KARASU-ARAS DAĞLARI

Doğu Anadolu bölgesindeki dağ silsilesi. Aras-Karasu ile Murad Irmağı arasında iki ayrı sıradağ hâlinde uzanırlar. Doğu Anadolu ve Türkiye’nin en yüksek dağları, Aras Dağ sırasında toplanmıştır.

Bu sıradağların birincisi Karasu-Aras Vâdisinin kuzeyinde, birden bire sarp yamaçlarla başlayan 2500-3000 m yükseklikteki dağlardır. Bunlar Keşiş Dağı, Kop, Çuruk ve Kargapazarı dağlarıdır. Üzerleri geniş platolarla kaplıdır. Bu dağların kuzeyinde Kuzey Anadolu Dağlarının iç kısmı başlar.

İkinci sıradağlar, Karasu ile Aras ırmakları arasında yer alan Kargapazarı veAras Nehri güneyinde Büyük Ağrı (5165 m), Küçük Ağrı (3925 m), Tendürek (3542 m), Aladağ (3256 m), Nalbant Dağı(2960 m), Sakaltutan Dağı (3070 m), Bingöl Dağları (3650 m), Çakmakdağı (3040 m), Palandöken Dağı (3142 m), Şahvelet Dağı (3100 m), Turnagöl Dağı (2750 m), Şakşak Dağı (3150 m), Cemal Dağı (3008 m), Mercan Dağları (3449 m) ve Munzur Dağı (3138 m)dır.

Geniş bir alanı kaplayan bu iki sıradağlar, Doğu Anadolu’nun belkemiği ve Anadolu yaylasının en yüksek yerleridir. Karasu-Aras Dağları ormandan yoksun ve çıplaktır. Dağların bâzı bölgelerinde meşe korularına rastlanır. Hâkim bitki örtüsü olan dağ stepleri ile dağ çayırları hayvancılık bakımından önemlidir.

KARASU, Emanuel

Yahûdî asıllı Osmanlı siyâset adamı. Selanik’te doğdu. Doğum târihi belli değildir. Nerede tahsil gördüğü ve hangi okulları bitirdiği hakkında bir bilgi yoktur.

Selanik’te avukatlık yaparken İttihat ve Terakki Cemiyetine üye oldu. Üstad-ı azamı olduğu Makedonia Risorta isimli mason locası ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında ilişki kurdu. Locanın, cemiyete mâlî yardımda bulunmasını sağladı. İkinci Meşrutiyetin îlânından sonra Selanik Mebusu olarak Meclis-i Mebusana girdi. 31 Mart Vak’asının arkasından Sultan İkinci Abdülhamîd’in tahttan indirildiğini bildiren üç kişilik kurulda yer aldı. Ermeni Aram Efendi ve Arnavut Esad Toptani ile birlikte pâdişahın yanına gelerek; “Seni millet azletti.” demek küstahlığında bulundu. 1912’de Selanik’ten 1914’te ise İstanbul’dan milletvekili seçildi.

İttihat ve Terakki içinde önemli vazifeler alan Karasu’nun İkinci Meşrutiyetin îlânı ve İttihat ve Terakkinin iktidarlarındaki rolüne ilişkin bilgiler İngilizler tarafından oldukça abartılmıştır. Birinci Dünyâ Harbi sırasında iâşe müfettişliğine getirildi. Bu görevi sırasında büyük çapta yolsuzluklar yapmış ve servetini bu yolla kazanmıştır. Mondros Mütârekesinden sonra İttihat ve Terakki üyeleri savaş suçlusu olarak soruşturmaya tâbi tutulunca, İtalya’nın Trieste şehrine kaçtı. Ölümüne kadar bu şehirde yaşadı. 1934’te öldü.

KARATAVUK (Turdus merula)

Alm. Amsel (f), Fr. Merle (m), İng. Blackbird. Familyası: Karatavukgiller (Turdidae). Yaşadığı yerler: Palearktik bölgenin dağlık, ormanlık, fundalık ve bahçelerinde. Özellikleri: Uzunluğu 25 cm erkeği kara, dişisi kahverenklidir. Sarı gagalı, ötücü göçmen kuşlardır. Çeşitleri: Tek türü bilinir.

Karatavukgiller familyasından, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’da yaygın olarak bulunan, güzel ötücü bir kuş. Boyu 25 cm kadardır. Erkeği kara, dişisi kahverengi tüylüdür. Dağlık, ovalık, fundalık ve ormanlarda bulunur. Çam ormanlarında rastlanmaz. Gagasıyla topraktan çıkardığı tohum, kurtçuk ve böceklerle beslenir. Küçük sürüngen ve salyangoz da yer. Besininin çoğunu tohumlardan sağladığından zararlı kabul edilir. Eti için avlanır. Yuvayı dişi kurarak yılda iki defâ yumurtlar. Her defâsında 5-6 yumurta yapar. 13-14 gün kuluçkaya yatar. İki haftalık yavrular yuvayı terk ederler. Yaşlı erkekler göçe katılmayıp, bulundukları yerde kışı geçirirler.

En çok Kanarya Adaları, Akdeniz çevresi, Moğolistan ve Çin’de bulunur. Anadolu’da da boldur.

KARATE

Alm. Karate, Fr. Karaté, İng. Karate. Uzakdoğu ülkelerinde geliştirilmiş ve bütün dünyâda yaygınlaşmış olan umûmiyetle yumruk ve ayak vuruşlarından ibâret bir çeşit savunma, kültürfizik ve yarışma sporu. Çin, Japonya, Kore gibi ülkelerde geliştirilen bu sporun sayısız ekolleri vardır. Herkesce sevilen karate, genç ihtiyar demeden kadın ve çocuklar tarafından da tatbik edilmektedir.

M.Ö. 2000-3000 yıllarında budist râhipleri tarafından geliştirilmiştir. O târihlerde Budist tapınakları halkın adak ve hediyeler bırakması sebebiyle çok zengindi ve bu zenginlik de soygunculara hedef teşkil etmekteydi.

Budist inançlarına göre silâh kullanmak ve hele canlı hayâtına son vermek kesinlikle yasaktı. Bu sebeple râhipler soygunculardan kendilerini koruyabilmek için karateyi geliştirdiler ve her gün manastır avlularında dînî âyin havasında çalışmalarını sürdürdüler. Günümüzde ise karate sportif gâyeli olduğundan bir takım kurallarla sınırlandırılmıştır.

