırmaları netîcesinde, felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsıd-ül-Felâsife isimli eserini, sonra felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife’sini yazdı.

İslâm âlimleri, felsefecilere cevap verirken de Yunan ve Roma felsefe ve hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürütüp, bozukluğunu ortaya koydular. Onların hukûk, ahlâk ve tıp üzerindeki sözlerinden doğru olanlarının daha önce gelmiş peygamberlerin kitaplarından çalma olduğunu bildirirler.

İslâm âlimlerinin. Müslümanların îtikatlarının bozulmasını önlemek, felsefenin bozukluğunu ortaya koymak için felsefeyle meşgul olmasına bakarak onlara filozof denmez. Çünkü filozof, yâni felsefeci, yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimsedir. Kelâm âlimleri ise aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlardır. O hâlde, İslâm felsefesi yoktur. Felsefenin üstünde olan İslâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslâm âlimleri vardır. Ehl-i sünnet âlimleri Kur’ân-ı kerîm’e ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı, bu iki temel kaynağa bağladılar.

Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar. Felsefeciler, akıl eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine yâni anlayamadıklarına inanmadılar. Akıl hüccettir. Fakat tam hüccet değildir. Gönderilen peygamberlere (aleyhimüsselâm) uymakla tam hüccet olmuştur. Fakat felsefeciler bu inceliği anlayamadılar. (Bkz. Felsefe)

Hicrî 4. asırda Ehl-i sünnetten ayrılıp kendilerine selefî adını veren bâzı kimseler, müteşâbih nassların (mânâsı kapalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine, konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Bu sebeple teşbih ve tecsim (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme) gibi bozuk bir inanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i sâlîhin yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine “Selefiyyûn, Selefiyyeciler” adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve başka âlimler, Selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli mücessime fırkasından olduklarını bildirerek bu fitnenin yayılmasını önlediler. Hicrî 7. asırda İbn-i Teymiyye (v. 1328/728) bu fitneyi tekrar alevlendirdi (Bkz. İbn-i Teymiyye). İbn-i Teymiyye’nin talebesi olan İbn-i Kayyım el-Cezviyye (v. 1350) hocasının sapık yolunu devâm ettirdi. Hicrî 12. asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyye’nin yolundakiler tarafından devâm ettirildi.

Selefîler, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıkları gibi, onlara tâbi olmuş da değillerdi. Selef-i sâlihînin yolunda gidenler, onlardan sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleriydi. Ancak Selef-i sâlîhin îmân ve îtikat bilgilerini icmâlî (kısaca); sonra gelen halef-i sâdıkîn denilen Ehl-i sünnet âlimleri ise tafsîlî (açık ve geniş) olarak bildirdiler.

Ehl-i sünnet ve’l-cemâat âlimlerinin bildirdikleri îtîkâdı öğrenmek, bunları akıl ve nakil ile ispat edip sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn’dır. Bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına câiz değildir. Fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu ancak Allah rızâsı için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Bunlardan başkaları öğrenirse bâtıl ve yanlış yollara kayar. O kimse için zararlı olabilir. Sonunda böyle kimselerde İslâma karşı soğukluk ve düşmanlık hâsıl olup, İslâm düşmanı olabilirler. Kelâm ilmine dâir Akâid-i Adûdiyye, Şerh-i Mevâkıf, Kitâb-üt-Tevhîd (İmâm-ı Mâtürîdî’nin eseridir). Cevâhir-ül-Kelâm, Tevâli-ül-Envâr, Mekâsid-üt-Tâlibîn ve Şerh-ül-Mekâsid, Akâid-i Nesefiyye, El-Kavl-ül-Fasl (Bu eser İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin El-Fıkh-ul-Ekber kitabının şerhidir.), Emâlî, El-Müsâyere gibi kıymetli eserler yazılmıştır.

KELAYNAK KUŞU (Geronticus eremita)

Alm. Waldrapp, Kahlibis, Fr. İbididé d’ermite, İng. The hermit ibis. Familyası: İbisgiller (İbididae) Yaşadığı yerler: Kuzeybatı Afrika, Suriye, Etiyopya ve Urfa’nın Birecik kayalıkları. Özellikleri: İnce uzun kıvrık gagalı, leyleğe benzer, göçmen bir kuş. Erginlerinin baş ve gerdanı çıplaktır. Ülkemizde Urfa’nın Birecik kayalıklarında kuluçkaya yatar. Çeşitleri: Tek türdür.

Leyleksiler takımının İbisgiller familyasından, baş ve gerdanı çıplak, uzun gaga ve bacaklı göçmen bir kuş. Boyu 70-75 cm kadardır. Ayakları ve kıvrık olan ince uzun gagası kırmızı renklidir. Tüyleri kırmızı, kara, yeşil, külrengi karışımıdır. Erginlerinin baş ve gerdanlarında tüy bulunmadığı için “kelaynak” ismi verilmiştir. “Keşiş ibis” veya “aynak” olarak da bilinir. Kuzeybatı Afrika, Güneydoğu Anadolu, Kızıldeniz kıyıları ve Etiyopya’da yaşar. Etçildir. Böcek, kertenkele, yılan ve kurbağa yer. Dünyâda nesilleri tükenmek üzeredir. Türkiye’de sadece Fırat boyunda Urfa’nın Birecik ilçesinin çıplak ve sarp kayalıklarında yuva yapıp kuluçkaya yatarlar. Dişi 2-4 kadar yumurta yumurtlar. 28 günlük kuluçka sonunda yumurtalardan ancak 1-2 yavru çıkar. Yavrular 45-50 gün sonra uçabilirler.

Birecik’teki kelaynaklar kış aylarında leylekler gibi Afrika’ya, özellikle Etiyopya (Habeşistan) ve Kızıldeniz ülkelerine göç ederler. Mart ortalarında yeniden Birecik’e dönerek kuluçkaya yatarlar. Bilinen diğer iki üreme merkezleri Fas’tadır.

Aşırı kullanılan ziraî (tarımsal) ilâçlar sonucu, ülkemizde 1950’den beri nesilleri tükenmeye başlamıştı. Ancak 12 yıl sonra tekrar üremeye başlayan bu kuşların yavrularının gaga ve ayaklarında deformasyonlar görülmüştür. Bundan sonra da kendilerini pek toparlayamadılar. Tek tük rastlanan bu kuşlar, Türkiye’de korunmaya alınarak, son yıllara kadar sun’î barınaklarda beslenip üretildiler. Kelaynak nesli dünyada yok olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.