KAPADOKYA (Kappadokia)

Alm. Kappadokien, Fr. Cappadocia, İng. Cappadocia. Anadolu’nun orta kesiminde, Toros Dağlarının kuzeyinde ve Kızılırmak yayı içindeki engebeli platoda yer alan antik bölgeye eskiden verilen isim. Bugünkü Çorum, Yozgat, Sivas, Malatya, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir, Niğde, Aksaray illeriyle Amasya, Tokat, Kahramanmaraş, Adıyaman, Adana ve Konya illerinin bir bölümünü içine alıyordu.

Kapadokya bölgesiyle ilgili ilk bilgiler Kültepe’de ele geçen çivi yazılı tabletlerden elde edilmiştir. Edinilen bilgilere göre Kapadokya bölgesinin en eski sâkinleri Hattiler ve Luvilerdi. M.Ö. 3. bin yıl sonuyla 2. bin yıl başlarında bölgeye gelen Asurlular başta Kaneş (Kültepe) olmak üzere pekçok ticâret kolonileri kurmuşlardı. M.Ö. 2. bin yılın başlarından itibâren Anadolu’ya gelen Hititler Kapadokya’yı da içine alan bir bölgeye yerleştiler. Daha sonra kurdukları devletin ve onu tâkib eden imparatorluğun en önemli merkezleri bu bölgede yer aldı. M.Ö. birinci bin yılın başlarında Hititlerin Anadolu’da zayıflayarak Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya’nın kuzeyine çekilmeleri üzerine Kapadokya önce Frigyalıların daha sonra da Perslerin eline geçti. Persler Anadolu’ya Zerdüşt dînini ve ateşe tapma inanışını getirdiler. Bu inanış için bir sembol teşkil eden Argaios (Erciyes) Dağı civarı ateşperestliğin en çok yayıldığı yöre oldu.

M.Ö. 4. yüzyılın sonlarına kadar bölge Perslere bağlı Satraplarca idâre edildi. İskender Anadolu’dan geçerken Kapadokya’da durmadıysa da ona karşı bağımsızlığını îlân eden I. Ariarathes’in üzerine komutanlarından Perdikkes’i gönderdi. Daha sonra Selevkoslara bağlı mahallî krallarca idâre edilen Kapadokya, Selevkos Kralı III. Antiokhos’un Magnesia (Manisa) yakınlarında Romalılara yenilmesinden sonra, Romalıların hâkimiyeti altına girdi. M.Ö. birinci yüzyıl boyunca çeşitli Pontus ve Ermeni saldırılarına rağmen Roma’ya bağlılığını sürdüren Kapadokya, M.S. 17’de Roma İmparatoru Tiberius tarafından ilhak edildi. Daha sonra Hıristiyanlık döneminde önemli merkezlerden biri hâline gelen Kapadokya İslâmiyetin doğuşundan sonra 7. yüzyıldan îtibâren İslâm ordularının akınlarına uğradı. 647’de hazret-i Muaviye tarafından Kayseri fethedildi. 709’da en önemli sınır kalelerinden olan Tyana İslâm hâkimiyetine girdi. 1072 de Selçukluların idâresine giren Kapadokya Yıldırım Bâyezîd tarafından Osmanlı topraklarına katıldı.

Bugün antik ve turistik bir bölge olma vasfını koruyan Kapadokya’da düşman hücumlarından korunmak için yer altına oyulmuş birbirine dehlizler veya kuyularla bağlı katlardan meydana gelen Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak, Göztezin, Konaklı yer altı şehirleri vardır. Hayat için her türlü imkânın bulunduğu yeraltı şehirlerinde, dışarıyla bağlantılı olan koridorlar, bir yatak üzerinde dönen değirmentaşı biçimindeki büyük taşlarla kapatılıyordu. Kapadokya bölgesinde Bizans döneminden kalma tüf (yumuşak) kayalara oyulmuş kiliseler, capellalar, manastırlar ve keşiş hücreleri vardır. Ihlara Vâdisi, Zelve, Çavuşin, Ürgüp, Göreme, Avanos, Belisırma Vâdisi, Avcılar, Uçhisar, Ortahisar ve Soğanlı Vâdisinde yüzün üzerinde kilise ve capella bulunmaktadır. Özellikle Ihlara Vâdisi, yapılarının çokluğu ve duvar resimlerinin çeşitliliğiyle dikkati çekmektedir.

Kayalara oyulmuş bu yapıların yanısıra bağımsız yapılar da vardır. Erciyes dağının yamaçlarında kesme taştan yapılmış mahalli özellikler gösteren binâlar bulunur. Niğde’nin Aktaş köyündeki Andaval Bazilikası 6. yüzyılın klasik üslûbunda, bazilika planında üç sahanlı bir yapıdır. Kayseri’nin Tomarza ilçesindeki Meryem kilisesi mahallî özelikler gösteren mîmârisi, kesme taştan cephesindeki işçiliğiyle dikkati çeker. Kırşehir’in kuzeyindeki Üçayak kilisesiyse tamâmen tuğlayla yapılmıştır.

KAPALIÇARŞI

Alm. Der Grosse Basar, Fr. le Grand Basar, İng. Covered market, bazaar. Ticâret merkezi mâhiyetinde, üstü kapalı çarşı. Daha çok İslâm ülkelerinde bulunur. Türkiye’de Bursa, Edirne, İstanbul, Kayseri ve Urfa’da eski, diğer şehirlerinde de son devirlerde yapılan kapalı çarşılar mevcuttur. İçlerinde en meşhuru İstanbul’dakidir.

