KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN HAN
Osmanlı Devletinin onuncu sultânı ve İslâm halîfelerinin yetmiş beşincisi. Babası Yavuz Sultan Selim Han, annesi Âişe Hafsa Sultan olup, 27 Nisan 1495’te Trabzon’da doğdu. Adı Neml sûresi otuzuncu âyet-i kerîmesinde geçen “Hazret-i Süleymân”ın isminden alındı. Kânûnî lâkabıyla meşhur oldu. Avrupalılar Büyük Türk ve Muhteşem Süleyman lâkaplarını verdiler.
On beş yaşına kadar Trabzon’da kalarak, Yavuz Selim’in vazîfelendirdiği devrin âlimlerinden ders aldı. 6 Ağustos 1509’da dedesi İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) tarafından Kırım Yarımadasındaki Kefe Sancağı Beyliğine gönderildi. Yavuz Sultan Selim Han, 1512’de Osmanlı tahtına geçince Kırım’dan İstanbul’a çağrıldı. 1513’te Saruhan (Manisa) Sancak Beyliği verildi. Yavuz Sultan Selim Hanın 1514 İran ve 1516 Mısır seferlerinde Rumeli’nin muhâfazasıyla vazîfelendirilerek, Edirne’de oturdu. Yavuz Sultan Selim Hanın vefâtında, Manisa’da bulunan Şehzâde Süleyman, Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa vâsıtasıyla İstanbul’a dâvet edilip, 30 Eylül 1520’de tahta çıkarak, onuncu Osmanlı Sultanı ve yetmiş beşinci İslâm Halîfesi oldu. Pîrî Mehmed Paşayı vezîriâzamlık makâmında bırakarak, Dîvân-ı Hümâyûna ilk defâ dördüncü bir vezir olarak Kâsım Paşayı tâyin etti. Memleketin iç işlerini düzeltip, Osmanlı ülkesinde huzur ve sükûn temin ettikten sonra, Avrupa seferlerine başladı.
Avrupa Seferleri
Belgrat Seferi: Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) devrinde Osmanlı Devleti doğu siyâsetini tâkib ederek, hudutlarını emniyete almıştı. Bu sebeple Sultan Süleyman Han, doğudan emin olarak ilk seferlerini Avrupa üzerine yaptı. Macar Kralı II. Layoş’un, Kutsal Roma Cermen İmparatoru Şarlken’e güvenerek, Osmanlı elçisine düşmanca davranması üzerine, Orta Avrupa’nın kilidi sayılan ve önceki devirlerde üç defâ kuşatılıp alınamayan, Belgrat üzerine sefere çıktı. 18 Mayıs 1521’de İstanbul’dan hareket eden Kânûnî Sultan Süleymân Han, 29 Ağustosa kadar şehrin çevresindeki kaleleri fethettirdi. 29 Ağustos 1521’de Belgrat Kalesi de teslim alınarak, 30 ağustos Cumâ günü, şehrin en büyük kilisesi câmiye çevrilip, Cumâ namazı kılındı. Belgrat’ın îmârı için hazîneden büyük yardımlar yapıldı.
Mohaç Seferi: Macar Kralı II. Layoş’un; Şarlken ile akrabâlık kurup, Osmanlı Devletine karşı İran Safevî Devleti ve Sultan Süleyman Hanın hâkimiyetindeki Eflâk ve Boğdan beylikleriyle ittifak kurması, Papalığın Haçlı rûhu ile Hıristiyanları kışkırtması ve esir Fransız Kralı için annesinin, Osmanlı Sultânından yardım istemesi üzerine bu sefer tertib edildi. 23 Nisan 1526’da İstanbul’dan hareket eden Kânûnî, 29 Ağustos 1526’da Macaristan ve Haçlı ordusunu Mohaç Meydan Muhârebesinde büyük bir mağlûbiyete uğratarak, zafer kazandı (Bkz. Mohaç Meydan Muhârebesi). Macaristan Krallığının başşehri Budin (Budapeşte) dâhil Macaristan, Erdel (Transilvanya) Türklerin hâkimiyetine geçti.
Avusturya Seferi: Mohaç, Meydan Muhârebesinden sonra, Macaristan’da askerî harekât bitti. Fakat siyâsî faaliyetler başladı. Osmanlı pâdişâhının, Budin muhâfazasına ahâlinin de arzusuyla tâyin ettiği, Erdel Voyvodası Zapolya’ya karşı, Viyana Arşidükü Ferdinand, Macar kralı olmak için harekete geçti. Ferdinand 1527’de Macaristan’a girip Zapolya’yı mağlûb ederek, Budin’i işgâl etti. Macaristan’daki hudut hâdiseleri ve Zapolya’ya yardımda bulunmak üzere Sultan Süleyman Han, 10 Mayıs 1529’da Avusturya Seferine çıktı. Ferdinand’ın işgâlindeki Budin 8 Eylül 1529’da teslim alındı. Zapolya 14 Eylülde Osmanlıya sâdık kalmak şartıyla Kral Yanoş ünvânıyla Macar tahtına geçirildi. Osmanlı Ordusu 22 Eylülde Avusturya’ya girdi ve 25 Eylülde Viyana önlerine geldi. Viyana’nın teslimini isteyen Sultan Süleyman Han, teklifin kabul edilmemesi üzerine; 27 Eylül 1529’da şehri kuşattı. (Bkz. Viyana Kuşatmaları)
1529 Avusturya Seferinde Türk akıncıları Osmanlı Târihinin en büyük akın hareketini yaptılar. Avusturya, Güney Almanya toprakları Türk akıncılarınca çiğnenerek, bütün Avrupa Osmanlıların azametini, şâşâsını gördü. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru Şarlken korktuğundan, meydan muhârebesi için ortaya çıkamadı. Mevsim ve şartların elverişsiz olması üzerine Osmanlı pâdişâhı, ordusuyla 16 Ekim 1529’da Viyana’dan Budin’e hareket etti. 1530’da Arşidük Ferdinand’ın elçi heyeti İstanbul’da sultanla görüştü. İsteklerinde samîmî olmayan Ferdinand, sulh görüşmeleri yapılırken tekrar Budin’i kuşattırdı. Şehir, Türk kuvvetleri ve Macarlar tarafından müdâfaa edilerek, kuşatma kaldırttırıldı.
