KAZASKER (Kâdıasker)
Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim. Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir.
İlk olarak Abbâsîlerde kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı. Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı. Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı. Kâzaskerler sefere katılırlardı. Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı. İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti. Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363). Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı. Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır. Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir. Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı. Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti. Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı. Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu. Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi. Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır. Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı.
Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı. Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı. Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı.
Tezkireci, kazasker kaleminin âmiriydi. Rûznâmeci, tâyin işleriyle uğraşan kalemin müdürüydü. Matlabcı, kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı. Tatbikçi, büyük kâdıların gönderdikleri evrakların mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mühürü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın, suistimallerin önüne geçilirdi. Mektupçu, kazaskerlere âit bütün yazışmaları idâre ederdi. Kethüdâ, para işleriyle meşgûl olurdu.
Kazaskerler 16. asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîr-i âzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim görev şeyhülislâmlara verildi. Muayyen maaşlı müderris ile kazâ kâdılarının tâyinleri ise kazaskere bırakıldı. Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı Hümâyûn günü pâdişâhın huzûruna çıkar, getirdiği defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dâhilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâade isterdi. Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âit olduğu zamanda vezîr-i âzamın muvâfakatını alırlardı.
Kazaskerlerin tâyinleri, 17. asra kadar vezîr-i âzamların pâdişâhlara arzı ile yapılırdı. Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîr-i âzamların muvâfakatini alarak kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arz etmeye başladılar. Rumeli Kazaskerliği, Anadolu kâzaskerliğinden daha önemliydi. Kazaskerlerin görev süreleri 17. asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indi. Kazasker olan bir zât birkaç defâ aynı makâma tâyin edilebilirdi. Kazaskerin verdiği kararların doğru olup olmadığı diğer bir hâkim tarafından tetkik edilir, aksaklık olursa, düzeltilmesine karar verilirdi.
Pâdişâhlar sefere çıkarlarken, kazaskerler de muhakkak sefere iştirak ederlerdi. Vezîr-i âzamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise kazaskerler nâmına bir ordu kâdısı vazîfelendirilirdi.
Kazaskerlik Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiş veOsmanlı Devletiyle birlikte bu makam da kalkmıştır.
Alm. Kasein (n), Käsestoff (m), Fr. Caséine (f), İng. Casein. Memeli hayvanların sütlerindeki azotlu maddelerin temelini meydana getiren “fosfoprotein” grubundan bir proteinli madde. Kazein, yağsız süttozu ile birlikte yağ yapımının yan ürünlerinden biridir. Kazein türleri şunlardır: Maya kazein, laktik kazein.
Eskiden maya kazein şeklinde kontraplak sanâyiinde büyük oranda uygulama alanı bulan kazein, günümüzde özellikle laktik kazein şeklinde, daha başka uygulama alanları bulmuştur. Kâğıt yapıştırma işleri, yalıtkan madde yapımı, tekstil apreleme ve boyalar, ince marangozluk işlerinde yapıştırıcı, hayvan besini, perhiz unu bunlardan bazılarıdır.
Farklı analiz metodları ile kazeinin 5 ayrı kısmı tespit edilmiştir: akazein ,b kazein, g kazein, d kazein, x kazein. Bunlardan x kazein, sütün maya yardımıyla pıhtılaşması olayında büyük önem taşır. Bu önem, konsantre sütten peynir yapımı metodlarının hazırlanmasında ortaya çıkar.
Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid evliyâ. İsmi, İbrâhim bin Şehriyâr’dır. Ebû İshâk künyesidir. Annesinin adı Bâneveyh binti Mehdî’dir. 963 (H.352) yılının Ramazan ayında Şirâz civârındaki Kâzerûn kasabasında doğdu. Dünyâya geldiği gece, doğduğu evde göğe doğru yükselen sütun gibi bir nûr görüldü. Göklere uzanan bu nûrun ışık saçan bir takım dalları vardı. Annesi süt verdi emmedi. Zîrâ Ramazân-ı şerîf ayı idi.
Kâzerûnî, küçük yaşta ilim tahsiline başladı ve zamânının büyük âlimlerinden Ebû Ali bin Hüseyn Fîrûzâbâdî el-Akkar, Ebü’l-Hasan Ali bin Cehdim Hemedânî ve başkalarından okudu. Hadîs âlimlerinden bir çoğu ile görüştü. Şîrâz, Basra, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Ebû Abdullah Hafîf’in sohbetlerinde bulunup, tasavvuf yolunda ilerledi.
Kâzerûnî hazretleri, din ve fen ilimlerinde çok yüksek derecelere ulaştı ve zamânının bir tânesi oldu. Harâm ve şüphelilerden kaçmada eşsiz, ince din bilgilerini çözmekte ve büyük âlimlerin eserlerini anlayıp îzâh etmekte emsalsiz; nefsin istediklerini yapmamada ve istemediklerini yapmada çok üstündü. Şefkat ve merhamet deryâsı, güzel ahlâk ve keremde (cömertlikte) son derece olgundu. Zamânın hükümdârları onu çok sever ve sayarlardı. Sultân-ül-Evliyâ ve Kutb-ül-Aktâb ünvânı ile tanındı. Kendisine hakâret edenlere, inkârcılık yapanlara elinden geldiğince hep tatlı söz, güler yüz gösterir, onlara hayır duâ ederdi. Güneş gibi ışıklarını iyi-kötü herkese yaydı. İyilik ve ihsânlarını kimseden esirgemezdi. Zayıf, güçsüz, yetim ve fakirlere elinden geldiğince yardım eder ve sığınak olur, görüp gözetirdi. Ebû İshâk Kâzerûnî her hâliyle örnek bir Müslümandı. Derdi, üzüntüsü olan onu görünce neşeyle dolar, gam ve kederi silinir, zâlim zulmünü terk ederdi. Günahkârların pekçoğu onu bir defâ görmekle tövbe-i nâsûh ederlerdi. Gâyet sâde giyinir, halk içinde hep Hak teâlâ ile olurdu.
