KANT, Immanuel

Ünlü Alman filozofu. 1724-1804 yılları arasında yaşadı. Konigsberg Üniversitesinde felsefe, matematik ve fizik tahsil etmiştir. Babasının ölümünden sonra özel öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Kant’ın düşünce sistemi bu devrede gelişip, olgunlaşmıştır. 1755’te doktorasını tamamlayıp, Königsberg Üniversitesinde öğretime başlamıştır. Mantık, metafizik, ahlâk felsefesi, teoloji, antropoloji, matematik, fizik ve fizikî coğrafya dersleri vermişti. 1770’te profesör olan Kant, 1796’da emekli oluncaya kadar üniversitede çeşitli zamanlarda dekanlık ve rektörlük görevlerinde bulunmuştur. Bu zamana kadar felsefenin, daha sonra, klâsik sayılacak eserlerini vermiştir. Kant, genç yaşında güneş sisteminin meydana gelişi konusunda meşhur “nebula-bulut” hipotezini ortaya atmıştır.

Kant’ın felsefesi, onun daha önceki filozoflarla olan ilgisi düşünülerek daha kolay anlaşılır. Kant’ın “Kritik Felsefesi”, Leibniz, Wolff, Locke, Hume, Newton, Rausseau gibi filozofların düşüncelerinin kendisi tarafından geliştirilmiş şeklidir. Descartes, gerçek bilginin kaynağının söz geçirme veya açıklama yerine, mantık olduğunu söyledikten sonra Spinoza ve Leibniz deneyin kılavuzluğu olmadan mantığın metafizikteki evrensel gerçeği bulabileceğini öne sürmüşlerdir. John Locke ise, bütün bilgimizin tecrübe hissinden çıktığını ortaya atmıştır. Daha sonra, Davit Hume, Locke’un fikrinin hem metafizikte ve hem de tabiat bilimlerinde şüpheciliğe götüreceğini göstermiştir.

Kant, önceleri Leibniz’in etkisi altında kalmış daha sonra Hume’in fikirleri ile karşılaşmış ve insanın bilgisinin sınırlarını belirlemeyi arzu etmiştir. Kant, yazdığı eserlerinde, insanın sâdece tecrübe yaparak bilgi kazanacağından hareketle, bu yolla metafizik bilgi elde etmenin mümkün olmadığını, ancak tabiat bilgilerinin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Kant’ın felsefesinde hareket noktası “bilgi” olmuştur. İnsan bilgisinin yapısı ve sınırlarını araştırmıştır. Bilginin tek başına bir kavram olmadığını, kavramlar arası münasebeti sağlamakta olduğunu benimsemiştir. Kant’a göre bilgi, kavramlar arasında gösterdiği münasebetle aynı zamanda bir hükmü de ifade eder ve bu bilginin kaynağı deneydir.

Felsefenin klâsiklerinden olan eserleri Algemine Naturgeschichte und Theorie des Hümmels-Genel Tabiat Tarihi ve Gökyüzü Teorisi, Kritik der Reinen Vernuft-Yalnızca Akılcı Olmanın Tenkiti, Grundlegung zur Metaphsik der Sitten-Âdetlerin Metafizik Temelleri, Kritik der Praktischen Vernunft-Pratik Aklın Tenkiti, Kritik der Urteilskraft-Hüküm Gücünün Tenkiti olarak sıralanabilir.

KANTAR

Alm. Waage (f), Fr. Balance (f) romaine (f), İng. Steelyard. Ağır cisimleri tartmak için kullanılan tek kollu terâzi. Kantar, esas olarak yatay bir kol, bu kolun ucunda, tartılacak cismi asmaya yarayan çengel, ayrıca kol üzerinde hareket eden sâbit bir ağırlık (kantar topu) ile kantar bıçağından meydana gelmiştir. Kantar bu yapısı ile bir çeşit kaldıraçtır.

Fizikte kuvvet ölçmeye yarayan ve halk arasında el kantarı denilen dinamometre, kantarın bir çeşididir. Tartılacak cisim çengele asıldığında, kantar kolu üzerinde hareket eden kantar topu ile cismin ağırlığı dengeye getirilir. Kantar çengeline cisim asılmadığında kantar topu ile dengede bulunduğu nokta(0) sıfır kabul edilir. Kantar çengeline veya kefesine bilinen 1,2,3... gibi ağırlıklar koyarak sürgülü ağırlığın bulunduğu yerleri işâretleyerek kantar bölümlenir.