Alman Seferi: Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru Şarlken’in ve kardeşi Avusturya ve Bohemya KralıFerdinand’ın Macaristan’ın içişlerine karışması üzerine Kral Yanoş, Sultan Süleyman Handan yardım istedi. Pâdişah, 25 Nisan 1532’de Alman seferine çıkıp, yüz yirmi bin mevcutlu ordusuyla Avusturya’yı zaptetti. Şarlken 250.000 kişiden fazla Hıristiyan ordusuyla Osmanlıların karşısına çıkmaya cesâret edemedi. Osmanlı Sultanının Alman Seferi de, düşman ülkesinin ezilmesi ve Avusturyalılardan birçok kaleyi almasıyla netîcelendi. Sultan Süleyman Hanın, Alman Seferi münâsebetiyle Orta Avrupa’da bulunmasından korkup, meydan muhârebesinden kaçan Şarlken, 22 Haziran 1533 târihli İstanbulAntlaşmasıyla Osmanlı Devletinin ve Sultânın üstünlüğünü kabûl etti. İstanbul Antlaşmasına göre:
1) Kral Ferdinand, Sultan Süleyman Hanı baba ve metbû (kendisine tâbi olunan, uyulan) bilecek ve ancak “kardeş” diye hitâp ettiği vezîriâzamla eşit sayılacaktır. 2) Kral Ferdinand, Osmanlı ülkesine tecâvüz etmeyecek ve Sultan da Avusturya ülkesiyle ahâlisini kendi tebaası bilecektir. 3) Kral Ferdinand, Macaristan üzerindeki verâset iddialarından vazgeçecek; Macaristan’ın batısı ve kuzey batısındaki arâzisinin hâkimi olacaktır. 4) Macar Kralı Yanoş ile Kral Ferdinand arasında, Osmanlıların uygun göreceği hudut geçerli olacaktır. 5) Eski Kraliçe ve Ferdinand’ın kızkardeşi Maria’nın kocasından mîras kalan mâlikhâne, geçimi için ihsân edilecektir. 6) Bu antlaşma geçici değil, devamlıdır.
Avrupa’da, Fransa’dan başka Avusturya’nın da Osmanlı Sultanının himâyesini kabul etmesiyle Şarlken’in “Avrupa İmparatorluğu” kurma projesi gerçekleşemedi. Türklerin tâkib ettiği cihânşümûl dünyâ hâkimiyeti siyâseti gereğince, Kânûnî Sultan Süleyman Han ve Osmanlı Devleti, Avrupa’da tek başına söz sâhibi oldu.
Boğdan Seferi: Osmanlı Devletinin düşmanlarıyla işbirliği yapan Boğdan Voyvodalığının bâzı hareketleri üzerine sefere karar verildi. 8 Temmuz 1538’de İstanbul’dan hareket eden pâdişahın, Avrupa içlerine ilerlerken düşman ülkesinde bile ahâlinin canına, ırzına, malına, mülküne ve hattâ tarlasındaki ekili mahsûlüne zarar verdirtmeden hareketi güzel bir adâlet örneği oluyordu. Mîmar Sinan bu seferde, kenarı bataklık bir arâziye sâhip, Prut Nehri üzerine büyük ve sağlam bir köprü yaparak Osmanlı ordusunun yoluna devâm etmesini temin etti. 15 Eylül 1538’de Boğdan Voyvodalığının merkezi Suçava’ya girildi. Ahâli İslâm dîninin adâletini temsil eden ve Avrupa’ya medeniyet götüren Osmanlıyı istediğinden, Voyvoda kaçmak mecbûriyetinde kaldı. Boğdan meselesini halleden Sultan Süleyman Han, büyük ganîmetlerle 27 Kasım’da İstanbul’a döndü.
Budin Seferi: Osmanlı Devletine tâbi Macaristan Kralı Yanoş ölünce, Kral Ferdinand fırsattan istifâdeyle Budin’e büyük bir Avusturya-Alman ordusu sevk etti. Macar Kraliçesi İsabelle, Sultan Süleyman Handan ve ordusundan yardım istedi. 20 Haziran 1541’de İstanbul’dan hareket eden pâdişahın yaklaşmakta olduğunu haber alan düşman, Tuna Nehrini geçmeye çalışırken, Osmanlı ordusunun mâhirâne hareketiyle 21/22 Ağustos gecesi imhâ edildi. İstabur Zaferiyle Budin ve Macaristan, antlaşmaya sâdık kalmayan Avusturya-Alman Kralı Ferdinand’ın istilâsından kurtarıldı. Macaristan Osmanlı Devletine katılarak, 30 Ağustos 1541’de Budin Beylerbeyliği ve idâre teşkilâtı kuruldu. Kral Yanoş’un ve Kraliçe İsabelle’nin bir yaşındaki oğlu Sigusmund Yanoş, Erdel Banlığına tâyin edildi. Budin’in en büyük kilisesi câmiye çevrilip, “Fethiye” adı verildi. Kânûnî bu câmide, Ebüssü’ûd Efendinin imâmetinde 2 Eylül 1541’de ilk Cumâ namazını kıldı. Budin’de adâleti tesis ettirdi. Defâlarca verdiği sözü tutmayarak, tekrar riyâkârca Macar Krallığına tâlib olduğunu iddiâ eden Kral Ferdinand’ın isteği Osmanlı Devletince reddedildi.
Kral Ferdinand, 1542 yazında, yıllık haraç karşılığında Macar Krallığının kendisine verilmesini tekrar teklif ettiyse de bu teklif dikkate alınmadı. Ferdinand, Budin’in bir Türk eyâleti olmasından ürkerek, telâşa kapıldı. Avrupa’da Türk-İslâm tehlikesinden bahsederek, propagandaya başladı. Avusturya, Alman ve diğer Avrupa milletlerinden 100.000 mevcutlu büyük bir Hıristiyan ordusu topladı. Peşte Kalesini kuşatan müttefik Avrupa ordusuna karşı, Budin Beylerbeyi Yahyâ Paşazâde Bâli Bey, sekiz bin askerle müdâfaada bulundu. 17 kasım 1542’de Osmanlı ordusunun başında istanbul’dan hareket eden Sultan Süleyman Han, henüz yoldayken, 24 Kasım’da düşmana karşı gece taarruzuyla Peşte Zaferi kazanıldı. Müttefik Avrupa orduları perişan bir hâlde kaçarken imhâ edildi. Düşmanlardan pekçok esir ve ganîmet alındı. Zafer haberi pâdişâha ulaşınca Edirne’de kaldı.
Avusturya Seferi: Estergon Seferi de denilen bu sefere, Osmanlı eyâleti hâline gelen Budin’in emniyet ve teşkilâtını pekiştirmek için çıkıldı. Pâdişahın emriyle Budin Kalesine İslâm ahâli iskân edilip, dînî müesseselerin yapımına başlandı. Âlimler tâyin edilerek Avrupa’ya İslâm dîninin daha da yayılarak, yerleşmesi için faaliyetler genişletildi. 23 Nisan 1543’te İstanbul’dan hareket eden Kânûnî yol boyunca alınması lüzumlu mevkileri fethettirerek 29 Temmuz 1543’te Tuna Nehri sâhilinde ve Budin yakınlarındaki başpiskoposluk merkezi Estergon önüne vararak şehri kuşattı.