Ebû İshâk Kâzerûnî, Kâzerûn’da dîn-i İslâma hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydı. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâfı memleketlerde îmân nûru parlayıp Müslümanlar çoğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri yapıldı. Kâzerûnî’nin sohbetinde yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî talebelerinden ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de gazâlara bizzât katılıp, i’lây-ı kelîmetullah (Allahü teâlânın dîninin yayılması) yolunda, insanları küfür karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve kılıç ile cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putperest, grup grup Kâzerûnî’nin huzûrunda îmân etti. Cumâ günleri toplanan orduya vaaz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın fazîletini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vaazları sâyesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Maddî manevî çok ganîmetlere kavuştular. Kâzerûnî, her yıl mücâhidleri bizzât teftiş ederek onların silâhlandırılması, giyim-kuşamı ile yakından meşgûl olurdu. Bu ordusunda ilk defa mevkef çaldırdı. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mânevî başkumandan olarak onlara devamlı duâ ederdi.
Ebû İshâk Kâzerûnî’nin tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan mücâhidler, gittikleri yerlerde, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faaliyet ve gayret; Kâzerûniyye veya Mürşidiyye yolu diye meşhur oldu. Bilhassa Anadolu’nun fethedilmesinde, bir Müslüman diyârı haline gelmesinde önemli rolleri oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapılıp yayılmasında) rehber oldular.
Kâzerûnî 1034(H.426) senesinde Kâzerûn’da vefât etti ve orada defnedildi.
Ebû İshâk Kâzerûnî’nin (rahmetullahi aleyh) vefâtlarına yakın buyurdukları nasîhatlerden bâzıları şöyledir:
“Ey kardeşlerim! Size dört nasîhatım vardır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kıldıysam ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur’ân-ı kerîm öğrenip, okumaya devâm ederek emir ve yasaklarını gözetiniz. Bir misâfir geldiğinde evinizde ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbirinizle muhabbetli olunuz. Sakın düşmanlık edip nifâka sürüklenmeyiniz. O zaman birbirinizden uzak düşer parçalanırsınız.”
“Şu üç grup insan aslâ iflâh olmaz, kurtuluşa ulaşıp seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; “Eğer benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabul görseydi, ben de bu dünyâda berhüdâr olur, murâdıma ererdim.” diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet, hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine getiremezler.”
Ebû İshâk Kâzerûnî şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Bu toprakları zikrinle, velî ve sâlih kullarınla kıyâmete kadar mâmûr kıl, rızkımızı helâlden ve ummadığımız yerden günlük olarak ver.
“Allah’ım! Peygamberin Muhammed aleyhisselâm hürmetine bizleri senin uğrunda birbirini seven, sayan ve ziyâret eden kullarından eyle!”
Asker ve devlet adamı. 1882’de İstanbul’da doğdu. Babası Kırım Gâzisi Mehmed Emin Paşa, annesi Havva Hanımdır.
Kâzım Karabekir, İstanbul Zeyrek’te başladığı ilk öğrenimini, babasının seyâhatlerinden dolayı Van, Harput, Mekke’de devâm ettirdi. Orta öğrenimini Fâtih Askeri Rüşdiyesi ve Kuleli Askerî İdâdisinde tamamlayıp, Harbiye (Kara Harp Okulu)ye girdi. 1902’de Harbiye’den mezun olup, Erkân-ı Harbiye (Harp Akademisi)ye girdi. Erkân-ı Harbiyeyi birincilikle bitirdikten sonra, Kurmay Yüzbaşı olarak iki yıllık stajını Manastır’da tamamladı.
Manastır Erkân-ı Harbiyesinde vazîfe alıp, Rum ve Bulgar komitecilerine karşı çarpışmalara katılıp, yedi defâ başarı kazandı. Kolağası (önyüzbaşı) rütbesine terfi ettirilip 1907’de İstanbul Harbiye Mektebine tâyin olundu. İttihat ve Terakki Fırkasının Manastır ve İstanbul merkezlerinin kurulmasında görev aldı. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Edirne’deki Üçüncü Piyade Fırkası(Tümeni) Erkân-ı Harbiyeliğine tâyin olundu. 31 Mart Vak’ası üzerine Hareket Ordusuna katılarak İstanbu’a geldi ve Beyoğlu kışlası çarpışmalarına ve Yıldız Sarayı işgâline katıldı. 1910 Arnavutluk İsyânının bastırılmasına Hareket ve Erkan-ı Harb Reis Vekili olarak katıldı. Edirne’ye dönüp 1912’de binbaşılığa terfi etti. Edirne’de Onuncu Piyade Fırkası Erkân-ı Harbiyesindeyken Hudud Komiser Vekili olarak da vazife yaptı. Balkan Harbi (1912-1913)ne katılıp, harpten sonra Alman heyetinde vazîfe alarak Avrupa’ya gitti. 1914’te Kaymakamlığa (yarbay) terfi etti.
Birinci Dünyâ Harbi (1914-1918)nde Birinci Kuvve-i Seferiye Kumandanlığında vazifeliyken İran Harekâtına memur edildi (1914). Daha sonra İstanbul’a çağrılıp Kartal’daki On dördüncü Fırka Kumandanlığına tâyin olunup, Çanakkale Muhârebelerine katıldı (1915). Kolordu Kumandanlığının ardından Erkân-ı Harbiyeye (Genel Kurmay Başkanlığı) alınıp, Irak’taki Altıncı Ordu Erkân-ı Harbi (Kurmay Başkanı) olarak tâyin edildi. Miralaylığa (albay) terfi ettirilip, Irak Cephesinde Kûtü’l-Ammâre Muhârebelerine katıldı. Doğu’da çeşitli birliklerde vazife alarak, 1918’de Erzincan’daki Birinci Kafkas Kolordusu Kumandanlığına tâyin olundu. Rus desteğindeki Ermeni ordusuna karşı Erzincan ve Erzurum’da başarılı harekâtlara katıldı. Doğu’daki katliam ve insanlık dışı fiillerin önüne geçti. Yerli Müslüman ahâlinin takdirini kazanan Kâzım Karabekir, Livalığa (tuğgeneral) terfi ettirildi.