Karate bir kişinin silâhsız olarak vücûdunun tabiî organları ile kendisini müdâfaa etmesidir. Kesinlikle saldırı değil, savunma aracıdır. Savunma, spor ve vücut hâkimiyeti ile birlikte karakterin olgunlaştırılmasıdır.

Karate bir sanattır ve en büyük gâyesi galibiyet değildir; gerçek bir karate insanın ahlâk ve karakterini olgunlaştırmayı hedef edinmiştir.

Aşağı yukarı 1600 yıllarında Çin ve Japonya ile dâima iyi münâsebette bulunmuş olan Okinawa Adasında “Okinawa-te” isminde bir dövüş sanatı doğar. Bu sanat, Çin askerleri ile gelmiş olan Kendo ve adadaki yerlilerin geliştirmiş olduğu bir dövüş sanatının birleşiminden ibârettir. Bir süre sonra politik sebepler yüzünden Okinawa yerlilerinin silâh bulundurmaları yasaklanınca “Okinawa-te” hızlı bir gelişme gösterir. Son yüzyıllara kadar bu sanat gizli kalır. Eski “Okinawa-te” üzerine ne bir kitap ne de târihî bir belge bulunmaktadır.

Okinawa-te’den bugünkü karateyi kuran kişi Gichin Funakoshi’dir. Kendisi bir Okinawalıdır. Japonya’da eski dövüş sanatlarında büyük bir rönesans gerçekleştirdiğinde; yâni Jui-jitsu, Judo’ya, Japon eskriminin Kendo’ya dönüştüğünde, Funakoshi, Japonya’da bulunmaktaydı. Meydana çıkarmak istediği dövüş sanatında yaptığı hamlelerde (1917 ve 1922) büyük başarı kazandı. Bu başarısından dolayı bu sanatı Japonya’da öğretebilmesi için kendisine izin verildi. Bunun üzerine ülkeyi baştan aşağı dolaşıp kendi sanatı hakkında dersler ve seminerler verdi. Bu zaman zarfında birçok üniversite, karate grupları kurma çalışmalarındaFunakoshi’nin yardımını istemişlerdir. 1900 yıllarında Okinawa-te yerine bu dövüş sanatına “karate” denilmiştir. Burada “kara” Çin anlamındadır. Yâni tam tercümesi “Çin-eli” şeklinde olmaktadır.

Funakoshi, Japonya’da karateyi ilmî şekilde teşkilâtlandırıyordu. Böylece karateyi tehlikesiz bir spor hâline sokarak karate şampiyonaları düzenleme imkânı doğmuştu. Funakoshi, karateyi geliştirirken Judo ve Kendo’dan bir sürü teknik almış ve böylece bugünkü modern Japon karatesinin ilk temelleri atılmıştır. Funakoshi, sanatının ismini sonradan “Çin-eli”nden “Boş-el”e çevirdi. Yazılış değişse de okunuş yine aynıdır. Yâni Çin veya boş (veya silâhsız) kelimelerinin Japonca okunuşları yine “kara”dır.

Karate Japonya’da büyük bir hızla gelişirken, Okinawa ve Çin’den başka karate hocaları Japonya’ya geldi. Bu sırada Japonya’da başka karate sistemleri de doğdu. Bunlar teknik açıdan birbirlerinden farklı ise de, öz ve esasta aynıdırlar. En tanınmışları şunlardır. Wado-Ryu, Goju-Ryu ve Shito-Ryu (Ryu, okul demektir). Gichin Funakoshi’nin kurduğu karatenin ismi Shotokan’dır. Bu stil en tanınmışı ve en çok yayılıp benimsenmiş olanıdır. Shito-Ryu, 1930’da Kenwa Mabuni tarafından kurulmuştur. Birkaç sene sonra Chojun Miyagi, Goju-Ryu karatesini kurdu. Goju-Ryu’nun bugünkü yöneticisi Gogen Yamaguchi’dir. Lâkabı ise kedidir.

1935’te Funakoshi’nin talebesi olan Hironori Otsuka, Wado-Ryu’yu kurdu. Wado’nun mânâsı “barışa giden yol” demektir. Teknik bakımdan Wado-Ryu karatesi ile Shotokan stili arasında pek fark yoktur. Karatenin esası sayılan Kung-fu Çin’de, Taek-wan-do ise Kore’de geliştirildi.

Karate ve çeşitleri yalınayak ve özel üniformalı olarak çalışılır. Bele, dereceye göre çeşitli renklerde “kemer” bağlanır. Kung-fu stillerinde Çin halkının günlük olarak giydiği elbiselerle ve kapalı terliklerle (iskarpinlerle) çalışılır.

Karatede açık el, yumruk, ayak ve diz darbeleri görüldüğü gibi bu hareketler (blok) olarak da kullanılmaktadır. Bâzı karateciler yumruk hattâ parmak ucu ve ayak vuruşlarını sert satıhlara tatbik ederek darbe noktalarını sertleştirmektedirler. Önceleri kanayan temas noktaları daha sonra nasırlaşarak sertleşir. Fakat hekimler böylesi bir çalışmanın sıhhat yönünden geriye dönüşü olmayan menfî tesirler bırakacağını bildirmiştir.

“Öldürücü vuruşların” ve isimleri efsâneye karışmış bâzı karatecilerin olağanüstü güce sâhib oldukları söylenmektedir. Bu güçler arasında, meselâ, küçük kuşların bir haykırış (kader bağırışı) ile öldürülmesi, vücudun belirli hassas ve gizli noktalarına hafifçe temas etmek suretiyle ölüme sebebiyet verme (ölüm dokunuşu) ve çıplak el darbesi ile düşmanın vücûdunu bölerek hâlen çarpmakta olan yüreği sökme de yer almaktadır. Ancak bütün bu olağanüstü gibi gözüken olayları belgeleyici ve inandırıcı vesikalar bulunamamıştır.

Yumuşak ve sert stiller: Karatede yumuşak stili benimsemiş olan bir ekol, sürat ve inceliğe önem verirken; sert stili benimsemiş olanlar vuruş gücünün arttırılmasını ön planda tutmaktadırlar. Birincisinde, meselâ süratli bir vuruşun meydana çıkardığı rüzgâr ile muma dokunmadan ateşinin söndürülmesi antrenmanı yer alırken, ikincisinde meselâ bir tuğlanın kırılması hüner olarak görülmektedir.

Katalar (Dövüş şekilleri): Tek veya birçok hasıma karşı “hayâlî” bir savunmada, öğrenilen bütün tekniklerin bir plan dâhilinde gösterilmesine kata denilmektedir.