Estergon Kalesindeki Alman, İtalyan ve İspanyol muhâfız askerleri teslim teklifini kabul etmeyince, devrin en büyük ve tesirli ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı ordusu, 315 topla kaleyi döğmeye başladı. Kânûnî’nin en muhteşem seferlerinden biri olan Estergon Seferine gâyet plânlı ve tedârikli çıkılmıştı. Anadolu ve Rumeli orduları pâdişahın maiyetinde, çeşitli sınıfların aldığı sefer tertibi, mühimmâtı ve erzağı mükemmeldi. Estergon, Osmanlı kuşatmasına on iki gün mukâvemet edebildi. 10 Ağustosta müdâfilerin çekilip, gitmesine müsâade edildi. Şehrin en büyük kilisesi câmiye çevrilerek Kânûnî Sultan Süleyman Han, Cumâ namazını burada kıldı.
Osmanlı fütühâtı, Avrupa’da devâm ederek eski Macar krallarının taht merkezi İstolni-Belgrat 20 Ağustosta kuşatıldı. 4 Eylülde fethedilen İstolni-Belgrat’ta büyük kilise câmiye çevrildi. Mevsim ilerlediğinden Pâdişah, 7 Eylülde İstanbul’a hareket etti. Avrupa’daki fetihler durmayıp, Budin Beylerbeyi Avusturya kalelerine karşı harekâtı devâm ettirdi.
On altıncı yüzyılın ortalarında Avrupa’da Osmanlı askerî kuvvetlerinin bu muhteşem başarıları yanında Akdeniz’de ve Atlas Okyanusunda hepsi birer denizkurdu olan Türk leventleri de Osmanlı bayrağını şan ve şerefle dalgalandırıyorlardı. Bu kara ve deniz harekâtlarından Fransa da menfaatleniyordu. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru ünvânı taşımak arzusuyla Avrupa siyâsetinde hâkim rol oynamak isteyen Şarlken’in elinde esir olan Fransa Kralı I. Fransuva, annesi vâsıtasıyla Kânûnî’den yardım talep ediyordu. Fransızlara yardım eden Osmanlılardan korkan Şarlken, Kanûnî’yle antlaşmak için elçilik heyeti gönderdi. Osmanlı devlet adamları tarafından kabul edilen Şarlken ve kardeşi Ferdinand’ın elçilik heyetleri ile uzun süren müzâkereler oldu. 13 Haziran 1547 Antlaşması’na göre, Almanya ve Avusturya Osmanlılara yıllık otuz bin Duka haraç vermeyi kabul ettiler. İmparator ünvânını kullanmamayı kabul eden Şarlken İstanbul Antlaşması’nı 1 Ağustos’da imzâlayınca Osmanlı pâdişâhı da bu antlaşmayı 8 Ekim 1547’de tasdik etti.
Zigetvar Seferi: Osmanlı ordusunun İran seferlerinde, Safevî Devleti ile Papalık ve Hıristiyan devletler bir olup aralarında anlaşarak Avusturya ve Macaristan’da çeşitli hâdiseler çıkartıyorlardı. 1562 Osmanlı-Avusturya Antlaşması’nda kabul ettikleri vergiyi ödemedikleri gibi yeni Kral II. Maksimilyan’ın olumsuz tutumu ve Zigatvar Kalesindeki düşman kuvvetlerin ahâliyi tâciz etmeleri üzerine, Osmanlı ordusu başlarında Sultan olduğu hâlde 1 Mart 1566’da İstanbul’dan hareket etti. Sultan Süleyman Han, on üçüncü olarak çıktığı bu seferinde yetmiş üç yaşındaydı. Hayâtı, seferden sefere koşarak insanlığı, Hakka kavuşturacak yola dâvetle geçmişti. Bir takım hastalıklarla durumu iyi olmayan, ayaklarında nikris hastalığı bulunan Pâdişah, zulmün önüne geçmek, ahâlinin huzur ve güveni için, hasta hâliyle Osmanlı târihinin en muhteşem askerî harekâtı kabul edilen sefere bâzan araba, bâzı yerde tahtırevân ile gidiyor ve yerleşim merkezlerine girileceği zaman, ata binerek en mûteber psikolojik metodları tatbik ederek ilerliyordu. 1566 Ağustos başında kuşatılan Zigetvar Kalesini, Zerniski Makloş müdâfaa etmekteydi. Günlerce süren kuşatmada birçok defâ umûmî hücumlar yapıldı. Zigetvar Kuşatmasından iyice bunalan Kont Zerniski, Eylül başındaki huruc harekâtında öldürülünce 7 Eylülde kale fethedildi. Kânûnî 6-7 Eylül gecesi vefât ettiyse de, askerin moralinde bozukluk meydana gelmemesi için, ordudan gizli tutuldu. Bu sefer ile Zigetvar’dan başka; Güle, Lügos ve diğer bâzı kaleler de fethedildi.
Doğu Seferleri
Kânûnî, batıda Hıristiyan Avrupa devletleri ile mücâdele ederken, İran’daki Şiî Safevî Devleti de, Mukaddes Roma-Cermen Devletiyle Osmanlılara karşı ittifak kurup, Doğu Anadolu’da hududa tecâvüz ettikleri gibi, Sünnî ahâliye de zulmediyorlardı. Safevîlerin ajanları Osmanlı ülkesinde faaliyet gösterip, Celâliler vâsıtasıyla iç isyânlar çıkarmak istiyorlardı. Şâh Tahmasb’ın bu düşmanca davranışları yüzünden Sultan Süleyman Han, harekete geçti. 27 Ekim 1533’te Vezir-i âzam Makbul İbrâhim Paşayı İstanbul’dan doğuya gönderen Sultan’ın kendisi de, baharda sefere çıktı.