Birinci Dünyâ Harbi sonunda müttefik devletler mağlup sayılınca, yedi cephede şan ve şerefle mücâdele eden Türkiye, 1918 Mondros Mütârekesi ile silah bırakmak mecburiyetinde bırakıldı. Kâzım Karabekir Paşa kendine teklif edilen Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye (Genel Kurmay) Reisliğini kabul etmedi. İstanbul’a gelerek, Osmanlı Sultanı Vahideddîn Han ile görüşüp, Anadolu’da Millî Mücâdele harekâtının başlatılması ile vazîfelendirildi. Önce Tekirdağ’daki 14. bilâhare de Erzurumda’ki 15. Kolordu Kumandanlığına tâyin olundu (Nisan 1919). Îtilaf devletlerinin bütün tehdidine rağmen 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresini tertib ettirerek, M. Kemâl Paşanın takdirini kazandı. Sarıkamış ve Kars’ta Ermenileri mağlûb ederek, onlara Gümrü Muâhedesini dikte ettirdi (3 Aralık 1920). Gümrü Muâhedesi, Türk İstiklal Mücâdelesinin ilk milletlerarası antlaşmasıdır. Bu antlaşma ile Ardahan, Artvin ve Kars millî hudutlar dâhiline alındı. Türk Heyeti başkanı olarak Rusya, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Sovyet Temsilcileriyle 13 Ekim 1921’de Kars Muâhedesini imzâladı. Türkiye-Sovyetler Birliği hududunun, bugünkü şekli tesbit edildi. Doğu Cephesindeki personel ve askerî malzemeleri Batı Cephesine gönderdi.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin birinci devre (1920) Edirne mebusu seçildi. İstiklâl Harbinden sonra Ankara’daki Birinci Ordunun müfettişliğine tâyin olundu. 1923’te ikinci devre İstanbul mebusu seçildi. 1924’te ordu, aslî vazîfesine dönünce grubunu kurduğu, Cumhûriyet devrinin ilk muhâlefet partisi Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasının başkanlığına seçildi. Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek parti kapatıldı. Muarızları tarafından çeşitli iftiralara uğradı. Cumhurbaşkanı M. Kemâl Paşaya İzmir sûikastını tertipleyenler ile alâka ve irtibâtı olduğu iddiâsı ileri sürülerek İstiklâl Mahkemesine verildi. Suçsuz olduğu anlaşılıp, beraat etti. 1927 yılında emekliye ayrılıp, İstanbul’a yerleşti. Tek parti devrinde küskün olarak 1938 yılına kadar İstanbul’da kaldı. 1938’de tekrar siyâsî hayâta atılıp İsmet Paşa’nın arzusunu kabul ederek CHP’den İstanbul milletvekili seçildi. 1946’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığına getirildi. Bu vazîfedeyken, 26 Ocak 1948’de kalp krizi geçirerek vefât etti. Ankara Şehitliğine gömüldü.
Kumandan ve siyâset adamı olarak Türkiye’de çeşitli vazifeler yapan Kâzım Karabekir Paşanın askerî, siyâsî, iktisâdî kitapları yanında hâtırâtı da vardır. İstiklâl Harbimiz; İstiklâl Harbimizin Esasları; Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl İdâre Ettik; Erzincan ve Erzurum’un Kurtuluşu; İktisâdî Esaslarımız; Sanâyi Projeleri; Ermeni Meselesi; Ülkümüz Kuvvetli bir Türkiye’dir; Öğütlerim, başlıca eserleridir.
On üçüncü asırda yetişen astronomi, coğrafya ve tıp âlimi. İsmi, Zekeriyyâ bin Muhammed bin Mahmûd el-Kûfî el-Kazvînî, künyesi Ebû Yahyâ’dır. 1208 senesinde İran’ın kuzeyinde Rest ile Tahran arasında bulunan Kazvin şehrinde doğdu. Kazvînî’nin nesebi, dört hak mezhep imâmından biri olan İmâm-ı Mâlik bin Enes’e dayanır.
Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Kazvînî, tahsil için Irak’a gitti ve dînî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. İbn-i Arabî ile tanışıp, sohbetlerinde bulundu. Bir süre sonra Vâsıt ve Halle şehirlerine kâdı tâyin edildi. İsâbetli hüküm vermek husûsunda pek mâhirdi. Bu sebepten sözü delil olup, îtibâr edilirdi. Moğollar Bağdat’ı işgâl edinceye kadar bu makâmda kaldı. Onlar şehre girince, Şam’a geçti ve 1283 senesinde vefât etti.
Kazvînî, din ve fen ilimlerinde mütehassıstı. Fen ilimlerinde yazdığı eserler çok meşhur oldu. Asrındaki bütün ilimleri muhtelif kaynaklardan incelemiş, bunlar hakkında günümüz ilim adamlarını hayrette bırakacak tahliller yapmıştır. Kazvînî çok çalışkan, gayretli olduğundan tenbellik ve gevşekliği aslâ kabul etmez ve böylelerini hiç sevmezdi. Gerekli sebepleri hazır hâle getirip, deney yapmaya çok önem verirdi. Aynı zamanda din ilimlerinde mütehassıs olduğu için, tabiî ilimlerle ilgili ortaya koyduğu meselelere, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden de delil getirirdi.
Ayrıca, botanik sâhasında asrının söz sâhibi âlimlerinden olması, devrinde, âlimler arasında Aşşâb diye bilinmesine yol açtı. Çünkü tıpta kullanılan bitkilerin husûsiyetlerini çok iyi bilirdi. Zamânında, bir botanikçi aynı zamanda tabip, bir tabip ise botanikçiydi. Kazvînî, bitki çeşitleri ve bunların faydalarını araştırmaya çok önem verdi. İbn-i Sînâ’nın Kânûn ve Şifâ isimli eserlerinden faydalandı. Bitkileri ağaçlar ve ağaç olmayanlar diye ikiye ayırdı. Yaptığı bu sınıflandırma, bugünkü botanikçilerden farklı değildi. Bu konudaki açıklaması şöyledir: “Ağaçlar, gövdeli bitkilerdir. Ağaçların bir kısmı meyveli, bir kısmı meyvesizdir. Meyvesiz ağaçlarda bitkinin ana maddesi tamâmen ağacın kendisine sarf olunmuştur. Ekinler ve baklalar gibi bitkiler, gövdesiz bitkilerdendir. Allahü teâlâ bitkilerin yetiştiği ölü toprakları canlandırır. Bitkilerden yeşil yapraklar, pembe çiçekler çıkarır. Allahü teâlâ bunları ölülerin diriltilmesine, kırıntı hâline gelmiş olan kemiklerin tekrar eski hâline getirilmesine delil göstermektedir.”