Müsâbakalar: Karate müsâbakalarında umumiyetle darbeler hedefe 1 cm kadar bir mesâfede durdurulur. Böylece bir veya birkaç sayı toplanır. Başlıca hedefler arasında baş, gözler, yüz, göğüs, karaciğer ve kasıklar bulunmaktadır. Zamanımızda batılı ülkelerde ortaya atılan “full contact” karate müsâbakalarında, ayak ve kasıklarda koruyucu eldiven, tozluk ve süngerler bulunmaktadır.

Kemerler: Başlangıçta her kareteciye beyaz renk kemer verilir. Zamanla antrenman ve müsâbakalarda tecrübe kazanan karateciler belirli imtihanlara tâbi tutularak kemer atlarlar. Böylece kemerlerin rengi veya işâretleri değişir. Karatede en üst seviye, hocalık derecesi olan siyah kuşaktır. Bundan sonra “dan” denilen yükselmelere geçilir.

Japon Karate Cemiyeti 1948’de kurulmuştur. Birleşik Amerika’da 1965’te kurulan “Birleşik Karate Federasyonu” yalnız Amerika’da bulunan karate okullarını tanımaktadır.

Karate-do 1960 yılından sonra dünyâya penceresini açmıştır. Fakat bugün en çok sporcusu bulunan sevilen bir spor haline gelmiştir.

Türkiye’de karate: İnsanlık târihi kadar eski olan mücâdele sporları her milletin özünde vardır. Milletler bunları kendi dillerine göre adlandırmışlar ve kendi kültürleri içinde yaymaya çalışmışlardır.

Biz de târihimize baktığımız zaman, usûllü vuruş denilen boks veya karateye benzer bir sporun, Göktürklerde bugünkü pankreasa benzer vurdulu kırdılı güreşlerin olduğunu; Osmanlılar devrinde askerlerin, mermerlere vuruşlar yaparak uzuvlarını sertleştirdiklerini ve bir Osmanlı tokadı ile hasımlarını yere serdiklerini, hattâ bugün köylerimizin pek çoğunda gençlerin tekme oyunu diye karşılıklı geçip birbirlerini tekmeledikleri görülmektedir. Ama kimse bunlarıJaponlar gibi sistematize edip, prensip ve usûller dâhilinde dünyâya tanıtmamışlardır.

1962’de, yurdumuza judonun girmesi ile berâber, karate de aynı kültürün ürünü olarak geçiş yaptı.

Modern Türk judosunun önderlerinden ve ilk ustalarından olan İbrahim Öztek, Namık Ekin, Ahmet Ökten ve Natık Canca çalışmalarında karateye de yer verdiler. Judonun tanıtılması ve yayılması için çeşitli gösterilerde korunma teknikleri (Kime-Waza) şeklinde teknik ve vuruşlar yaparak, karateyi de tanıtmaya başladılar. 1969’da Türk Judo Federasyonu Teknik Direktörü Michael Novowitch, antrenör kurslarında Karate-do, Aiko-do ve Ken-do dersleri de verdi.

İlk çalışmalarına Hakkı Koşar’ın yanında başlayan Ahmet Doğaner, Ferhat Özsert, Atilla Çeliktürk, Hakan Alpay, Ali Koca ve Kempo sistemini yurdumuza getiren Enver Hancı gibi değerli hocalar büyük bir gayretle çalışarak kısa bir zamanda binlerce sporcu yetiştirerek bu spora en büyük hizmeti vermişlerdir.

KARAYEMİŞ (Prunus laurocerasus)

Alm. Kirschlorbeer (m), Fr. Laurier-cerise (m), İng. Cherrylaurel. Familyası: Gülgiller (Rosaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Karadeniz bölgesi.

Nisan, mayıs ayları arasında küçük beyaz renkli çiçekler açan, daha çok rutûbetli ve gölgeli yerlerde yetişen 2-5 m boyunda, yaprak dökmeyen her dem yeşil ağaçlar. Yapraklar derimsi kısa saplı ve oval şekillidir. Orta damar alt tarafta çıkıntı teşkil eder. Çiçekler 30-40 tânesi bir arada bulunur. Taç ve çanak yaprakları 5 parçalıdır. Meyveleri zamanla siyah renk alır. Kara yemiş, taflan, gürcü kirazı veya laz kirazı olarak da bilinir. Daha çok park ve bahçelerde yetiştirilir.

Kullanıldığı yerler: Yaprakları şeker, tanen, kalsiyum, oksalat, emülsin, prunasin ihtivâ eder. Taze yapraklardan elde edilen taflan suyu, antispazmodik ve öksürük dindirici, bulantı ve karın ağrılarını giderici olarak kullanılır. Fazla alınırsa, zehirlenme yapar. Tâze meyveleri yenir. Tâze meyvelerinin idrar söktürücü ve taş düşürücü etkileri vardır. Yaprakları ise gıdâlara koku vermekte kullanılır.

KARAYİB DENİZİ

Alm. Karibisches Meer (n), Fr. Mer des Caraibes (f), İng. Caribean Sea. Orta Amerika’da Atlas Okyanusuna bağlı bir deniz. Antiller Denizi de denilmektedir. Kuzeyinde Büyük Antil Adaları; doğusunda Küçük Antil Adaları; güneyinde Venezuella, Kolombiya ve Panama; batısında ise Kostarika, Nikaragua, Honduras ve Guatemala vardır.

Karayib Denizinde birçok körfez bulunmakla beraber en önemlileri Honduras, Mosquito, Darien, Venezuella, Paria, Gonaives, Guacanayabo ve Batabona körfezleridir. En önemli geçitler, kuvvetli bir sıcak su akıntısını Meksika Karayip Denizine ulaştıran Yucatan Geçidi, Avrupa-Panama Kanalı gemi işletmeciliğinde kullanılan Mona Geçidi, Florida Boğazı ve Winward Geçididir.

Yüzölçümü 2.500.000 km2 olan Karayib Denizinin ortalama derinliği 2200 m’dir. Sığ bir hatla, kuzeybatı ve güneydoğu havzalarına ayrılmıştır. Bu hat, Haiti’den Jamaika ile Honduras’a kadar uzanır ve 150 m’den daha sığdır. Havzaların büyük bölümü 3000 m derinliğe iner. En derin yerleri, Grand Cayman Adasının hemen güneyinde, (6100 m) ve Küba ile Jamaika arasında (7600 m) bulunmaktadır.

Karayib Denizi, balıkçılık bakımından çok zengin olup, genellikle güney kıyılarında büyük balıkçı limanları bulunmaktadır. Venezuella’nın kuzey bölümünde inci de çıkarılmaktadır.