Irakeyn Seferi: 11 Haziran 1534’te İstanbul’dan hareket eden Kânûnî Sultan Süleyman Han, 20 Temmuzda Konya’ya geldi. Konya’da Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin türbesini ziyâret edip, Kayseri-Sivas-Erzincan yoluyla 27 Eylülde Tebriz’e girdi. Safevîlerin zulmünden bunalan şehir halkı, Kânûnî’yi ve Osmanlı ordusunu sevinçle bir kurtarıcı olarak karşıladılar. Yavuz Sultan Selim Hana karşı 1514 Çaldıran mağlûbiyetinin hâlâ tesirinde olan Safevîler, devamlı Osmanlılardan kaçıp, meydan muhârebesi için ortaya çıkamıyorlardı. Osmanlı kuvvetlerinin bölgeye gelmesinden memnun olan ahâli, âlimler, kale ve şehir hâkimleri pâdişâha bağlılıklarını arz ettiler. Hazret-i Ali ve Hüseyin’in makamlarının bulunduğu Kerbelâ ve Hanefî mezhebinin kurucusu İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin kabrinin bulunduğu Bağdat Vâlisi Zülfikâr Han ve büyük İslâm âlimi ve Veliy-yi kâmil Abdülkâdir-i Geylânî’nin memleketi Geylân Hâkimi Mâlik Muzaffer, Sultan Süleyman Hana bağlılıklarını bildirdiler. 24 Kasım 1534’te Bağdat’a giren Osmanlı ordusunun ardından, Azamiyye’de İmâm-ı A’zam’ın kabrini ziyâret edip, büyük bir türbe yapılmasını emrettikten sonra, Kânûnî Sultan Süleyman Han, 30 Kasımda şehre girdi. Bağdât’ta ahâlinin, âlimlerin, kumandanların ve devlet adamlarının bulunduğu bir sırada şükür ifâdesi olan dînî merâsim yapılarak, ihsânlarda bulunuldu.
1534-1535 kışını Bağdât’ta geçiren Sultan, burada Osmanlı devlet teşkilâtını tesis ettirdi. Bağdat’ın mübârek beldelerini, Kerbelâ’da hazret-i Ali ve Hüseyin’in makamlarını ziyâret etti. Geylân’da Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imâret, İmâm-ı A’zam’ın kabrine türbe yaptırdı. Safevî tehlikesini kesin olarak bertaraf etmek isteyen Kânûnî, Şah Tahmasb’ın Van istikâmetinde olduğu haberi üzerine, harekete geçti. 1 Temmuz 1535’te Tebriz’e gelen Osmanlı Sultânı, devamlı kaçan Şah Tahmasb Safevî’yi tâkib için İran içerisine girildiyse de karşı çıkan olmadı. Avrupa devletlerinde ve Safevîlerden elçi heyetlerini kabul eden, Sultan Süleymân Han, dönüşünde de Mevlânâ Muhammed Şems-i Tebrizî’nin makâmı dâhil mübârek beldeleri ziyâret ederek Tebriz-Diyarbekir-Antakya-Adana-Konya yoluyla 8 Ocak 1536’da İstanbul’a geldi.
Irak-ı Arab ve Irak-ı Acem fethedildiği için “İki Irak seferi” mânâsında Irakeyn Seferi adı verilen bu hareketin netîcesinde, bölgedeki Şiî Safevî hâkimiyeti sona erdirilip, Bağdat dâhil Basra, Osmanlı ülkesine katıldı.
Tebriz Seferi: Osmanlı Devletinin batı cephesindeki muhârebeler ile meşgûliyetini fırsat bilen, Irakeyn Seferinde Sultan Süleyman Handan devamlı kaçan Şah Tahmasb ve Safevî ordusu, Doğu Anadolu’da tecâvüzkârâne hareket ederek, Anadolu’da Şiîlik propagandası yaptırıyorlardı. Şah Tahmasb’ın, hudutdaki bâzı Osmanlı kale ve mevkılerini ele geçirmesi, Safevîlere, isyân eden, Şah İsmâil’in oğlu Şirvan VâlisiElkasMirzâ’nın Sultan Süleyman Handan yardım istemek gâyesiyle İstanbul’a gelmesi ve Şiî propagandasına karşı âlimler ile Osmanlı umûm-i efkârının (halkının) tepkisi üzerine sefere çıkıldı.
29 Mart 1548’de İstanbul’dan hareket eden Sultan, Konya-Kayseri-Sivas yoluyla 28 Temmuz 1548’de Tebriz’e gelinceye kadar, DoğuAnadolu’da fütûhâta devâm edildi. Osmanlı ordusundan devamlı kaçanSafevîlerden 25 Ağustosta Van tslim alındı. Van ve Diyarbekir’den Haleb’e gelen Pâdişah, 1548-1549 kışını burada geçirdi. Kânûnî Halep’teyken Osmanlı fütühâtı devâm edip, Doğu Anadolu’da Safevî propagandasına aldanarak âsi olanlar yola getirildi. Gürcistan Seferine çıkılarak; Berakân, Gömge, Penak, Germek, Samagar, Ahadır kaleleri ve mevkileri fethedildi. 6 Haziran 1549’da Halep’ten hareket eden Sultan, 21 Aralıkta İstanbul’a döndü.
Nahcivan Seferi: Osmanlı ordusunun Macaristan’da, Sultan Süleyman Hanın Edirne’de bulunmasından istifâde eden Safevîler ve Şâh Tahmasb, Doğu Anadolu’ya saldırdı. Van civârında Osmanlı ülkesi ve ahâlisine karşı düşmanca davranıp, zulmettiren Şâh Tahmasb, Adilcevaz, Ahlât kalelerini Hıristiyanların da teşvikleriyle tahrib ettirip Erciş Kalesini de kuşattırmıştı. Osmanlıların içişlerine karışarak, devlet adamlarına türlü iftirâ kampanyası başlatılınca, Sultan Süleyman Han, İran Seferine karar verdi.
28 Ağustos 1553’te İstanbul’dan hareket eden Pâdişâh, Konya yoluyla Haleb’e gitti. 8 Kasımda Haleb’e gelen Sultan, 1553-1554 kışını burada geçirdi.
15 Mayıs 1554’te Diyarbekir’de toplanan Harp Dîvânı’nda Osmanlı devlet adamları ve kumandanları Sultan Süleyman Handan İslâma hizmet beklediklerini arz edip, emirlerinde Hind’e ve Sind’e dahi gidebileceklerini ifâde ettiler. 20 Mayıs’ta Diyarbekir’den Nahcivan ve Revan üzerine sefer niyetiyle hareket edildi. 5 Temmuzda Şah Tahmasb’a, Kars önlerinde harp dâveti çıkarıldı. Ancak Osmanlının yokluğunda Doğu Anadolu’yu kana bulayıp, Müslümanlara her türlü insanlık dışı fiilleri işleyen İran Safevîleri, muhârebe meydanında görünmeyince, İran’a tâbi Şüregil, Şaraphâne, Nilfirâk alınıp, 18 Temmuzda Revan’a girilip, Arpaçay, Karabağ’dan sonra pâdişah 30 Temmuz 1554’te Nahcivan’a geldi. Osmanlı ordusuna büyük ganîmetler düşen bu seferde, Kerkük de fetholundu. Doğu’da Osmanlı hâkimiyeti kesinleşince, 28 Eylül 1554’te Erzurum’dan hareket eden Sultan, 1554-1555 kışını geçirmek için 30 Ekimde Amasya’ya geldi. Şâh Tahmasb’ın sulh isteği üzerine 29 Mayıs 1555’te Osmanlı-Safevî Antlaşması imzâlandı.