Kazvînî’nin söz sâhibi olduğu ilimlerden biri de astronomiydi. Güneş ve ay tutulmalarını doğru şekilde îzâh etti. Ona göre; ay tutulmasının sebebi, dünyânın, ay ile güneşin arasına girmesidir. O zaman güneş ışığının yere düşmesinden bir mahrût (koni) teşekkül eder. Ayın hepsi mahrûtun içine düştüğünde ay tutulması tam olarak meydâna gelir. Yâni, güneşin ışığı ayın bize karşı olan yüzüne ulaşamaz. O zaman ayın o yüzü kararır. Eğer sâdece ayın bir kısmı mahrûtun içine girerse, kısmî ay tutulması olur. Güneş tutulması ise, ayın, güneş ile dünyâ arasına girmesiyle meydana gelir. Güneş tutulması, ay tutulması gibi uzun sürmez. Güneş tutulması bâzı beldelerde görülüp bâzısında görülmez.”
İyi bir kozmografyacı olan Kazvînî, zelzelenin meydana gelişini de şöyle îzâh etti: “Bilginlerin söylediklerine göre, dumanlar ve buharlar yer altında birikirler. Buharlar, yerden dışarı çıkmak istediğinde, şâyet bulunduğu yer sert ise ve çıkacağı bir delik yoksa, o bölgede sarsıntı meydana gelir. Bu tıpkı hummalı bir kimsenin vücûdunun titremesine benzer. Hummalı kimsenin vücûdundan çıkan ifrâzât sebebiyle, humma şiddetlendiğinde, hummalının bedeni titrer ve sarsılır. Vücûdunda şiddetli harâret meydana gelir. Bu kokuşmuş ifrâzât, vücûd delîklerinden çıkınca vücut sâkinleşir. İşte vücûdun bu sarsıntısı, zelzele sebebiyle yerin sarsılması gibidir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.” Onun bu îzâhı yirminci asrın ilim adamlarını bile hayrette bırakmıştır.
Kazvînî dağların teşekkülünü ilmî bir şekilde araştırarak, bu sâhadaki ilmî kudretini ortaya koyan ihtimâller ve görüşler bildirmiştir. Dağların, ovaların meydana gelişi hakkında şu bilgileri vermektedir: “Su, çamurla karışıp, çamur yapışkan bir hâl alıp, uzun müddet güneş altında kalınca taş hâline gelir. Nitekim kerpiç, bir müddet güneşte kalınca sertleşip tuğla hâlini alır. Tuğla bir nevi taştır, fakat ondan yumuşaktır. Bilginler dağların, su, çamur ve netîcede güneş ışını tesirinden meydana geldiğini, zelzeleler sebebiyle yerin bir kısmının çöktüğü bir kısmının ise, yüksek kalarak yukarda bahsedilen şekilde güneş altında taşlaştığını söylemişlerdir. Rüzgârlar da toprağı bir yerden başka bir yere sürükleyip tepeler meydana getirmişlerdir. Sonra bahsedilen şekilde taşlaşan tepelerden dağlar meydâna gelmiştir.”
Yer kabuğu üzerinde geniş araştırmalar yapan Kazvînî, çalışmaları sırasında mühendislerin benzerini yapmaktan âciz kaldığı, arının petek yapışını; kışın yağmur ve kar sularının yerin içinde birikip, yazın muhtelif kaynaklardan çıkışını da incelemiştir. Eserinde yer ilimlerinin pek çoğundan; altın, gümüş, kurşun, demir, bakır, kibrit, civâ ve daha başka maddelerin teşekkülünden de bahsetmiştir. Altının yumuşak dağlarda; demir, kurşun gümüş ve bakırın, yumuşak toprakla karışık vaziyette bulunan taşlar içinde; civânın, sulu arâzilerde; tuzların, bozkır yerlerde; petrolün, yağlı arazilerde bulunduğunu söylemiştir.
Kazvînî, insanın teşekkülü, ana rahmindeki yavrunun durumu, doğum, insan anatomisi ve âzâları ile hayvanlar hakkında da araştırmalar yapmıştır.
Eserleri:
Zekeriyyâ Kazvînî’nin eserlerinden ikisi zamânımıza kadar gelmiştir. En önemli eseri, Acâib-ül-Mahlûkât ve Garâib-ul-Mevcûdât’tır. Bu eser, kozmografya kitabı olup, iki kısımdır. Birinci kısım; astronomiden bahsedilip, gökyüzü hakkında bilgiler vermektedir. Burada geniş bir önsözden sonra ay, güneş ve yıldızlar anlatılmakta, daha sonra meleklerden bahsedilmektedir. Bu kısma ayrıca takvimle ilgili bir konu da eklenmiştir. Yine bu bölümde, yaratılıştan söz edilirken, yeryüzünün altı günde yaratılması açıklanmaktadır. İkinci bölümde; yeryüzüne âit olaylardan, dünyânın küre biçiminde meydana gelişinden bahsedilmektedir. Burada; hava, su, hayvanlar, bitkiler, mâdenler ve insan anlatılmaktadır. Bu kısımda coğrafî bilgiler de yer almakta, başlıca dağlar, adalar, deniz, nehir ve kuyular da anlatılmaktadır.
Eserin birbirinden çok farklı yazma nüshaları bulunmaktadır. Eser, ortaçağ sonlarında oldukça rağbet görmüş, başta Türkçe ve Farsça olmak üzere çeşitli dillere tercüme edilmiştir. Türkçeye ilk tercümesi Çelebi Sultan Mehmed zamânında Rükneddîn Ahmed tarafından yapılmıştır. İkinci defâ Kânûnî Sultan Süleymân zamânında, Sürûri-i Kadîm tercüme etmiştir. Ayrıca Eyyûb bin Halîl veİsmâil Paşa tarafından yapılan Türkçe tercümeleri de bulunmaktadır.
Kazvînî’nin ikinci önemli eseri, Âsâr-ul-Bilâd ve Ahbâr-ul-İbâd’dır. Eser, üç mukaddime ile başlamaktadır. Birinci mukaddime, şehirler ve köyler kurmak ihtiyâcına dâirdir. İkinci mukaddime, beldelerin husûsiyetleri ile ilgilidir. Bu mukaddime iki kısma ayrılmıştır: Birincisinde beldelerin, sâkinleri üzerindeki tesirleri; ikincisinde ise beldelerin bitkiler ve hayvanlar üzerindeki tesirlerini ele almıştır. Üçüncü mukaddime; yeryüzündeki bölgelere dâirdir. Bu kısımda, buralarda yaşamış geçmiş milletlerden, evliyâ, ulemâ, şâirler, sultanlar, vezirler ve daha başkalarından bahsetmiştir.
