KARA DÂVÛD

On altıncı yüzyılda yetişen Osmanlı âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Kemâl İzmitî’dir. Halk arasında Kara Dâvûd diye meşhurdur. İzmitlidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1541 (H. 948) senesinde Bursa’da vefât etti.

İzmit Metresesinde Mevlânâ Lütfî ve Müeyyedzâde gibi birçok âlimden ilim tahsil eden Kara Dâvûd Efendi, ilim tahsilini tamamladıktan sonra, Bursa’daki Kâsım Paşa Medresesine müderris tâyin edildi. Sonra Trabzon Medresesi, Edirne Üç Şerefeli Medrese ve İstanbul’daki Sahn-ı Semân (Fâtih Medreseleri) medreselerinden birinde müderris olup, ders okuttu. 1516 senesinde Bursa kâdısı oldu ve bu vazîfeden emekliye ayrıldı. İlmî eserler yazmakla meşgul oldu. 1541 senesinde Bursa’da vefât etti. Yıldırım Bâyezîd semtinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi.

Eserleri:

1) Şerhu Kasîde-i Nûniyye, 2) Hâşiye-i alet-Tasavvurât, 3) Hâşiye-i alet-Tasdîkât, 4) Hâşiye-i Şerh-i Metâlî, 5) Hâşiye-i alâ Şerh-i Şemsiyye, 6) Hâşiye-i alet-Tehzîb, 7. Şerh-i Delâil-i Hayrât: Bu eser, halk arasında Kara Dâvûd diye meşhurdur. Muhammed Cezûlî’nin yazdığı Delâil-i Hayrât adlı Salevât-ı Şerîfe kitâbının şerhidir. Kara Dâvûd bin Kemâl bu eseri şerh ederken, İslâm târihi ile ilgili birçok husûsları da yazmıştır.

KARA KUVVETLERİ

Alm. Landstreıtkrütte (f), Fr. Les Forces terrestres, İng. Land forces, territorial forces. Târihin bilinen ilk devirlerinden îtibâren Türkler, bilhassa orduya ve eğitime önem vermişler, bu ordular sâyesinde târihte devletler, imparatorluklar ve hattâ cihan imparatorlukları kurmuşlar, hak ve adâletin savunucusu olmuşlardır. Bu orduların en önemlisi Kara Kuvvetleri dediğimiz kara ordusudur.

Kara Kuvvetlerinin vazifesi, düşmanı saldırıdan caydırmak, saldırıları tesirsiz hâle getirmek, mümkünse yok etmek ve millî menfaatin gözetilip sağlanmasında gereken harekâtı yapmaktır. Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilâtlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun İmparatorluğunda, Mete zamanında M.Ö.209 senesinde olmuştur. Bu târih, Türk Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Türkler kendi yaptıkları sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı. Genel olarak Türk kuvvetlerinde itâat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olup çocuklar küçük yaştan îtibâren asker olarak yetiştirilirlerdi. Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî haklarındandı. En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakîkî bir savaş manevrası özelliğini taşırdı.

Hükümdâr aynı zamanda ordunun başkomutanıydı. Bu durum, Osmanlılar dâhil bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir. Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi. Komutanlara tuğ verilir, savaştaki başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı. Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi. Birlikler on, yüz, bin ve tumane (toman, tümen) denilen onbinlik de binliklere bölünürdü. Bunların komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi denilmektedir.

İslamiyetten sonra Ortaasya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır.

Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyâsında askerî ve mülkî idârelerin tanziminde örnek olmuşlardır.

Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı “Gulamân-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahnelerin askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı. Ayrıca gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı.

Karahanlı, Türkmen beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türklerden kuruluydu. Gazneli ordusunda ise yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu. Selçuklular savaşta ordunun moralini yükseltmek için nevbet ve cenk takımları kurmuşlar, bilâhare bu takım Osmanlılarda mehter takımlarına dönüştürülmüştür.

Selçuklularda bir tuğ Onbaşı(Ortakbaşı-Vişak başı); iki tuğ Çavuş (Serheng-Ellibaşı); üç tuğ Yüzbaşı (Haylı); dört tuğ Binbaşı (Hacip veya Hadim); beş tuğ Emir (General); altı tuğ Sipehsâlâr veya Beylerbeyi; yedi tuğ Hükümdâr (Başkomutan) rütbe işâretleridir. Bütün askerî işler merkezdeki Dîvân-ı Arz denilen dîvânda görüşülürdü.

Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde aşîret kuvvetlerinden dâimî orduya geçildi. Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyâlet askerleri ve geri hizmet kıt’alarını meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Eyâlet Askerleri, Timarlı Süvâri, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi. Birinci Sultan Murâd Han 1363’te Yeniçeri Ocağını kurdu.

Osmanlı ordusunda Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde askerî ıslâhâtlar yapıldı. Yeniçeriler yeni silâh kullanmayıp, değişik elbiseleri kabul etmediğinden devrin usûlünde Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu. Fakat yeniçeriler isyân edince kaldırıldı. Yeniçerilerin, 18 ve 19. yüzyıllarda disiplinsizlikleri iyice artınca Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839), 17 Haziran 1826’da bu ocağı kaldırıp, 20 Haziran 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunu kurdu. Yeni ordunun mevcudu Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde 188.000’e çıkarıldı. Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1843’te altı ordu kurulup, askerlik müddeti beş yıla yükseltildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân (1876-1909) devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyâcı olan subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı. 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de Trablusgarp ve Balkan Harpleri netîcesinde muvaffak olunamadı. Birinci Dünyâ Harbinde yedi cephede kahramanca mücâdele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu Mondros Mütârekesi sonunda 1919’da 50.000’e indirildi. Türk İstiklâl Harbinde Kara Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyâde tümeni hâline getirildi.

Osmanlı ordusunda kullanılan rütbeler ve kabûl târihleri:

Erbaş ve erler: Er, Onbaşı, Çavuş.

Küçük zâbitler (Astsb): Bölük Emini (1828), Çavuş, Başçavuş (1828).