1555 Antlaşmasına göre: Toprak bakımından Ardahan, Göle, Arpaçay ve çevresi Osmanlılara verildi; inanç bakımından Şiî İranlıların hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman, Âişe dâhil sahâbîlere küfür ve iftira etmemeleri ile mukaddes makamlara hürmet göstermeleri için ahd alındı.
Kânûnî Sultan Süleyman Hanın doğu seferleri netîcesinde, Safevîlerin almış oldukları Doğu Anadolu toprakları bugünkü şekliyle Türkiye’ye dâhil edildi. Batıİran ve Gürcistan ile Irak fethedildi.
Deniz Seferleri
KânûnîÊtahta geçtiğinde Karadeniz, Marmara ve Ege denizleri Türk gölüydü. Böyle olmasına rağmen, Akdeniz bütünüyle Osmanlı hâkimiyetinde değildi. Batı Anadolu sâhillerine çok yakın Rodos Adası, coğrafî, stratejik mevkii, korsanlık ve Osmanlı düşmanlarıyla müttefik olarak hareket etmesi, devletin hâkimiyeti ile Akdeniz’in emniyeti için tehlike gösterdiğinden sefere karar verildi. Rodos Adası, Haçlı şövalyelerinin idâresinde olup, korsan yatağıydı. Rodos şövalye idâresi; Osmanlı Devletine karşı Papalık başta olmak üzere, Hıristiyan devletler ve âsilerle devamlı münâsebette bulunup, Osmanlı deniz ticâretiyle, Müslümanların hacca gitmelerini engelliyorlardı. Ayrıca Anadolu sâhillerine baskın düzenlemek sûretiyle, ahâliyi tâciz ettikleri gibi, Kânûnî Sultan Süleyman Hanın tahta geçişinde, küstahca hareketlerde bulunmuşlardı. Bütün bu sebepler üzerine 700 gemiden meydana gelen Osmanlı donanması, önce İkinci Vezir Çoban Mustafa Paşa kumandasında Rodos’a gönderildi.
16 Haziran 1522 târihinde pâdişâh, İstanbul’dan Kapıkulu ve Tımarlı sipâhileriyle karadan yola çıktı. 28 Temmuzda Marmaris’ten Rodos’a geçen Sultan, kalenin teslimini şövalyelerden istedi. Antlaşma ile Rodos’un teslimi kabûl edilmeyince 29 Temmuzda muhârebe başladı. Yeniçağın en sağlam (müstahkem) kalesine sâhip Rodos’un, devrin bütün teknik ve ateşli silâhlarını elinde bulunduran Osmanlı ordusu karşısında, Avrupalılar’dan çok yardım almasına rağmen, fazla dayanamayacağı meydandaydı. Rodos başşövalyesi Viye dö Lil Adam, Fâtih Sultan Mehmed Hanın oğlu Cem Sultan meselesi ve oğlunu ileri sürerek yine küstahlık gösterdiyse de Sultan Süleyman Han, tâviz vermeyerek, kalenin teslimini istedi. Osmanlı topçu ve lağımcısının çalışmalarıyla Rodos’un bütün istihkamları, Türklerin eline geçince, başşövalye antlaşma ile adayı Osmanlılara teslim etti. Aralık 1522 sonunda bütünüyle Türk hâkimiyetine dâhil edilen Rodos adasındaki üç bin kadar Müslüman esir kurtarıldı. Korsanlar adayı terk edince, Kânûnî Sultan Süleymân Han Ada’nın imârını emretti. Papalığın doğudaki son temsilcisi olan Saint-Jean Haçlı Devleti yıkılarak, Batı Anadolu korsanlığı bertaraf edildi. İstanbul-Suriye-Mısır deniz ticâreti ve Hac yolu emniyete alındı.
Korfu Seferi: Venedik Cumhûriyetinin Papa’nın da teşvikiyle Osmanlı Devletine riyâkârca davranması ve Hıristiyan ittifâka dâhil olması üzerine harekete geçildi. Kaptan-ı Deryâ Barbaros Hayreddîn Paşanın emrindeki Osmanlı donanmasındaki kara ordusuna da, İkinci Vezir Lütfi Paşa kumanda ediyordu.
17 Mayıs 1537’de İstanbul’dan yola çıkan Kânûnî Sultan Süleyman Hanın bu seferinde hedef Adriyatik ve İtalya’dır. 13 Temmuzda Avlonya’ya gelen pâdişâh; Adriyatik’teki askerlere yardım edip, Venediklilerin tahriki ile Delvine ile havâlisinde çıkan isyânları bastırttı. Osmanlı donanması İtalya sâhillerini abluka altına aldı. Haçlıların büyük amirali ve Akdeniz kıyısındaki Müslüman ahâli ile denizcileri tâciz eden Andrea Doria bütün aramalara rağmen Osmanlı kaptan-ı deryası Barbaros Hayreddîn Paşanın karşısına çıkamadı. Korfu Adasını fethettiren ve kalesini kuşattıran Sultan, Avlonya’da bulunuyordu. Kânûnî, mevsim şartları ve dört Osmanlı askerinin top güllesiyle şehîd olması üzerine, 6 Eylül 1537’de kuşatmayı kaldırttı. 15 Eylülde İstanbul’a hareket eden pâdişah, kara ve deniz harekâtının devâmını emretti. Kaptan-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, Venediklilere âit Şira, Patmos, Naksos adalarını fethetti.
Kânûnî Devrinde Osmanlı Fütûhâtı
Devamlı fetihler netîcesinde devletin hudutları genişledi. Batıda Almanya içlerine kadar akın yapan akıncı beyleri, doğuda Hazar Denizine ulaşarak, Türkiye-Orta Asya birleşmesi siyâseti yanında, bütün Arabistan, Ortadoğu dâhil, Hind Okyanusundan Umman Denizi, Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Kuzey Afrika’dan Atlas Okyanusuna dayanıldı. Akdeniz fütuhâtı netîcesinde Atlas Okyanusunda herbiri birer deniz kurdu olan, Osmanlı leventleri ve reisleri dolaşmaktaydı. Afrika sâhilleri ile Batı Akdeniz’de Oruç ve Hayreddîn, Hızır Reisler, Akdeniz’de Turgut Reis, Piyâle Paşa, Sinan Paşa, Sâlih Reis, Hind Okyanusunda Hadım Süleyman Paşa, Selman Reis, Süveyş’te Seydi Ali Reis, Murad Reis Osmanlı sancağını dalgalandırıp, fetihler yapıyorlardı. Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddîn Paşa Preveze’de, Turgut Reis Cerbe’de Haçlı donanmalarını bozguna uğratarak Türk-İslâm târihinin en muhteşem zaferlerini kazandılar.