Eserin yazmaları, Petersburg Kütüphânesinde ve Oxford’da bulunmaktadır. Eserin coğrafya ile ilgili kısmı Abdürreşîd Bakuvî tarafından Telhîs-ül-Âsâr ve Acâib-ül-Melik-il-Kahhâr adıyla yayınlanmıştır. Bunlardan başka; 1) Kitâb-ül-Ekâlîm, 2) Kitâb-ül-Büldân, 3) Kitâbü Mürevvic-üz-Zeheb ve Meâdin-ül-Cevher, 4) Kitâb-ün fî Nizâm-il-Kevn, 5) Kitâb-ün fî San’at-il-Erd adlı eserleri de vardır.
Kazvînî’nin yazdığı eserler, asırlarca ilim adamlarının mürâcaat kaynağı oldu. Eserlerinde, tecrübe ve gözlemi esas almıştır. Bu sebeple ortaya koyduğu netîceler tamâmen ilmî usûllere dayanmaktadır. Onun vazgeçilmez birer ilim kaynağı olan eserlerinin asıl kıymeti de buradan gelmektedir.
Elazığ’ın 45 km kuzeybatısında, Malatya’nın 65 km kuzeydoğusunda, Fırat Nehrinin Karasu ile Murat kollarının birleştiği noktadan 10 km aşağıda yer alan baraj.
Barajın yapımına 1963’te başlanmış, 1975’te baraj, ilk dört türbin-jeneratör ünitesiyle işletmeye açılmıştır. 1981 yılında beşinci ve 1983 yılında da altıncı, yedinci ve sekizinci üniteleri devreye girerek aynı yıl tam kapasiteyle çalışmaya başlamıştır. Barajın kapasitesi 1340 MW, 6 milyar kwh/yıl olarak planlanmıştır. Üretilen enerji, Türkiye’yi saran ve birbirine bağlı oluşu sebebiyle “enterkonnekte sistem” adını alan enerji nakil hatlarıyla bütün ülkeye yayılmaktadır. Seydişehir Alüminyum, Gülman Ferro-Krom, Divriği DemirÇelik, Mâden, Bakır ve Süper Fosfat, Ergani Bakır Tesisleri için gerekli enerjinin temini Keban’la tamamlanmıştır.
Baraj inşâatı sırasında, yeraltının karstik yapısı neticesi meydana gelen boşlukları çimentoyla doldurmak icab ettiğinden, pekçok masraf ortaya çıkmıştır. Zemin, boşluklu kireç taşlarından ibarettir. Baraj yapılmadan önce on bir kilometre uzunlukta sondaj yapılmış ve muayene galerileri açılmıştır. İlk etütlerde daha derinlerde geçirimsiz şist bulunduğu tahmin edilerek inşaat başlamış ve yapım sırasında yeni sondaj ve galeriler açılınca altta tekrar büyük boşluklar bulunduğu anlaşılmıştır. Baraj eksenine dik ve paralel olarak gelişmiş fay ve çatlaklar içindeki mağaraların da, geçirimsizlik ve sağlamlık temini için, betonla tıkanması ve üstteki yüklerin daha aşağıdaki sağlam tabakalara aktarılması için payandalar yapılmıştır. Kırıklı ve parça parça olan bölgelerde ise geçirimsiz perde inşâ edilmiştir. Temel teşkilinde çıkan büyük meseleler baraj inşâ teknolojisine yeni ve faydalı bilgiler sağlamıştır. Barajın 1975 yılındaki toplam mâliyeti 9 milyar TL. olmuş, temel ve zemindeki dolgular mâliyetin yüzde kırkını teşkil etmiştir. Baraj merkezi, kil ve beton çekirdekli kaya-dolgu ve beton ağırlık olarak iki değişik tipin birleşmesi ile meydana gelmiştir. Gölde toplanan fazla suyun aşmasını sağlıyacak dolu savak teşkili için beton ağırlık kısmı inşâ edilmiş ve bu iki ayrı tipin birleştirilmesi de inşaat yönünden özellik arz etmiştir.
Temelden 211 m ve talvegden (nehir tabanından) 167 m yüksekte yer alan baraj kreti (üstü) 601.38 m kaya dolgu, gerisi beton olarak toplam 1125.72 m uzunluktadır. Kret genişliği 11 m olan gövdenin taban genişliği 581 m’dir. 687 km2 alanlı baraj gölü 64.100 km2 lik (125x425 km) bir havzadan gelen sularla beslenmektedir. Gölde 30,6 milyar m3 su birikebilmektedir. Baraj, sulama suyu temini, taşkın (sel, feyezan) korunması ve enerji üretimi gibi üç gâyeye hizmet etmek üzere yapılmıştır. Fırat’ın bu yerdeki debisi ortalama 635 m3/sn’dir; taşkında ise 6800 m3/sn’den fazla olabilmektedir. Baraj inşâası sırasında 30.000 kişilik yerleşim yerini de içine alan büyük bir bölge istimlâk edilmiş ve sular altında kalmıştır. Hâlen ülke enerjisinin dörtte birini sağlayan Keban Barajı, yükseklik bakımından, Türkiye’de birinci sırada yer almaktadır. Tuttuğu su bakımından ikinci, enerji üretimi bakımından da üçüncü sıradadır.
Keban Barajı yapılmadan önce kurak mevsimlerde Fırat Nehrinin suları azaldığında (160 m3/sn) aşağıdaki mansap bölgeleri tarım bakımından güçlük çekerken, şimdi debi 500 m3/sn altına hiç düşmediğinden susuzluk önlenmiş, taşkın tehlikesi de kalmamıştır.
(Bkz. Fuâd Paşa)
On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı devlet adamı ve şâiri. Muhammed İzzed Molla, Konyalı Mustafa Efendinin evlâdından olan Muhammed Sâlih Efendinin oğludur. 1785 târihinde İstanbul’da doğdu. Tanzimât öncesi Divan Edebiyatının son temsilcilerindendir.