Subaylar: Mülâzim-i Sânî (Tğm., 1793), Mülâzim-i Evvel (Ütğm., 1828). Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol Kol Ağası (Kd.Yzb., 1828), Sağ Kol Ağası (Ön.Yzb., 1828) Alay Emîri (Yzb. rütbesinde).

Üst subaylar: Bnb., Baş Bnb. (1793), Kaymakam (Yb., 1831), Miralay (Alb., 1828)

Paşalar (Generaller): Mirliva (Tuğg. 1831), Ferik (Tümg. 1831), 2’nci Ferik (Korg, 1908), 1’inci Ferik (Org. 1904) Müşir (Mareşal, 1832).

1831’de Alay İmâmlığı ve Tabur Kâtipliği kurulmuştur.

İstiklâl Harbinden sonra kara kuvvetleri üç ordu müfettişliği, ikişer piyâde tümeninden, dokuz kolordu, üç süvârî tümeninden meydana geliyordu. Bu teşkilât bugünkü Türk Kara Kuvvetlerinin temelini teşkil eder. Ekim 1924’te Ordu-Meclis münâsebeti kaldırılıp, ordu aslî vazîfesine döndü. Harpten kalma silâhlar, âlet ve edevatlar, araçlar ve donatım toplanarak ordunun kuruluş ve kadrosuna katıldı. Yeni silâh ve askerî malzeme teknolojisini tâkib etmek için “Fen ve Sanat Dâiresi” kuruldu. Levâzım ve teçhizât malzemelerinin yurt içinden temini sağlandı. Silâh ve cephâne ihtiyâcının karşılanabilmesi için harp sanâyiine teşebbüs edildi. Piyâde silâhlarının cephânesi, yüz beş milimetrelik ve daha küçük top mermileri îmâl edilmeye başlanıldı. Topçu sınıfı yeniden teşkilâtlandırıldı. 1927’de tank alımının başlamasıyla 1934’te ilk tank birliği Lüleburgaz’da kuruldu. Komando ve paraşüt birlikleri teşkil edildi. Dördüncü ikmâl plânı sonunda Kara kuvvetleri teşkilâtı on dört kolordu, bir süvâri kolordu ve bir zırhlı tugaydan meydana geliyordu.

İkinci Dünyâ Harbi (1939-1945) öncesinde, seferî kuruluşlar esas tutularak ihtiyaçların karşılanması için tedbir alındı. Plân safha safha tatbik edilerek, on kolorduluk ihtiyaç kadrosu seferde on beşe, üç ordunun mevcudu bir milyon üç yüz bine çıkarıldı. Balkanların harp sâhası olmasıyla huduttaki boş kadrolar dolduruldu. Yurt içinde emniyet tedbirleri alınarak askerî ve sivil tesislerle fabrika personeline silâh dağıtılıp, hava indirmelerine karşı teşkilâtlandırıldı. Doğu’daki birlikler de seferî kuruluş ve kadroya çıkarılarak istihkâm, muhâbere, ölçme ve zırhlı birliklerinin kadroları takviye edildi. Harp sonunda Amerika Birleşik Devletlerinden Truman Doktrini ve Marshal Yardımı ile modern silâh ve malzemeler geldi. Piyâde alaylarının ateş desteği ve hareket kâbiliyetlerinde gelişmeler oldu.

1949’da, bütün kara birlik ve kurumları yeni kurulan Kara Kuvvetleri Komutanlığı adı altında toplandı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı 1950’den îtibâren bütün sınıf okulları ve eğitim merkezlerini bünyesine aldı. Lojistik destek hizmetlerini sağlamak için “Yurtiçi Bölge Komutanlığı” kuruldu. 7 Temmuz 1950 Birleşmiş Milletler kararına uyularak Kore’ye gönderilen kara birliklerinden kurulu Türk Tugayının gösterdiği kahramanlık hür dünyâ tarafından takdirle karşılandı. 10 Şubat 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle Türk Kara Kuvvetleri eğitim ve öğretim sistemleri bakımından yeniden teşkilâtlandırıldı. Hava taarruzlarına karşı, Yurtiçi Uçaksavar Topçu Tümen Komutanlığı kuruldu. Kara Havacılık Grubu geliştirilerek 1957’de “KaraHavacılık Okulu” adını aldı. Zırhlı birliklerin hava saldırılarına karşı korunması için çift namlulu kundağı motorlu M-19 uçaksavar silâhı kondu. Milletlerarası münâsebetlerin artması subay ve astsubayların dış memleketlerde eğitim görmesinin lüzumu üzerine altı ayrı dilde öğretim yapan “Dil Okulu” kuruldu. 1973 yılına kadar Kara Kuvvetlerinde tank ve palet yenileştirme fabrikaları, atış poligonu, G-3 ve MG-3 tüfekleri yapımı, mühimmât, kobra silâhları, pil, paraşüt, yedek parça yapımı projeleri gerçekleştirildi. Nükleer savaş, yayılma ve dağılma sürate dayandığından piyade sınıfı zırhlı personel taşıyıcılar ile donatıldı. Zırhlı birlikler M-48 Tankları, M-113 Zırhlı Personel Taşıyıcı, M-52 ve M-44 kundağı motorlu toplar ile donatıldı. Topçu sınıfı mühimmâtı yurt içinde îmâl edilir hâle gelindi. 1972’de Türk Kara Kuvvetleri Lojistik Destek Kıt’aları tekrar tertiplenerek istihkâm, muhâbere, ordudonatım ikmâl ve bakım hizmetleri birleştirilmiştir. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından sonra kurulan “Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı” milletin bağış ve yardımlarıyla bugün büyük bir iktisâdî güce erişmiştir. Vakıf daha çok Millî Harp Sanâyii politikasını kendisine rehber edinerek, bütün imkânlarını bu istikâmete seferber etmiştir. Bugüne kadar telsiz, elektronik ve askerî malzeme ihtiyâcını karşılamada epeyce mesâfe kat etmiştir.