Diğer Devlet ve Beyliklerle Münâsebet
“Türk Asrı” denilen 16. yüzyılda Osmanlı Devletinin sultanı Süleymân Hanın dünyânın bütün kralları ve beylerine karşı yüksek otoritesi vardı. Mukaddes Roma-Cermen İmparatorluğu, Portekiz, İspanya, Fransa, Milano, Napoli, Papalık, Venedik, Ceneviz, Macaristan, Avusturya, Lehistan, Rus Knezleri, Safevî, Gürganiyye, Özbek; devlet, krallık, dükalık ve sultanlığı ile münâsebetlerde bulunuldu. Kırım Hanlığı, Mekke-i mükerreme Emirliği, Eflâk, Boğdan, Erdel voyvodalıkları, Ragusa cumhûriyetleri Osmanlı Devletine tâbi ve imtiyazlı hükümetlerdir. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru Şarlken’in ülkesinde esâret hayâtında yaşayan Fransa Kralı I. Fransuva kurtarılarak, dünyâ ticâret ve hâkimiyet siyâseti gereğince imtiyaz verildi. Mukaddes Roma-Cermen İmparatorluğu, Avusturya, Lehistan, Safevî devletleri ile sulh antlaşmaları imzâlandı. Gürganiyye, Özbek devletleri ile dostluk tesis edildi.
İç Hâdiseler
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın tahta geçtiği esnâda, 1520’de Canberdi Gazâlî İsyânı çıktı. Bu hareket bastırılarak, âsiler cezâlandırıldı. 1526 Mohaç Seferinde fırsattan istifâde eden Celâli âsileri türemişse de, hâdiselerin önüne geçildi. İran’dan gelen Şiî Molla Kâbiz, İstanbul’da fısk ve fücûr ile Müslümanlar arasına fesat tohumları ektiği, yüce Peygamberimiz hazret-i Muhammed’e Eshâb-ı kirâm ile âlimlere iftirâ ettiği pâdişâha bildirilince, dîvâne çağrılıp, iftirâlarının doğruluğunu ispat etmesi istendi. Sultan Süleymân Han huzûrunda da aynı iftirâları tekrarladı; Müftî Kemâl Paşazâde veİstanbul Kâdısı Sâdi Çelebi’nin iknâ edici telkinleri karşısında cevap veremediği hâlde, bâtıl îtikâdından dönmediği gibi bölücülük de yapınca îdâm edildi. 1553’te Şehzâde Mustafa, 1559-1562’de Şehzâde Bâyezîd hâdiseleri, Osmanlı Devleti aleyhinde plânlı şekilde kullanılmak istenmişse de büyümelerine fırsat verilmemiştir.
Sultan Süleyman Hanın Kânunnâmesi
Sultan Süleyman Hanın asıl adından daha fazla bilinip, şöhretli olan “Kânûnî” ünvânı, önceki Osmanlı Kânunnâmeleri’ni ve devri îcâbı lüzumlu hükümleri, İslâm Hukûku esaslarında toplattırıp, tanzim ettirmesinden gelir. Kânunnâme-i Âl-i Osman’ın hazırlanmasında Sultan Süleymân Hana devrin büyük âlimlerinden olan Ahmed İbn-i Kemâl Paşazâde ve Ebüssü’ûd Efendiler yardımcı oldular. Kânunnâme; hukûkî, idârî, malî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan başlıklar altında cezâ, vergi ve ahâli ile askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Yüzyıllarca tatbik edilen Kânunnâme’de tımâr ve zeâmet sâhipleri ile ahâlinin hukûkî ve mâlî durumlarını tespit eden, toprakları, öşri, haracî ve mîrî olarak birbirinden ayıran hükümlerin tatbik şekilleri açıklanmıştır. Devleti idâre etme, hilâfet müessesesinin gerekleri ve sosyal adâlet hususları tatbik edildi. Sultan Süleyman Han, Atlas Okyanusundan Umman Denizine; Macaristan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri Allahü teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîm’in emirleri ile adâletle idâre etmeye muvaffak oldu. Kânunnâme’yi hazırlarken ve tatbik ederken, İslâm âlimlerine danışmadan bir iş ve kânun yapmadı.
Şahsiyeti
Zigetvar’da on üçüncü seferi esnâsında 6-7 Eylül gecesi 1566 târihinde vefât eden Kânûnî Sultan Süleyman Han, iyi bir komutan, teşkilâtçı devlet adamı, halîfe ve ediptir. Vakur, azim ve irâde sâhibiydi. Adam seçmesini ve yetiştirmesini gâyet iyi bildiğinden, devlet kadrosunda kıymetli şahsiyetleri vazîfelendirdi. Müsâmaha sahibi olmasına rağmen, din ve devlet aleyhine hareketleri affetmezdi. İleri görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin psikolojisini iyi bildiğinden çok sevilirdi. Hayâtı seferden sefere koşmakla ve muhârebe meydanlarında geçen Kânûnî Sultan Süleyman Han devrinde Osmanlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince İslâmiyeti yaymaktan başka birşey düşünmedi. Bu düşüncesini halazâdesi, Gâzi Bâli Beye yazdığı mektup çok güzel ifâde etmektedir.
Kânûnî Sultan Süleyman’ın gençlik çağında, 1526 senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Muhârebesinde, Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamâmen mahv eden Semendire Sancak BeyiGâzi Bâli Bey, Mohaç Harbinden yıllar sonra, kendinde mevcud olan ve sancak beylerinin alâmeti bulunan iki tuğ’un üçe çıkarılmasını ricâ ederek, pâdişâhtan bir tuğ daha istemişti. Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukâbilinde olduğunu bilen Kânûnî, Gâzi Bâli Beye şu cevâbı vermiştir:
“Yâdigarım ve Muhterem Lalam Gâzi Bâli Bey!
Berhudar olasın, yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ dahî arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamânı değildir. Sana hazret-i Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin fetih tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip, yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terâzidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi Cehennem’dir. Bir an adâletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdaldir. Âhireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün geçtiği mahallerde, zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın. Âhirette bize hitâb olunursa, senin yakana yapışırım. “Ol vilâyetleri kılıcımla fetheyledim.” demiyesin. Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Sakınıp, nefsine gurur getirmeyesin. Fetholunan kalenin mal ve erzâkını hep Beytülmâl için almışsın. Buna rızâ-yi hümâyunum yoktur. Beşte birini alıp, geri kalanını İslâm askerine dağıtasın. İslâm askerinin ihtiyarlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara şefkat gösteresin. İslâm askerine hiçbir veçhile zorluk çektirmeyesin. Nîmeti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse buraya bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini, büyük vazîfelerle rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffar halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da, sakın evvelki hâline îtimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman Firavun ve Nemrud olur. Ol kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa hizmetinde kullanasın.