Kantar, ağır olması, dengesinin çabuk bozulması gibi sebeplerle terâzi yerine kullanılamaz. Ancak pratik olması, farklı ağırlıkları tartarken yalnız bir ağırlık kullanılması kolaylığı da vardır.

Halk arasında kamyon ve vagon gibi ağır yükleri tartan büyük baskül ile küçük el terâzilerine de kantar denmektedir.

KANTARON

Alm. Tausendguedenkrauf (n), Fr. Centaurée (f), İng. Centaury, erythraea centaurium. Familyası: Jensiyangiller (Gentianaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya ve Anadolu.

Haziran, eylül ayları arasında pembemsi, beyaz renkli çiçekler açan, nemli çayır ve orman kenarlarında rastlanan 15-50 cm boyunda, iki yıllık otsu bir bitki. Küçük kantaron veya kırmızı kantaron olarak da bilinir. Bitkinin gövdeleri tüysüz ve diktir. Yapraklar sapsız ve karşılıklı, oval şekilli ve uçları sivridir. Pembemsi çiçekler dalların ucunda durumlar yapar ve çiçekler genellikle saplıdır. Çiçekler beş sivri dişli ve tüpsüdür. Meyveleri silindir şeklinde bir kapsüldür. Çok fazla sarımsı-esmer renkli tohumları vardır.

Kullanıldığı yerler: Çiçekli bitki çiçek açma zamanında toplanır, demetler halinde bağlanıp gölgede kurutulur. Bitkide şekerler, reçine ve acı maddeler vardır. Çayı kuvvet verici, iştah açıcı ateş düşürücü ve hazmı kolaylaştırıcı olarak verilir. İyi bir ilaçtır.

KÂNUN

Alm. Gesetz (n), Fr. Loi (f), code (m), İng. Law, code. Yazılı hukûkun kaynaklarından biri. Kâide, prensip, kural. Bir çalgı âletinin adı. Rûmî-şemsî senenin onuncu ve onbirinci ayının ortak adı (kânûn-ı evvel= aralık, kânûn-ı sânî= ocak). Şam ile Baalbek şehirleri arasında bir yerin adı.

Kânun, Süryanice bir kelimedir. Yunancada da “Canon” olup, eski dilde çoğulu, “Kavânîn” şeklinde kullanılırdı. Kânun, lügatte “mikyas, ölçü, tartı” demektir. Kânun, bir şeyin umûmî kâideleri veya genel prensipleridir.

Hukûkî bir tâbir olarak kânun, devletin yetkili organı tarafından usûlüne (şekil ve şartlarına) uygun olarak konan ve îlân olunarak yürürlüğe (mer’iyete) sokulan hukuk kurallarıdır. Kânun, fertler arasındaki veya fertle devlet arasındaki münâsebetleri düzenleyen ve herkes için bağlayıcı olan hukuk kurallarını içine alır. Kânun, bunu uygulamakla vazifeli organları bağlar. Gerek kaza organları(mahkemeler), gerek idâre mercileri buna uymak mecburiyetindedir.

Her kânun, kendi ülkesinde geçerli ve bağlayıcıdır. Yazılı hukuk metni ve kaynağı olarak anayasadan sonra gelir. Tüzük, yönetmelik ve tamimlerden (genelge) evveldir. Kânunlar, genel ve düzenleyici hukûkî tasarruflar (işlemler) olmakla beraber, bir ölüm cezâsının tasdiki de kânundur. Fakat bu yalnız bir kişiyi ilgilendirir. Kânunlar herkesin uymak mecburiyetinde olduğu genel kurallardır. Kânun, genel ve yazılı olduğundan, her vatandaş davranışlarının nasıl bir sonuca bağlanacağını önceden bilir. Bu onlar için bir teminâttır ve hukuk güvenliği sağlar. Kânunları herkes bilmek mecburiyetindedir, bilmemek özür değildir.

Kânun koyma işi, her ülkenin anayasasına göre değişir. Bir hükümdârın veya kralın, herhangi bir konudaki irâdesi kânun olduğu gibi, halk meclislerinin veya parlamentoların usulüne uyarak koyduğu kurallar da kânun sayılmıştır.