Zamanının usûlüne göre din ve fen ilimlerini tahsil ettikten sonra ilmiye sınıfına girerek İstanbul’da Galata Kadılığına kadar yükseldi. Babası Sâlih Efendi 1799 (H. 1214)da vefat edince birçok sıkıntılar çekti. Hattâ bir gün sabahleyin intihâr etmeye karar verip evinden çıkmıştı. Bir kayığa binip Kuruçeşme sâhilinden geçerken penceresi önünde Sâib Dîvânı’nı incelemekte olan meşhur Hançerli Bey, bu gencin zarîf hâlini görünce bir beytin açıklamasını ricâ etmişti. İzzed Molla dalmış olduğu ümitsizlik fırtınasından sıyrılarak, beyti pek güzel açıkladı. Hançerli Bey onun ilmine ve irfanına hayrân kaldı. Böylece İzzed Molla intihar gibi büyük bir günahtan kurtulmuştu. Bu zât onu ileride Hâlet Efendiyle tanıştıracaktır. Bu sıralarda on dört yaşlarında olan İzzed Molla, edebiyatla meşgul olan enişteleri Meş’alecizâde Esad Efendi ile Kadıasker Moralızâde Hâmid Efendinin himâyesinde büyüdü. İlmiye mesleğindeki ilk vazifesi 1809’da Bursa Müfettişliğidir. İzzed Molla hemen az bir süre sonra Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın torunlarından bir hanımla evlendi. Bu evlilikten dört erkek çocuğu oldu.
Bunlardan birincisi, Tanzimât devri sadrâzamlarından meşhur mason Fuâd Paşadır. İzzed Molla, Hâlet Efendiden başka, Şeyhülislâm İsmet Beyzâde Ârif Hikmet Efendinin de dikkatini çekmişti. Sultan İkinci Mahmûd Hanın da iltifâtlarına mazhar olmuş, bu sebeple sık sık saraya dâvet edilmiştir. Serbestçe konuşmaları pâdişah tarafından lâtife kabul edilir, azarlanmazdı.
1825’te Mekke-i mükerreme kâdısı, 1826’da ise İstanbul pâyesi verildi. Harameyn, sonra 1827’de eyâlet tevzî defteri müfettişi oldu. Rus Harbine taraftar olmadığı için aynı yıl Sivas’a sürüldü. Sonra haklı olduğu anlaşılınca affı için ferman çıkarıldı. Ancak ferman yoldayken Ağustos 1829’da kırk dört yaşında vefât etti. Önce Sivas’a defnedildi; sonra kemikleri İstanbul’a getirilerek Atpazarı’nda Canbaziye Mahallesinde Mustafa Bey Mescidi avlusundaki âile mezarlığına defnedildi. Babası da orada medfundur. Nüktedan, zekî ve hoşsohbet bir zât olup, Mevlevî Tarikatine mensuptu.
Edebî şahsiyeti ve tesirleri: Devrinin ilim ve edebiyat dünyâsı içinde tanınıp, îtibâr kazandı. Bu vaziyet ilim ve irfandaki kudretini gösterdiği gibi şiir ve edebiyattaki üstün seviyesini de ifade etmektedir. Kasidelerinde Seyyid Vehbi ve Nef’î tesiri görülür. Mevlevî olması dolayısıyla Mevlânâ’dan sık sık bahseder. Divan şâirlerinden Fuzûlî, Rûhî-i Bağdâdî, Nedim ve Şeyh Gâlib’e meyleder. Aynî, Neş’et, Beliğ, Nazim, Nevres ve özellikle Şeyhülislâm Ârif Hikmet Efendi gibi şâirleri taklid ederdi. Divan edebiyatı geleneğine bağlıdır. Kâfiye ve mazmunları orijinal olması bakımından zamanındakilerden ayrılır. Savunduğu fikirleri zengin hayalleri arkasında saklamasını bilir. Divan edebiyatının son orijinal şâirlerinden sayılmıştır.
Eserleri:
1. Devhat-ül-Mehâmid fi Tercemet-il-Vâlid: Babasının biyografisidir.
2. Gülşen-i Aşk: Tasavvufî, sembolik bir mesnevîdir.
3. Mihnet Keşan: Keşan’a sürgüne gidişini ve dönüşünü anlatan bir mesnevîdir.
4. Dîvân-i Bahr-i Efkâr: Bu eserini (Dîvân’ını) Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî hâtırasına kaleme almıştır. Bu dîvânında Mevlâna’ya olan bağlılığını;
Molla-yi Rûm’un kemter gedâsı
Etdikde nazmın tanzîme himmet
Her bir gazelde nâm-ı şerifin
Yâdıyla kıldı arz-ı muhabbet
mısralarıyla ifâde etmiştir. 1839 (H. 1255)da Mısır’da basılmıştır.
5. Lâyiha: İzzed Molla’nın siyâsî konularda, devlet işleri ile ilgili bir eseri olup, dili sâdedir.
6. Dîvân-ı Hazân-ı Âsâr: Olgunluk dönemine ait şiirlerini ihtivâ eder. Bu Dîvân’ını, Şah-ı Nakşibend’in hâtırası için kaleme almıştır. Bu Dîvân’ındaki:
Rûhî fedâk ey gül-i gülzâr-ı Nakşbend
Oldum hezâr cânım ile zâr-ı Nakşbend
Evvelki oldu ârif-i Rûm’un avârifi
Dîvân-ı diğerim ola âsâr-ı Nakşbend
mısraları da bu numûnelerden birisidir. 1841 (H. 1257) de İstanbul’da basılmıştır.
7. Şerh-i Elgâz-ı Râgıb Paşa: Meşhur Râgıp Paşanın bâzı muammalı beyitlerinin açıklaması olup, bu eseri basılmamıştır.
Alm. Ziege, Fr. Chévre (pl), İng. Goat. Familyası: Boynuzlugiller (Bovidae). Yaşadığı yerler: Dağlık ve kayalık yerlerde yabâni veya evcil olarak. Özellikleri: Sarp yamaçlara rahatça tırmanan çevik, zarif bir hayvan. Boyuzları geriye doğru kıvrıktır. Çenesi sakallıdır. Bitki filizlerini kemirdiğinden zararlara sebep olur. Ömrü: 12-15 yıl. Çeşitleri: Evcil keçi, Alpdağı keçisi, yılan yiyen keçi, dağ keçisi meşhurlarıdır.
Boynuzlugiller familyasının, Keçiler (Caprinae) alt familyası türlerine verilen genel ad. Avrasya, Afrika ve Amerika’nın dağlık bölgelerinde bol rastlanan gevişgetiren çiftparmaklı memelilerdir. Çoğu boynuzludur. Çenelerinde tipik sakalları vardır.