İmdi, ey Gâzi Bâli Bey! Sana dahî nasîhatım odur ki; atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahâdırını saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri yolunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve seni küffâr-ı hâksâr üzerine mansur ve muzaffer eyleye...”
Fransa Kralı I. Fransuva, 1525 Pavye Muhârebesinde Almanlara esir düşünce, annesi Düşes Dangolem vâsıtasıyla Osmanlılardan yardım istedi. Bunun üzerine Kânûnî’nin krala gönderdiği mektup onun Avrupa devletlerine bakış açısını çok güzel ifâde etmektedir. Ocak 1526 târihli mektup şöyledir:
“Sen ki Françe vilâyetinin kralı olan Françesko’sun. Hükümdârların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın tezkereden mâlûmum oldu ki, memleketinin toprakları düşman tarafından zaptolunup, sen dahî şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın ve kurtulmaklığın için bizden yardım dilemektesin. Bütün dünyânın sığındığı, pâdişahlığıma yakışan ayağımın toprağına mârûzatın ulaşmakla her türlü hâlini öğrenip, olan bitenden haberdâr oldum. Yüce seleflerimiz, Allah onların kabirlerini nur içinde tutsun, düşmanlarını kahretmek ve sayısız fetihlere ermek maksadiyle her vakit cihâd için kılıç çekmek fırsatını kaçırmayıp, ben dahi onların açtığı çığırda harekete geçip, her günüm zorlu kaleler ve girilmesinde engeller bulunan şehirler fethetmiş bulunmaktayım. O sebepten gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır”.
Kânûnî Sultan Süleymân Han tâkib ettiği cihanşümûl siyâsetle, Almanya içinde de aslı değiştirilmiş olan Hıristiyanlıktan yeni bir mezhep kuran Martin Luther taraftarları olan Protestanları desteklemiştir.
Avrupalılar Kânûnî’yi“Muhteşem Süleymân”, Müslümanlar da “Şanlı Süleymân” lakaplarıyla yâd ettiler. Edip olduğundan “Muhibbî” mahlasıyla şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı vardır.
Sultan Süleyman Han devrinde, Osmanlı Devletinin kara, deniz ordusu dünyâda birinciydi. Kültür ve sanat faaliyetleri doruk noktasındaydı. İlk Osmanlı tezkireleri bu sultâna sunuldu. İlim, kültür ve sanat müesseselerinde Kânûnî’nin himâyesinde, kıymetli şahsiyetler yetişip, herbiri eşsiz eserler verdiler.
Devrinde yetişen tefsir, hadis, fıkıh ve diğer İslâmî ilimlerde; Ahmed İbni Kemâl Paşazâde, Ebüssü’ûd Efendi, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Taşköprülüzâde, Kınalızâde Ali Efendi, Celâlzâde Mustafa Bey, Halebî İbrâhim Efendi, Coğrafya’da Pîrî Reis ve Seydi Ali Reis ile minyatürde ve târih yazıcılığında Matrakçı Nasuh, hattatlıkta Şeyh Hamdullah’ın oğulları ve talebeleri meşhurdu. Mustafa Dede, Şükrullah, Ahmed Karahisârî, Abdullah Çelebi, Kırımî Abdullah, Küssem, Hasan Çelebi, Nakkaşlıkta Şahkulu, tezhipte Kara Mehmed, Kıncı Mahmûd, Mısırlı Hasan ve Üstad İbrâhim, Galatalı Mehmed, Üstad Osman, Ali ve Hasan Kefeli gibi ustalar yetişti.
Ciltçilik, alçı, çini, ayna, hakkaklık, dokuma ve halı sanatları çok ileri seviyedeydi. Bu devirde yetişen Mîmar Koca Sinan, Türk-İslâm sanatının birer şâheseri olan eserler yaptı.
Pekçok hayrat ve iyilikleri olan Kânûnî Sultan Süleymân Han, çok eser yaptırdı. Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Sultan Selim, Şehzâdebaşı, Cihangir câmilerini; İstanbul’da, Rodos’ta kendi adıyla anılan bir câmi; yine Anadolu, Rumeli ve Adalar’da muhteşem câmiler; medreseler, hastahâneler, yollar ve köprüler Büyük Sultan’dan günümüze kalan yâdigârlardır.
İdârî, mâlî, cezâî ve çeşitli sâhalarda görülen lüzum üzerine pâdişâhların emir ve fermanlarıyle vaz edilen (konulan) kânun ve nizamları ihtivâ eden mecmua. Kânunnâmeler, daha önceki pâdişâhlar tarafından konulan kânun ve nizamların aynen veya hülâsa edilerek toplanmak sûretiyle de meydana getirilirdi.
Bütün İslâm devletlerinde hükümde birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı delillerin teşkil ettiğiİslâm hukûkudur. Hicrî dördüncü asra kadar müctehidler, temel kaynaklarda hükmü açıkça bulunmayan meseleleri kendi ictihâdlarına göre hallediyorlardı. Bu asırdan îtibâren yalnız dört büyük müctehidin ictihâd ve usûlleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan suâller bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla âlimlerin fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek fetvâ kitapları yazılmıştır.
Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kânunnâmeler de çıkarılmıştır. Bunlar meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mâhiyetindedir. Pâdişâhların bu nevi hüküm verme husûsunda mesnetleri, dayanakları yine İslâm hukûkudur. İslâm hukûku lüzum görüldüğünde pâdişâha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte, ulûlemre itâat emredilmiştir. Bu sebeple pâdişâhlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak hukûkun çeşitli mevzûlarına âid kânunlar koymuşlardır.
Nitekim pazardaki bac vergisinin miktârı, tımarlı sipâhilerin, hak ve vazîfeleri, kıyâfet ve sikke meseleleri pâdişâhın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dîne muhâlif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır. Bu husûs emir ve fermanları bir araya toplayan kânunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Yüce İslâm kânununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kânun ve İslâmî meseledir.” ibâresinden de açıkça anlaşılmaktadır. Kemâlpaşazâde’nin bir fetvâsındaki; “Şer’an câiz değildir ve hem men olunmuştur. Cânib-i sultândan” ifâdesi İslâm hukûku ile kânunnâmeler arasındaki uygunluğu gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecbûrîdir. Çünkü devletin temeli, İslâmı yaşama ve yayma gâyesi üzerine kurulmuştur.