Hukuk târihinin başlangıcından bugüne kadar, her ülkede, çok çeşitli kanunlar tatbik olunmuştur. Genel hukuk târihinde, bu kânunlar hakkında teferruatlı bilgiler vardır. Kânunlar bir ülkede tatbik edilen hukuk sistemine göre şekil almıştır. Beşerî hukûkun uygulama sâhası bulduğu batı dünyâsında (Avrupa’da) kânunlar dört temel kaynağa dayanmıştır. Bunlar tabiî hukuk düşüncesi, Roma ve Cermen hukuku ile Hıristiyanlık dînidir (Bkz. Hukuk). İslâm hukûkunun mer’iyyette (yürürlükte) olduğu ülkelerde kânunlar, İslâm dîninin kaynağı olan nasslara (âyet ve hadislere) uygunluk arz eder. Nass’ın bulunmadığı yerde örfe ve âdetlere atıf yapılır. Bu hususta amme (kamu) hukûkunun tanzimi ve tatbikinde devlet başkanının (halifenin) geniş yetkileri vardır.

Târihte çeşitli devlet adamlarının ismiyle şöhret bulmuş ve uzun müddet ülkelerinde tatbik olunmuş kanunlar mevcuttur. Babil ülkesinde Hammurabi (M.Ö. 1792-1750) Kânunları, Romalıların Oniki Levha Kânunu, Atina’da Solon (M.Ö. 638-559) Kânunları bunlardan bâzılarıdır.

Târihte çeşitli devletler kurmuş olan Türkler de, gerek kamu gerekse husûsî hukûka âit kânûnî düzenlemeler yapmışlardır. İslâmiyetten evvel tatbik edilen kânunlar hakkında Orhon Kitâbeleri’nde, Kutadgu Bilig’de ve diğer yazılı kaynaklarda bilgiler mevcuttur. (Bkz. Kutadgu Bilig, Orhon Kitâbeleri)

Türklerin İslâmiyeti kabulünden sonra, kamu ve özel hukukla ilgili kânunî düzenlemelerin tek kaynağını, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler teşkil etmiştir. Bilhassa Osmanlıların yüzyıllarca süren hukuk tatbikâtında hükümdârların kamu hukûku sâhasındaki kanûnî düzenlemeleri “Kânunnâme” adı altındaki yazılı eserlerde bir araya getirilmiş ve ülkenin her yerinde aynı kâidelerin uygulanması sağlanmıştır. (Bkz. Kânunnâme)

Bugün TC Anayasasına göre, kânunları TBMM yapar. Kânun teklif etme yetkisi Bakanlar Kuruluna ve TBMM üyelerine âittir. Bakanlar Kurulunun teklifine “Kânun Tasarısı”, milletvekillerinden gelen tekliflere “Kânun Teklifi” denir. Kânunlar mecliste usûlüne uygun olarak görüşülüp kabul edilir. Cumhurbaşkanı tarafından tasdik edilerek Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra yürürlüğe girer. (1982 Anayasası mad. 88-89). Bunun yanında Meclisten müsâade alındıktan sonra, Bakanlar Kurulunun kânun hükmünde kararnâme çıkarma yetkisi de vardır (Anayasa mad. 91). (Bkz. Kânun Hükmünde Kararnâme)

Kânunlar süreklidir. Kânunların yürürlükte kalması, bunların ancak hukûka uygun olmasına bağlıdır. Bu uygunluğa karar verme yetkisi Anayasa Mahkemesine âittir (Anayasa, mad. 146-153). Süreklilik taşımayan kânunlar da vardır. Af çıkarılması, bâzı kişilere maaş bağlanması, vatandaşlıktan çıkarılma gibi durumlarda çıkartılan kanunlar süreklilik taşımaz. Kânun, çıkarıldığı târihten sonrası için geçerlidir, mâkable (önceye) şâmil olmaz. Fakat ceza kânunlarının fâilin lehine olan hükümleri mâkable şamil olurlar.

Tabiî olaylar hakkında kullanılan kânun tâbiri, birçok ilmî gerçekleri ifâde eder. Fizik, kimyâ, biyoloji gibi bâzı ilimlerde değişmeyen ve her yerde aynı olduğu ispat edilmiş birçok ilmî gerçeklere ve hattâ bâzı kimselerin ileri sürdüğü nazariyelere (hipotez, teori) de “kânun” adı verilmektedir. Tabiî kânunlar, tabiatın davranışını, gözlenmiş olayları ve bu olaylar arasındaki bağlantıları anlatır. Meselâ Mendel Kânunları, Kepler Kânunu, Evrensel Çekim Kânunları gibi. Bu tabiî kânunlar olay ve gerçekleri sâdece ifâde eder, onların sebeplerini açıklamaz.