Sarp yamaçlara rahat tırmanır, patika ve uçurumlar kenarında dolaşmaktan çekinmezler. Bundan dolayı zor geçitlere “keçiyolu” denir. Evcil olanları sütü, derisi ve tiftiği için beslenir. Tâze filiz ve yaprakları severler. Otları kökleriyle sökerek yediklerinden toprağın verimini azaltırlar. Yaşlı bir erkeğin önderliğinde sürü hâlinde gezerler. Yabânileri ormanlarda çalı ve genç ağaçların filiz ve kabuklarını yediğinden büyük ziyanlara sebep olurlar. Yavrusuna “oğlak”, erkeğine “teke” denir. Malta keçisinin boynuzları yoktur. Gerdanında memeye benzer iki uzantı mevcuttur. Beyaz ve uzun tüylü Keşmir ve Ankara keçilerinin tiftiği gâyet makbuldür. En bol süt vereni Malta keçisidir. Derilerinden eldiven, çanta ve ayakkabı yapılır. Tüyleri dokumacılıkta kullanılır. Sütü az yağlı ve besleyicidir. Eski çağlardan beri evcil olarak insanoğlunun hizmetindedir. Eti bâzı kimselere dokunur. Türkiye’de Ankara keçisi, tiftik keçisi ile kıl keçisi yetiştirilir.
Gebelik süreleri 23 hafta kadardır. Genellikle 1-2 yavru doğururlar. Yavruları kıllı ve gözleri açık doğar. Birkaç saat içinde annelerini tâkip etmeye başlarlar. 6 ay içinde erginleşip üreyebilirler. 12-15 yıl kadar yaşarlar.
Evcil keçi, dağ keçisi, Alpdağı keçisi, yılan yiyen keçi, akdağ keçisi meşhur türleridir. (Bkz. Dağ Keçisi)
(Bkz. Harnup)
Alm. Katze (f), Fr. Chat (m), chatte (f), İng. Cat. Familyası: Kedigiller (Felidae). Yaşadığı yerler: Madagaskar hâriç, Eski ve Yeni Dünyâ kıtalarında evcil ve yabânî olarak. Özellikleri: Etçil bir memeli. Ön ayakları beş, arka ayakları dört parmaklıdır. Pençelerini içeri çekebilme özelliğine sâhiptir. Sıçrayıcı, tırmanıcı ve yüzücüdür. Ömrü: 20-22 yıl. Çeşitleri: Avrupa yaban kedisi (Felis silvetris), Afrika yaban kedisi (Felis chaus), Manx kedisi, Pers kedisi, Van kedisi, Siyam kedisi en meşhurlarıdır.
Kedigiller familyasından, evcil ve yabânileri olan etçil bir memeli. İlk defâ Mısırlılar tarafından evcilleştirildiği sanılmaktadır. Çok yaygın olan kısa tüylü ev kedisi (Felis catus) büyük bir ihtimalle Asyalı step yaban kedisi ile Avrupalı orman yaban kedisi karışımı olan Afrika kedisinin bir soyudur. Hindistan ev kedilerinin çoğunun Asyalı step kedisinin saf soyu olduğu sanılmaktadır. Otuzun üzerinde evcil kedi soyu vardır.
Kediler hoş görünüşlü, yuvarlak başlı, sivri kulaklı, uzun bıyıklı hayvanlardır. Bıyıklarının dipleri sinirlere bağlıdır. Dokunma duyusu görevi yaparlar. Ön ayakları beş, arka ayakları dört parmaklı olup, kancalı tırnaklarını içeri çekebilirler. Tırnaklarını ağaçlara sürterek bilerler. Hassas işitme ve görme duyuları vardır. İnsan kulağının duyamadığı yüksek frekanslı ses titreşimlerini kaydederek çok hafif sesleri duyarlar. Genellikle gece avlanırlar. Avcılıkta en büyük özellikleri sabır, temkin ve sürattir. Fâre avında yalnız kulak duyuları yardımı ile avlanırlar. Gözleri en ufak ışıktan bile yararlanabilecek özelliktedir. Tam karanlıkta kediler de göremez. Işığa karşı son derece hassas olan gözleri güçlü ışığı kıran bir iris diyaframı sâyesinde korunurlar. Aşırı ışıkta göz bebekleri ince dikey bir çizgi hâlini alır. Karanlıkta bu diyafram (perde) iyice açılarak göz bebekleri yuvarlaklaşır ve böylece en zayıf ışığı bile algılar. Gece avlanan diğer hayvanların gözlerinde olduğu gibi kedilerin gözlerinde de, ağ tabakasının gerisindeki “tapetelum” denen bir hücre tabakası bulunur. Bu kısım kedi gözünün gece parlamasını sağlar.
Kedilerin beyninde renkli görmeyi sağlayan özel sinir hücreleri bulunmadığı için çevreyi siyah-beyaz gördükleri zannediliyordu. Ancak son deneyler, kedilerin beyinlerinin diğer bölümleri ile belirli bir düzeyde renk ayrımı yapabildiklerini gösterdi.
Çok uzaklara götürülüp bırakılan bir kedinin tekrar eski yerine dönebilme özelliği tam mânâsıyla açıklanamamıştır. İyi tırmanır, sıçrar ve gerektiğinde yüzer. Balık avlayan kediler de vardır. Yüksek yerlerden düşerken ters dönerek dört ayağı üzerine gelme refleksi çok güçlüdür. Bâzan yaralandığı da olur. Son derece temizliğe riâyet eder, pisliğini örterek gizler.
Yaban kedileri dağlık veya ormanlık bölgelerde yaşar. Yuvalarını kayalar arasında, ağaç gövdesi oyuklarında veya çalılıklar arasında yaparlar. Gece avlanırlar. Kuş ve kemirgenlerle beslenirler. Asya ve Avrupa ormanlarında yaşayan “Avrupa yaban kedisi” oldukça vahşî ve güçlüdür. Uzunluğu kuyruğu ile berâber 45-90 cm, ağırlığı 6-8 kg kadardır. Rengi boz, kalın postu çizgili ve kulakları geniştir. Kuyruğu süpürgemsi ve siyah halkalıdır. Ağaçların üzerine tırmanarak kuş yavrularını yuvalarından, tavşan ve dağ keçisi gibi bâzı hayvanların yavrularını kapar. Türkiye’de bol miktarda bulunur. Yılda bir defâ 3-5 yavru yapar. Yalnız kalmış evcil kedilerin yabânîleşerek vahşî renklere büründüğü ve boylarının arttığı görülmüştür.
Kedi sevildiğinde kendine has bir şekilde mırıldar. Pençe altları yastıklı olduğundan avına sessizce yaklaşarak üzerine sıçrar. Erginleşme devreleri çeşitli ırklarda 4-10 ay arasında değişir. 22 yıl kadar yaşarlar. Çiftleşmeleri genellikle aralık sonundan mart sonuna kadar sürer. Bu esnâda sesleri ile bütün bir mahalleyi rahatsız ederler.