Karayib Denizi, ismini Karib yerlilerinden alır. İlk olarak Kristof Kolomb tarafından keşfedilmiş ve 16. ve 18. asırlarda Avrupa koloni devletlerinin mücâdele sahası olmuştur. Panama Kanalı açılıp, muz ve şekerin ticârî önemi artınca, burası önemli bir ticâret yolu olmuştur. Karayib Denizi genelde açık ve sâkin olmakla beraber ağustostan ekime kadar büyük hasara sebep olan tayfunlar meydana gelir.

KARAYOLLARI

Alm. Landstrassen (pl), Fr. Voie de terre (pl), İng. Roads. Karada bulunan yerleşim merkezleri arasında ulaşımı sağlayan bağlantılar.

Târihi

Târihin ilk zamanlarından beri izlerin kullanılmaları sonucunda yollar ortaya çıkmıştır. Ancak yaklaşık son 100 yıldır, kıymeti artmıştır. 1830 yıllarında, karayolları, demiryolları hesabına değer kaybetmeğe başlamıştı. Ancak 1930’lardan îtibâren kara nakil vâsıtalarının gelişmesiyle, karayolları tekrar demiryollarının önüne geçti. Hattâ demiryollarının tamâmen terk edileceği fikri ortaya atıldı. Ancak 1970’lerin sonlarında ortaya çıkan petrol krizi ve dolayısıyla enerji problemi, demiryollarının önemini korumakta olduğunu göstermiştir. Günümüzde karayolları en yaygın ulaşım sistemini meydana getirmektedir.

Eski yollar: En eski uzun mesâfe yolu 2700 km’yi bulan Akdeniz’i, Anadolu ve Güneybatı Asya üzerinden Basra Körfezine bağlayan Kraliyet Yolu olarak bilinmektedir. Bu isim Perslerin mezopotamya’yı işgal etmesinden sonra M.Ö. 6. asırda verilmiştir. Ne zaman ortaya çıktığı bilinmemektedir. Yalnız, M.Ö. 323’te İzmir ve Efes’i Gordium ve Ninova (şimdiki Musul) üzerinden Basra Körfezini Susa’ya bağlayan önemli bir yolun mevcut olduğu bilinmektedir. Bu yol, Babilliler, Asurlular, Eski Mısırlılar, Hititliler, Fenikeliler, Lidyalılar, Frigyalılar, Persler, Eski Yunanlılar ve Romalılar tarafından kullanılmıştır.

Yunanlı târihçi Herodot, M.Ö. 5. yüzyılda, Mısır’da, 10 yılda, Büyük Piramitin yapımı için 100.000 kişi tarafından inşâ edilen bir yoldan söz etmektedir. Blok taşlarından inşa edilen bu yol boyunca heykeller ve mâbetlerin bulunduğu rivâyet edilmektedir. M.Ö. 63-M.S. 24 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen eski Yunanlı coğrafyacı Strabo, Babil’den Ninova’ya giden, aralarına asfalt bir harç konulan tuğlalarla kaplı bir yoldan bahsetmektedir.

Avrupa’daki ilk uzun yollar ise M.Ö. 2000 yılına uzanmaktadır. Amber Yolu olarak bilinen bu yol, amber naklinde kullanılmaktaydı ve Baltık Denizinden başlayıp, Danimarka, Almanya ve Alpler üzerinden İtalya’ya ulaşmaktaydı. Gerçekte, İspanya’dan başlayıp Cenova üzerinden Tahran’a yakın geçen bir yolla Himalaya Dağlarının üzerinden Çin’deki Şangkay’a ulaşmak mümkündü. 13.000 kilometreyi bulan bu yol, uzun yollar beyaz ırkla sarı ırkın mal ve kültür değiştirmesine sebeb olmuştur. İpek, baharat, mücevherat, doğudan altın karşılığında satın alınıp Avrupa’ya getirilmekteydi. Çin ile Akdeniz arasındaki kısım, İpek Yolu olarak da bilinmekteydi. Çin’de ise Kraliyet Yolu ismini alan bu yolda emniyetin sağlanmasına dikkat edilirdi. Çin’de yol inşaatı M.Ö. 2000 yılına kadar iner. M.Ö. 1750’de 3000 kilometreyi aşan karayolu mevcuttu. Bu yolların önemli bir kısmı iptidâî idi ve yük, insan veya hayvan sırtında taşınırdı. Güney Amerika’daki İnka’lar da yol inşaasında ileri olan bir topluluktu. Güney Amerika’nın her iki kıyısında uzanan yolları mevcuttu. Ayrıca önemli şehirlerini bağlayan yollar da inşâ etmişlerdi.

Roma Yolları: Romalılar, yolları ile ün yapmışlardır. Muvaffakiyetleri üç sebebe dayanmaktadır. Birincisi, idâreyi elde tutmak için haberleşmenin önemini anlamışlar ve bu sebepten yol yapımına kaynak ayırmışlardı. İkincisi, kendilerinden önceki yol yapım tekniklerini incelemiş ve onlardan istifâde etmişlerdir. Yol kaplama maddesinin önemini anlamış ve yol güzergâhı tesbitinde kullanılan âletler geliştirmişlerdir. Üçüncü sebep, ellerinde harpten kalma çalıştırılabilecek binlerce esirin bulunmasıydı.

Ayrıca, harp olmadığı zaman askerlerini yol inşâatında işçileri denetleyici olarak kullanmaktaydılar. Hiçbir modern zamanda bu kadar çok insan yol inşâatı ile meşgul olmamıştır. En önemli Roma yolu, Alp Yolu olup, dört tabakalı dolgu şeklinde inşâ edilmiştir. Büyük Roma Yolları M.Ö. 4. asır ile M.S. 400 yılları arasında inşâ edilmiş olup, 80.000 km civârındaydı. Bu yollar, İtalya, Fransa, İspanya, İngiltere, Anadolu ve Kuzey Afrika’ya uzanmaktaydı.

Ortaçağ yolları: Roma İmparatorluğunun çöküşü ile yolları da bakımsız duruma gelmiştir. Ortaçağda Avrupa, bu yönden de karanlık bir döneme girmiş ve yollarda hiç bir bakımdan emniyet kalmamıştır. Tekerlekli vasıtalar kaybolmuştur. Ancak 16. yüz yılda nüfus artması ile yollar canlanmağa yüz tutmuştur. Ticâretin artmasıyla paralı yollar gelişmiştir. On altı ve on sekizinci yüzyılda kabul edilen yol kânunlarıyla her vatandaşın yol inşâsında çalışma mecburiyeti getirilmiştir.