KÂNUN HÜKMÜNDE KARARNÂME (KHK)

Alm. Notverordnung (f), Fr. Décret-loi (m), İng. Order-in-Council, (ABD) Executive order. Yasama organının (meclisin) konu, süre ve gâyeyi belirleyen bir yetki kânunu ile verdiği veya doğrudan doğruya Anayasa’dan aldığı yetkiye dayanarak hükümetin çıkardığı kânun gücüne sâhip bir kararnâme. Kânun Hükmündeki Kararnâme (KHK) de kararnâme çeşitlerinden biridir Bkz. Kararnâme). Fakat parlamentonun tasdikine sunuldukları için ve tasdik edildiklerinden kânun güç ve kuvvetindedirler. Yâni tatbikâtta, bir kânunun sâhib olduğu güç ve kuvvete mâliktir.

Hükümetlere böyle bir yetkinin verilmesinin sebebi, Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma usûlünün, kânun çıkarma usûlüne nazaran daha pratik ve kolay olmasıdır. Kânun çıkarılması, çok kalabalık olan meclislerin toplanmasının zorluğu, muhâlefetin engellemeleri vb. sebeplerle oldukça zaman almaktadır. Halbuki hayat şartları devamlı değiştiğinden hukukun buna cevap vermesi, çözüm yolları bulması gerekmektedir. İşte bu yüzden hükümetlere Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisi verilmek zorunda kalınmıştır. Zîra hükümetler meclislere nazaran daha çabuk toplanırlar, memleket meselelerine daha iyi hâkimdirler. 15-20 kişiden meydana geldikleri için daha çabuk karar alabilirler. Ayrıca muhâlefetin Kânun Hükmünde Kararnâme çıkmasını engellemesi söz konusu değildir. Bunun sonucu olarak memleket meseleleri kânunlara nazaran Kânun Hükmündeki Kararnâmelerle daha çabuk halledilebilmektedir.

Kânun Hükmündeki Kararnâme, hemen hemen bütün dünyâ devletlerinin Anayasalarında, özellikle demokratik parlamenter rejimlerde mevcut bulunmaktadır. Memleketimizde ilk defa çıkarılan 1876 târihli Kânun-i Esâsi’de (Anayasa’da) “Muvakkat Kânun” adı altında (mad. 36) Kânun Hükmünde Kararnâme müessesesi mevcuttu. Fakat o günkü Jön Türkler veİttihat ve Terakki hükümetleri bu maddeyi istismâr ederek çok sayıda Kânun Hükmünde Kararnâme çıkardılar. Bu tatbikattan korkulduğu için 1921 ve 1924 târihli Teşkilat-ı Esâsiye Kânunları’nda (Anayasalarda) Kânun Hükmünde Kararnâme Müessesesine yer verilmedi. 1961 Anayasası yapıcıları zâten güçlü hükümetlerden korktukları için hükümetleri güçlü kılan Kânun Hükmünde Kararnâme yetkisini onlara vermediler. Fakat 1961 Anayasası’ndaki bu eksiklik 1971’de ortaya çıktı. Yapılan değişiklik sonucu yaklaşık 100 yıl sonra Kânun Hükmünde Kararnâmeler yeniden Türk Anayasa Hukûkuna girdi.

12 Eylül 1980 harekâtından sonra, Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisinin hükümet için çok önemli bir selâhiyet olduğu kabul edildi. Nitekim 1982 Anayasası’nda, Kânun Hükmünde Kararnâme müessesesi en geniş bir biçimde yer almaktadır. Bu Anayasa bir normal dönemde, bir de olağanüstü dönemde olmak üzere iki tip Kânun Hükmünde Kararnâme usûlü kabul etmiştir.

1982 Anayasası’nın 91. maddesine göre Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisi verebilir. Fakat bâzı konularda hükümete Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisi verilemez. Bunlar temel haklar, kişi hakları ve siyâsî hak ve ödevlerdir. Ancak olağanüstü dönemlerde çıkarılan Kânun Hükmündeki Kararnâmeler bu konuları da düzenleyebilirler.

Meclis, hükümete yetki verdiği kânunda, çıkarılacak Kânun Hükmünde Kararnâme amacını, nelerle sınırlı olacağını, kullanma süresini ve bu süre içinde birden fazla Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarılıp çıkarılmayacağını belirler. Hükümet değişse de yeni gelen hükümet, eski hükümete verilen Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisinden faydalanır. Meclis, hükümete verdiği bu yetkiyi her zaman kaldırabilir.

Hükümete Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisi genellikle bir yıllık süre için verilmektedir; fakat bu Anayasa’da tesbit edilmiş bir süre değildir.