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1483) devrinde, 1460 târihinde inşâ edilen Kapalıçarşı’nın çekirdeği İç Bedestendir. “Cevâhir Bedesteni veya Bezzazistân-ı Atik” de denilen İç Bedesten, geliri Ayasofya’ya vakfedilmek üzere Pâdişah tarafından yaptırıldı. İç Bedestene ilk ilâve Sandal Bedesteni oldu. Kânûnî Sultan Süleyman Han (1520-1566) devri dâhil, zamanla devamlı ilâvelerle genişleyen Kapalıçarşı, bugünkü hâlini aldı. Son hâliyle 30.700 m2lik bir alanı kaplamaktadır.

İstanbul Kapalıçarşı’sının iki bedesteninden Cevâhir Bedesteni (Bedesten-i Atîk=Eski Bedesten) bir mîmârî âbide olup, tuğla kemerlerle ayrılmış on beş bölümden ibârettir. On beş bölümün her biri bir kubbeyle örtülmüştür. Bu dört kapılı binâ 45.5x30 metre= 1365 metre karedir. Evvelce aradaki dar yollardan yüksekte dolap denilen tezgâhlar bulunurdu. Duvarların iç taraflarında da gâyet küçük hücreler, gözler vardı. Kapalıçarşı’daki ikinci bedesten olan Sandal Bedesten (Bedesten-i Cedîd=Yeni Bedesten) ise, 12 pâye ile 20 bölüme ayrılmış idi. Bunların üzerlerine tuğladan geniş kemerler atılmıştır. Sandal Bedesteni 50 kubbe ile örtülmüştür. İçeriden ölçüleri; 40x32 metre = 1280 metrekaredir (diğer bedesten 85m2 küçük, her ikisi: 2645 m2). Sandal Bedesteni kubbe sayısı bakımından Türk mîmârisinde bu çeşit eserlerin en büyüğüdür. Burada da dış cepheye bitişik dükkânlar olup, dört taraftan giriş vardı.

Bu iki bedesten bir bakıma Kapalıçarşı’nın iç kuleleri oldu. Her iki bedestenin duvarlarındaki gözlerde bulunan kalın demir kasalar Osmanlı Devletinde batı usûlü bankalar kurulmadan önce en değerli malların, mücevher ve paraların saklandığı, tâcirlerin sermâye ve tasarruflarını bıraktıkları, loncaların kayıt ve sicil defterlerini sakladıkları emniyet sandıklarıydı. Fâtih devrinde 128 emânet sandığı kasası vardı. Çarşı, devletin, sosyal, kültürel ve iktisâdî merkezi oldu.

Ahşap yapılı ve üstü kiremitli olan Kapalıçarşı; 1512, 1546, 1565, 1618, 1622, 1645, 1652, 1658, 1750, 1766 târihlerindeki yangın ve zelzelelerden büyük zarar görünce, Sultan Üçüncü Mustafa Han (1757-1774) devrinde kâgir olarak yeniden inşâ edildi. Dükkânların kâgirleşip, bloklaşmasıyla yollarının üstü de örtüldü. 1894 büyük İstanbul zelzelesinden sonra tekrar inşâ ve tâmirâtı yapıldı. Büyük zelzelede zarar görenlere; toplanan yüz bine yakın altının çoğunu zamanın Sultanı İkinci Abdülhamîd Han kendi parasından vermiştir. Tonoz ve kemerleri badanalanıp, nakışlanan Kapalıçarşı’nın Bâyezîd istikâmetindeki kapısının üstünde “El-kâsib Habibullah” kitâbesi ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tuğrası, Nuruosmaniye Câmii istikâmetindeki kapısının üstünde de yine bir kitâbe ve Osmanlı Devletinin arması mevcuttur. 1943, 1955 yangınlarında da zarar gören Çarşı, tâmirâtla son şeklini almıştır.

Çarşının içindeki yer adları esnaf ve zanâatlarla alâkalıdır. Akikçiler, Altıncılar, Aynacılar, Basmacılar, Çadırcılar, Fesciler, Hakkaklar, İnciciler, Kalpakçılar, Kavaflar, Keseciler, Kuyumcular, Kürkçüler, Mahfazacılar, Okçular, Örücüler, Püskülcüler, Sahaflar, Takkeciler, Terziler, Varakçılar, Yağlıkçılar, Yorgancılar, Zenneciler adları esnaf ve zanâatların hâtırası olarak, zamanımızda da cadde, sokak ve işyerlerinde hâlâ kullanılmaktadır. İslâmî bir müessese olan vakıf eserlerin gelir kaynağı olan Kapalıçarşı’da, Fâtih Sultan Mehmed Handan îtibâren kervansaray ve hanlar da yapılmıştır. Fâtih’in yaptırdığı Bodrum Kervansarayına (han) ilâveten sonraları, Ali Paşa, Astarcı, Baltacı, Câmili, Cuhacı, Dış Cebeci, İç Cebeci, İmâmeli, Kebeci, Kızlarağası, Mercanağa, Pavavracı, Pastırmacı, Perdahlı, Rabia, Sarnıçlı, Sepetci, Sorguçlu, Tarakcılar, Yağcı, Yolgeçen, Zincirli kervansaray ve hanları da yapıldı. Kapalıçarşıda 4399 dükkân, 2195 oda, 497 satış tezgâhı, 24 han, 12 mahzen ve 2 bedestenden başka 16 çeşme, 8 kuyu, 2 şadırvan, birer sebil, mektep, türbe, câmi ve 10 mescid olduğu kaynaklarda yazılıdır. Günümüzde içine 8 kapıdan girilen Kapalıçarşı’da 65 sokak vardır. Fabrikasyon malların yanında el emeği, göz nuru sanat eserlerinin de satışı yapılmaktadır.