Bugün Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde Birinci, İkinci, Üçüncü, Ege Ordu Komutanlıkları ile Yurtiçi Doğu ve Batı Bölge Komutanlıkları, Sınıf Okulları, Askerî Okullar ve Eğitim Merkezleri bulunmaktadır. Kara Kuvvetleri piyâde, tank, top, istihkâm, muhâbere, ordudonatım, kara kuvvetleri havacılığı, ulaştırma, personel, levâzım, sıhhiye, veteriner, harita ve mâliye sınıflarından meydana gelir.

KARA MUSTAFA PAŞA (Merzifonlu)

On yedinci yüzyıl Osmanlı sadrâzamlarından. 1634’te Merzifon yakınlarındaki Marince köyünde doğdu. Sultan Dördüncü Murâd Hanın Bağdat’ı fethinde (1639) şehid olan süvâri subaylarından Oruç Beyin oğludur. Dört yaşında yetim kalan KaraMustafa, babasının dostu olan Köprülü MehmedPaşanın himâyesinde ve kendisiyle yaşıt Fâzıl Ahmed (Paşa) ile berâber büyüdü. İyi bir tahsîl görüp, kıymetli bir asker olarak yetişti. Köprülü Mehmed Paşaya dâmâd oldu.

Köprülü Mehmed Paşa, vezîriâzam olunca, Kara Mustafa’yı telhisçi (vezîriâzam veya vekîli tarafından pâdişâha takdim edilmek üzere saraya gidecek evrâkı götüren memur) yaptı. Erdel Seferinde Yanova Kalesinin zaptını pâdişâha bildirmesi üzerine, Eylül 1658’de ikinci mîrahurluğa terfî etti. Bir buçuk sene sonra Silistre beylerbeyi, ardından 1661’de vezirlikle Diyarbakır vâlisi oldu.

Fâzıl Ahmed Paşa vezîriâzam olunca, Kara Mustafa Paşa da Aralık 1661’de kaptanpaşalığa tâyin oldu. Vezîriâzam Fâzıl Ahmed Paşa Avusturya seferine serdâr-ı ekrem tâyin edilince, Nisan 1663’te kaptanpaşalık üzerinde kalmak üzere sadâret kaymakamı tâyin edildi. Bu vazîfeyi vezîriâzamın 1665’te Girit Seferi ve daha sonraki Lehistan Seferi esnâsında da yürüttü. 1676’da Fâzıl AhmedPaşanın vefâtı üzerine mühr-i hümâyûn, üçüncü vezir olan Kara Mustafa Paşaya verildi. Sadâret kaymakamı sıfatıyla hükûmet işlerini uzun seneler  gördüğü için işlerde bir aksaklık olmadı. Onun ideâli, devleti, Kânûnî devrindeki azâmet ve kudretli durumuna eriştirmekti.

1678’de Rus Seferine çıkarak, Çehrin’i aldı. 1683’de Avusturya Seferine çıktı. Viyana’yı şiddetli bir muhâsara altına aldı. Ancak kaleyi tam düşürmek üzereyken Kırım Hanının ihâneti netîcesinde Osmanlı ordusu mağlub oldu. Viyana bozgununu fırsat sayan muarızları, Belgrad’a gelen Mustafa Paşanın 25 Aralık 1683’te îdâmına sebeb oldular (Bkz. Viyana Kuşatması). Îdâmında elli yaşlarındaydı.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, zekî, irâdesi sağlam, azim sâhibi, işten anlar değerli bir devlet adamıydı. Tetkik edilen olaylara, gerek Türk ve gerek yabancı  kaynaklara göre Kara Mustafa Paşa otorite sâhibi olup, sevk ve idâre kâbiliyetiyle bozgunluğu durdurup felâketi önleyecek kudretteydi. Hattâ Budin vâlisi ihtiyar vezir İbrâhim Paşa bile Mustafa Paşayla arası iyi olmamasına rağmen onun îdâm edilmeyip, bu işin sonunun yine Paşa’ya bırakılmasını tavsiye ederek Mustafa Paşanın ehliyetini beyân etmiştir. Nitekim Kara Mustafa Paşadan sonra yerine getirilen serdarların ehliyetsizlikleri mağlubiyetlerin senelerce devâmına ve düşmanın Balkanlara kadar sarkmasına sebeb olmuştur.

Kara Mustafa Paşanın birçok hayır ve hasenâtı vardır. İstanbul’da Galata ve Yedikule dışında birer mescidi ile Merzifon’da câmi, bedesten ve sayısız çeşmeler yaptırmıştır. Çarşı kapısındaki medrese, mescid, mekteb, sebil ve medrese talebesi için olan kütüphâne vefâtından bir yıl sonra tamamlanmıştır. Kayseri civârında eşkıyâ yatağı olan İncesu denilen yeri kendisinin mülkü yazdırıp, câmi, hamam, medrese yaptırdıktan sonra kırk muhâfızı ile o tarafların âsâyişini temin etmiştir. Ölümünden sonra mülkü pâdişâhın hatt-ı hümâyûnu ile evlâdına ihsân olunmuştur. Paşa’nın nesli devâm etmiş olup âileden birçok vezir yetişmiştir.

KARA SULARI

Alm. Territorialgewässer (pl.); Küstenmeer (n), Fr. Mer (f) territoriale (littorale), İng. Territorial waters. Bir devletin kıyıları boyunca hâkimiyeti altında bulunan belirli genişlikteki su şeridi. Bu şerit içinde o ülke kendi toprağındaki kânûnî haklarını ve hâkimiyetini sürdürür. Kara sularının bitimi o devletin deniz sınırıdır. Buradan îtibâren hiçbir devlete âit olmayan açık deniz başlar ve bütün devletler genel kâide olarak, açık denizlerden faydalanabilir.

Üç tarafı denizlerle çevrili olan memleketimizin kıyı uzunluğu 7200 kilometredir. 1964 yılında kabul edilen Karasuları Kânunu ile karasularımızın genişliği prensip olarak 6 mil kabul edilmiştir. Bilhassa Ege Denizindeki karasularımızda ve Yunanlıların karasularında bunun uygulanmasında titiz davranılmaktadır.