Osmanlı pâdişâhlarının İslâm hukûkunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri İslâm hukûkunun dışında görmek ve Osmanlının İslâm hukûkundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm esaslarına muhâlif olmayan her tasarruf dînîdir ve dîne uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kâdılar, fıkıh ve fetvâ kitapları yanında pâdişâh tarafından çıkarılan emir, ferman ve kânunnâmelere de hükümde kaynak olarak mürâcaat etmişlerdir.
İlk Osmanlı kânunnâmeleri, kânun tekniği ve bünye husûsiyetleri bakımından mücerret ve umûmî bâzı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnif ve tertipleri sûretiyle meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyâde, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibâretti. Ayrıca bütün Osmanlı memleketlerine mahsus umûmî kânunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş husûsî kânunlardı. Zâten Osmanlı Devletinde, idârî, mâlî mevzuâtta bölgelere göre her biri ayrı bir teşkilât ve nizamla idâre edilen ve çeşitli imtiyâz ve muâfiyetlere sâhip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar şeklinde, idârî-mâlî bir takım muhtâriyetlere ve her biri kendi husûsî statüsüne göre idâre edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umûmî bir teşkilât ve idâre kânunu tertib etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, şerîata (İslâmiyete) uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalarda, Mısır’da, Âzerbaycan’da veya doğu vilâyetlerinde hemen fetihten sonra uyulacak kânunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizâm ve kânunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-İslâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bâzan eski kânunların hiç değiştirilmeden aynen ve eski isimleri ile muhâfaza ve tatbik edildiği, sâdece sonradan sokulmuş ve İslâmiyete aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir.
Denilebilir ki, Osmanlılar fethettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riâyet etmişler, ancak lüzum duyuldukça onları yavaş yavaş tâdil ve ıslâh etmek sûretiyle bütün memleket için umûmî ve müşterek bir nizâma doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyâset sâyesinde hâkimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü ve kalbini de fethetmişler ve onları İslâmiyete daha kolay ısındırmışlardır.
İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak sûretiyle mahalline gönderilen kânunlar, Fâtih Sultan Mehmed zamânında Kânunnâme-i Âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (toplattırılmıştır). Nitekim Kânunnâme’nin hemen başında yer alan; “Bu kânunnâme atam ve dedem kânûnudur ve benüm dahî kânunumdur” ifâdesi bunun açık delîlidir. Fâtih kânunnâmesi üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, pâdişâha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kâdıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yâni dîvân, has oda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merâsimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıb sâhiplerinin gelirlerine dâir bilgileri ihtivâ ediyordu. Son kısımda ayrıca gayri müslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hânedân mensuplarına dâir lâkap örnekleri bulunmaktadır.
Diğer taraftan, arâzî ile ilgili kânunnâmeler, umûmî nüfus ve arâzi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu. Burada Osmanlı Devletinde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyânın hukûkî statüleri, vergi sistemleri ve çiftçileri alâkadar eden muhtelif vergilerin ehemmiyet ve mâhiyeti belirtilmekteydi.
Halkın eşyâ ve yiyecek fiyatlarının tesbit ve teftişi husûslarını tâyin eden ihtisâb kânunnâmeleri ise, pâdişâhın emri üzerine, alâkalı zümre temsilcilerinin katılmasıyla mahallinde yapılan tedkiklere ve esnafın âdet ve nizâmlarını tesbit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kânunnâmede alışverişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilendirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiyatların yükselip düşürülemeyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz konusu edilirken sâdece tâyin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lâzım geldiği husûsuna dikkat çekilmekte; fiyâta riâyet etmekle berâber; sanatına hîle katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezâlandırılmaları istenmektedir. Bilhassa halkın huzûr içinde yaşayabilmesini temin eden şartlardan birinin çarşı pazarın intizâmına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü sadrâzamın vazîfeleri arasına almışlardır.
Fâtih Sultan Mehmed, İkinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında düzenlenen kânunnâmeler, Kânûnî Sultan Süleymân zamânında en mükemmel şeklini almıştır. Bu kânunnâme de, Fâtih Kânunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, cezâ kânunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir. İkinci bölüm sipâhîlerin yükümlülüklerini ve sipâhîlerle ilgili kânunlara yer vermiş, sipâhîlerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve timar arâzilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kânunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyânın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dâir hükümler ve askerlik vazîfesi yapan reâyânın özel kânunları vardır.
Bu kânunnâmelerin yanında zamânın pâdişâhının emri ve muhtelif kânunların bir araya getirilmesi sûretiyle teşkil olunan kânunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kânunnâmeler tatbikâtta mürâcaat edilen asıl kânun metinleri olmaktan uzaktır. Bunlar devlet dâirelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kânunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umûmî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibârettir. Ancak bâzan bunlar bir kânunnâme sûreti de olabilmektedir.
Bu arada bâzı kânunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetvâ şeklinde birer misâl ile îzâh edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendiye âit olup, mîrî arâzi rejiminin esaslarını tesbit ve îzâh eden fetvâlar çok önemlidir.
Pâdişâhlar bu kânunları düzenlerken mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişâre etmişlerdir. Ayrıca şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir.
Bu durum devletin zayıfladığı ve dış baskılarla îlân edilen Tanzimât fermânına kadar düzenli bir şekilde devâm etmiştir. Tanzimâttan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî dâvâlarının şer’î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların dâvâlarının halledilmesinde esas olmak üzere bâzı tâdiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için Avrupâî kânunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve taraftarları bu kânunların Osmanlı Devletinin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir netîcesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir heyet; Metn-i Metîn ve Arâzi Kânunnâmesi bilâhare Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi hazırlamıştır. Bunların yanında 1840 ve (1850-51) târihli cezâ kânunları İslâm hukûkuna uygun olarak hazırlanan kânunlar grubunu teşkil eder. Bununla berâber, 1850 târihli Ticâret Kânunnâmesi, 1858 târihli Cezâ Kânunnâme-i Hümâyûn gibi kânunlar ise, batılı kânunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır.
Alm. Canon (m), Fr. Canon (m), İng. Canyon. Sarp, kayalık kenarları arasına sıkışmış vâdi. Bir akarsuyun yeri oyması neticesinde meydana gelen dar ve dolambaçlı boğaza da kanyon adı verilir. Yeryüzündeki bu çeşit yerlere dendiği gibi, deniz diplerindeki keskin yamaçlı vâdilere de bu ad verilir. Kanyonlar genellikle suyu bol ve kuvvetli akarsular tarafından meydana getirilir. Bâzan da içinde yeraltı ırmağının geçtiği mağaraların çökmesi ile teşekkül ederler.
Yurdumuzda Karadeniz bölgesi dağları ile Batı ve Orta Toroslarda kanyonlar çok bulunur. Kuzey Amerika’daki Colorado kanyonları dünyâca meşhurdur.