Makina çağı yolları: 1830-1840 yılları arasında demiryollarının ortaya çıkmasıyla karayollarının önemi azalmaya yüz tutmuştu. Sebebi, demiryollarının uzun mesâfelere insan ve yük naklinde ideal vâsıta olarak görülmesiydi. Ancak 19. yüzyılın sonuna doğru nüfûsun artmasıyla ekonomik şartlar, yerel yolların gelişmesine yol açtı. Yavaş yavaş motorlu vâsıtalar görülmeye başladı. Bu tür vâsıtaların artması yolların gelişimini zorladı. Otomobilde ve yol yapım vâsıtalarındaki gelişmelerin sonucu 1920’den îtibâren yol yapımı târihte görülmemiş bir hızla artmaya başladı.

Modern Karayolu

Birinci Dünyâ Savaşından sonra bütün ülkeler yol yapımına önem verdi. Motorlu araçların gelişmesiyle düz yolların inşâasına ekonomik bir lüzum hasıl oldu. Yeni yolların yapımında karayolları demiryollarına tercih edildi. İkinci Dünyâ Savaşında askerî ihtiyaçlar karayolu yapımını zorladı.

Yolların yapım masrafları, devletlerin bütçelerinden ayrılan paraların yanında, vasıtalardan alınan ve yakıta konan vergilerle karşılanırdı.

Plânlama ve İnşâ

Organizasyon: Karayolları, ülke çapında veya yerel çapta organizasyona sâhiptir. Bu organizasyon yolun yerinin belirlenmesinde, projelendirilmesinde, inşâ edilmesinde ve bakımında önemli rol oynar. İnşâ sırasında ortaya çıkan köprü, tünel, viyadük gibi sanat yapılarının îmalâtını da üstlenir.

Yol malzemesi: Yolun, tabiatın ve ağır yüklerin tahrip edici etkilerine karşı dayanıklı inşâ edilmesi gerekir. Yağmura, yazın sıcağına, kışın donuna karşı durması yanında, ağır trafiğin dingil basınçlarına da dayanıklı olmalıdır. Yol kaplaması olarak kullanılan malzemeler şunlardır:

1. Tabiî toprak: Dayanıklı olmayan bir kaplama türüdür. Kuru havada tozlu ve yağışlı havada çamurlu olur.

2. Tabiî çakıl: Dere ve nehir yataklarında veya çok eskiden nehir veya buzulların biriktirmesiyle tabii çakıl ortaya çıkar. İçinde değişik oranda kum ve yuvarlak taş parçaları mevcuttur.

3. Taş: Yol kaplaması olan taşlar yumuşak ve kırılgan olmayıp sert olmalıdır. Özel olarak yol kaplaması olarak hazırlanırlar.

4. Bütümlü malzeme: Bu, ziftli veya asfaltlı malzeme için verilen genel bir isimdir. Kömürün gazının alınmasında veya petrolün rafine edilmesi sırasında ortaya çıkar. Bâzan tabiatta da rastlanır. Bazı yerlerde boşluklu kayalar içinde de emilmiş vaziyette bulunabilirler. Bütün oranı, yolun amacına göre değişir. Çok ince akışkan yanında ancak ısıtıldığı zaman yumuşayan bütüm türü de vardır. Bütümlü malzeme, karıştırılan kum, kırma taş ve çakılı birbirine bağladığı için çok kıymetli bir yol kaplamasıdır.

5. Beton: Çimentonun, kum, kırma taş veya çakıl ve su ile karıştırılmasıyla elde edilir. Oldukça dayanıklı bir yol kaplamasıdır.

Türkiye’de Karayollarının Târihçesi

Türkiye’de târih öncesinden bu yana çok çeşitli medeniyetler ortaya çıkmıştır. Köprü olma özelliğine sâhib olan Anadolu’da çok çeşitli yollar yapılmıştır.

Mîlâttan önce 2000 civârında Asur ve Babillilerin Mezopotamya’da meydana getirdikleri yol ağları Türkiye’ye kadar uzanmıştır. Fırat boyunca uzayan bir yol yanında Musul’dan Urfa’ya ulaşan ve oradan Anadolu içerisine giden bir kol mevcuttur. Daha sonra kurulan medeniyetlerin en önemlilerinden olan Hititler ve onların M.Ö. 12. yüzyılda yıkılması ile ortaya çıkan prenslikler zamanlarında başşehir çevresinde yollar çoğaldı. M.Ö. 6. yüzyılda Lidyalıların tesis ettiği kral yolu o zamana kadar yapılan yolların en iyi ve en emniyetlisiydi. Sart-Sus arasında ulaşımı sağlayan 2165 km uzunluğundaki bu yolu kervanlar 90 günde alırdı. Bu yolun güzergâhı: Sart köyü-Dinar-Sivrihisar-Sarılar-Ankara- Nefesköy-Turhal-Gumerek-Sivas-Malatya-Amida ve Sus idi.

Selçuklu yolları: Selçuklular zamanında (11. yüzyıl ile 14. yüzyılın ilk yarısı) Antalya-Alaiye-Konya-Aksaray-Sivas-Erzincan-Erzurum ekseni etrafındaki yollar muntazam olup kervanlar ile yolculuk yapılırdı. Yolların düğümlendiği ticâret merkezleri: Tebriz, Bağdat, Halep, Ayas, Alaiye, Antalya, İzmir, Foça, İstanbul, Sinop, Samsun, Trabzon idi. Bunların yanında bu merkezlerin etrafındaki yerleşim yerleri ile diğer merkezlere birbirine bağlayan yol ağları vardı. Bu yollar üzerinde belli menzillere kurulmuş kervansaraylar emniyeti sağladıkları gibi dinlenme ve bakım yerleri olarak da kullanılıyorlardı.

Osmanlılar zamanında dünyâ ticâret merkezlerinin değişikliğe uğraması, yeni siyâsî merkezlerin önem kazanmasına ve yol ağlarının bu isteklere uygun biçimde değişmesine sebeb oldu. Bu dönemde kıyı şehirlerinden, limanlardan Anadolu içlerine giden yollar gelişti. Yüzyıllarca kervanlar tarafından kullanılan bu yollar, 19. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren demiryollarının yapılmaya başlanması ile önemini kaybetti.

Fakat kamyon ve otomobillerin gelişmesi ile karayolları da yeniden gelişti.