Kapalıçarşı, Türk-İslâm sanat kompozisyonunun numûne ticâret merkezlerinden biri mâhiyetinde, mîmârî bir yapı kompleksine sâhiptir. Yüzyıllardır giyim, kuşam, mücevherât, antika ve nadide eşyâların ticâreti yapılan çarşı; Osmanlılar devrinde bu malların alınıp, satıldığı ve sergilendiği merkez durumundaydı.

Kapalıçarşı, kuşluk vakti duâ ile açılırdı. Dua merasimi bölükbaşısı tarafından yapılıp, adına “Duâcı” denirdi. “Buyurun duâya” nidâsıyla Çarşının ortasındaki muhafızlık dolabının önünde toplanan esnaf ve ahâli devrin sultanı ve ordusunun selâmetine, gelmiş ve geçmiş bölükbaşı ve esnafın ruhlarına niyaz edip, Salâten tüncina okurlardı. Duânın ardından bölükbaşı tellâllara hitâben; “Tavcılık yapılmayacak, mal kapatılmayacak, kefilsiz mal alınıp, satılmayacak” diye de nasihatta bulunurdu. Çarşıda alışveriş kuşluktan ikindiye kadar olup, bu vakit zamanımızda; sabah namazından kırk beş dakika ve ikindi namazından yazın yetmiş iki, kışın otuz altı dakika sonrasına denktir. Pahalı malların satışı için Perşembe günleri tercih edilirdi.

Çarşının idâresi Türk-İslâm esnaf teşkilâtlarından Loncanın elindeydi. Muazzam bir muhafaza teşkilâtına sahipti. Kuyumcuların ve kıymetli malların muhâfazası için husûsî dolaplar da mevcuttu. Müşteri ve esnaflar Çarşıyı boşaltıp, kontrol yapıldıktan sonra Muhâfaza Teşkilâtının bekçileri, el tetikte, kulak tıkırtıda vazifelerini yaparlardı. Kapalıçarşı’daki esnaf teşkilâtı İttihatçılar tarafından 1912’de dağıtılınca, idâre ve ticârî hayatta da değişmeler oldu. Kapalıçarşı’daki hayâtı, ticâreti, idâre tarzı ve fonksiyonunu anlatan birçok eser olup, yerli ve yabancı yazarlar tarafından kitap, makale ve broşürlerle, bütün dünyâya tanıtılmıştır.

KAPAN

Alm. Falle (f), Fr. Trappe, souricière (f), piège (m), İng. Trap. Bazı hayvanları yakalamak için kullanılan tuzak. Büyük tartı âletine de kapan denir. Eskiden balkapanı, unkapanı, yağkapanı gibi orada satılan mallar için de bu tâbir kullanılmıştır.

Osmanlıların ilk kuruluşundan itibaren yağ, bal, un, erzak, hububât, kahve, ipek, pamuk gibi maddeler kapanlara getirilir, devlet bunlardan belli bir ardiye ücreti alarak gerektiğinde narh koyardı. Bilhassa İstanbul’da, dışarıdan ithal edilen mal ve eşyânın satışı bu kapanlarda, devlet resmî memurunun nezâretinde esnafın yiğitbaşıları ve ihtiyarların katılması ile yapılırdı. Böylece malların hîleli ve fazla fiyatla satılması önlenmiş ve herkesin kolayca mal temin edebilmesi sağlanmıştır. İlk Osmanlı Sultanlarının binâ ettirdiği câmi, mescit, medrese, imâret gibi vakıfların masraflarını karşılamak üzere “kapan hanı” yaptırdıklarına târihî kayıtlarda rastlanmaktadır.

Osmanlılarda zamanla gelişen kapanlar, günümüzde kurulmasına çalışılan ve bâzı büyük şehirlerde açılan umûmî pazar veya halden başka birşey değildir.

KAPI TOKMAĞI

Alm. (Tür)klopfer (m), Fr. Heurtoir (m), İng. Khocker, door handle. Eski evlerde kapıları çalmak için yapılan âlet. Bunlar, kapı kanatlarından birinin üstüne el yetişebilecek yüksekliğe konurdu. Zarîf şekillerde yapılan kapı tokmakları takıldığı yerde hareketli olacak şekilde îmâl edilirlerdi. Kaldırılıp bırakıldığında veya el ile tutulup buraya vurulduğunda tok bir ses çıkardığından ev sâhibini haberdâr ederlerdi. Çok süslüleri yapılan kapı tokmakları yerine bâzı yörelerde halkalar kullanılırdı. Bunlara “kapı halkası” denirdi.

Anadolu’da, ince zevkin mahsûlü olan evlerin her geçen gün azalıp târihî bir vasıf kazanmasıyla birlikte, var olan bu gelenek de unutulmak üzeredir. Ancak Anadolu’nun bâzı yerlerinde ve bilhassa köylerde kapı tokmakları hâlâ kullanılmaktadır. Eskiden kullanılan kapı tokmakları atalarımızın ince düşüncelerinin zarif sanat anlayışlarının en güzel örneklerindedir.