Dünyâ devletlerinin ekserisi karasularının 3-12 mil olmasını kabul etmişti. Bu uygulama 60 kadar devlet tarafından tatbik edilmektedir. ABD- İngiltere, Almanya, Hollanda 3 millik karasuyunu kabul etmişlerdir. Rusya, Fransa, Bulgaristan, Romanya, Mısır, Suriye gibi ülkeler ise karasularını 12 mile çıkarmışlardır. Çin ise kendi karasularının 200 mil olduğunu iddiâ ederek bunu savunmaktadır. Çeşitli devletlerin denizlerdeki durumlarına göre karasularının sınırlarını tesbit etmeye çalışması milletlerarası münâsebetlerde önemli yer tutar. Ekseriyâ bu durum büyük anlaşmazlık ve olaylara sebeb olur. Bâzı ülkelerin ve Birleşmiş Milletlerin gayretleriyle bir düzenlemeye gidilmesine çalışılmaktadır. Daha önce 1958’de Cenevre’de birinci, 1960 yılında yine Cenevre’de ikinci, 1974 yılında Karakas’da üçüncü Deniz Hukûku konferansları toplanmıştır. Birinci konferansta Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi imzâlanmış, ikincisinde ilkinde karşılaşılmayan veya anlaşmazlık konusu olan meseleler ele alınmıştır. Karakas’ta yapılan üçüncü konferansta, 148 devlet 5000 temsilciyle katılarak deniz hukûkunun önemini ortaya koymuştur. Ele alınan karasuları ve bitişik bölge, balıkçılık, kıta sahanlığı, deniz yatağı, deniz dibi zenginliklerinin işletilmesi, boğaz ve diğer sulardan geçiş rejimi, açık denizler, denizlerin kirletilmesinin önlenmesi gibi hususlardan başka, daha pekçok konu görüşülmüştür.

Her devlet kendi karasularında tam hâkimiyet sâhibi olduğundan buralarda güvenlik açısından, kendi millî ve askerî güvenliği, deniz trafiği, gümrük ve sağlıkla ilgili tedbirleri kânunlarına göre uygular. Deniz altı zenginlikleri de yalnız o ülkeye âittir. Bâzı istisnâlar hâriç kabotaj ve balıkçılık bakımından buralardan kendisi ve vatandaşları istifâde eder. Devlet isterse kendi karasularında başka devletlere bâzı kolaylıklar tanıyabilir.

Birleşmiş Milletler Deniz Hukûku Sözleşmesi (1982) 119 devlet tarafından imzâlanmıştır. Türkiye’de karasuları ile ilgili ilk yasal düzenleme 15 Mayıs 1964 târihli ve 476 sayılı Karasuları Kânunu’dur. Bu kânunu yürürlükten kaldıran 20 Mayıs 1982 târihli ve 2674 sayılı yeni Karasuları Kânunu önceki yasaların aykırı hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Türk karasularının genişliğini 6 deniz mili olarak belirleyen Karasuları Kânunu, Bakanlar kuruluna belirli denizler için, o denizle ilgili, bütün özellikleri ve durumları gözönünde bulundurmak ve hakkâniyet ilkesine uygun olmak şartıyla, karasularının genişliğini 6 deniz milinin üzerine çıkarma yetkisi vermiştir.

Karasuları Kânunu’nun 4. maddesinde de iç suları târif edilmiştir. Buna göre, esas hatların kara tarafında kalan sular ve körfez suları, Türk iç sularıdır. Dâimî liman tesisleri kıyının bir parçası sayılır ve bu tesislerden en açıkta olanlarının kara tarafında kalan sular ve dış limanlar iç sulara dâhildir.

KARA ŞEMS

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Tasavvufta Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivasiyye)nin kurucusudur. İsmi, Ahmed, künyesi Ebü’s-Senâ, lakabı Şemseddîn’dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. 1519 (H.926) da Zile’de doğdu. 1597 (H.1006) da Sivas’ta vefât etti. Kabri, Sivas’ta Meydan Câmii avlusunda olup, ziyâret yeridir. Türk-İslâm târihinde meşhûr Üç Şemseddîn’den biridir. Diğer iki Şems, Şems-i Tebrîzî ve Akşemseddîn’dir.

Kara Şems daha yedi yaşındayken, babası tarafından Halvetiye yolunun şeyhlerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetine götürülüp duâsına kavuştu. Ziledeki âlimlerden sarf, nahiv ve diğer ilimleri öğrendi. Sonra Tokat’a gidip Arakıyecizâde Şemseddîn Efendi ile diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul’a gidip, bir müddet Sahn-ı Semân Medreselerinde müderrislik yaptı. Sonra hacca gidip Zile’ye döndü ve orada talebe yetiştirmeye başladı. Bu arada İbn-i Hişâm’ın Kavâid-ül-İrâb adlı eserine Hall-ül-Me’âkıd adlı bir şerh yazdı.

Bütün bu hizmetleri yanında kalbi ilâhî aşk ile yanıyor, tasavvuf deryâsına dalıp yüksek derecelerden pay almak için çırpınıyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihiddîn Efendinin dergâhına gidip tasavvufta ona talebe oldu. Sohbetlerinde bulunup icâzet aldı. Bu hocası vefât edince çok garip kaldı. Tokat’ta bulunan ve tasavvuf ehli olan Şeyh Mustafa Kırbâsî’ye talebe olmak istedi. Ancak bu zât yaş îtibâriyle yüzü aşkın olduğundan; “Sen gençsin, ben ise ihtiyâr ve hastayım. Seni yetiştirmekle meşgûl olamam. Fakat sâdık bir talebe isen, cenâb-ı Hak mürşidini altı ay sonra ayağına gönderir.” dedi. Tekrar Zile’ye döndü. Kendini ilme verdi. Bu sefer de Muhtasar-ı Menâr üzerine Zübdet-ül-Esrâr adlı şerhini yazdı.

Zile’deyken, altı ay sonra Tokat’a Abdülmecîd Şirvânî adında, bir mübârek zâtın geldiğini işitti. Huzûruna varıp talebe oldu.