Kânun Hükmündeki Kararnâmeler, Resmî Gazete’de yayınlandıkları gün yürürlüğe girerler; fakat Kânun HükmündeKararnâmede yürürlük târihi olarak daha sonraki bir târih de gösterilebilir. Kânun Hükmünde Kararnâme yayınlanır yayınlanmaz Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur. Meclis bu kararnâmeleri diğer tasarılardan önce ve ivedilikle görüşür. Yayınlandıkları gün Meclis’in tasdikine sunulmayan kararnâmeler o gün yürürlükten kalkar. Meclis bir kararnâmeyi aynen kabul edebilir, değiştirerek kabul edebilir veya toptan reddedebilir.

1982 Anayasası hükümete olağanüstü dönemlerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde de kânun hükmünde kararnâme çıkarma yetkisi vermiştir. 121 ve 122. maddelerde bu tip Kânun Hükmünde Kararnâme düzenlenmiştir. Buna göre hükümet, her konuda düzenlemede bulunabilir. Yâni normal dönemde temel haklar, kişi hakları, siyâsî haklar ve ödevler konusunda Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarılamadığı halde bu dönemlerde çıkarılacak Kânun Hükmünde Kararnâmelerle bu konular düzenlenebilir. Bu kararnâmeler de Meclisin tasdikine sunulurlar.

Normal dönemlerde çıkarılacak kararnâmeler Başbakanın başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu tarafından çıkarıldığı halde, olağanüstü dönemlerde, sıkıyönetim ve savaş durumlarında çıkarılacak Kânun Hükmündeki Kararnâmeleri, ancak Cumhurbaşkanının başkanlık edeceği Bakanlar Kurulu çıkarabilir.

Normal dönemlerde çıkarılan kararnâmelerin Anayasa’ya aykırılığı iddia edilirse, bunu Anayasa Mahkemesi denetler. Olağanüstü dönemlerde, sıkıyönetim ve savaş durumlarında çıkarılan kararnâmeler yargı denetimine tâbi değildirler.

Bugünkü hükümetler, Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarma yetkisinden oldukça istifâde etmektedirler. Nitekim 1971-1985 yılları arasında çıkarılan yaklaşık 200 kânun Hükmünde Kararnâmeden 34’ü 12Eylül 1980’den önceki hükûmetlere âit olduğu halde, geriye kalan 166 adet Kânun Hükmünde Kararnâme, 12 Eylül 1980-1 Ocak 1985 târihleri arasında çıkarılmıştır. Yâni yaklaşık 10 yıl içinde 34 Kânun Hükmünde Kararnâme çıkarıldığı halde, sonraki 5 yıllık sürede 166 adet Kânun Hükmünde Kararnâme yayınlanmıştır. 1991’e kadar çıkarılan Kânun Hükmünde Kararnâmelerin sayısı 400’den fazladır.

KÂNÛN-İ ESÂSÎ

Osmanlı Devletinde, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın emriyle 28 kişilik bir heyet tarafından hazırlanıp, 23 Aralık 1876’da kabul ve îlân edilen anayasa özelliğindeki kânun. Devletin şeklini, çatısını, devlet içindeki teşrî (yasama), icrâ (yürütme), kazâ (yargı) kuvvetlerinin birbiriyle münâsebetini, bunların hangi organlar vâsıtasıyla kullanıldığını ve ayrıca ferdin devlete karşı olan hak ve vazifelerini tâyin eden Kânûn-i Esâsî 12 kısım ve 121 maddeden ibârettir.

Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olduğu için, İslâm hukûkuna göre hazırlanmış anayasa özelliğini taşıyan kânunnâmelerle idâre ediliyordu. Kânunnâmelerin dışında 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu adıyla bilinen Tanzimat Fermânı ve 1856’da Islâhat Fermânı gibi anayasa özelliği taşımayan siyâsî belgeler çıkarıldı. Bu belgeler siyâsî olup, genelde Hıristiyan Avrupa devletlerinin baskısıyla, Osmanlı ülkesindeki gayri müslim tebaaya daha fazla hak ve imtiyaz verilmesi için düzenlendi.