Osmanlıların 600 sene süren hâkimiyetleri zamanında doğu ve batıya yapılan seferlerin neticesindeki fetihler sebebiyle kullanılan yollar düzgün ve bakımlıydı. Ümit Burnunun bulunması, Süveyş Kanalının açılması, Anadolu’dan geçen yolların önemini azalttı ve limanlardan içeri doğru olan bölgesel yollar gelişti. Osmanlılar zamanında bütün yollar, yol ağını yapan, onaran ve ulaşımın güvenliğini ağlayan kuruluş tarafından kullanılır halde bulundurulurdu. Bunlar; bir çeşit kır jandarması şeklinde çalışan, gerekli yerlerde yolun bakım ve onarımını yapan Derbentçiler, yol yapan Kaldırımcılar, yol ağlarını büyük suların kestiği yerlerde (köprü yapılamayan yerlerde) her çeşit geçişi sağlayan gemiciler ve köprücüler şeklinde sayılabilir.

Birinci Dünyâ Savaşı, arkasından İstiklâl Harbi yıllarında karayollarına gereken önem verilememiş, büyük bir kısmı bakımsız kalmıştı. Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra kalan ulaşım damarları 13.885 kilometresi bozuk ve kaplama genişliği üç metre olan şose ile 4450 km toprak yol olmak üzere toplam 18.335 km yol olarak kalmıştır. Cumhûriyetin îlânından sonra çıkarılan kânunlarla yol yapımı için çalışmalara önem verilmiştir. 18-60 yaşları arasındaki bütün erkeklere yol vergisi konmuş, vermiyenler ise mecburi çalıştırmaya gönderilmişti. Halka büyük sıkıntı veren bu uygulama 1950’den sonra Demokrat Parti iktidara gelince kaldırıldı.

Yapılması mecbûrî olan karayollarının, köprülerin yapımı, sürekli bakımı ve onarılması, yol ile ilgili tesislerin yapım, onarım ve bakımı ile işletmesini; yolların her mevsimde emniyetle geçişe açık bulundurulmasını, trafiğin düzeni için gerekli işaretlerin konması görevlerini yerine getirecek teşkilat olan Karayolları Genel Müdürlüğü 1950 yılında kuruldu. Bu kuruluş o günden bugüne karayolları yapım, bakım ve diğer hususlarda örnek olacak çalışmalarına her mevsim şartlarında devam etmektedir. 1992’nin sonuna gelindiğinde Türkiye’nin toplam otoyol uzunluğu 852 km’ye varmıştır. 1993 yılının sonuna kadar açılması planlanan 278 km’lik otoyol ile 1.130 km’ye ulaşması tahmin edilmektedir. Mevcutlara ilâve olarak 2000 yılına kadar Türkiye’nin 4300 kilometrelik otoyolu ve 5700 kilometrelik ekspres yola sahip olması plânlanmıştır.

KARAYOSUNLARI (Bryophyta)

Alm. Moose (pl), Fr. Bryophytes (pl), İng. Bryophyta. Nemli topraklarda, kayalar, duvarlar, ağaçlar üstünde, bataklıklarda, bâzan su içerisinde yetişen yeşil bitkiler. Bulundukları ortamda yeşil yumuşak halı gibi bir örtü meydana getirirler. Genellikle suyu severler, kuraklığa aylarca tahammül eden cinsleri de vardır.

Karayosunlarının, iletim demeti taşımayan ilkel bir gövdesi vardır. Gövde basit veya dallanmıştır. Gövdenin bütün etrafı üzerinde sık dizilişli küçük ve damarsız yapraklar bulunur. Erkek ve dişi organları ana gövdenin veya yan dalların ucundadır. Döllenme sonucu meydana gelen bitki ana bitkiye bağlı kalan saplı küçük bir bitkidir.

Kullanıldığı yerler: Tıbbî önemi olmayan bitkilerdir. Bataklıklarda yetişen sphagnum türleri, ölen alt kısımlarının üst üste birikmesiyle, turbalık adı verilen tabakalar meydana getirirler. Az çok kömürleşmiş olan bu tabakalardan yakıt olarak istifade edilir. Ayrıca park ve bahçelerde dekorasyon için gevşek ve nemli zemin hazırlamakta kullanılır. Eskiden dezenfekte edilmek suretiyle hidrofil pamuk yerine emici olarak kullanılmıştır.

KARBOKSİHEMOGLOBİN

Alm. Carboxyhemoglobin, Fr. Carboxyhacemoglobiné, İng. Carboxyhemoglobin. Karboksihemoglobin, hemoglobin veya oksihemoglobinin karbonmonoksit ile bireşmesinden meydana gelir. Karbonmonoksit zehirlenmelerinde kanda miktarı artar. Karbonmonoksidin hemoglobine doymazlığı oksijenden 210 defa fazladır. Soluduğumuz havada binde iki nisbetinde karbonmonoksit bulunsa, kanımızdaki hemoglobinin üçte ikisini doyurmaya yeter. Bu özelliği sebebiyle kandaki hemoglobin miktarının deneysel olarak tâyininde kullanılabilir. Karboksihemoglobin pembe-kırmızı renklidir. Kandan, oksijeni bol ve karbondioksitten iyice arınmış havanın solunmasıyla uzaklaştırılabilir.

KARBOKSİLLİ ASİTLER

Alm. Karbolsäuren, Fr. Acides carboxylique, İng. Carboxylic asides. Karboksil (-COOH) grubu ihtivâ eden organik bileşikler sınıfı. RCOOH şeklinde tamamlanmış olarak gösterilen formülde R’nin yerinde bir hidrojen atomu veya bir alkil bulunabilir. Meselâ R’nin yerinde H bulunursa formik asit (HCOOH), CH3 olursa asetik asit (CH3COOH) teşekkül eder. Karboksilli asitler tabiî halde bulunabildikleri gibi sentetik yollarla da üretilebilirler. Endüstride geniş bir kullanım sahasına sâhiptirler.

Karboksilli asitlerin en mühim türevleri esterleridir. Asitlerin alkollerle reaksiyonundan bir su molekülü ayrılarak ester oluşur. Meselâ endüstride bir çözücü olarak geniş bir kullanma alanı bulunan etil  asetat, asetik asitle etil alkolün esterleşme reaksiyonu neticesinde meydana gelir:

CH3COOH+CH3-CH2-OHÆCH3-COO-CH2-CH3+H2O.

Karboksilli asitlerin tepkimeye girdiği bileşiklerin gruplarına göre endüstriyel ehemmiyet taşıyan anhidritler, halojenürler ve amitler gibi diğer karboksilli asit türevleri elde edilir.