Şöyle ki; kapı üzerinde biri ince, küçük ve tiz ses çıkaran, diğeri ise kalın, iri yapılı ve tok ses çıkaran farklı iki kapı tokmağı bulunur. Kapıya gelen kişi bir hanım ise ince, tiz ses çıkaran; erkek ise kalın, iri, tok ses çıkaran kapı tokmağını çalar. Böylece evdekiler kapıya gelenin kadın veya erkek olduğunu anlarlardı.

KAPIDAĞ YARIMADASI (Arktonnesas)

Marmara Denizinin güney kıyısında, Bandırma Körfezi ile Erdek arasında kalan bir yarımada.

Çekirdeği kendi adıyla mâruf granitten ibâret dar ve alçak bir kıstak (tombolo) ile karaya bitişmiş olan Kapıdağ yarımadası eski bir kütle olup, en yüksek yer Adamkaya’da 803 metredir. Yüzölçümü yaklaşık 290 km2dir. Buradaki arâzi orijinal yeryüzü şekillerinden çok, tipik bir tombolodur. (Tombolo, Fransızca olup, aslı İtalyancadan gelmektedir. Kıyı dilinin veya okunun yardımı ile karanın ada ile birleşmesi; bitişmiş bir ada veya yarımada olmasıdır.)

Eskiden kıyıya çok yakın olan ve ada durumunda bulunan arâzî hem batı ve hem de doğudan iki ayrı kordon ile karaya bağlanmıştı. Bu iki kordon arası başlangıçta Lagün Gölü olmuş, sonra bataklık bir görünüş almış ve bilâhare kara ile birleşmiştir. Karalaşmış olmasına rağmen yağışlı mevsimlerde bataklık hâline gelir. Buraya Belkıs Bataklığı veya Belkıs Tombolosu denir.

Kapıdağ Yarımadası, jeolojik yapısı bakımından güney Marmara adalar topluluğunun bir parçasıdır. Yapısında granit, kuvarsit, mikaşist ve gnays başta gelir. İlk çağlarda Bandırma ve Erdek körfezlerini ayıran kıstak üzerine, gemilerin geçtiği bir kanal ve bunun kuzey kenarında târihî Kyzikas şehri vardı.

Kıyılar çoğu yerde diktir. Çok sayıda girinti ve çıkıntı bulunur. Düz yerler genelde Erdek çevresi ve kıstak arasındadır.

Yarımada’da Akdeniz iklimi görülür. Doğu ve kuzeyde poyraz rüzgârları, batıda ise lodos etkilidir. Yarımada genel olarak çalılıklarla kaplıdır. Bâzı bölgelerde ise ormanlık ve fundalıklar görülür. Başlıca yerleşim merkezi olarak, güneybatıda Erdek vardır. Bu kesim zeytinlik, meyve bahçesi ve bağlarla kaplıdır. Granit yatağı işletmeciliği çok miktarda yapılmaktadır.

Yarımadada çıkan içme suları çok lezzetlidir.

KAPIKULU OCAKLARI

Eski Türk devletlerinde hâkana bağlı askerî teşkilât. Orta Asya Türk devletlerinde doğrudan hâkana bağlı merkezî ordu olup, Büyük Selçuklu Devletinde “gulâmân-ı saray” denirdi. Memlûk Devletinde de mevcud olan teşkilât, Osmanlı Devletine Türkiye Selçuklularından geçmiştir. Osmanlı sultânının şahsına bağlı kapıkulu ocakları, 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bütün müesseseleri ile teşkilâtlanarak muazzam bir askerî güç meydana getirmiştir. Bu sınıfın muhârebelerde ve barış zamânında, emniyet tesisinde önemli hizmetleri olmuştur.

Osmanlı Devletinin ordusu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerine dayanıyordu. Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde, düzenli bir muvazzaf yaya ve süvârî kuvveti kurularak fetihler yaygınlaştırıldı. Abdalân-ı rûm, âhiyân-ı rum, bacıyân-ı rum gönüllüleri gazâlara katıldıkları gibi, azap, canbaz, cerahor, garip adlarıyla anılan dâimî ve seferî kuvvetler de muhârebeye iştirâk ederlerdi. Fetihlerin Rumeli ve Anadolu’da yaygınlaşmasıyla yaya (piyâde) ve müsellem (süvârî) teşkilâtına ilâveten Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr (1359-1389) devrinde, Selçuklular ve Memlûklerde olduğu gibi, dâimî ve maaşlı bir yaya ve süvâri ordusu kurulmak sûretiyle yeniçeri, cebeci ve sipâhî denilen kapıkulu ocakları meydana getirildi. Ayrıca, yeniçeri, cebeci, topçu ocakları ve diğer hizmetler için esir ve devşirme Hıristiyan çocuklarının yetiştirildiği acemi ocağı da kuruldu (Bkz. Acemi Ocağı). Dâimî ve maaşlı kapıkulu ocaklarının kuruluşuyla ilk muvazzaf kuvvetleri teşkil eden yaya müsellemler, merkezî ordunun geri hizmetlerine verildiler.