Tanzimat döneminden îtibâren tahsil için Avrupa’ya gönderilen şahıslar batı kültürüyle temâsa geçtiler. Fransız İhtilâlinin ortaya koyduğu liberal fikirlerin etkisinde kalan gençler, bu fikirleri Osmanlı ülkesinde yaymaya çalıştılar. Osmanlı Devletinin siyâsî yapısını değiştirmek için kurulan ve Avrupa devletlerinden destek gören Yeni Osmanlılar Cemiyeti, meşrûtiyet idâresinin kurulması için içeride ve dışarıda faaliyet gösterdi. Batı rejim ve müesseselerine hayran olan Midhat Paşanın da dâhil olduğu Yeni Osmanlılar Cemiyetine mensup kimseler, başta pâdişah Sultan Abdülazîz Han olmak üzere, yüksek devlet makamlarında bulunan bâzı şahsiyetler aleyhinde tertiplere giriştiler. Yürütülen bu çalışmalar ve tertipler neticesinde Mahmûd Nedim Paşa sadrâzamlıktan alınıp yerine Mütercim Rüşdü Paşa getirildi. Hüseyin Avni Paşa da Seraskerliğe (Genel Kurmay Başkanlığı) tâyin oldu. Kabinede değişiklik yapılarak Hayrullah Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi. Midhat Paşa ve arkadaşları kurdukları türlü hîle ve tuzaklarla 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indirdiler ve Topkapı Sarayına hapsettiler. Yerine de Beşinci Murâd Hanı geçirdiler. 4 Haziran 1876’da Sultan Abdülazîz Hanı Fer’iye Sarayında bir sûikastle şehit ettiler. Sultan Beşinci Murâd Han bu işkenceli ölümü işitince üzüntüden aklî dengesini kaybetti. Doktorların Sultan Murâd’ın tedâvisine artık imkân kalmadığını raporla bildirmeleri üzerine, Bâbıâli’de toplanan vükelâ heyeti (Bakanlar Kurulu) Sultan Murâd’ın tahttan indirilmesine ve İkinci Abdülhamîd Hanın tahta geçirilmesine karar verdi.

Meşrûtiyet idâresini getireceğini vâdeden Sultan İkinci Abdülhamîd Han 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. Meşrûtiyet idâresinin esaslarını belirleyecek Kânûn-i Esâsî’yi hazırlamakla Midhat Paşayı vazifelendirdi. Ön hazırlık olmak üzere yirmiye yakın proje hazırlandı. Çeşitli Avrupa anayasaları tercüme edildi. Midhat Paşanın 57 madde ve dokuz bölüm olarak hazırladığı “Kânûn-i Cedîd” adlı proje dengesiz bir meşrûtiyet rejimi taslağı olduğu için kabul görmedi. Hazırlanan diğer projeleri de inceleyip Kânûn-i Esâsî’yi hazırlamakla Cemiyet-i Mahsûsa adı verilen 28 kişilik bir özel komisyon teşkil edildi. Bu komisyonun başkanı olarak bâzı eserlerde ServerPaşa, bâzılarındaysa Midhat Paşa geçmektedir. Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl’in de yer aldığı bu komisyon, uzun münâkaşalardan sonra yüz kırk maddelik bir projeyi Pâdişâh’a takdim etti. Sultan Abdühamîd Han hazırlanan bu taslağın bir defâ da Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) tarafından görüşülmesini istedi. Vükelâ heyeti, Midhat Paşanın konağındaki uzun süren tartışmalardan sonra hazırladığı son taslağı Pâdişâh’a takdim etti. Sultan Abdülhamîd Han da kendisine sunulan taslakta bâzı değişiklikler yapıp, tasdik ettikten sonra îlân edilmek üzere daha dört günlük sadrâzam olan Midhat Paşaya gönderdi. Kânûn-i Esâsî 23 Aralık 1876 (6 Zilhicce 1293)da Bâbıâli’de yapılan bir törenle îlân edildi. Bu sırada batılı devletlerin Osmanlı ülkesindeki gayri müslim tebaayla ilgili yeni düzenlemeleri zorla yaptırmak üzere topladıkları Tersâne Konferansı, Haliç Tersânesinde devam ediyordu. Kânûn-i Esâsî’nin îlân edildiğini bildiren top seslerinin duyulması üzerine söz alan Hâriciye Nâzırı Saffet Paşa; “Bu işittiğimiz top sesleri Kânûn-i Esâsî’nin îlânını müjdelemektedir.” dedi ve gayri müslimlerin haklarının Müslümanlarla eşit hâle getirildiğini belirtti. “Artık toplantımız lüzumsuz olur.” dediyse de Avrupa devletlerinin temsilcileri hiç aldırış etmeyerek toplantıya devam ettiler. Midhat Paşa ve taraftarlarının Avrupalılara yaranmak için hazırladıkları ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hana kabul ettirdikleri Kânûn-i Esâsî’nin îlân edilmesine “Çocuk oyuncağıdır.” diyerek karşılık verdiler.