Hâmilelik süreleri 56-68 gün arasında değişir. evciller yılda iki defâ çiftleşir. Her defâsında 4-6 yavru yaparlar. Doğan yavrular kör, sağır ve hemen hemen çıplaktır. Dokuzuncu gün gözleri açılır. İki ay kadar sütle beslenirler. 10 ayda erginleşirler. Erkek kedilerin zaman zaman yavruları kaçırıp, yedikleri olur. Sırasına göre bâzan kedi de yırtıcıdır.
Eski Mısırlılarda kedi kutsal sayılır, öldüğünde mumyalanarak özel mezarlıklara gömülürdü. Amerikalılar kedi ırklarını çaprazlayarak yeni ırklar elde etmeyi, bir çeşit spor hâline getirdiler. Günümüzde Alman evlerinde 3,5 milyon, Amerika’da 18 milyon, İngiltere’de ise 6 milyon kedi beslenmektedir. Ortaçağda Avrupa’da büyük kedi katliamları yapıldı. Papazlar kedileri, cadıların ortağı ve şeytanın sığınağı îlân ettiler. Binlerce kedinin derileri yüzülerek diri diri yakıldı. Rönesanstan sonra Avrupa’da tekrar kedi sevgisi yerleşmeye başladı.
Bugün birçok evcil kedi ırkı beslenmektedir. Bir gözü sarı, diğeri mâvi olan beyaz tüylü Ankara kedisi, Pers kedisi, Manx Adasının kuyruksuz Manx kedisi, ipek gibi uzun tüylü İran veya öbür adıyla Van kedisi, Habeşistan kedisi en çok bilinenleridir. Ankara ve Pers kedisinin Pallas kedi soyundan olduğu sanılmaktadır. Bu kedi soyu gayet güçlü ve uzun tüylüdür. Sibirya, Tibet ve Moğolistan’da yabâni olarak yaşar. Siyam kedisi kısa tüylü ve mâvi gözlüdür. Gençken bembeyazdır. Olgunlaştıkça sarımtrak kahverengi bir renge bürünür. Yüzü, kulakları ayakları ve kuyruğu koyu kahverengi olur.
KEDİ TIRMIĞI HASTALIĞI (Kedi ısırığı ateşi)
İnsanlarda ev kedileriyle temas sonucu meydana gelen bir hastalık. Hastalık etkeni kesin olarak gösterilmemiş olmakla beraber, bir virüs olduğu tahmin ediliyor. Hastalık ilk olarak 1930’larda Fransa ve ABD’de fark edildi. Bu hastalık dünyanın her yerinde görülmektedir. İnsanlara hastalığı geçiren kedilerde, hiçbir hastalık emâresi olmamaktadır. Virüsün, kedinin tükrük ve tırnaklarından izolasyonu mümkün olmamıştır. Hastalık, öldürücü olmayan, bütün vücudu tutan bir hastalıktır. Başağrısı, hafif ateş, lenf bezlerinin iltihabı ve şişmesiyle kendini gösterir. Kuluçka süresi 10 ilâ 30 gündür. Genellikle hastalık öncesinde kedilerle bir temas sözkonusu olabilir. Yara yeri kızarır ve şişer burası iyileşip böcek ısırığı görünümünü alırken çevre lenf bezleri şişmeye başlar. Genellikle 1-5 cm çapa ulaşırlar, içinde cerahat olur. Ağır hâllerde göz tutulması, merkezî sinir sistemi tutulması ve sinir iltihapları görülebilir. Hastalığın seyri genellikle selimdir; büyüyen lenf bezleri 1-3 ayda eski hâllerine dönerler. Hastalıktan korunmada, kedilerle temastan sakınmak şarttır. Bugün için, hastalıklı kedilerin tesbit edilmesi mümkün değildir.
Etkili bir tedâvi usûlü yoktur; apseleşmiş lenf bezleri açılıp cerahatin boşaltılması faydalı olabilir.
Alm. Katzenhai, Fr. Rousette, İng. Dogfish. Familyası: Kedibalığıgiller (Scylliorhinidae) Yaşadığı yerler: Avrupa kıyıları ve Akdeniz’de boldur. Özellikleri: 50-120 cm kadar olan benekli köpekbalıklarıdır. Küçük balık ve yumuşakçalarla beslenirler. İnsanlar için tehlikeli sayılmazlar. Çeşitleri: Büyük kedibalığı, küçük kedibalığıgiller.
Kedibalığıgiller familyasından, kıyılarda yaşayan, son derece hareketli ve küçük boylu köpek balıklarının genel adı. Açık kahverenkli vücutları siyah beneklidir. Avrupa kıyıları ve Akdeniz’de kendilerinden küçük balıkların peşinden yüzdükleri görülür. Yumuşakça, kabuklu ve küçük balıklarla beslenirler. Tirsi balıklarının amansız düşmanıdır. Kedibalığı iki türdür. Küçük kedibalığı (Scyllium canicula) 50-80 cm’dir. Büyük kedibalığı (Scylliorhinus [Catulus] stellaris) 150 cm kadar olabilir. Her ikisi de aynı yerlerde sürü hâlinde yaşarlar. Mart-nisan aylarında yumurtlayarak ürerler. Yumurtaları dikdörtgen şeklinde olup, köşelerinde ipliksi uzantılar vardır. Bu uzantılarla yosun ve kayalara sarılırlar. 18 cm uzunluktaki bu kutu yumurtalar altı ay sonra açılır. Ergine benzer yavrular çıkar. Kedibalıklarının derileri pürtüklü olduğundan eskiden marangozlar zımpara kâğıdı yerine kullanırlardı. Karaciğerlerinden çıkan yağ, sanayide kullanılır. Yurdumuzda “benekli köpekbalığı” veya “Sakız levreği” olarak da bilinir. Balıkhânelerde sakız levreği adıyla satılır.
Akvaryumlarda beslenen “benekli kedibalığı”nın bunlarla ilgisi yoktur. Benekli kedibalığı anavatanı Güney Amerika ve Brezilya olan bir tatlı su balığıdır. Boyu 6,5-7 cm kadardır. Sarı renkli vücudu yeşil ve siyah benekli olup ard ve karın yüzgeçleri saydamdır.