Kapıkulu ocakları, piyâde ve süvârî olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Piyâde kısmının en önemlisi “yeniçeri ocağı”dır (Bkz.Yeniçeri Ocağı). Yüz doksan altı orta ve bölük olan yeniçeri ocağı, ağa bölükleri, cemâat ve sekban diye üç kısımdan meydana geliyordu. Altmış beşinci cemâat ortası olan sekbanlar otuz dört orta olup, Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu (Bkz. Sekban). Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde yeniçeriler içine alınan sekbanlar; piyâde ve süvâri olmak üzere iki kısımdı. Sekban bölüklerinin en îtibârlısı otuz üçüncüsü olup buna, “avcı bölüğü” denirdi. Ağa bölükleri, Sultan İkinci Bâyezîd (1481-1512) devrinde, yeniçerilerin itâatsizlikleri üzerine, içlerindeki devşirmelerden seçilerek kuruldu. Bunlar altmış bir bölükten meydana geliyordu.

Kapıkullarından cebeci ocağının vazîfesi, harp silâh ve levâzımatını temin edip muhâfazasını sağlamak ve cepheye taşımaktı(Bkz. Cebeci Ocağı). Topçu Ocağı, kapıkulunun yaya kısmına dâhil olup, top dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısımdı. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda devrin en iyi ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı Türklerinde zaferlerin kazanılmasında topçu ocağının büyük payı olmuştur. Büyük topları seferlerde taşımaları için top arabacıları ocağı kuruldu. Ateşli silâhlardan olan humbarayı yapmak ve muhârebelerde kullanmak humbaracı ocağının vazîfesiydi. Bu ocak, cebeci, tımarlı ve topçu olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Muhârebe zamânında kuşatılan kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmak lağımcı ocağının vazîfesiydi. (Bkz. Lağımcı Ocağı)

Kapıkulu ocaklarının subayları rütbe sırasıyla; yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, ocak kethüdâsı, turnacıbaşı, başyayabaşı, muhzır ağa ve başçavuş idi. Daha sonra sekban ortalarının katılmasıyla sekbanbaşı, yeniçeri ağasından sonra kapıkulu ocağının ikinci kumandanı oldu. On beşinci yüzyıldan sonra kul kethüdâsı ile başyayabaşı arasında rütbe olarak turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı, dört ocak hasekisi, on altıncı yüzyılda ise devecibaşı girdi. Ocağın diğer yüksek rütbeli subayları da; başbölükbaşı, kethüdâbey ve cemâat bölükbaşılarından ibâretti.

Kapıkulu piyâdeleri sulh zamânında, belli günlerde yeniçeri ağasıyla berâber şehrin inzibâtını temin için dolaşırlardı. Bundan başka dört yayabaşı (çorbacı), dört bölükbaşı cumâ gecesi hâriç her gün İstanbul’da kol gezerler ve suçluları cezâlandırmak üzere Ağakapısı’na götürürlerdi. Çorbacıların hergün kola çıkmalarına “sıra kolu” denilirdi. İstanbul’un kale kapılarını açıp, kapamak vazifesi kapıkulu piyâdelerine aitti.

Kapıkulu süvârileri, İstanbul’da devlet hazînesinden maaş alan dâimî süvârî kuvvetleridir. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu. Önceleri sipâh ve silâhdâr bölüklerinden meydana gelen kapıkulu süvârîlerine sonra ulûfeciyân-ı yemîn (sağ) ve yesâr (sol); gurabâ-i yemîn (sağ) ve yesâr (sol) ilâve edilerek altı bölük olarak teşkilâtlandırıldı. Her bölüğün ayrı bölükağası, kethüdâ, kethüdâyeri, kâtip, kalfa, başçavuş rütbelerinde subayları vardı(Bkz. Kapıkulu Süvarileri).

Hizmetleri dolayısıyla on yedinci yüzyılın sonlarına kadar hayli îtibârlı olan süvârî bölükleri, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Vezîriâzam Köprülü Mehmed Paşanın devrinde çıkan sipâhî isyânları sebebiyle eski îtibârlarını kaybettiler. İkinci Mahmûd Han (1807-1839) devrinde, 1826 târihinde yeniçeri ocağı lağv edilince, kapıkulu süvârîleri de kaldırıldı ve diğer ocaklar gibi yeni tarzda süvâri bölükleri kuruldu.

Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin fetihlerle genişlemesinde büyük hizmeti olan kapıkulu ocağı, devrinde teşkilâtlı en muazzam ordu idi. Zamânın ihtiyâcına göre takviye ve islâh edildi. On dördüncü yüzyılda ok, yay, kılıç, mızrak, topuz, balta, pala, mancınık, zemberek gibi silahları kullanan kapıkulu ocağına, daha sonraki yüzyıllarda tüfek ve top da verildi. İki buçuk yüzyıla yakın bir zaman boyunca devamlı yenilenerek ilerleyip, kuvvetlenen teşkilât sâyesinde Osmanlı Devleti, her giriştiği işte muvaffak oldu. Sultânın hassa kuvvetlerini teşkil ettikleri ve dâimî sûrette hâkanın yanında bulundukları için îtibârları fazlaydı. Kapıkulu ocaklarının maaşları, levâzım eşyâları devlet tarafından karşılanıp, terfî ve mükâfâtlandırmanın yanında, disiplinsizlikleri hâlinde de çeşitli cezâ usûlleri tatbik edilirdi.