Tabiî halde bulunan karboksilli asitlerden en mühimlerinden biri yağ asitleridir. Yağ asitlerinin esterleşmesiyle sabun elde edilir. Süt ve süt ürünlerinde bulunan laktik asit ve turunçgillerde bulunan sitrik asit gibi karboksilli asitler canlı hücrelerinin önemli metabolizma ürünleridir.

KARBON

Alm. Kohlenstoff (m), Fr. Carbone (m), İng. Carbon. Sembolü C, bileşikleri tabiatta çok geniş alana dağılmış olan metalik olmayan kimyâsal bir element.

Özellikleri: Karbon, element hâlinde kömür, grafit ve elmas olarak üç şekilde bulunur. Bunlara karbonun allotropları denir. Bunlardan elmas, saf karbon olup kristal yapıya sâhiptir. Diğer ikisi safsızlık ihtivâ edip amorf yapıdadır. Meselâ, kömürün menşei bitkilerdir. Bu yüzden kömürde bitkiden gelen maddeler bulunmaktadır. Karbonun atom numarası altıdır. Değerlik elektronu dörttür. En dış yörüngesinde bulunan 4 elektrondan ikisi, 2s2 orbitalinde, diğer ikisi de 2p2 orbitalindedir. Diğer elementlerle bağ yaparken 2s orbitalinde bulunan bir elektron boş olan 2p orbitaline geçercesine hareket eder. Böylece aynı özellikte dört tâne çiftleşmemiş elektron meydana gelir.

Bunların enerji seviyeleri aynıdır. Bu davranış Sp3 hibridizasyonu olarak adlandırılır.

3500°C’de sublime olmaya başlayan karbon, 3550°C’de erir ve 4827°C’de kaynar. Grafit hâlindeki karbonun yoğunluğu 2,26 g/cm3tür. Oda sıcaklığında kolay kolay reaksiyona girmez ve suda hemen hiç çözünmez. Gerekli sıcaklığa geldiği zaman hava oksijeni ile okside olarak (yanarak) karbondioksid verir. Grafit ve elmasın yanması kömürün yanmasından daha yüksek sıcaklıkta olur.

Karbonun, kütle numaraları 10 ilâ 16 arasında olan altı tâne izotopu vardır. 12C ve 13C izotopları kararlıdır. Tabiatta bulunan karbonun % 98,89’u 12C ve % 1.11 de 13C izotopudur. 14C radyoaktif izotopu da kararlılığa çok yakındır. Çünkü yarılanma müddeti 3770 yıldır. Arkeolojik araştırmalarda bu izotoptan yararlanılır. 12C izotopu elementlerin atom ağırlıklarının hesaplanmasında bir temel kabûl edilmiştir.

Bulunuşu: Tabiatta karbon çok çeşitli olarak her yerde bulunur. Elementer olarak, kömür ve grafit yataklarında ve çeşitli bileşikler hâlinde petrol yataklarında bulunur. İnsan, hayvan ve bitki gibi bütün canlıların büyük bir kısmı karbon bileşiklerinden meydana gelmiştir. Organik bileşiklerin temel maddesi karbondur. Anorganik bileşiklerden en çok karbonat bileşiklerinde bulunur. Mermer, dolomit ve kireç taşları birer karbonat bileşikleridir.

Karbon bileşikleri: Karbon atomu elektron almaya veya vermeye, yâni iyonik bileşik yapmaya yatkın değildir. Bu yüzden iyonik bileşikleri pek kararlı değildir. Bâzı reaksiyonlarda ortaya çıksalar bile hemen aksi yüklü iyonlarla bağ meydana getirirler. Karbon atomları oktede varmak için bağ yapmayı tercih ederler. Bu bağlar diğer atomların yaptığı bağlara nispetle daha sağlamdırlar. Bu yüzden uzun zincirler meydana getirmektedirler.

İşte bu sebeptendir ki karbon bileşiklerinin sayısı diğer bütün elementlerin meydana getirdiği bileşiklerin on misli kadardır. Karbon bileşiklerinin sayısı üç milyona ulaşmış olup, gün geçtikçe de çoğalmaktadır.

İki sınıf karbon bileşiği vardır:

a) Organik bileşikleri: Bu bileşikler kovalent bileşikler olup elementleri bir arada tutan kuvvet elektron bağlarıdır. Karbon dört bağ yapar. Bu bağlar karbonlar ve diğer elementler arasında olabilir. Organik bileşikler düz zincir, dallanmış veya halkalı şekilde olabilirler. Düz ve dallanmış zincirler hâlinde olan organik bileşiklere alifatik bileşikler denir. Bunlardan da yalnız karbon ve hidrojenden meydana gelmiş olanlarına hidrokarbonlar denir. Bunların en basidi metandır. Metan, karbonun dış yörüngesinde bulunan dört çiftleşmemiş elektronun, hidrojen atomlarının elektronları ile bağlanmasından meydana gelmiştir. Burada kurulan bağların arasındaki açı 109°28’dir.

Eten (Etilen) (C2H4) doymamış hidrokarbonların en basiti olup karbonlar arasında çift bağ vardır. Bu çift bağlardan biri esas bağ olup sigma bağı da denir ve iki karbon atomunu bir arada tutmaya yarar. Diğer bağa, sekonder veya pi bağı denir ve kimyâsal etkilemelere karşı hassastır. Bu bağdan dolayı doymamış hidrokarbonlar kimyâsal olarak aktiftir.

Etende (asetilen) (HC=CH), karbonlar birbirlerine üç bağla bağlı olup, her bir karbonda birbirinden 180° ayrı olan birer hidrojen atomu bağlıdır. Karbonlar arasındaki üç bağdan biri sigma, ikisi pi bağıdır. İki pi bağından dolayı kimyâsal etkilemelere karşı gâyet duyarlıdır.

Aromatik bileşiklerin en basit üyesi benzen olup, halkalı yapıya sâhiptir ve altı karbonludur. Karbonlar arasında sigma ve pi bağları vardır. Pi bağı muayyen (belirli) karbonlar arasında lokalize olmayıp rezonans hâlindedir. Bu yüzden benzen formülü: 

 

FORMÜL VAR!!!!!! (1)

 

şeklinde gösterilir. 

İçteki halka pi elektronlarını temsil eder. Yâni bu durumu:

 

FORMÜL VAR!!!!!!   (2)

 

şeklinde de ifâde etmek mümkündür.