Midhat Paşa meşrûtiyet rejimini ve Kânûn-i Esâsî’yi Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı milletlerarası bir antlaşmayla teminat (garanti) altına aldırmayı plânladı. Bunun için Nâfia Müsteşarı ve akıl hocası olan Ermeni Odyan Efendiyi özel olarak vazifelendirip Avrupa’ya gönderdi. İngiliz Hâriciye Nâzırı Lord Derby görüşmelerden sonra Odyan Efendiye bu işin Osmanlı Devletinin iç meselesi olduğunu, Avrupa devletlerinin karışamayacaklarını söyledi. Midhat Paşa bu hareketiyle şahsî ihtirasları uğruna Osmanlı Devletinin geleceğiyle ilgili hâince emeller beslediğini ordaya koydu.

Kânûn-i Esâsî’nin kabul ve îlân edilmesinden sonra 1877 yılının başında ilk mebus (milletvekili) seçimleri yapıldı. Yapılan seçimler sonunda 69’u değişik milliyetlere mensup Müslüman, 46’sı gayri müslim olmak üzere 115 milletvekilinden meydana gelen Meclis-i Mebusan 40 kişi yerine 26’sı tâyin edilen Âyân Meclisi teşkil edildi. Meclis-i Mebusan ve Âyân Meclisinden meydana gelen Meclis-i Umûmî 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayının muâyede (bayramlaşma) salonunda pâdişâhın konuşmasıyla açıldı. İki dönem çalıştıktan sonra, patlak veren Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi) sırasında devletin ve ülkenin durumunu tehkileye sokacak tartışmalara sahne oldu. Bu sebeple Sultan İkinci Abdülhamîd Han Kânûn-i Esâsî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i mebusanı 14 Şubat 1878’de feshetti. Böylece Birinci Meşrûtiyet dönemi bitti. Yürürlükte olan Kânûn-i Esâsî’nin uygulamasına otuz sene beş ay dokuz gün ara verildi. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân eden Abdülhamîd Han Kânûn-i Esâsî’yi tekrar uygulamaya koydu. Kânûn-i Esâsî’nin yeniden uygulamaya konulması ve İkinci Meşrûtiyetin îlânı üzerine Osmanlı Devletinin parçalanmasını isteyen iç ve dış mihraklar tekrar faaliyete geçtiler.

Gayri müslimler ve azınlıklarla birlikte hareket eden İttihat ve Terakki Fırkası Meclis-i Mebusanda çoğunluğu sağladı. Kânûn-i Esâsî gereğince pâdişah tarafından seçilen Âyân Meclisiyle birlikte Meclis-i Mebusan 4 Aralık 1908’de toplandı. İngilizlerin ve İttihat ve Terakki Komitesinin kışkırtmaları neticesinde meydana gelen 31 Mart Vak’asından sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan indirilerek Selânik’e gönderildi. Yerine de Sultanbeşinci MehmedReşâd Han getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra toplanan Meclis-i Mebusan Kânûn-i Esâsî üzerinde değişiklikler yaptı. 3 Mayıs 1909 târihli oturumda yapılan değişiklikler İttihat ve Terakki Fırkasının teklifleri doğrultusunda yapıldı. Kânûn-i Esâsî’nin 3, 6, 7, 10, 12, 27, 28, 29, 30, 35, 36, 38, 43, 44, 53, 55, 76, 77, 80, 113, 118, 119, 120, 121. maddeleri değiştirildi. Bu değişiklik ana hatlarıyla Osmanlı Devletinin şeklinde bir değişmeye sebeb olmadı. Kânûn-i Esâsî üzerindeki bir kısım değişiklikler de 1911-1914 senelerinde oldu. 1915’te yapılan bir değişiklikle milletvekillerinin maaş ve harcırah meseleleri düzenlendi. 10 Mart 1916’daki değişiklikle de 35. madde tamâmen kaldırılırken, 1916’da yapılan diğer bir değişiklikle seçme ve seçilme muâmelelerinde yeni düzenlemeler getirildi. 21 Mart 1918’de yapılan bir değişiklikle de seçimle ilgili bâzı yeniliklere yer verildi.

1876 yılından 1924 yılına kadar 48 yıl yürürlükte kalan pâdişahın yetkilerini ve meşrûtiyeti kabul eden Kânûn-i Esâsî Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti devrinde de uygulandı. 1921 yılında çıkarılan Teşkilât-ı Esâsiye Kânûnu’yla birlikte yürürlükte bulunan Kânûn-i Esâsî 1924 Anayasasının kabulüyle fiilen yürürlükten kalktı.