Sefere giden pâdişâhı kapıkulları ortalarına alıp muhâfaza ederler, ona karşı bağlılıklarını gösterirler ve ordunun muvaffakiyetinde büyük hizmetleri geçerdi. Osmanlı sultanları baş kumandan sıfatıyla orduda bulundukça, kapıkulu ocakları, bâzı tahrikler dışında, tam bir intizâm içinde hareket etmişlerdir. Ancak sultânı başlarında göremeyince, başta yeniçeriler olmak üzere, sürtüşmeleri başladı. On yedinci yüzyılda başlayan disiplinsizlikleri, teşkilâta tâlimsiz yabancıların alınması, aslî vazîfelerini ihmâlleri, ve bâzı tahrikler netîcesinde intizamsızlık ve kânunsuzlukları arttı. Ufak-tefek ıslâh çalışmalarının işe yaramayacağı anlaşılınca, “Vak’a-i Hayriye” ile 1826 yılında, kapıkulu ocakları bütünüyle lağvedildi. Osmanlı ordusu yeni ve modern bir teşkilâtla yeniden kuruldu.

KAPIKULU SÜVÂRÎLERİ

Osmanlı Devletinde dâimî orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı. Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı. Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi. Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi.

Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi. Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.

Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15. asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı.

Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü. İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.

Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi. Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler. Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı.

Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.

Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi. Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti.

İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.

Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı.

Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi.

Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi. “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi.

Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler. Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu.

Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.

Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi. Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi. Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı.

Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu.

Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.

Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi. Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.

Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı. Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir. Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi.

Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu.

Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı.

Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı.

KAPİTALİZM

Alm. Kapitalismus (m), Fr. Capitalisme (m), İng. Capitalism. Sınırlı olarak şahsî teşebbüse ve mülkiyete müsâade eden, kazanç (kâr), rekâbet ve rasyonellik ilkesine dayanan, genelde çok değişik özellikler arz eden ekonomik yapıya sâhip rejim.

Bugünkü mânâdaki kapitalizm, tarihte çok değişik düşünce ve uygulamalara sahne olmuştur. Kapitalizm sistemi içinde bile ileri sürülen tezlere karşı anti-tez veya nazariyeler teşekkül etmiş ve değişik şekillerde ortaya çıktığı görülmüştür.

Ancak genel olarak kapitalizmi bu zamana kadar kurup ayakta tutan esaslar, muazzam ölçüde biriken sermâye artışı, kâr gayretine bağlı olarak gelişen teşebbüs zihniyeti, teknolojik gelişmeler, kredi ve sermaye piyasası olmuştur. Târihî bakımdan genel olarak şu safhalardan geçtiği görülmektedir:

Kapitalizmde servet birikimi, hudutsuz kazanç ve sömürü hırsı, tarihin her devrinde mevcut olmuştur. Avrupadaki büyük coğrafî keşiflerin yapılmasını müteakip (ticaret kapitalizmi) başlamıştır. Ticaret kapitalizmi, kâr hırsı taşkın, gözünü hırs bürümüş, istilâcı bir kuruluş ve yayılış devri olmuştur. Bu durum 18. yüzyılın ortalarına ve kısmen ikinci yarısına kadar sürmüştür.

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında, teknik inkılâbın açtığı imkânlar sonucunda sermaye, ağırlık noktasını ticâretten sanâyiye kaydırmış ve böylece de (sanâyi kapitalizmi) devri başlamıştır. Madencilik, tekstil ve başka dalları ile endüstri, büyük ölçüde sermayeyi çeken kazanç yollarının başında yer almıştır. Bu devirde, devlet müdâhalesi asgariye indirilerek serbest rekâbet şartları alabildiğine yürürlüğe konarak “Bırakınız yapsınlar! bırakınız geçsinler!” sloganı hâkim duruma gelmiştir. Ücreti ile geçinenlerle, ortahalli esnaf kesimi, açlık ve sefalet içinde ezilmişlerdir. Bütün hükümranlık sermaye sahiplerinin elinde kalmıştır. Avrupadaki, kapitalizmin yaptığı bu uygulama şekli, esnaf kesiminin ortadan kalkmasına, sermâye sâhipleri ile bunlara tâbi olan bir ücretli sınıfın meydana gelmesine sebep olmuştur. Sosyalistler, kapitalizmin uygulanmasının neticesinde patron (burjuva) ve işçi (proleterya) diye iki sınıfın ortaya çıkmasına bakarak, proleterlerin burjuva sınıfını ihtilâl ile devirmesi sonucu komünizm toplumunun meydana geleceğini savunmuşlardır.

Bu devir, marksçı sosyalizm fikirlerinin filizlenip yoğunluk kazanmasına ve yerleşmesine zemin ve imkân hazırlamıştır.

Kapitalizmin, Birinci Dünyâ Harbinin sonundan günümüze kadar geçen süresi, üçüncü merhaleyi meydana getirmektedir. Bu devre, karışık bir sisteme sahne olmuştur. Özel teşebbüsün yanında, geniş bir kamu sektörünün ekonomiye girmesi ve müdahale etmesi, sendikaların baskısı, altın para sisteminin milletlerarası hareketli ve akıcı işleyişi yerine türlü sınırlamalarla belirli kayıtlara bağlanması, firmaların sevk ve idare yetkisinin sermayedarlardan idareci (menejer) sınıfına geçmesi ve dolayısıyla bürokratik bir işleyişin ortaya çıkması gibi hususlara sahne olmuştur.

Kapitalizm hakkında lehte ve aleyhte çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Genel olarak komünizmde olduğu gibi devlet kapitalizminin olmayışı, kapitalizmin olduğu yerlerde parlamenter sisteme dayalı idarelerin bulunması, din ve şahıs hürriyetinin bulunması, âdil olmasa da özel (şahsî) teşebbüse imkân ve zemin hazırlaması ve mülkiyet hakkı tanıması gibi sebeplerle savunulmuştur.