Benzen pi elektronuna sâhib olduğu halde elifatik doymamışlar (etilen, asetilen) gibi reaksiyon vermez.

b) Anorganik karbon bileşikleri: Çok miktardaki anorganik karbon bileşikleri arasında en bilinenleri karbondioksit, karbon monoksit, karbon disülfür, karbonatlar, siyanürler ve karbitlerdir.

KARBON ÇEVRİMİ

Alm. Zyklus des kohlenstoffes, Fr. Cycl de carbone, İng. Carbon cycle. Karbon elementinin yeryüzünde canlılar ile cansızlar arasındaki akışı. Bu çevrim hayatın devamının esaslarındandır.

Karbon kullanımı: Canlıların kullandığı karbonun esas kaynağı karbon dioksittir. CO2 suda (çözünmüş olarak), kayalarda ve atmosferde bulunur. Ancak canlılar bu karbon kaynağından direkt faydalanamazlar. Karbon çevriminin ilk adımı yeşil bitkilerin karbondioksidi atmosferden bünyelerine almasıyla başlar. Güneş enerjisi yardımıyla meydana gelen fotosentez ile CO2, karbonhidratlar olarak bilinen basit gıda bileşiklerine çevrilir. Bitkiler bu bileşikleri daha sonra diğer kompleks bileşikler olan protein ve yağlara çevirebilirler.

Çevrimin ikinci adımı, besinlerini fotosentez yolu ile alamayıp bu yüzden bitkilerle beslenmek zorunda olan hayvanların bu bitkileri yemesiyle başlar. Bitkilerdeki karbon bileşikleri bunu yiyen hayvanın bünyesinde parçalanarak yeni bir organik bileşik (karbon bileşiği) şeklinde hayvanın bünyesine geçer. Daha sonra etle beslenen bir canlının bu hayvanı yemesiyle karbon bileşiği bir değişime uğrayarak yeni bir canlının bünyesine geçer. Böylece kabon elementi uzun bir yol ile bir canlıdan bir başka canlıya bir çok değişik bileşik tipi ile transfer olur.

Karbonun geri dönüşü: Fotosentez ile yakalanan karbonun hemen hemen tamâmı tekrar karbondioksit şeklinde atmosfer veya okyanuslara döner. Bu geri dönüş canlıların hayatiyetini sürdürmesinde büyük ehemmiyet taşır. Karbonun geri dönüşü birçok yol üzerinden meydana gelir. En basit dönüşte canlılar, vücutlarındaki karbonun bir bölümünü CO2 hâlinde, teneffüs yoluyla atmosfere geri verirler. Diğer bir geri dönüşte, canlı kalıntılarının bir bölümü yerkabuğunda kömür, doğal gaz ve petrol gibi fosil yakıtlarına dönüştüğünden, bunların yakıt olarak kullanılmasıyla olur. Eğer bakteriler ölen canlıların çürümesini sağlamasaydı karbonun geri dönüşü olamıyacak ve hayat duracaktı.

Karbon çevrimi azot çevrimi gibi olup, gıdanın havadan gelerek canlıya ulaşması ve canlının ölümünden sonra tekrar havaya (atmosfer veya okyanuslara) geçmesiyle tamamlanır. Kur’ân-ı kerîmin Mü’min sûresi 13. âyetinde meâlen; “Size mûcizelerini gösteren, size gökten rızk indiren O’dur. Allah’a yönelenlerden başkası ibret almaz.” buyrulmaktadır. Rızkın insanlara ulaşmasında yeşil bitkilerden bakterilere kadar birçok organizma belli bir vazife görür. Bugün fen adamları bu hakikatı anlamağa başlamışlardır.

KARBON-14 İLE TÂRİHLEME

Alm. Zeitbestimmung mit Kohlenstoff-14, Fr. Déterminer le temps avec Carbone-14, İng. Carbon-14 dating. Arkeolojik nesnelerin yaşını tesbit etmede kullanılan bir teknik. Radyokarbon ile yaş belirleme de denir.

Karbon-14 izotopu atmosferde Azot-14’ün kozmik ışınlarla bombardımanı ile meydana gelir. Atmosferde oksitlenmeyle karbondioksit hâline gelen C-14 önce bitkilerin sonra da diğer canlıların bünyesine geçer. Canlı organizmada C-14 izotopu hemen hemen sabit bir miktarda bulunur. Çünkü bozunan C-14 yerine besinlerle yenisi gelir. Ancak bir canlı öldükten sonra C-14 alınımı durduğu için organizmanın bünyesindeki C-14 miktarı zamanla azalmaya başlar. C-14’ün yarı ömrü 5700 yıldır. Yâni bir organizmada bulunan C-14 miktarı 5700 yıl sonra yarıya düşer. C-14 bu sâbit hızla bozunduğundan bir canlının öldüğü târih, kalan radyokarbon miktarının tesbit edilmesiyle anlaşılabilir.

KARBON SİYÂHI

Gaz ve sıvı haldeki hidrokarbonların eksik yanmasıyla elde edilen çok ince tânecikli elementer karbon. Bu tâneciklerin çapı 25 ilâ 400 milimikrondur.

Karbon siyâhının çoğu, tabiî gazların veya rafineri sıvı yağların tam yanmaması ile özel fırınlarda yan ürün olarak elde edilir. Yanan gazların taşıdığı karbon siyahı tânecikleri çeşitli ayırma vâsıtaları ile gazdan ayrılır.

Karbon siyahı elde etmek için eski bir metod olan kanal metodu da kullanılır. Tabiî gazlar veya kıymetli olmayan yağlar zayıf hava akımında özel fırınlarda yakılır ve isli alev elde edilir. Bu alevler, üzerinde kanalları olan çeliğe çarptırılır ve alev ileri geri yavaşça hareket eder. Kanalda toplanan is hareketli bir bıçak ile kazınır.

Karbon siyâhının diğer bir şekline asetilen siyahı denir ki, asetilenin ısı ile bozunmasından elde edilir. Bu bozunum eksotermik (dışarı ısı veren) bir reaksiyon olup başlama sıcaklığı 800°C’dir. Reaksiyon başladıktan sonra ısıtmaya gerek yoktur.

Kullanılışı: Üretilen karbon siyahının büyük bir kısmı kauçuk sanâyiinde, az bir kısmı ise matbaa mürekkebinde, çini mürekkebinde ve boyalarda pigment (renk verici) olarak kullanılır. Kauçukta takviye edici dolgu madde olarak kullanılan karbon siyahı, aşınmayı zorlaştırır ve dayanıklılık verir.