Kara Şems, Abdülmecîd Şirvânî hazretlerinin sohbetinde, kısa zamanda kemâle erip, tasavvufta icâzet aldı. İnsanları irşâd, yâni doğru yolu göstermekle vazîfelendirildi. Kısa zamanda tanınıp çok sevildi. O devir Sivas Vâlisi Hasan Paşa, kendisini Sivas’a dâvet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Burada, ilim öğretmek ve insanları irşâd etmekle meşgûl oldu. Ömrünün sonlarına doğru Pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Hanın dâveti üzerine Eğri Seferine katılıp cihâd etti. Eğri Seferi yolculuğu sırasında henüz genç yaşta olan Aziz Mahmûd Hüdâyî ile görüşüp, sohbette bulundu. Aziz Mahmûd Hüdâyî onu saygıyla karşılayıp, elini öptü. Pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han ise, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Kara Şems pâdişahla sohbetteyken Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Eğri Seferinin zaferle biteceğini müjdeledi.

Eğri Zaferinden sonra İstanbul’a dönüldüğünde Üçüncü Mehmed Han, Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabul ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî, ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin isteyip Sivas’a döndü. Amcazâdesi ve dâmâdı Receb Efendiyi vazîfesine tâyin etti.

Vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Velîler, âlimler, sâlihler, devlet adamları cenâzesinde hazır bulundu. Cenâzesi göz yaşları arasında; “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” denilerek musallâya konuldu.Cenâze namazında, altmış binden fazla kişi olduğu rivâyet edilir. Namazını amcazâdesi ve dâmâdı Receb Efendi kıldırdı. Sağlığında vasiyet ettiği gibi, Meydan Câmii bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhtır. Şehir ahâlisi, şiddetli bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyârete gider ve yaptıkları duâ üzerine Allahü teâlânın izniyle, sıkıntılardan kurtulur.

Eserleri:

Kara Şems hazretlerinin; Süleymânnâme, İlâhînâme Tercümesi, Mantıkuttayr ve Kasîde-i Bürde Tercümesi gibi on yedi kadar manzum; Dürer-ül-Akâid, Hüccet-i İlâhîye, Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn, Menâzil-ül-Ârifîn gibi on dokuz kadar da mensur eseri vardır.

Eserlerinde genel olarak işlediği hususlardan bâzıları şöyledir:

“Bu dünyâ fâni ve vefâsızdır. İnsanı gaflette bırakan, boş ve lüzumsuz şeylerle oyalayan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı engelleyen şeyler düşmandır. Bu dünyânın geçici lezzetleri aldatıcıdır.”

“Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için nefsi terbiye etmek lâzımdır.”

“Peygamber efendimizin şefâatine kavuşmak için sünnet-i seniyyeye tam sarılmak gerekir.”

“Allahü teâlânın verdiği sayısız nîmetlere şükretmek gerekir. Sabırlı ve tahammüllü olmak lâzımdır.”

KARA YUSUF BEY

Karakoyunlu Devleti hükümdarlarından. Kara Mehmed Beyin oğlu olup 1357’de doğdu. Babasının 1389’da vefâtıyla Karakoyunlu hükümdârı oldu. Teşkilâtçı, azimli ve irâdeli bir şahsiyete sâhip olduğundan, Türk boy birliği hâlindeki Karakoyunlu Beyliğine büyük devlet mâhiyeti kazandırdı. Âzerbaycan, Doğu Anadolu ve Mezepotamya’ya hâkim oldu. Osmanlı ve Memlûk devletleriyle iyi geçinmesine rağmen Celâyirliler, Akkoyunlular ve Timurlular ile hâkimiyet meselesinden mücâdele etti. Timurlu hükümdârı Şahruh ile muhârebeye hazırlanırken hasta yatağında, 13 Kasım 1420’de Ucan’ın Saidâbâd mevkıinde vefât etti. Kabri Erciş’tedir. Karakoyunluların en büyük hükümdârı olan Kara Yusuf Beyin hayâtı büyük mücâdelelerle geçmiştir. Büyük bir devlet adamı, kumandan ve birçok iyi meziyetlerin sâhibidir. (Bkz. Karakoyunlular)

KARAAĞAÇ (Ulmus campestris)

Alm. Ulme (f), Fr. Orme (m), İng. Elm. Familyası: Karaağaçgiller (Ulmaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Karadeniz bölgesi.

Kışın yaprağını döken, 20-30 m yüksekliğinde ağaçlar. Yapraklar yürek biçiminde, kenarları dişli, koyu yeşil renkte olup orta damarın iki yanında kalan yaprak parçalarından birisi diğerinden büyüktür. Gövdeleri kalın ve pürüzlü bir kabukla kaplıdır. Dalları aşağı doğru eğiktir. Meyveleri kanatlı ve fındıksıdır. Şah ve filizinden büyütülebilir. Nemli topraklarda ve nehir kenarlarında iyi yetişir. Kökleri derinlere gider. En fazla 500 sene yaşayabilir. Kerestesi serttir ve rengi açık kahverengidir.

Kullanıldığı yerler: Karaağaç kerestesi, daha çok mobilya îmâlâtında kullanılır. Sağlam kerestesi fıçı, tekerlek yapımında ve yakacak olarak da kullanılır. Gövdeleri ve dal kabukları tanen, müsilaj bakımından zengindir. Önceleri yumuşatıcı olarak çok kullanılmıştır. Kabuklarından yapılan mahlul deri kızarıklıklarına, ülsere karşı ve ishal kesici olarak kullanılır.

Memleketimizde yetişen türleri, U. campestris (sahra karaağacı), U. montana, U. effusadır.

KARABAŞ EFENDİ

Meşhur Karabaş Tecvidi kitabının yazarı. Kurrabaşı kelimesinden bozularak “karabaş” denmiştir. Karabaş tecvit kitabının sâhibi olarak üç kişi bilinmektedir. Bunlardan birincisi, Kastamonulu Şeyh Şâbân Velî silsilesinden Ali Efendidir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Ali Efendi, 1685 senesinde vefât etmiştir. İkinci Ahmed Efendi türbesi Eyüp’te Şah Sultan Türbesinin Eyüp tarafındaki Defterdâr Caddesi üzerinde bulunandır. Eski başbakanlardan rahmetli Adnan Menderes İstanbul’daki câmi ve türbeleri tâmir ettirirken Karabaş Tecvidi kitabının sâhibi olarak bilinen bu zâtın da türbesini yenileştirmişti. Üçüncüsü, Abdurrahmân Karabaş Efendidir. Karagümrükte Karabaş Mescidini yaptıran Abdurrahmân Karabaş 1534 senesinde vefât etti. Bu mescidin yanında Öküz Mehmed Paşa Câmii vardır. Sultan Birinci Ahmed Hanın sadrâzamlarından olan bu paşa çok kuvvetli olup, câmi yapılırken büyük bir taşı taşıyan arabanın öküzü sakatlanınca onun yerine kendisi boyunduruğa girip çektiği için bu lakapla anılmıştır.

KARABAŞ KEKİK (Thymbra spicata)

Alm. Bohnenkrauf (n), Fr. Sarriette (f), İng. Summer savory. Familyası: Ballıbabagiller (Labiatae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Güneydoğu Anadolu, Batı ve Güney Anadolu.

Temmuz, ağustos aylarında kırmızı renkli çiçekler açan, kekik görünüşünde odunsu bir bitki. Gövdeleri basit, dik, dört köşeli, iki yüzü tüylüdür. Yaprakları 10-15 mm boyunda ve 2-3 mm eninde, dar uzun, sert üzerleri noktalı, tüysüzdür. Çiçek durumu sık ve silindir biçimindedir. Meyveleri oval şekilli, üzeri pürtüksüzdür.

Kullanıldığı yerler: Karabaş kekiğinin sarımsı renkteki uçucu yağında önemli ve koku veren “thymol” vardır. Karabaş kekik, çay halinde mide ağrılarına karşı, dolaşım uyarıcısı, baharat olarak ve idrar söktürücü olarak kullanılır. Thymol az dozlarda balgam söktürücü, sinir kuvvetlendiricidir ve boğaz ağrılarına iyi gelir. Yüksek dozlarda ise antiseptik ve kurt düşürücü olarak verilir.

KARABAŞ OTU (Lavandula stoechas)

Alm. Lavandel (m), Fr. Lavande (f), İng. French lavender. Lavandula stoechas. Familyası: Ballıbabagiller (Labiatae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz bölgeleri.

30-60 cm boyunda, çok yıllık bir maki bitkisi. Yapraklar 2-3 cm boyunda, dar, kenarları kıvrık, tüylü ve grimsi yeşildir. Çiçekler koyu mor renkli, başak şeklinde durumlarda toplanmıştır.

Kullanıldığı yerler: Uçucu yağının kokusu lavantadan ziyâde biberiyeye benzer. Uçucu yağın içinde kâfur kokusu hâkimdir. Bitki ağrı kesici, antiseptik, yara iyi edici, yatıştırıcı, balgam söktürücü, sinir ve kalp kuvvetlendirici gibi etkileriyle çok eskiden beri kullanılmaktadır. Genellikle çay (% 2-5’lik) hâlinde kullanılır. Kokusu hoş olmadığından parfümeride pek kullanılmaz.

KARABATAK (Phalacrocorax carbo)

Alm. Kormoran, Fr. Cormoran noir, İng. Cormon cormorant. Familyası: Karabatakgiller (Phalacrocoraicidae). Yaşadığı yerler: Deniz, göl ve nehir kıyılarında toplu hâlde. Özellikleri: Uzun gagalı, uzun boyunlu, perde ayaklı, dalıcı bir kuş. Dalarak yakaladığı balıklarla beslenir. Çoğu siyahımtrak tüylüdür. Çeşitleri: 30 kadar türü vardır. Bayağı karabatak, Peru karabatağı, tepeli karabatak, Temminck karabatağı, Galapagoz karabatağı meşhurlarıdır.

Leyleksiler takımının, Karabatakgiller âilesinden perde ayaklı, dalıcı bir kuş türü. Deniz, göl ve nehir kıyılarında koloni halde yaşayan karabatakların üst gagalarının ucu kıvrık olup, suya dalarak avladıkları balıklarla beslenirler. İyi uçar, iyi yüzer ve su altında sekiz dakika kadar kalabilirler. Su kenarlarında yüksek yamaçlara veya ağaç tepelerine yosun ve dallardan koni biçimli yuvalar yaparlar. Ancak avlanmak için suya dalarlar. Sudan çıktıktan sonra tüylerini kurutmak için, uzun süre kanatlarını açık tutarlar. 30 kadar türü vardır. Çoğunun boyu 35 cm kadardır. 100 cm boyunda olanları da görülür. Türlerin çoğu siyah, mâden parıltılı tüylüdür. Üreme mevsimlerinde çoğu türün baş, boyun ve bacaklarında beyaz lekeler belirir. Göçücü, gezginci ve kalıcı olanları mevcuttur. Galapagos adalarında yaşayan bir çeşidi uçamaz. Suya daldığında kanatlarını manevra, yön değiştirme ve fren yapmak için kullanır. Diğer türler de, suda iken kanatlarını bu maksatlar için rahatça kullanırlar.

Çin’de bayağı karabataktan, Japonya’da da Temminck karabatağından balık avcılığında istifade edilir. Bunlara kayığın kenarına dizilme ve sırayla suya dalma öğretilir. Boyunlarında halkaya bağlı bir ip bulunduğundan kaçmaları önlenir. Boyunlarındaki halka iri balıkları yutmalarına engeldir. Sâhibine balığı getiren karabatağa, balığın iç organları ve yenmeyen kısımları mükâfât olarak verilir.

Kasım aylarında, mâvi kireç kabuklu, 3-5 yumurta yumurtlarlar. Bunlar üzerine erkek ve dişi sırayla kuluçkaya yatar. Yavrularını ağızlarında getirdikleri yiyeceklerle beslerler.

KARABİNA

Alm. Karabiner (m), Fr. Carbine (f), İng. Carbine. Eski ateşli silâhlardan birinin adı. Ağzı geniş, namlusu ekseriya yivli, boyu oldukça kısa Osmanlı ordusunda kullanılmış bir silâhtır. Modern piyâde silâhları yapılmadan önce kullanılan bu silâhlar, yenileri, daha tekâmül etmişleri yapılınca zamanla ordudan kaldırıldı. Bugün askerî müzelerde, pek nâdir de olsa bâzı evlerde ata yadigârı olarak saklanmaktadır.

KARABORSA

Alm. Schwarze Börse, schwarzer Markt; Schwarz-Schleich-handel (m), Fr. Marchè (m) noir, İng. Black market. İnsanların ve hayvanların ihtiyaç maddelerini piyasadan toplayıp, pahalandığı zaman satmak. Lügatte hak yemek, haksızlık etmek ve kötü muâmele etmek mânâsına olup, meşrû olmayan kazanç yollarından birisidir. Karaborsaya “ihtikâr”da denir.

Karaborsa, yeryüzündeki bütün toplumlarda suç ve çirkin bir iş sayılmıştır. Hemen hemen her devlet, karaborsacılığı yasaklamış, bunun için kanunlarında müeyyideler koymuştur. Bir milletin iktisat sistemini allak bullak eden, devletin iktisâdî tedbirlerini geçersiz hâle getiren ve milleti aşırı derecede sıkıntıya sokan karaborsa, hayatın çekilmez hâle gelmesine sebeb olur. Komünizmin ve kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkelerle, serbest piyasaya dayanmayan ve aşırı devletçiliğin tatbik edildiği ülkelerde karaborsa yaygın olup, çok fazla bir şekilde yürütülmektedir.

Memleketimizde de karaborsa ile mal temin edip piyasaya sürmek kânunen suçtur. Gerek Türk Ticaret Kanununda ve gerekse Millî Koruma Kânununda bu hususta cezâî müeyyideler konmuştur. Ayrıca serbest piyasa ekonomisine dayanan iktisadî bir sistem tatbik edilmeye çalışılarak, karaborsacılık yapmak isteyenlere engel olunmaya çalışılmaktadır. Sosyal hayatta derin yaralar açan ve iktisadî sistemlerdeki tedbirleri ortadan kaldıran karaborsaya engel olmanın en gerçekçi yolu; ihtiyaç duyulan malları üretmek veya zamanında ithâlini sağlamak ve bu işi yapmak için fırsat kollayanları caydırıcı hükümlerle ve zorluklarla vazgeçirmeye çalışmakla beraber, ahlakî açıdan bu işin çirkinliğini vicdanlara yerleştirmektir. Bu da insanlara din ve ahlak eğitiminin verilmesiyle sağlanır.

Karaborsacılık yapan, piyasanın ucuzlamasından üzülür, piyasa yükselirse sevinir. Halbuki eldeki maldan başkalarını faydalandırmak, insanî ve dinî vazifedir. Ticâret hayatında, müşterilerini aldatmak ve karaborsacılık yapmak çirkin ve suç olan bir kazanç yoludur. İslâmiyet karaborsacının elindeki kazancı kötülemekte ve kendisinin de günahkar, yani suçlu bir Müslüman olduğunu bildirmektedir. Sakladığı malların hepsini sadaka olarak dağıtsa bile, yine de karaborsacılık günâhından kurtulamaz. Nitekim, Peygamber efendimiz; “Bir kimse gıda maddelerini alıp, pahalı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere dağıtsa, günahını ödeyemez.” buyurmaktadır. Bunun gibi, başka bir hadîs-i şerîfde de karaborsacılıktan sakınanları överek, şöyle buyurmaktadır: “Bir kimse, dışarıdan gıda maddesi satın alıp, şehre getirir ve piyasaya göre satarsa, sadaka vermiş veya köle azad etmiş gibi sevap kazanır.” Hazret-i Ali de; “Gıda maddelerini kırk gün saklayanın kalbi kararır.” buyurmuştur. Hattâ hazret-i Ali, kendisine haber verilen bir karaborsacının, sakladığı şeylerin hepsini yaktırmıştır.

Âlimlerden birisi tüccardı. Vâsıt şehrinden, Basra’ya gıda maddeleri gönderip satılmasını vekiline emretti. Basra’da ucuz olduğu için, vekili bir hafta bekleyip, pahalı sattı ve müjde yazdı. O zat ise, cevabında “Biz az kâr ile çok sevap kazanmayı daha çok severiz. Fazla kazanmak için, dînimizi feda etmemeliydin. Çok büyük suç işlemişsin. Bunu affettirmek için sermâyeyi ve kârı hemen sadaka olarak dağıt.” dedi.

Dinimizde karaborsanın yasak olması Müslümanlara ve bütün insanlara zararlı olduğu içindir. Çünkü, gıda maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lâzımdır. Bir kişi alıp saklayınca başkaları alamaz. Bu, sanki çeşme suyunu saklayıp, herkesi susuz bırakmaya benzer. İnsanlara lâzım olan her şeyde ihtikar (karaborsa) haramdır. Meselâ lüzumlu ilâçları da saklamak büyük günahtır. Kininin sıtmaya, ensülinin şeker hastasına ve aşı ile serumların belli mikroplara karşı kullanılması, ekmeğin açlığa karşı kullanılması gibi, muhakkak şifâya sebeb olduğundan, bunun gibi tesiri kuvvetli ilâçları saklayarak karaborsacılık yapmak haramdır. Karaborsa gıda maddeleri az bulunduğunda haramdır. Çok olup, herkes kolaylıkla alabilirse, karaborsa olmaz. Fakat, böyle zamanlarda da yapılan iş mekruhtur; yani çirkin olup beğenilmez. Çünkü insanların zararını beklemek, iyi birşey değildir. Hadîs-i şerîfte; “İnsanların iyisi, insanlara faydası olandır.” buyruldu. En kötüsü de onlara zararı dokunanıdır.