On iki bölümden ve 121 maddeden meydana gelen Kânûn-i Esâsî’nin 1. maddeden 7. maddeye kadar olan birinci kısmı Memâlik-i Osmâniye başlığını taşır. Osmanlı Devletinin ülkesiyle bütünlüğü, başşehrinin İstanbul olduğu, saltanat ve hilâfetin Osmanlı sülâlesinden olan en büyük evlâda âit olduğu ve Osmanlı pâdişahının yetkileri hükme bağlanmıştır. İkinci kısımsa, Tebea-i Devlet-i Osmâniyenin Hukuk-ı Umûmiyesi başlığını taşımaktadır. 8. maddeden 26. maddeye kadar olan bu kısımda Osmanlı Devleti tebeasının hak ve hürriyetleri sayılmakta ve hükme bağlanmaktadır. 27. maddeden 38. maddeye kadar olan üçüncü kısım ise; Vükelâ-yı devlet başlığını taşımaktadır. Bu bölümde sadrâzam (başbakan) ve vekillerin (bakanların) hukûkî durumları, vekiller heyetinin pâdişah ve meclis karşısındaki durumları tanzim edilmiştir. 39. maddeden 41. maddeye kadar olan dördüncü kısım, memurîn başlığını taşımakta olup bu bölümde memurların sâhib olduğu hukûkî  teminattan, kânûnî şartlara uygun olarak tâyin edilen memurların hak ve vazifelerinden bahsedilmektedir.

Beşinci kısım ise 42. maddeden 59. maddeye kadar olup Meclis-i Umûmî başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devletinin parlamentosu olan Meclis-i Umûmînin Heyet-i Âyân ve Heyet-i Mebusandan meydana geldiğini, bu meclisin ve heyetlerin vazife ve sorumluluklarını, toplanma esas ve zamanlarını hükme bağlamıştır. 60. maddeden 64. maddeye kadar olan altıncı kısımda Âyân Meclisinin statüsü düzenlenmiştir. Yedinci kısım 65. maddeden 80. maddeye kadar olup Heyet-i Mebusanın çalışma esaslarını bildirmektedir. Mehâkim başlığını taşıyan ve 81. maddeden 91. maddeye kadar olan sekizinci kısımda; hâkimlerin ve mahkemelerin kuruluş ve çalışma esaslarıyla ilgili hükümler yer almıştır. Dîvân-ı Âlî başlığını taşıyan dokuzuncu bölüm ise 92. maddeden 95. maddeye kadardır. Bu bölümde; vekilleri, temyiz mahkemesi başkanlarını ve üyelerini, kendi üyelerini yargılayan Dîvân-ı Âlî adı verilen yüksek mahkemenin çalışma esasları açıklanmıştır. 96. maddeden 107. maddeye kadar olan onuncu kısımda mâliyeyle ilgili hükümlere yer verilmiştir. On birinci kısımda vilâyetlerin idâresi, usûl-i tevsi-i mezûniyet (yetki genişliği) ve vazifelerin ayrılması esasları anlatılmıştır. Bu kısım 108. maddeden 112. maddeye kadardır. On ikinci ve son kısım ise 113. maddeden 121. maddeye kadardır. Mevâd-ı şifâ başlığını taşıyan bu kısımda; memleketin herhangi bir yerinde ihtilal ve isyan vukû bulduğu zaman örfî idâre (sıkıyönetim) îlânı, kamu düzenini bozan kimselerin soruşturma neticesinde Osmanlı ülkesi dışına sürgün edilebileceği, bütün Osmanlılara ilköğretimin mecburi olduğu, Kânûn-i Esâsî’nin hiçbir maddesinin hiçbir sebep ve bahâneyle yürürlükten kaldırılamayacağı, bâzı maddelerin değiştirilebileceği hükümleri yer almıştır.

Çeşitli Avrupa anayasalarından alınarak hazırlanan Kânûn-i Esâsî’de devletin dîninin İslâmiyet olduğu belirtilmiştir. Pâdişahın yetki ve selâhiyetleri sınırlandırılmıştır. Pâdişah vekiller üzerinde doğrudan doğruya hâkim ve icrâ kuvvetinin hukûkî ve fiilî başkanıdır. Vekillerse Meclis-i Umûmiye karşı değil, pâdişaha karşı sorumludurlar. Teker teker pâdişah tarafından tâyin ve azledilirler. Pâdişahın aynı zamanda halîfelik ünvânı da taşıyacağı, kânunların İslâm dîninin emir ve yasaklarına aykırı olamayacağı belirtilmiş, şeyhülislâmlık makam ve şer’iye mahkemelerinin varlığı da yer almıştır.