Eşit olmayan bir servet ve gelir dağılımına yol açması, bu durumun ekonomik ve politik alanda bir güç dengesizliğini ortaya çıkarması, materyalist bir düşünce sistemi içinde hareket edilmesi, azınlık rejimi olarak doğmuş olması ve gelişmesi, devamlı olarak egemen sınıfların sermâye sahiplerinin olması, fâizcilikle, gelir dağılımını haksız bir şekilde düşük gelirlilerden alıp sermaye sahipleri lehine değiştirmiş olması, aşırı bir kâr ve kazanç hırsının hâkim unsur hâline getirilmesi gibi sebeplerle tenkit edilmiştir. (Bkz. İktisâdî Sistemler)

KAPİTÜLASYONLAR

Osmanlı Devletinde yabancıların statüsünü tesbit eden hukûkî, mâlî, idârî ve dînî özellikteki antlaşmalar. Kapitülasyonlara, kısaca “imtiyâz” veya “imtiyâzât-ı ecnebiyye” de denir.

Osmanlı Devleti târihinde ilk olarak Sultan Birinci Murâd Han zamânında 1365 yılında Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhûriyetine beş yüz duka haraç karşılığında ticârî imtiyaz verildi. 1397’de Osmanlı ülkesine gelen Bizans elçi ve konsoloslarına bâzı imtiyazlar verildi. Bu imtiyazlar karşılığında Bizans İmparatorluğundan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin dâvâlarına bakmak üzere kâdı ile din işlerine bakacak müftî tâyin etme hakkı alındı. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları Süleymân Çelebi, Mûsâ Çelebi ve Mehmed Çelebi devirlerinde de yabancılara bâzı imtiyazlar tanındı. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde, Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları küçük bâzı değişikliklerle kabul etti. 1479’da yine Fâtih tarafındanVenedik’e Kefe veTrabzon’da ticâret yapma hakkı tanındı. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları Yavuz Sultan Selim 1513’te veKânûnî Sultan Süleymân 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticâret antlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler. Mısır’ın fethinden sonra Fransız, Venedik ve Katalanlara Memlûkler tarafından verilen imtiyazlar, Yavuz Sultan Selim tarafından da tanındı. Osmanlı sultanları verdikleri bu imtiyazlarla fethettikleri ülkelerde ticârî faaliyetlerin canlı kalmasını ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faal olmasını sağlıyorlardı. Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümitburnu’nun keşfedilmesi sebebiyle İpek yolu ticâreti Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticâret batıya kaymıştı.

Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şâhının Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tesbit eden Kânûnî Sultan Süleymân Han, Şarlken’in Avrupa’ya hâkim olma isteğine mâni olmak için, rakibi Fransa’yı siyâsî bakımdan destekledi. Vezîriâzam Makbul İbrâhim Paşa, Fransız konsolosu ile 1535’te tasarı şeklinde ticârî bir muâhede hazırladı. Ahidnâmeye göre Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete âit gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukûkî muâmelelerde Fransız konsoloslarının kazâ hakları kabul ediliyordu. Bundan başka Fransız tebea hakkında dâvâlarda hüküm verecek kâdıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı. Müslüman tebeadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransızın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmayıp, Fransa kralı aleyhine dâvâ açılacaktı. Her iki taraf için eşitlik ilkesini esas alması sebebiyle, antlaşma pâdişâh tarafından tasdik edilmedi.

Osmanlı pâdişâhlarının, siyâsî ve ticârî menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idâresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyetin yayılmasına yol açtı. Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adâletinden onlar sâyesinde nasîbimizi alalım.” demesine sebeb oldu.

Kânûnî Sultan Süleymân’ın vefâtından sonra, 1569’da Sultan İkinci Selim Han, Fransa Kralı Dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de Sultan Üçüncü Murâd Han, ÜçüncüHenri ile 19 maddelik; 1579’da Sultan Üçüncü Mehmed Han, Dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’te Sultan Birinci Ahmed Han, yine Dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’te Edirne’de Sultan Dördüncü Mehmed Han, Ondördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de Sultan Birinci Mahmûd Han; Onbeşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon antlaşmaları imzâladılar.

Bunlardan başka 1578’de Toskana Krallığına; 1565’te Ceneviz Cumhûriyetine; 1580, 1593, 1603, 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yıllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda Krallığına; 1617’de Avusturya’ya; 1678’de Polonya’ya; 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç Krallığına çeşitli imtiyazlar verildi.

Bu kapitülasyonlar yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticâret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticâret husûsunda tam bir serbestliğe sâhip bulunmuyorlardı.

Bundan başka kapitülasyonlara göre yabancıların Osmanlı Devletine getirdikleri, ticâret eşyâsı üzerinden başlangıçta %5, daha sonra %3 gümrük resmi alınmaktaydı.

On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyon imtiyazlarının bir bölümü antlaşma niteliği taşımaktaydı. Ancak büyük bölümü(%90’ı) pâdişâh fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı. Bu tip kapitülasyonlar pâdişâh hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her pâdişâh değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defâsında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan BirinciMahmûd ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında dâimî statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı. Yeni antlaşma Fransa’ya tanınan ticârî ve hukûkî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticâret muâhedesi şeklini aldı. Bu devrede verilen imtiyâzların hiçbirisi devletin aleyhine olmamıştı. Zîrâ maksat batıya kayan ticâret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı. Bu durum 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti.