Hîleyle rızk artmaz, malın bereketi gider. Hile ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günahları kalır. Birgün ansızın sel gelip, süte hile yapan birinin ineğini boğdu. Adam şaşkın bir halde düşünürken çocuğu dedi ki: “Baba süte kattığımız sular birikerek sel oldu. İneğimizi alıp götürdü.” Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Ticârete hıyânet karışınca bereketi gider.” Bereket demek, az malın çok faydası olmak, çok işe yaramak demektir. Az bir mal, bereketi olunca, çok kimsenin rahat etmesine çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmıyan çok mal vardır ki, sâhibini dünyâ ve âhirette felâkete sürükler. O halde malın bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emin tüccarlarda bulunur. Çünkü her müşteri emin tüccara gider. Hıyânet edenlere kimse gitmez.

Her sanatta hîle yapmamak dînimizin emridir. Müslüman güzel ahlâkını her yerde gösterirse örnek olur.

Karaborsa memleketin ahenk ve nizamını sarsan, birlik ve beraberliğini bozan, dostluğu düşmanlığa çeviren, vatanı felakete sürükleyen bir âfettir. Karaborsacılıktan elde edilen kazanç, sâhibini Allah’ın gazabına ve insanların nefretine lâyık yapar.

KARACA

(Bkz. Geyik)

KARACAOĞLAN

Türk sâz şâiri. On altıncı yüzyılın son çeyreği ile on yedinci yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır. Güney Anadolu bölgesinde yaşamış, imparatorluğun çeşitli bölgelerini gezmiştir.

Gezdiği her yere âşık olmuş, sevdiği her bucağa koşmalar söylemiştir. Hayâtı ve çevresi hakkında sağlam bilgiler olmadığından bu bilgileri kendi şiirlerine bakarak çıkarmak gerekiyor. Şiirlerinde geçen yer adlarına, töre ve âdetlere, kullanılan deyim ve sözlere, tasvir edilen sevgililerin giyim kuşamlarına bakarak, Karacaoğlan’ın ömrünün büyük kısmını Güney Anadolu bölgesinde geçirmiş bir halk şâiri olduğu görülmektedir.

Okur-yazar, fakat şehir kültürü etkisini en az hissettiren, köy ve oymak muhitlerine bağlı kalmış bir Türkmen şâiridir.

Gençliğinde hayatı çok serüvenli bir şekilde geçmiştir. Karacaoğlan bir aşk ve tabiat şâiridir. Kahramanlık belirten ve öğüt veren şiirleri varsa da, şiirleri umumiyetle hissidir. Anadolu tabiatı ve güzellikleriyle, yaşayışıyla haşırneşir olmuş ve sevgililerine olan aşkını bunlarla bezediği şiirleriyle, dile getirmiştir. Karacaoğlan’ın aşkı tasavvufî ve ilahî bir aşk olmayıp maddî (beşeri) bir aşktır. Her gördüğü güzele gönlünü kaptırmıştır.

Göçebe bir aşiret şâiridir. Şehir, kasaba şairlerinden değişik özellikler gösterir. Dil, ifâde, konu, tema, vezin, kafiye, nazım şekli bakımından, divan ve tekke şâirlerinin etkisinde kalmamıştır. İçinde yaşadığı hayâta, çevreye, halkın kültürüne ve zevkine bağlı kalmış, onların diliyle aşk ve tabiat sevgisini, gurbeti, bu duygulardan doğan dert ve üzüntüleri başarıyla ifâde etmiştir. Aruz veznini hiç kullanmamış, hep hece vezniyle yazmış, hece vezninin de 6+5 ve 4+4 kalıbını kullanmıştır. Kafiyeler, yarım kafiye şeklindedir. Dil, konuşma dilidir, basittir. Mahallî kelimeler de kullanır. İfâde açık ve sâde fakat başarılıdır. Bugün elde bulunan beş yüze yakın şiirinde en çok koşma ve semâî, bâzan da destan nazım şeklini kullanmıştır. Çok gezen ve tanınan şâirin zamanın devlet büyüklerinden bazılarıyla da görüştüğü, savaşlara katıldığı şiirlerinden anlaşılmaktadır.

Karacaoğlan iyimserdir. Ölüm gününe inanır, arada bir günâhlarını düşünüp döğünür ve nasihat tarafına yönelir.

Karacaoğlan halkın arasında dolaştığından şiirlerini halkın öz dili ile söylemiş, yabancı kelime ve tamlamaları pek az kullanmıştır.

Karacaoğlan’ın şiirlerinden örnekler:

ÖĞÜT

Dinle sana bir nasihat edeyim

Hatırdan gönülden geçici olma

Yiğidin başına bir iş gelirse

Onu yâdillere açıcı olma

 

Mecliste ârif ol, kelâmı dinle

El iki söylerse sen bir söyle

Elinden geldikçe iyilik eyle

Hatıra dokunup yıkıcı olma

 

El âriftir yoklar senin fendini

Dağıtırlar tuzağını bendini

Alçaklarda otur, gözet kendini

Kati yükseklerden uçucu olma

 

Karacaoğlan söyle sözün başarır

Aşkın deryâsını boydan aşırır

Seni bir mecliste küçük düşürür

Kötülerle konup, göçücü olma

GÖNÜL

Evvel sen de yücelerden uçardın

Şimdi enginlere indin mi gönül?

Deryâ, deniz, dağ, taş demez geçerdin

Karadan menzilin aldın mı gönül?

 

Yiğitliğim elden gitti yel gibi

Damağımda tadı kaldı bal gibi

Hoyrat eli değmiş konca gül gibi

Bozulmuş bağlara döndün mü gönül?

 

Hasta oldun yastığını istersin

Kadir Mevlâm sağlığını göstersin

Cennet-i âlâdan köşkün dilersin

Boynunun farzını kıldın mı gönül?

 

Karacaoğlan der ki söyle sözünü

Hakka teslim eyle kendi özünü

Nas içinde karalama yüzünü

Yolun doğrusunu buldun mu gönül?