1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devâm eden bir dizi ticârî antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisâdî bakımdan batının hâkimiyeti altına girmesine sebeb oldu. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşîd Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzâlanan 1838 Baltalimanı Antlaşması yabancı ülkelere Osmanlı Devletini sömürmek için kapitülasyonlara ek ticâret imtiyazları sağladı.

1838 ticâret antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti bâzı ticâret eşyâsı üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usûlünü kaldırmayı taahhüd ederek yabancılara iç ve dış ticâret husûsunda tam bir serbestlik tanıdı. Bununla berâber Osmanlı ülkesinden çıkacak mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nisbetinde resim alınmaktaydı.

Mustafa Reşîd Paşanın yetiştirmelerinden; Âlî ve Fuâd paşalar da, 1861’de imzâladıkları yeni ticâret antlaşmalarında, 1838 ticâret muâhedelerinin iç ve dış ticâret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, ihrâc edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Böylece 1838’de Reşîd Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuâd paşalarla devâm eden idâreciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkûmu yaptılar. Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticârette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihrâc ediyorlar, mâmul getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticâret yapmalarına imkân yoktu. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnâfının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Âlî ve Fuâd paşaların ıslâhât lâyihalarında ticârete dâir ciddî tek bir fikir yoktu.(Bkz. Baltalimanı Antlaşmaları)

Osmanlı topraklarından hammadde ihrâcı başlayınca, yerli sanâyi hammadde bulmakta sıkıntıya düştü. Başka bir ifâdeyle Osmanlı sanâyiinin çöküşü hızlandı. Böylece Osmanlı ekonomisi zamanla mevcut gücünü kaybetti ve gelişmelerin gerisinde kaldı. Nihâyet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticârî, iktisâdî ve teknolojik rekâbeti karşısında tutunamayarak 19. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren hızlı bir çöküş dönemine girdi. Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyâç, Osmanlı hükûmetlerini onların karşısında meselelerini eşit şartlarda müzâkere etme gücünden mahrûm bıraktı. Yapılan bu ticârî antlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak yerli mallara olan talebi azalttı. Bilhassa Osmanlı lirasının değerinin yüksek tutulması, yabancı tüccarı cezbederken, yerli sanâyii hareketsiz bıraktı. Ticâret ve sanâyi geriledi.

1838 antlaşmasıyla ekonomisi felce uğratılan devlet, Rusya ile harbe sokulup, 1854’te İngiliz ve Fransızlarla ilk borç antlaşmalarını imzâlamak mecburiyetinde bırakıldı.

Alınan borçların fâizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’te borç mikdârı, 792 milyon frangı buldu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerinde siyâsî ve askerî baskılarını arttırdılar. Bu sırada Abdülazîz Hanın şehâdeti ile tahta geçen Sultan Beşinci Murâd’ın kısa süren saltanatından sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han pâdişâh oldu. Birinci Meşrûtiyeti îlân ederek Kânûn-i Esâsî’yi kabul etti. Bu sırada tanzimâtçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle devletin mâlî durumu iyice kötüye gitti. Avrupa basını, Osmanlı Devletinin mâlî iflâs hâlinde bulunduğunu yazıyordu. Bu sırada Bosna-Hersek isyânı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus Harbi patlak verdi. Devletin içinde bulunduğu mâlî kriz daha da büyüdü.

Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devletinin kaybolan îtibârını iâde etmek isteyen Sultan İkinci Abdülhamîd Han, birçok mâlî tedbirler aldı. Düyûn-ı Umûmiye idâresi kuruldu. Alacaklı ülkelerin temsilcilerinden ve Osmanlı memurlarından meydana gelen bu idâre, tütün, tuz ve ipek vergileriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplamaya yetkiliydi. (Bkz. Düyûn-ı Umûmiye)

Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdâhalesi önlenmiş oldu. Böylece Sultân’ın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde devlet mâlî îtibârını elde etti ve siyâsî istiklâline kavuştu. Alınan bâzı tasarruf tedbirleriyle de borçların önemli bir kısmı ödendi.

Sultan Abdülhamîd Han, yürürlükte olan ekonomik imtiyâzları, devleti idâre siyâsetinde mahâretle kullandı. Yabancı devlet şirketlerine ihâleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı. Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verdi. Bu şekilde yabancı devlet ve firmalar arasında mücâdele başladı. Demiryolu yapımındaki mücâdeleyi Almanya kazandı. Almanya’dan alınan mâlî destekle 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu Ankara’ya kadar uzatıldı. 1902’de Ankara-Bağdat demiryolunun yapımı da Almanlara verildi. Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müsbet gelişmeler oldu. Bütün memlekette ticâret, zirâat ve sanâyi odaları açıldı.

Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünyâ Harbine kadar devâm etti. Sultan Beşinci Mehmed Reşâd Han, 9 Eylül 1914’te kapitülasyonların 1 Ekim târihinden îtibâren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi. İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusyası milletlerarası özellikte bir antlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek Sultan Beşinci Mehmed Reşâd’ın karârını protesto ettiler. Ancak bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra 30 Ekim 1918’de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi. 20 Ağustos 1920’de Sultan Vahideddîn Hanın tasdik etmediği Sevr Antlaşmasıyla yabancılara tanınan haklar arttırıldı. Ancak İstiklâl Savaşından sonra 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı.